Ernst Eduard Hirsch (1902-1985)[1], ünlü bir Alman-Türk Hukuk Profesörüdür. 1933 yılında Yahudi olduğu için Nazi Almanyası’ndan Türkiye’ye iltica eden Hirsch, Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nde 20 yıl süreyle ders vermiş ve Türkiye’de büyük izler bırakmıştır. Hirsch, Türk hükümetine çeşitli hukuki konularda danışmanlık da yapmış ve bazı kanunların hazırlanmasına öncülük etmiştir. Hirsch’in özellikle Türk Ticaret Kanunu’nun oluşmasında büyük katkıları olduğu söylenir. Hirsch’in orijinal Almanca adı Aus des Kaisers Zeiten durch die Weimarer Republik in das Land Atatürks. Eine unzeitgemäße Autobiographie olan hatırat kitabı, Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi – Anılarım adıyla Türkçe’ye de çevrilmiştir.[2] Bu yazıda, Hirsch’in kitabından Türk Siyasal Hayatı öğrencileri ve Türk akademisinin gelişimini merak eden araştırmacılar için faydalı olabilecek bazı önemli bölümler özetlenecektir.
Anılarım
Başarılı bir kariyeri olmasına
karşın, Ernst Hirsch, 1933 yılında Almanya’daki işlerini kaybetmiş ve yasal bir
şekilde Türkiye’ye göç etmiştir. Hirsch, o dönemde birçok Yahudi kökenli Alman
vatandaşının aksine kendisinin kesinlikle tehdit edilmediğini ve aktif
politikaya dâhil olmamasının da etkisiyle olsa gerek, ülkesini zorunluluktan
değil, isteyerek terk ettiğini yazmaktadır. Bu noktada, Hirsch’in, Nazi
rejiminin oluşturduğu anti-Semitizm duygusu üzerine kurulu baskıcı ve faşist rejimin
ilerleyen yıllarda neler yapabileceğini öngörebildiği için erkenden ve henüz
kendisi aleyhine somut bir tehdit oluşmadan yurtdışına gitme kararı aldığı
söylenebilir. O dönemde Hirsch’in Türkiye’de iş bulmasına yardımcı olan kurum
ise, Nazi Almanyası’ndan kaçan çoğu Yahudi kökenli akademisyene iş bulmalarında
yardımcı olmak amacıyla Zürih’te kurulan “Notgemeinschaft
deutscher Wissenschaftler im Ausland” (Yurtdışında Alman Bilimadamları
Yardımlaşma Cemiyeti) olmuştur.[3] Bu
kurum aracılığıyla Türkiye’de iş bağlantısı yapan Hirsch, Almanya’dan uzakta bulunmasının
daha güvenli olduğunu da düşünerek, Amsterdam’daki bir iş teklifini reddetmiş
ve Türkiye’de İstanbul Üniversitesi’ndeki işi kabul etmiştir. Hirsch,
Türkiye’den 1933 Eylül’ünde gelen resmi yazı sonrasında, sözleşmeyi 4 Ekim
1933’te Türkiye’nin İsviçre Büyükelçisi Ekselansları Cemal Hüsnü'nün karşısında
imzalamış ve İstanbul Üniversitesi’ne atanmıştır. Hirsch ve benzeri birçok
Yahudi bilimadamına Atatürk’ün kurduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti tarafından o
dönemde sunulan sözleşmeler 5 yıllıktır ve 550-750 Türk Lirası arasında aylık maaşlar
öngörmektedir. Türkiye’nin ucuz bir ülke olduğu da düşünüldüğünde, Hirsch’e
göre o dönemde yabancı bilimadamlarının maaşları gayet iyidir. Dahası, Türk
devleti, Yahudi ve muhalif akademisyenlerin kütüphanelerinin nakil masraflarını
da üstlenmiştir. Hirsch’e göre, her yıl devlet bütçesinin görüşüldüğü ay
dışında, Türkiye'de maaşları muntazam olarak ödenmiştir. Ayrıca 5 yıllık sözleşmelerin
çoğu otomatik olarak yenilenmiş ve Türkiye’ye göçen akademisyenler uzun süre bu
ülkede rahat şekilde ve iş güvencesi korkusu olmadan görev yapmışlardır. Yabancı
akademisyenlerin iş yükü de o dönemde şimdiyle kıyaslandığında oldukça
rahattır; haftada 6 saat amfi dersi, 2 saat pratik alıştırma ve 2 saat seminer
(tamamı hocanın uzmanlık alanı olan derslerde) iş yapmaları yeterlidir.
Hirsch, Türkiye’ye gelmeden önce
Viyana’dan Almanlara Türkçe öğreten ve yeni çıkmış olan bir kitap satın almıştır. Uzun tren
yolculuğu sırasında bu kitabı okumuş ve en azından birkaç önemli Türkçe cümleyi
öğrenmiştir. Hirsch, sözleşmesine göre ilk 3 yılda Almanca ders verecektir;
ancak 4. yıldan itibaren Türkçe ders verebilmek zorundadır. Bu nedenle, vakit
kaybetmeden Türkçe’yi öğrenmek istemiştir. Zira Türkçe hiç de sanıldığı kadar
kolay bir değildir ve Türkiye’de büyüyen Ermeni, Rum, Yahudi ve Levanten gibi
azınlıklar bile Türkçe’yi aksanlı konuştukları için halk arasında alay konusu
olmaktadırlar. O nedenle, Türkçe’yi kusursuz konuşabilmesi için öncelikle vakit
kaybetmeden bu dili iyice öğrenmeli, sonra da kendisini geliştirerek aksansız
bir Türkçe konuşmalıdır. Bunun içinse, öncelikle Türkçe düşünmeyi öğrenmesi
gerekmektedir. Ancak Almanca ile Türkçe arasında ciddi farklılıklar vardır.
Örneğin, “haben” fiilinin Türkçe bir
karşılığı yoktur. O yıllarda Hirsch’e göre Türk entelektüelleri ve devlet adamları
daha ziyade Fransızca dilini bilmektedirler ve Almanca bilenlerin sayısı son
derece azdır.
Hirsch’i uzun yolculuğu
sonrasında Sirkeci Tren Garı’nda aile dostu ve eski öğrencisi Hans Kitzinger
karşılamıştır. Kitzinger de Hitler’den kaçarak İstanbul’a gelmiş olan bir Alman Yahudisidir. Paradan tasarruf etmek için, Kitzinger, Hirsch’e bir süre kendi
evinde bir odada kalmasını teklif etmiştir. Hirsch, Türkiye’nin o dönemdeki
biyolojik çeşitliliğinden etkilenmiştir. İstanbul’da dolaşırken karşılaştığı
insanların birbirlerinden farklı olması ve canlılıkları, adeta Nasyonal
Sosyalizm’in dayandığı ırk teorisini çürütür niteliktedir. O yıllarda, Hirsch’e
göre, Atatürk’ün tüm laiklik çabalarına karşın, İslam dininin sıradan Türk halkının
yaşamındaki rolü hala çok güçlüdür ve Müslüman İstanbul’da azınlıklar içlerine
kapalı bir hayat sürmektedirler. Kozmopolit ve gayrimüslimlerin yoğun olarak
yaşadığı semtler ise elbette mevcuttur. Örneğin, yabancıların Pera dedikleri
Beyoğlu böyle bir semttir. Bu semtte neredeyse herkes Fransızca bilmektedir ve
çok sayıda yabancıyı görmek mümkündür. Bebek ve Moda da dönemin diğer önemli
kozmopolit semtleridir. Hirsch, o dönemde ülkesinden kaçmak zorunda olan bir
bilimadamı olarak ziyaret gittiği Dolmabahçe Sarayı’nda yaşadığı ruh halini
şöyle anlatmaktadır: “Kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen,
‘aşağılık’ ırka mensup olduğu için işgal ettiği mevkilerden kovulan, evini
yurdunu terk edip, yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, ‘mülteci’
ben, ‘dünyanın bir ucundaki Türkiye’de’, nice billûrlarla, mermerler, somaki
taşı, su mermeri, paha biçilmez kakma işlerinin ihtişamıyla parıldayan, nice
değerli mobilyayla, halıyla, resimle süslü, bir zamanların taht salonu olan bu
mekânda, ülkenin ilk bin seçkininden sayılan, saygıdeğer bir Alman Profesör
sıfatıyla hazır bulunmaktaydım!”…
Ernst Hirsch Türkiye’de ders anlatırken
1933-1934 eğitim-öğretim yılında,
Türk Bağımsızlık Savaşı Profesörü Hikmet Bayur’un yaptığı konuşmayla başlayan
akademik açılış töreni ardından, Hirsch’in Türkiye’deki akademik kariyeri
başlamıştır bile. Hirsch’e göre, o dönemde Türkiye’deki modernist yönetimin
etkisiyle, üniversiteler, gerçeği araştıran ve derinleştiren, bilgi toplayan,
düzenleyen, çoğaltan ve yayan kurumlar olarak yapılandırılmakta ve bilimsel
araştırmalara büyük önem verilmektedir. Ancak Hirsch’e göre, önceki dönemden
kalan ve İslami düşünceye bağlı akademisyenlerle Atatürk’ün yeni Türkiye’sine
bağlı akademisyenler arasında hala bir gerginlik bulunmaktadır. Dahası, Türkler
her işe ne kadar şevkle başlasalar da, Hirsch’e göre zamanla gevşer ve
disiplinsizlik nedeniyle beklenen ilerlemeyi kat edemez ve hayal kırıklığına
uğrarlar. Zaten bu nedenle, ülkedeki en ünlü deyişlerden biri “Türk gibi başla,
Alman gibi sürdür, İngiliz gibi sebat et” şeklindedir. Hatta bu nedenle,
Hirsch’e göre bazı Türk akademisyenlerde yabancılara yönelik kıskançlık (futterneid) duygusu da hâkimdir. Bunun
maddi bir temeli de vardır; zira yabancı akademisyenler, Türklere kıyasla çok
daha fazla maaş almaktadırlar. Hirsch, ilerleyen yıllarda Türkçe’yi öğrenmiş ve
hatta Türkçe’sini -hazırlandığı ve düzenli olarak verdiği dersler sayesinde-
çok ilerleterek, ülkedeki en iyi Türkçe bilen yabancı akademisyen kabul
edilmeye başlanmıştır. Ancak Hirsch’in öğrenmeye çalıştığı dil (Türkçe), o
yıllardaki yoğun dil reformları nedeniyle hızla değişmektedir. 1932, 1934 ve
1936 kongrelerinde Türk dilini Arapça ve Farsça’dan arındırmak ve öz Türkçe
sözcükler kullanmak için çalışmalar yapılmıştır. Bunlar çok radikal reformlar
olmasına ve Türkiye’nin geçmişiyle bağlarını zedelemesine karşın, bir yandan da
çok düşük olan okuma seviyesini hızla yüksek oranlara ulaştırmayı başarmış
etkileyici hamlelerdir.
Ernst Hirsch, bu yıllarda
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bazı sorunlarla da karşılaşmıştır. Türkiye’nin
çok hızlı ve büyük bir değişimden geçmesi ve bunun doğal olarak üniversitelere
de yansıması ilk ciddi sorundur. Nitekim Hukuk Fakültesi derslerinde İslam
Hukuku (Şeriat) hala çok önemli bir kaynak durumundadır. Ancak bu durum, yeni rejimin
ideolojisiyle hiç uyuşmamaktadır. Hukuk alanındaki akademisyenlerin çoğunun
İslam Hukuku’nu bilmeleri ve buna göre formasyon yapmış olmaları da bir diğer
önemli sorundur. Bu bağlamda, Hirsch’e göre, Türk Hukuku’nda bugün bile ciddi
bir terminoloji (dil) sorunu vardır. Fransız ve Alman eğitim ve sınav
sistemleri arasında yaşanan farklılıklar da bir diğer ciddi meseledir. Türk
akademisyenlerin birçoğu Fransız eğitim sistemine uygun hareket eder ve böyle
bir sınav sistemi oluştururken, gelen yabancı akademisyenlerin çoğu Alman
oldukları için Alman eğitim ve sınav sistemini bilmektedirler. Ancak bu tip
sorunlar, üniversite içerisinde ve akademisyenler arasında kolaylıkla
halledilebilmiştir. Kütüphanelerin zayıf olması da bir diğer ciddi sorundur. Hirsch’e
göre, o dönemde Türk üniversitelerinde doğru düzgün bir kitaplık yoktur ve
ciddi bilimsel çalışmalar bulmak hiç de kolay değildir. Neyse ki, Türk
devletinin masrafları üstlenmesi neticesinde birçok bilimadamı kendi
kitaplarını Almanya’dan getirtebilmişlerdir. Yeni oluşmakta olan Türk Hukuk
sistemi nedeniyle, o yıllarda ders kitabı bulmak da imkânsızdır. Bu nedenle,
Hirsch ve benzeri yabancı akademisyenler, kendi Almanca ve diğer dillerdeki
kaynaklarını Türkçe’ye çevirerek öğrencilerine kaynak yaratmaya çalışmışlardır.
Ders verme tekniği de ciddi bir kriz konusu olmuştur. Hirsch, derslerini
simültane tercüman aracılığıyla ve öğrencilerle etkileşim içerisinde (soru
sorarak ve soru alarak) yapmak istemiş, ancak mevcut Dekan, akademisyenlerin
kendi ders metinlerini önceden tercümana vermelerini ve tercümanın derste hoca
masasında otururken bu metinleri okumasını istemiştir. Hirsch, öğrencilerle
kişisel bağ kurmasını engelleyecek bu sistemi benimsememiş ve sonunda istediği
şekilde ders vermeye hak kazanmıştır.
Recep Peker
Ernst Hirsch’in o dönem Türk
siyasetine dair gözlem ve tanıklıkları da oldukça önemlidir. Öncelikle, Hirsch’in,
CHP’nin etkili isimlerinden ve katı devletçiliğiyle bilinen Recep Peker’i
“Hitler’i sevmeyen bir Alman dostu” olarak değerlendirmesi dikkat çekicidir.
Almanca ve Fransızca bilen Peker, Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve Atatürk’ün
sonsuz güvenine sahip bir kişidir. Peker, sert bazı fikirleriyle tanınsa ve
iriyarı fiziğiyle korku salsa da, aslında halka yakın ve babacan bir kişi
olmuştur. Ayrıca bahçe işleriyle ilgilenmeyi seven ve Almanya’dan getirdiği özel
fidan ve tohumlarla Sultanahmet Camii’nin bitişiğindeki bahçeyi canlandırmak
için kişisel gayret gösteren renkli bir insandır. CHP’nin Genel Sekreterliğine
kadar yükselen ve hatta 1946-1947 yıllarında Başbakan bile olan Recep Peker, o
dönemde yabancı akademisyenlere en çok yardım eden ve kol kanat geren
siyasetçilerden birisi olmuştur. Ayrıca Hirsch’in bu dönemde Türkiye'nin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le ilgili tespitleri
de oldukça manidardır. Hirsch, Kemalizm’i dünyevi işleri kavrayışı bağlamında
Avrupalı, ama temeli bağlamında Türk olarak değerlendirmiştir. Ona göre,
Kemalizm, Türk devletini İslam dininin zincirlerinden kurtarmak ve çağdaş
medeniyet seviyesine ulaştırmak için oluşturulmuş modernist bir ideolojidir. Kemalizm,
Burhan Belge’nin La Turquie Kemaliste’in
bir sayısında yazdığı gibi, “Anadolu’yu yeniden kültür ve medeniyet kalesi
yapmak” amacındadır. Ancak Kemalizm’in iddialı devrimci programı Hirsch’in de
endişeye kapılmasına neden olmuştur. Zira ona göre, Atatürk’ün yaptığı çok hızlı
ve kapsamlı reformlar (özellikle laiklik bağlamında), daha çok seçkin dar bir
zümre tarafından kabul görmüş ve halkın büyük çoğunluğu tarafından dirençle
karşılanmıştır. Bu anlamda, Hirsch, Kemalizm’in bir süreç olduğunu ve Kemalist
Türkiye eserinin henüz tamamlanmadığını yazmıştır. Bu değişim, ona göre Atatürk’ün
koyduğu hedeflere varıncaya kadar sürecek ve Türkiye’yi geliştirmeye devam
edecektir.
Ernst Hirsch’in o dönemde yaptığı
geziler de anılarında önemli bir yer tutar. Hirsch, anılarında özellikle
Büyükada ve Heybeliada’ya yaptığı gezilerden söz etmiştir. Ayrıca Yalova’da
zaman zaman gittiği kaplıcalar da Alman bilimadamının anılarında yer etmiştir. Anadolu
şehirlerine yaptığı geziler de Hirsch’i son derece etkilemiştir. Ancak Hirsch
ve karısı, İstanbul’daki sosyal hayata fazla karışamamışlardır. Bunun nedeni,
Alman akademisyenin evinde müzikle ya da bilimle ilgilenmekten daha fazla keyif
almasıdır. Bu nedenle, karısının zaman zaman gittiği sinema dışında, dışarıya
sadece toplu olarak gidilen yemekler için çıkmışlardır. Bu gibi aktivitelere
ise kendisi gibi Almanya’dan gelen akademisyenlerle birlikte çıkmış ve daha çok
onlarla sosyalleşmiştir.
Hirsch, 1943 yılında Ankara
Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış ve İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştır. Bu
dönemde Türk vatandaşlığına da geçen Hirsch, bu şehirde de İstanbul’daki gibi
ilginç gözlemler yapmıştır. İstanbul Üniversitesi’ndeki yoğun çalışmaları
sayesinde geliştirdiği Türkçesi ve oluşturduğu ders müfredatı sayesinde,
Hirsch, Ankara Üniversitesi’nde daha ilk günden itibaren öğrencilerine ve diğer
akademisyenlere büyük katkı sağlayabilmiş ve önceki emeklerinin ödülünü almaya
başlamıştır. Ankara’dayken ayrıca oğlu Enver Tandoğan doğmuştur. Enver adı,
elbette Almanya-Türkiye (Osmanlı) tarihi açısından çok önemli bir figür olan
Enver Paşa’dan gelmedir; “nur” sözcüğünden türetilmiş ve “aydınlanmış” anlamına
gelen bir isimdir. “Tandoğan” ise öz Türkçe bir kelimedir ve “şafak vakti doğan”
anlamına gelmektedir. Bu yıllarda iyi Almanca bilen ve sonradan Başbakan bile olan Sadi Irmak ve Prof. Dr. Hüseyin Avni Göktürk’le tanışan ve İşçi Sigortaları Kanunu ile ilgilenen Hirsch, daha sonra ise Türk Hukuk Lûgatı’nın hazırlanmasına katkı yapmıştır.
Hirsch’in anılarının genel bir
değerlendirmesi yapıldığında, o yıllarda Türkiye’deki modernist ve devrimci
ruhun yoğunluğu ve hızından etkilendiği ve bu ülkede kendisini Yahudi bir Alman
olarak son derece rahat hissettiği anlaşılmaktadır. Türkiye’de bilimin
gelişimine katkı yapması da Hirsch’i son derece memnun etmiş ve bir devletin
sıfırdan yeniden oluşum sürecine katkı yapmak ona büyük heyecan vermiştir. Türkiye’nin
bu dönemde teknolojik ve ekonomik açıdan geri bir ülke olmasına karşın Batı
dünyasında makbul görülmesi ise, kuşkusuz Büyük Atatürk ve devrimci
arkadaşlarının diplomasideki başarısına işaret etmektedir. Ayrıca kanımca bu gibi anı-hatırat eserleri, Türk Siyasal Hayatı yazılırken ve anlatılırken daha fazla değerlendirilmeli ve bu eserlerden edinilen izlenimler ve dönemin ruhu da akademik şablon ve bilgiler dışında öğrencilere sunulmalıdır.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Ernst_E._Hirsch.
[2] Kitabı almak için; http://www.kitapyurdu.com/kitap/anilarim/13735.html.
[3] Bu kurumun Başkanlığını
kendisi de bir dönem Türkiye’de çalışan ünlü Macar akademisyen ve nöropatolog Philipp
Schwartz üstlenmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder