28 Temmuz 2010 Çarşamba

Demokratikleşme




Demokratikleşme kısaca demokrasinin bir ülkede kök salması, derinleşmesi ve konsolide edilmesi olarak tanımlanabilir. Ancak demokratikleşmeyi anlamadan önce demokrasinin ne olduğuna yeniden göz atmakta fayda var. Minimalist tanımıyla demokrasi özgür, kısıtlamasız ve hilesiz (free and fair elections) seçimlerin yapılarak siyasal partilerin iktidar için halkın oylarıyla mücadele etmesi, halkın parlamentoda vekiller aracılığıyla temsil edilmesidir. Samuel Huntington ve Joseph Schumpeter gibi isimler demokrasinin bu minimalist tanımı üzerinde durmuş ve araştırmalarını bu doğrultuda yapmışlardır. Hatta Huntington "two turnover test" denilen mekanik düşüncesiyle bir ülkede siyasal iktidarın bir partiden diğerine iki defa geçmesinin, iktidarın sağlıklı bir şekilde el değiştirmesinin bu ülkede demokrasinin yerleştiği anlamına geleceğini savunur. Ancak daha kapsamlı tanımıyla demokrasi hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, sivil toplum örgütlerinin siyasete aktif olarak katılmaları ve adaletli gelir dağılımı gibi bir çok unsuru içerir. yine sivil ve siyasi hakların kısıtlanmaması, çoğulculuk, farklı kimliklere yaşama hakkı verilmesi, devlet kurumlarının tarafsızlığı gibi özellikler batı dünyasında demokrasinin daha kapsamlı tanımına dahil edilmiş konulardır.

David Collier ve Steven Levitsky yaptıkları bir araştırmada Karşılaştırmalı Politika (Comparative Politics) uzmanları tarafından kategori olarak belirlenmiş 550 kadar değişik yönetim biçimi olduğunu belirlemişlerdir. Tabii ki bu kategorizasyon çılgınlığı demokrasinin nitelikleri hakkında bizi çıkmaza sürüklemektedir. Bu nedenle Andreas Schedler’in kullandığı belli başlı 4 çeşit yönetim tipi üzerinde durmakta fayda var. Schedler’e göre özgür ve hilesiz seçimlerin yapılamadığı rejimler "otoriter" kategorisine girmekte ve doğal olarak demokratik kabul edilmemektedir. İkinci kategori "seçim demokrasisi" ya da "yarı demokrasi" adı verilen özgür seçimlerin yapıldığı ancak siyasal haklar, sivil-ordu ilişkileri ve daha bir çok konuda demokrasi kriterlerinin sağlanamadığı sistemlerdir. Huntington ve Schumpeter gibileri bu seçim demokrasilerini de demokratik olarak görmekte ve demokrasinin minimalist tanımı üzerinde durmaktadırlar. Üçüncü kategori "liberal demokrasi" adını verdiğimiz özgür ve hilesiz seçimlerin yanı sıra, gelişmiş insan hakları koşullarının sağlandığı ve bunların devletçe korunduğu, tartışmasız sivil hakimiyetinin var olduğu ve sivil toplum kuruluşlarının karar alma sürecine aktif olarak dahil oldukları rejimlerdir. Schedler bu noktada liberal demokrasi adını verdiği ülkeleri incelemek için Robert Dahl’ın “polyarchy” kavramının faydalı olduğundan söz eder. Dahl’ın düşüncesinde “polyarchy” adı verilen demokrasilerin şu özellikleri bulunmaktadır:

- Seçimle iş başına gelen yöneticiler
- Özgür ve hilesiz seçimler
- Herkese tahsis edilmiş oy hakkı
- Ofislere, kurumsal pozisyonlara herkesin ulaşma hakkı
- İfade özgürlüğü
- Özgür basın
- Kurumsal otonomi

Bunlara ek olarak adaletli gelir dağılımını ekleyen Schedler liberal demokrasinin farklı ülkelerde farklı koşullara uyum gösterebileceğinin de altını çizmektedir. Dördüncü kategoriyse "gelişmiş demokrasi" adını verdiği demokrasinin tüm sosyal ve siyasi aktörler tarafından özümsendiği ve Adam Przeworski’nin meşhur tanımıyla “şehirdeki tek oyun” (only game in the town) haline geldiği sistemlerdir. Demokrasiyi John Rawls’un "overlapping consensus" adını verdiği görüşleri ne olursa olsun toplumun tüm kesimleri tarafından ortak olarak kabul edilmiş değerler sistemi olarak kabul edersek, Dahl’ın argümanı yapılacak birkaç eklemeyle demokrasinin çizgilerini gayet açık bir şekilde belirlemektedir. Burada eklenmesi gereken bazı hususlar kanımca güçler ayrılığı ilkesinin hatasız olarak işlemesi ve devlet kurumlarının birbirlerini kontrol edebilmesidir. Bu özelliğe Guillermo O’Donnell "horizontal accountability" ismini vermektedir. Devlet kurumları yatay sorumluluk prensibi gereğince diğer kurum ve güçlerin işleyişini kontrol ederken, dikey sorumluluk (vertical accountability) anlayışı doğrultusunda halkın ve toplumun çeşitli kesimlerine karşı sorumluluklarını da yerine getirmelidir.

Demokratikleşme olgusunu açıklayan üç ana teori bulunmaktadır. Birinci teori, modernleşme kuramı doğrultusunda formüle edilmiş ve Seymour Martin Lipset’in eserlerinde karşımıza çıkan ekonomik gelişmişlik anlayışıdır. Bu teoriye göre bir ülkede demokrasinin gelişmesi o ülkenin ekonomik koşullarıyla doğru orantılıdır. Lipset eserlerinde bir ülkede bulunan bilgisayar, telefon sayılarını, gayri safi milli hasıla (gdp) verilerini kullanarak demokrasinin ancak ekonomik olarak kalkınmış ülkelerde işleyebileceğini kanıtlamaya çalışmıştır. Lipset’e göre sağlıklı bir demokrasi için şehirleşme, endüstrileşme ve eğitim olmazsa olmaz koşullardır. Doğrusal bir tarih ilerleyişi anlayışı bulunan bu kuramda, burjuvazi demokrasinin yerleşmesinde baş rolü oynamaktadır. Ancak lipset’in düşüncelerinde tarihsel, kültürel ve siyasal farklılıkların hiç göz önünde bulundurulmaması önemli bir sorundur. Zira ülkelerin siyasi kültürleri, devlet gelenekleri, coğrafi özellikleri, tarihsel-yapısal koşulları (mesela geçmişte koloni olup olmadıkları) ve hatta dinleri önemli rol oynamaktadır. Bir çok zengin Orta Doğu ülkesinin demokrasiyle uzaktan yakından alakası bulunmayan rejimlerinin bulunması da Lipset’in argümanını zayıflatan bir diğer konudur.

Modernleşme kuramının bu sorulara tatmin edici cevaplar verememesi nedeniyle 1960’larda Barrington Moore önderliğinde yapısalcı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Moore tarihsel/yapısal bir bakış açısıyla demokrasi ve değişik rejimlerin ortaya çıkışını sınıfsal analizler doğrultusunda açıklamaya çalışmıştır. Buna göre bir ülkenin ekonomideki üretim tipi (tarımsal üretimin endüstriye oranı), güçlü bir aristokrasinin, feodal geleneğin olup olmaması, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkiler demokrasiye doğrudan etkide bulunan faktörlerdir. Mesela üretimin ağırlıklı olarak tarımsal alanda yapıldığı ya da güçlü bir feodalitenin bulunduğu ülkelerde demokrasinin yeşermesi daha zor olmuştur. Bunlara ek olarak, demokratikleşmeyi başlatan burjuva sınıfı olmasına karşın, demokrasinin derinleştirilmesi ve ilerlemesi işçi sınıfının demokratik haklarının elde ederek sistemi doğrudan etkilemeyi başarmalarıyla ancak mümkün olabilmiştir. Moore’un başlattığı bu akımda da sınıfsal analizlere yeterli önem verilmesine karşın, siyasal elitlere, aktörlere ve enternasyonal ilişkilere hiç yer verilmemesi dikkat çekicidir. Ayrıca yine ülkelerin kültürel özelliklerinden çok katı bir ekonomik determinizme dayanıyor oluşu, bu teoriyi zayıflatmaktadır.

Pozitivist geleneğin zayıflamasıyla beraber 1970’lerde Dankwart Rustow’un ünlü “Transitions to Democracy: Toward a Dynamic Model” makalesiyle beraber yeni bir teori doğmuştur Karşılaştırmalı Politika alanında. Transitionalist approach adı verilen bu kuramda demokratikleşme siyasal elitler arasındaki bir pazarlık süreci içerisinde incelenmiştir. Buna göre ülkelerin demokratikleşmesi ve rejim değişiklikleri sistem elitleri arasındaki pazarlıklar, güç dengeleri sonucu oluşmaktadır. Bu noktada burjuvazi, askeriye, önemli sivil toplum kuruluşları gibi aktörler ön plana çıkmakta ve yeni sistemin kurallarını koymaktadırlar. Siyasal aktörlere çok fazla güvenen bu anlayışın temel eksikliği fazlasıyla elitist bir bakış açısının bulunması ve toplumu, sınıfları bu süreçte dışlamasıdır. yine ekonomik-tarihsel-yapısal faktörler göz ardı edilmiş ve siyasal aktörlerin davranış biçimlerini etkileyen makro dengelerden hiç söz edilmemiştir.

Demokratikleşme olgusuna bu üç teori farklı bakış açılarıyla yaklaşmalarına karşın, hiçbirinin tek başına tatmin edici bir açıklama yapabildiğini iddia etmek zordur. Belki de gerekli olan bu üç bakış açısını aynı potada eritebilecek daha kapsamlı, makro dengeler kadar mikro analizlere de yer veren ve kesin sebep-sonuç ilişkileri kurmaya çalışmayan yeni bir teoridir. Ancak bu üç temel teori haricinde demokratikleşme olgusunu açıklayan bir diğer metot da kültürel yaklaşımdır. Aslında demokratikleşme üzerine yapılmış kültürel açıklamaların ilk örneklerinden biri Max Weber'in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" adlı eserinde görülebilir. Bu eserde Weber, Protestan ahlakı ile kapitalizm dolayısıyla batılı anlamıyla demokrasinin gelişmesinde bir parallellik kurmakta ve Katolik inanca mensup toplumlara, topluluklara kıyasla kültürel anlamda daha bireysel ve bireyci, daha özgür ve girişimci insanlar yetiştiren Protestan ülkelerde demokrasinin yeşermesinin ve geliştirilmesinin daha kolay olduğunu ileri sürmektedir. Weber'e göre bunun temel nedeni protestan inancın Katolizm'in aksine ilahi kurtuluşun iyi insan olup olmamakta ya da kilisenin ön gördüğü şekilde yaşayıp yaşamamakta değil, doğuştan yazılı olan kaderle belirleneceği düşüncesi neticesinde çalışmayı dünyevi ibadet olarak benimsemesi etkili olmuştur. Weber'in bu açıklamasına daha sonraki yıllarda da sıkça atıfta bulunulacak ve katolik toplumlar ve sonrasında islam toplumlarının demokratik geri kalmışlıklarını açıklamak için görüşlerinden feyz alınmıştır.

Max Weber'den yıllar sonra demokratikleşme konusundaki kültürel açıklamaların yeniden gündeme gelmesi 1960'lı yıllarda Gabriel Abraham Almond ve Sidney Verba'nın "The Civic Culture" ve benzeri eserleriyle olmuştur. Toplumların demokratik gelişmişliklerini o toplumlarda hakim olan sosyopolitik kültürle açıklamaya çalışan Almond ve Verba, yaptıkları araştırmalar sonucunda gelişmiş demokratik toplumlarda sivil demokratik kültürün daha ileri seviyede olduğunu ortaya çıkarmışlardır. Bu ülkelerde yapılan sayısal araştırmalarda sivil toplum örgütlerinin ve üyelerinin sayısı ve toplam nüfusa oranı, seçimlere katılım oranı ve daha bir çok unsur daha az demokratik olarak kabul edilen toplumlara göre çok yukarılarda çıkmıştır. Bu noktadan hareketle Almond ve Verba toplumları temel olarak üç kategoriye ayırırlar. Parochial (dar görüşlü, cemaatçi) toplumlar henüz modernleşememiş dolayısıyla siyasal aktör ve kurumların henüz tam anlamıyla oluşmadığı ve kurumsallaşmadığı ilkel cemaatler olarak nitelendirilmiştir. Subject (teba) adı verilen ikinci grup toplumlarda siyasal hayat ve aktörler kurumsallaşmış olmasına karşın bu kurumsallaşma demokrasi yönünde olmamış ve halk karar alma sürecinden dışlanan pasif bir kitle haline getirilmiştir. Almond ve Verba'nın idealize ettikleri batı tipi participant (katılımcı) toplumlar ise demokrasinin ve demokratik sivil kültürünün davranışsal ve tutumsal olarak halka yerleştiği ve demokrasinin "şehirdeki tek oyun" haline geldiği gelişmiş ülkelerde görülmektedir. Almond ve Verba'nın yeniden gündeme getirdikleri kültürel açıklama metodu diğer üç temel yaklaşıma kıyasla daha geri planda kalsa da, Ronald Inglehart, Valery Bunce ve Robert Putnam gibi bu ekolün çok önemli ve ünlü takipçileri karşılaştırmalı politika sahnesinde yer edinmişlerdir. Özellikle Putnam'ın "Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern Ttaly" kitabı klasik haline gelmiş çok önemli bir yapıttır. Bu eserde Putnam; kuzey İtalya ve güney İtalya'daki demokratik gelişmişlik farklılıklarını kültürle açıklamaya çalışmakta ve daha feodal, daha az sanayileşmiş ve şehirleşmiş, sivil toplumun gelişmediği, dinsel ve geleneksel davranış biçimlerinin yoğun olarak devam ettiği güney İtalya'nın bu özelliklerini demokratik geri kalmışlığının nedeni olarak ortaya koymaktadır. Inglehart ve Bunce gibi araştırmacılar da sivil toplum örgütlenmesinde geçerli olan plüralizm ve korporatizm esasları ile demokratik gelişmişlik arasında bağlantı kurmaya çalışmışlardır.

Özellikle Sovyetler Birliği'nin çökmesi ve Soğuk Savaş'ın bitmesi sonrası ise kültürel çalışmalar tamamen İslam ülkeleri ve Müslüman toplumlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu çalışmalarda genellikle İslam'ın diğer dinlere oranla daha kapsamlı bir din olduğu ve bu nedenle demokrasinin gelişmesinin daha zor hale geldiği fikrini ön plana çıkarmışlardır. Bilindiği üzere bu çalışmaların en çok bilineni ve aynı zamanda en çok tepki çekeni Samuel Huntington'ın Medeniyetler Çatışması tezidir.

Ozan Örmeci

Hiç yorum yok: