24 Temmuz 2010 Cumartesi

Dövüş Kulübü - Fight Club


-->
-->
Chuck Palahniuk’un aynı isimli romanından uyarlayarak David Fincher’ın 1999 yılında çektiği ve gerek romanı, gerekse filmiyle dünya çapında büyük yankı yaratan ve kült eser mertebesine yükselen Figth Club’a eğlenceli bir macera romanından ve güzel kurgusuyla dikkat çeken bir Hollywood filminden başka, kapitalist çelişkileri anlatan ve modern toplum düzenini eleştiren başarılı bir eser olarak da bakmak mümkündür. Özellikle Theodor Adorno’nun “The Culture Industry: Selected Essays On Mass Culture” kitabında somutlaştırdığı “commodity fetishism” (meta fetişizmi) ve standardization (standartlaşma) gibi düşünceler etrafında Fight Club’ı incelemek; filmi daha iyi anlayabilmek ve neden bu denli popüler olduğunu yorumlamak adına bize yardımcı olacaktır.
Filmin esas oğlanı, Edward Norton’ın canlandırdığı isimsiz “hikâye anlatıcı” karakteri (The Narrator); bir sigorta şirketinde yüksek maaşlı bir işte çalışan yalnız, amaçsız ve sıkıntıda olan sıradan beyaz yakalı bir orta sınıf Amerikalıdır. Her piyasa bireyi gibi tüketim çılgınlığının eseri olmuş bu karakter; amaçsız hayatında kendisine yön verebilmek ve içerisinde bulunduğu büyük varoluşsal boşluğu doldurabilmek için İsveç yapımı pahalı mobilyalar sipariş etmekte, evini daha sofistike bir şekilde dekore etmeye çalışmaktadır. Uykusuzluk (insomnia) sıkıntısı da çeken karakterimiz hayatına farklı bir anlam katması için çeşitli hastalıklarından ve psikolojik sorunlardan muzdarip insanların düzenledikleri destek toplantılarına hastaymış gibi numara yaparak katılmaya başlar. Bu gruplarda karşılaştığı insanlar ve bu insanların anlattığı gerçek ve acı hikayeler karakterimizi bir anda hayata döndürür ve acıyla karşılaştığında anlam kazanan hayatı nedeniyle uykusuzluk sorunundan kurtularak geceleri bebekler gibi uyumaya başlar. Ancak karakterimiz bu grup toplantılarına kendisi gibi rol yaparak gelen ve bedava kahve olanağından yararlanmak isteyen başka bir sahtekar “turist” olan Marla Singer’ın varlığını fark edince, konsantrasyonu ve uyku düzeni yeniden bozulur. Bu sıkıntılar içinde yaşama dayandığı son dalı da elinden kaçıran karakterimiz bir gün bir iş gezisi için bindiği uçakta Tyler Durden isimli adamla tanışır. Durden’ın çılgın karakterinden ve umursamaz tavırlarından çok etkilenen karakterimiz, kendi evinin de bir kaza sonucu patlamasını fırsat bilerek onun harabe biçimindeki büyük evine taşınır. Tyler’la uzun felsefi ve siyasal sohbetler yapan anlatıcı, onun bilgisi ve karizmatik kişiliğinden etkilenir. Tyler’ın liderliğinde ve birkaç kişinin daha katılımıyla nihayet Dövüş Kulübü kurulmuştur artık. Beyaz yakalı orta yaş erkeklerin katılımıyla Dövüş Kulübü kısa sürede gizli bir şekilde tüm ülkede ve hatta dünyada popüler olur, şubeleri açılır. Dövüş Kulübü’ne katılan insanlar burada birbirleriyle dövüşerek rahatlamakta, acılarıyla hayatın gerçekliğine dönebilmekte ve hayatlarını anlamlandırmaktadırlar. Tyler Durden bu dönemde yalnızca bir grup lideri olmaktan çıkarak, ideolojik bir lider kimliği kazanmıştır. Söyledikleri (Our generation has no Great Depression, no great war. Our war is spiritual war. Our depression is our lives. – Bizim neslimizin büyük bir savaşı ya da Büyük Buhran’ı olmadı. Bizim savaşımız ruhsal. Ve depresyonumuz hayatlarımızdır.) ve yaptıklarıyla (mesela kulübün toplandığı mekânı kurtarmak adına mafyaya karşı gösterdiği dirençli tavır) kulüp üyeleri arasında bir efsane olmuştur. Kapitalist sistem ve tüketim karşıtı sözleri dikkat çekicidir: “You are not your job. You are not your money in your bank account (Siz işiniz ve banka hesabınızdaki para değilsiniz)”. Aynı dönemde Tyler, anlatıcı ve Marla Singer arasında bir aşk üçgeni de kurulur. Tyler bir yandan da Project Mayhem adını verdiği büyük bir anarşist saldırının peşindedir. Project Mayhem’le amaçlanan tüm finansal kurumların, bankaların yok edilerek hesapların sıfırlanması, insanların maddiyata değil de kendi öz niteliklerine uygun yaşayacakları yeni bir dünya için bir öncü adım atılmasıdır. Tabii filmin esas şok edici yanı; anlatıcı ve Tyler’ın aslında aynı kişi olduğunun ortaya çıkması ve tüm bunlar doğrultusunda yaşananların bir şizofrenin bakış açısıyla yeniden düşünülmesidir. Filmin sonunda Tyler’ı zihninde öldürmeyi başaran anlatıcı; önünde birçok banka ve finansal kurum binası patlayıcılarla havaya uçar ve çökerken Marla’nın elinden tutar ve şöyle der: “Hayatımın çok karışık bir dönemine denk geldin”…
Şimdi biraz Theodor Adorno ve meta fetişizmi ve standartlaşma gibi kavramlar üzerinde duralım. 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden ve Frankfurt Okulu’nun önde gelen temsilcilerinden biri olan Adorno, kapitalist sistemin insanları kültür endüstrisi (culture industry) ile beslediğini ve gerçek sanattan uzak tutarak duyarsız hale getirdiğini belirtmiştir. Karl Marks’ın aksine Adorno kapitalizm çökmeyeceğini zira gün geçtikçe güçlendiğini belirtmiştir. Ekonomik determinizme saplayıp kalmayan ve bu yolda Gramsci’nin yolunu takip eden Adorno, kapitalizmin güçlenme sebebini yarattığı popüler kültür endüstrisi ile açıklamaktadır. Adorno’ya göre kapitalist sistem müthiş bir kültürel hegemonya yaratarak insanı öz niteliklerinden, isyankar güdülerinden, gerçek sanatsal ve kültürel ihtiyaçlarından uzak tutmakta ve popüler kültür gibi öğelerle avutmaktadır.
Adorno’nun düşüncesinde insanın gerçek ihtiyaçları olan yaratıcılık ve aklın tam olarak değerlendirilmesi, meta fetişizmi, popüler kültür ve standartlaşma gibi şeylerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Adorno’ya göre bunun başlıca sebeplerinden birisi kapitalist sistemde bir metanın kullanım değerinden (use value) çok piyasadaki değişim değerinin (exchange value) ön planda olmasıdır (Adorno, sayfa 33). Serbest piyasa ekonomisinde bir metanın hatta insanların değeri popülarite, maliyet ve kısıtlılık ilkelerine göre belirlenmektedir. Mesela çok önemli hayati bir ihtiyacı karşılayan su çok bulunması sebebiyle oldukça ucuza satılabilirken, elmas gibi gösteriş dışında bir amacı olmayan bir meta çok yüksek bir değer bulabilmektedir (Adorno, sayfa 34). İşte elması sudan daha değerli yapan kapitalist sistemde geçerli olan değişim değeri esasıdır. Adorno’ya göre insanların önem verdikleri şeyler kapitalist sistemde bir metanın öz nitelikleri olmaktan çıkmakta ve fiyatının yüksekliğine odaklanmaktadır. Bu nedenle büyük bütçeli kalitesiz filmler çok izleyici çekerken, sanat filmleri ancak elit bir azınlığa hitap edebilmektedir. Popüler kültürü yönlendiren insanlar ve sanatsal kıstas, yaratıcı deha değil piyasa dengeleri ve fiyatlardır. Medya yoluyla daha da güçlenen bu anlayış insanları ihtiyaçları olan şeyleri değil, popüler ve pahalı olan ürünleri almaya itmektedir. Kendini bir kral olarak görmesine karşın tüketici bu sistemde kendi zevklerinden mahrum bırakılmış zavallı bir nesnedir, bir özne bile değildir (Adorno, sayfa 85). İşte bu çılgınlık Adorno’ya göre meta fetişizmidir. Karakterlerini, öz niteliklerini yitiren insanların piyasa etkisiyle pahalı ürünler almaya çalışmaları ve bu şekilde rahatlamalarıdır. İşte bu piyasa dengeleri Bir diğer kavram olan “standartlaşma"yı beraberinde getirmektedir. Piyasa dengelerinin yönlendirdiği insanlar gitgide benzer bir hal almakta ve yaratıcılık, çok seslilik ve renklilik giderek düşmektedir (Adorno, sayfa 90). Kısaca Adorno’ya göre kapitalist sistem kültürel olarak bir koyun sürüsü yaratmaya, insanları kişiliksizleştirmeye çalışmaktadır (Adorno, sayfa 35).
Şimdi Adorno’nun düşünceleriyle filmde arasında bazı paralellikler bulmaya çalışalım. Adorno’nun da belirttiği gibi piyasa değerleriyle yönetilen ve gitgide kişiliksizleşen anlatıcı karakteri kendini ancak pahalı mobilyalar, ev eşyaları alarak rahatlatmakta ve bu yalancı mutlulukla yetinmeye çalışmaktadır. Ancak duyarlı kişiliği nedeniyle bu durumdan rahatsız olmakta, ruhunun tepkisi uykusuzluk ve mutsuzluk şeklinde su yüzüne çıkmaktadır. Ruhsal ve duygusal olarak boş bir durumda bulunan Edward Norton’ın canlandırdığı anlatıcı karakteri, destek gruplarına katılarak gerçek insanlarla ve gerçek duygularla karşılaşma şansı yakalar. Ölmeye yaklaşan ve türlü türlü acılar çeken bu insanların tepkileri piyasaya göre belirlenmemektedir ve gerçektir. Bunları gören anlatıcı yeniden kısa süreli bir insanlaşma sürecine girer. Bunu şöyle ifade eder: “Walking home after a support group. I felt more alive than i’d ever felt. I wasn’t host to cancer or blood parasites; I was the little warm centre that the life of the world crowded around (Bir destek grubundan dönerken kendimi hiç olmadığım kadar canlı hissettim. Kanser ya da kan paraziti hastalığım yoktu, ben etrafımdaki kalabalık dünyanın küçük sıcak merkeziydim)”. Artık ağlayabilmekte ve uyuyabilmektedir… Hatta koca memeli Bob isminde bir arkadaşı bile olmuştur. Ancak bir sahtekâr olan Marla Singer’ın ortaya çıkması anlatıcıyı yine gerçeklerden uzaklaştırır. Artık konsantre olamamakta ve ağlayamamakta, dolayısıyla uyuyamamaktadır. İçinde sisteme ve kişiliksizliğine doğan tepkiden büyüyen Tyler Durden karakteri bu dönemde ortaya çıkmaya başlar…
Başlarda Tyler Durden karakteri anlatıcı karakterinin yanında oldukça siliktir ve ekranda yalnızca bazı anlarda görünüp kaybolur. Ama zaman geçtikçe Durden daha güçlenecek ve anlatıcı karakterini bastırmayı başaracaktır. Tyler kendini yok etmekten (self-destruction), anarşizmden, yitik bir nesilden ve standartlaşmadan söz eden çılgın bir adamdır: “You are not a beautiful or unique snowflake (Sen güzel ve özgün bir kar tanesi değilsin)” derken, Tyler insanların bu sistemde aslında bir hiç olduklarını vurgulamakta ve bu noktada Adorno’nun standartlaşma düşüncesine yaklaşmaktadır. Tyler’ın yakaladığı Asyalı bir market sahibine yaptığı şeyler de bununla alakalıdır. Tyler ırkçı falan değildir aslında, söylemeye ve göstermeye çalıştığı şey farklıdır. Raymond K.K. Hessell ismindeki bu adamın kafasına silah dayayıp aslında ne olmak istediğini sorar. Adamın cevabı “veteriner olmak isterdim” şeklindedir. Ama veterinerlik yerine bir market işletmektedir zira bu sayede daha çok para kazanabilmektedir. Bu şekilde hayatını maddi kazanımlar için kişiliğini, ideallerini feda ederek yaşamaktadır. Tyler, Raymond’a veterinerlik okuluna devam etmesini yoksa kendisini öldüreceğini söyler. Bir insan daha yalan dünyadan zor kullanılarak da olsa kurtarılmıştır! Adorno da popüler kültürünün nasıl bireyi feda ettiğine dikkat çekerek, bireyi kapitalist toplumun elindeki bir kukla olarak niteler (Adorno, sayfa 141). Filmde ortaya çıkan Adorno ile alakalı bir diğer düşünce “yanlış ihtiyaçlar (false needs)” dir (Adorno, sayfa 55). Mesela anlatıcı telefonla katalogdan bakarak İsveç mobilyaları sipariş ederken kendisini sanal gerçekliğine daha bağlı hissetmekte ve yanlış ihtiyaçlarını gidererek mutlu olduğunu zannetmektedir. Anlatıcıyı İsveç mobilyası almaya yönelten ihtiyacı değil, meta fetişizmi, tüketim çılgınlığı ve bu ürünlerin piyasadaki yüksek fiyatıdır. Ancak anlatıcının bilinçaltında devrimci kişiliği Tyler Durden, “The things you own end up owning you (Sahip olduğun şeyler sonunda sana sahip olurlar)” demekte ve ilk iş olarak anlatıcının bin bir zahmet ve dolar karşılığı döşediği ancak kendisini gerçeklikten uzaklaştıran ve piyasaya köle yapan evini yakmaktadır.
Adorno’nun da belirttiği gibi kapitalist popüler kültür saldırısının en önemli aracı medya ve özellikle televizyondur. Adorno bu noktada televizyonları kimlerin yönlendirdiğine ve hangi mesajların gizli veya açık olarak verildiğine dikkat çeker (Adorno, sayfa 144). Tyler Durden da “We were raised on television to believe that we’d all be millionaires, movie gods, rock stars, but we won’t. And we’re starting to figure that out (Bizler televizyonla büyütülmüş ve milyoner, film tanrısı ya da rock yıldızı olacağına inandırılmış kişileriz. Ama olmayacağız. Ve bunu anlamaya başlıyoruz)” diyerek Adorno’ya yakın bir söylemle karşımıza çıkmaktadır filmde. Adorno ve Tyler popüler kültürü suçlamakta ve medyayı kontrol edenlerin insanlara belirli bir kültürü, belirli zevkleri dayattıklarını söylemektedirler. Hatta Tyler avaz avaz bağırmaktadır: “Advertising has these people chasing cars and clothes they don’t need (Reklamcılık insanları ihtiyaç duymadıkları araba ve giysilere mahkum ediyor)” !
Adorno bu durumun düzeltilmesi konusunda pesimist bir tavır benimserken, Tyler bir devrimci olarak yıkmak ve baştan inşa etmekten yanadır. Tyler’ın devrimci şiddeti ilk olarak kurduğu Dövüş Kulübü’nde ortaya çıkar. İnsanlar da kısa sürede bu vahşi gerçekliğe ilgi gösterir ve aldıkları her darbede önceki yaşamlarının ne derece anlamsız ve boş olduğunu anlar. Kapitalist sistemin çürüttüğü ruhlar ve çeşitli sorunları bulunan insanlar dövüşerek yeniden ruhlarını kazanır ve gerçekten yaşamaya başlar. Tyler öğrencilerine ev ödevleri vererek çılgınca şeyler yapmalarını talep eder. Toplumun bir kesiminde “toplum düşmanı” olarak algılanmasına karşın, kulüp üyeleri için artık o tartışılmaz bir liderdir. Şiddetin neden gerekli olduğunu ve nasıl insanı gerçekliğe yaklaştırdığını Durden bu insanlara yaşayarak ve yaşatarak öğretir. Project Mayhem ile Tyler yeniden sıfıra dönmeyi, yani insanların banka hesaplarının olmadığı, kendi öz nitelikleriyle değerlendirildikleri ve beğenilerini kendilerinin özgürce belirlediği bir dünya yaratmak istemektedir. Tyler zengin insanları kendisine hedef seçerken, “liposuction” merkezinden çaldığı yağları kaliteli ve pahalı sabun yapmakta kullanmakta, böylelikle eylemleri için kendisine finansal imkân yaratmaktadır. Kapitalist sistemin atığı olan bu yağlar, Tyler’ın devrimci planlarında kilit bir rol oynamaktadır. Bu eylemden de anlayabildiğimiz üzere Tyler’ın düşmanlığı özellikle piyasaya ve insanlıklarını kaybetmiş kalın cüzdanlı fakir ruhlaradır. Tyler Durden bu noktada oldukça yıkıcıdır: “I wanted to destroy something beautiful i’d never have. Burn the amazon rain forests. (Daha önce yok etmediğim güzel bir şeyi yok etmek istiyorum. Amazon yağmur ormanlarını yakmak.)”. Tyler Durden, Fight Club romanı ve filmiyle karşımıza çıkan bir kapitalist sistem arızasıdır aslında. Koyun olmayı, itaat etmeyi reddeden, kodlarla, sahte mutluluklarla ve müdahalelerle düzeltilemeyen bir virüs programı…
Ancak ilginç bir şekilde film eleştirdiği tüm unsurları kendi içerisinde barındıran bir reklam kampanyasıyla gösterime sokulmuş ve büyük bir popülarite yakalamıştır. Bu büyük ilgi nedeniyle filmle alakalı çeşitli ürünler yok satar olmuş ve Fight Club eleştirdiği düzenin bir parçasını olduğunu kabullenmek zorunda kalmıştır. Yine de Fight Club’ın bu denli popüler olması kanımca tesadüfî bir başarılı değildir. Fight Club bıraktığı izler ve verdiği mesajlarla çok daha detaylı bir araştırmayı hak eden, 21. yüzyıl muhaliflerinin duygu ve düşüncelerine tercüman olmuş bir kült eserdir. Son olarak sözü Tyler Durden’a bırakalım:

Dövüş Kulübü’nin birinci kuralı, Dövüş Kulübü hakkında konuşmayacaksınız. 
Dövüş Kulübü’nün ikinci kuralı, Dövüş Kulübü hakkında konuşmayacaksınız. Dövüş Kulübü’nün üçüncü kuralı, birisi dur derse ya da sakatlanırsa kavga biter. 
Dövüş Kulübü’nün dördüncü kuralı, sadece iki kişi dövüşür. 
Dövüş Kulübü’nün beşinci kuralı, her sefer sadece bir dövüş olur. 
Dövüş Kulübü’nün altıncı kuralı, tişört yok, ayakkabı yok. 
Dövüş Kulübü’nün yedinci kuralı, dövüş sürebildiğince uzun sürer. 
Dövüş Kulübü’nün sekizinci kuralı, eğer bu Dövüş Kulübü’nde ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız!...

KAYNAKLAR
- Adorno, Theodor, 1991, “The Culture Industry: Selected Essays On Mass Culture”, London: Routledge
- Imdb.com (Internet Movie Database Web Site), http://www.imdb.com
Ozan Örmeci
Bu makale Ozan Örmeci'nin "Popüler Kültür" adlı kitabından alınmıştır. Kitabı satın almak için; Kitap Yurdu, İdefix ve benzeri kitap satış sitelerine bakabilirsiniz.

Hiç yorum yok: