31 Ağustos 2024 Cumartesi

Steve Tsang ve Olivia Cheung'dan 'Şi Cinping'in Siyasi Düşüncesi'


Giriş

Son yıllarda göz alıcı ekonomik yükselişi ve diplomaside artan etkinliğiyle Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında en dikkat çeken araştırma konularından birisi haline gelen Çin Halk Cumhuriyeti, ülkede 2012'den beri devlet yönetiminin başında bulunan ve anayasada yaptığı değişikliklerle kendi düşünce sistematiğini anayasaya ekleterek ve Başkanlık dönem sınırını kaldırarak kült bir lider olma kritik adımlar adan Devlet Başkanı Şi Cinping'le de ilgi çekmeye devam etmektedir. Ancak elbette Şi'nin güçlü liderliğinin başarılı bir yönetişim modeli oluşturması, Batı dünyasında daha çok endişeyle takip edilmekte ve sıklıkla eleştiri konusu yapılmaktadır. Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde Oxford University Press'in bastığı ve Steve Tsang ile Olivia Cheung'un birlikte yazdıkları The Political Thought of Xi Jinping (Şi Cinping'in Siyasi Düşüncesi) adlı eser, yeni bir akademik çalışma olarak dikkat çekmektedir. 296 sayfalık eser, Şi Cinping'in hayatını, düşünce sistematiğini ve Çin Komünist Partisi (ÇKP) ve Çin'in geleceği adına yapmak istediklerini eleştirel bir gözle değerlendiren bir akademik/politik çalışmadır. Bu yazıda, kitabın yazarlarından Steve Tsang'in katıldığı bir internet yayınında dile getirdiği kitaptaki bazı fikirler değerlendirilecektir.

The Political Thought of Xi Jinping (2024, Oxford University Press)

Steve Tsang Kimdir?

The Political Thought of Xi Jinping kitabının yazarlarından olan Steve Tsang, 1956 Hong Kong doğumlu ve Çin asıllı bir tarihçi ve siyaset bilimcidir. Çin, Tayvan ve Hong Kong gibi konularda önemli bir uzman kabul edilen Tsang, 2016 yılından beri SOAS University of London'ın Çin Enstitüsü'nün Müdürü olarak görev yapmaktadır. Hong Kong Üniversitesi ve Oxford Üniversitesi gibi önemli yükseköğretim kurumlarından mezun olan Tsang, Çin'le ilgili birçok önemli kitabın da yazarıdır. Chatham House'da da görev yapan ve sık sık Çin'le alakalı konularda BBC'ye görüş veren Tsang, geçtiğimiz gün Avustralya eski Başbakan Yardımcısı (1999-2005) John Anderson'ın YouTube kanalına konuk olmuş ve kitabı hakkında önemli bilgiler vermiştir.

Steve Tsang'in Şi Cinping Hakkındaki Görüşleri

Önemli bir Çin uzmanı olan Steve Tsang, Olivia Cheung'la birlikte yazdığı The Political Thought of Xi Jinping (Şi Cinping'in Siyasi Düşüncesi) adlı kitabına dair katıldığı internet yayınında, ilk olarak Şi Cinping hakkında Batı dünyasında bildiklerimizin çoğunun (örneğin, partide üst düzeyde olan babası nedeniyle iyi bir yaşama sahipken, sonradan babasının yönetimle yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Kültür Devrimi sırasında sürgüne gönderilmesi ve burada bir mağarada kalarak beraber yaşadığı köylülerden çok şey öğrenmesi gibi) ÇKP tarafından bilmemiz istenen bilgilerden oluştuğunu söyleyerek, bunun gerçeklerin ancak bir bölümünü içerdiğini belirtmekte ve Şi Cinping'in siyasal eğilimlerini şekillendiren önemli konular ve olaylar hakkında aslında fazla bilgi sahibi olmadığımızı söylemektedir. Buna karşın, Tsang'e göre, Şi, Çin'i dünya siyasetinde en önde gelen devlet haline getirmek ve uluslararası siyasete ve tarihe damgasını vurmak isteyen bir dönüştürücü liderdir.

Steve Tsang, Çin'in kendisine özgü köklü bir tarihe sahip büyük ve farklı bir medeniyet olması nedeniyle Çinlilerin Batılılardan farklı olduğu düşüncesine de katılmamakta ve tamamen Çin kültürüyle yetişmiş insanların oluşturduğu Tayvan'ın günümüzde iyi işleyen tamamen demokratik bir rejime dönüşmeyi başardığını vurgulayarak, Çin'e özgü özellikler veya "Çin karakteri"nin demokrasiye yatkın/uygun olmadığı gibi bir yaklaşımın gerçekçi olmadığını iddia etmektedir. Tsang, bu bağlamda daha çok ÇKP'li liderlerin Çin'i farklı bir siyasal yönde ilerlettiklerini ima ederek, özellikle Mao Zedong ve Şi Cinping gibi tarihsel bir misyona sahip olduklarını düşünen ve "lider sendromu" olan devlet idarecilerinin Çin'i günümüzün farklı ve kendisine özgü bir devleti haline getirdiklerini anlatmaktadır.

Steve Tsang, Şi Cinping döneminde Çin'de hâkim olan siyasal sistemi ise, kitabında, "Çin merkezci danışmacı Leninizm" (Sino-centric consultative Leninism) olarak tanımlamaktadır. Bu yaklaşımda, Batılı ülkelerden ve Rusya'dan farklı olarak, parti (ÇKP), devletin kendisi ve hatta uğruna kurulduğu halktan bile daha önemli bir unsurdur ve tüm sistem partinin iktidarını devam ettirmesi üzerine kurulmuştur. Yazara göre, ÇKP'nin tarih anlatısı, "Utanç Yüzyılı" sonrasında ÇKP'nin Çin'i bugünkü güçlü haline getirdiği şeklindedir - ki Tsang, aslında bu dönemi sona erdiren kişinin Çan Kay Şek olduğunu düşünmektedir. Bu anlatıda, benzer şekilde, Şi Cinping'in partinin başına geçmesi sonrasında partinin liderlik kabiliyeti ve başarısı daha da artmıştır. Bu doğrultuda, Tsang'in iddiasına göre, Çin'in ulusal çıkarları, bu sistemde, en temelde liderin (Şi) başarısı, daha sonra partinin (ÇKP) başarısı ve en son olarak da Çin'in başarısı şeklinde kurgulanmaktadır. Bu sistemde herşey lider ve partinin başarısı temelinde kurgulanmasına karşın, parti, 1,4 milyarlık Çin nüfusunu memnun etmek amacıyla sürekli olarak halkın eğilimleri ve isteklerini araştırmakta ve kendi düşüncesini eğitim sistemi yoluyla halka empoze etmektedir. Bu bağlamda, Çin'deki siyasal sistemi Leninizm'in bir türevi olarak değerlendiren Steve Tsang, bu sistemde önemli olan halkın lider ve partinin çıkarlarına göre şekillendirilmesi olduğunun altını çizmektedir. Bu sistemde lider ve partiyi halk nezdinde meşrulaştıran önemli bir unsur ise Çin'in öncü teknolojilere sahip güçlü bir devlet olarak diğer devletleri kendisine bağımlı kılması ve halkın yaşam seviyesini yükseltmesidir. Ek olarak, yazar, Şi Cinping'in de kendisini bir Marksist olarak tanımladığını hatırlatmakta, ama Şi Cinping'in yaklaşımında Marksist teoride olan birçok önemli unsurun (örneğin, zaman içerisinde komünist toplumun oluşması nedeniyle devletin yok olması-wither away) yer almadığını belirtmektedir. Bu nedenle, yazara göre aslında Şi Cinping bir Marksist'ten ziyade bir Leninist'tir.

Programın sonraki bölümünde, Steve Tsang, Şi Cinping'in ÇKP içerisindeki muhalefeti nasıl sona erdirdiği konusuna açıklık getirmektedir. Çin uzmanı yazara göre, Şi, bu konuda yolsuzluk karşıtı operasyonları siyaseten kullanarak muhalefeti etkisiz hale getirmeyi başarmıştır. Bu şekilde yolsuzluk karşıtı bir isim olarak halk desteğini de sağlamlaştıran Şi, bu süreci parti içi muhalefeti sindirmek için bir araç olarak değerlendirmiş ve bu sayede partideki liderliğini tartışılmaz hale getirmiştir. Bu bağlamda, Tsang'e göre, Çin'de Şi Cinping'e karşı olan bir parti idarecisi hemen yolsuzlukla suçlanarak cezalandırılabilir. 

Programda tartışılan bir diğer konu da Çin'deki toplu gözetleme ve sosyal kredi sistemidir. Çin'de lider ve partinin tartışılmaz hâkimiyetini sağlamak adına devletin tüm vatandaşlarını gözetleyebilmesi ve vatandaşlara sosyal kredi sistemi doğrultusunda puanlama yapılması sayesinde, Çin'deki totaliter sistem halk tarafından da içselleştirilmektedir. COVID-19 döneminde Çin'de uygulanan katı uygulamalar da (vatandaşları zorla uzun süreler evlerine hapsetmek) yine bu doğrultuda demokrasi-dışı rejimlerin başarısını meşrulaştıran bir unsur olmuştur. Bu bağlamda, Çin'deki teknoloji destekli otoriter sistem için "techno-authoritarianism" (tekno-otoriterlik) gibi ifadeler de kullanılır olmuştur. Tsang de, bu bağlamda, Çin için George Orwell'in 1984 romanındaki "Büyük Birader" (Big Brother) ifadesini gündeme getirmektedir. 

Şi Cinping'in demokrasiye bakışı konusuna gelince, Steve Tsang, bu konuda Şi'nin demokrasiyi özgür ve hilesiz seçimlerin yapılmasından ziyade halka hizmet sunulması olarak değerlendirdiğini ve bu anlamda Çin'i bir demokrasi olarak gördüğünü izah ederek, bununla çelişen ve Şi Cinping'in birkaç kez vurguladığı dev nüfus nedeniyle Çin'de demokrasiyi uygulamaktaki zorluklar argümanının ise Hindistan demokrasisi nedeniyle artık geçerli kabul edilemeyeceğini söylemektedir. 

Programda tartışılan bir diğer önemli konu Çin'deki insan hakları kısıtlamaları ve baskılar olurken, Steve Tsang, bu bağlamda Çin'deki etkin gözetleme sisteminin yanı sıra eğitim sisteminin de etkisiyle vatandaşların hizaya sokulduğunu ve devlet korkusunun da etkisiyle muhalif düşüncelerinden uzaklaştıklarını vurgulamaktadır. Tsang'e göre, Şi Cinping, ülkesi Çin'in insan hakları açısından çok iyi bir konumda olduğunu düşünmekte ve rejim karşıtı muhalif düşünceleri Çin karşıtı çevrelerin yaydığı düşüncesini işlemektedir. Bu bağlamda, yazar, diğer ülkelerin büyük bir insan hakları ihlali olarak gördüğü Uygurlar (Doğu Türkistan) konusunda da Çin lideri ve yönetiminin Uygurları Çinli vatanseverler haline getirmeyi ve merkezi yönetimi güçlendirmeyi başarmaları sebebiyle kendilerini çok başarılı olarak gördüklerini vurgulamaktadır. 

Tayvan konusu da programda tartışılmıştır. Steve Tsang, bu bağlamda ilginç bir bilgiyi gündeme getirmekte ve Çin'in kurucusu ve ÇKP'nin efsanevi lideri Mao Zedong'un aslında 1943 yılında -Çin'deki aykırı bir isim olarak- Tayvan'ın bağımsızlığını desteklediğini ama bu konunun şimdilerde gündeme getirilmediğini ve Tayvan'la birleşme söyleminin (tek Çin politikası) herkes tarafından benimsendiğini söylemektedir.

Kitapta ve programda değerlendirilen bir diğer kritik mesele de Çin'in küresel hevesleri ve Batı'ya yaklaşımıdır. Steve Tsang'e göre, Çin liderliği, uluslararası sistemi demokratikleştirmek ve çok kutuplu dünya düzenini oluşturmak gibi söylem ve saiklerle özellikle küresel güney ülkelerinde gücünü muhafaza etmektedir. Pekin, bu şekilde kendisini küresel güneyin lideri ve sözcüsü olarak da konumlandırabilmektedir. Çin, bu doğrultuda Batı'nın ekonomik yardımlar için ön koşul olarak vurguladığı demokratik reformları gündeme getirmemekte ve kendisini daha iyi bir ortak olarak sunmaktadır. Bu yaklaşım, gelişmekte olan üçüncü dünya ülkelerinde ve özellikle de otoriter rejimlerde ciddi karşılık bulmakta ve yönetici elit ve/veya klikin kendisini daha güvende hissetmesine olanak sağlamaktadır.

Yorumlar

Steve Tsang'in Çin hakkındaki eleştirel yaklaşımı değerlendirildiğinde, kuşkusuz, Batılı demokratik değerler bağlamında bunların önemli ve yerinde olduğu, ancak küresel yönetişim perspektifinden yaklaşıldığında, bunun Çin'e yönelik olumsuz bir saplantı algısı oluşturduğu ve daha çok ABD ve Batı dünyasının kendi başarısızlıklarını gizleme niyetiyle gündeme getirildiği söylenmelidir.

Şöyle ki, kuşkusuz Çin'in kendisine özgü tek partili otoriter sistemi vatandaşlarına veya yabancılara Batı demokrasileri kadar özgürlük sunmamaktadır. Ancak bugün uluslararası sistem ve dünyamızdaki sorunların neredeyse hiçbiri de aslında Çin'den kaynaklanmamaktadır. Bu yaklaşımı somutlaştırmak gerekirse; Çin'in uluslararası terörizm veya İslami radikalizmin gelişimine -Sovyetlere karşı Afganistan'da ABD'nin desteklediği cihatçı gruplar gibi- herhangi bir katkısı yoktur. Çin, iklim değişikliği ve yeşil ekonomi konusunda sorumlu bir ortak ve Birleşmiş Milletler (BM) ilkelerinin uygulanması konusunda oldukça titiz bir devlettir. Dahası, Çin, özellikle son 30-40 yıldır küresel ticareti sürekli teşvik eden ve bu sayede farklı devletler arasında dostane ilişkilerin kurulmasına olanak sağlayan bir ülkedir. Pekin, Kuşak Yol Projesi ile farklı devletlerin altyapı modernleşmesine katkı sunmakta ve hem küresel ticareti, hem de gelişmekte olan ülkelerin kalkınmasını desteklemektedir. Bugün Çin'i en olumsuz algılayan devletlerden birisi olan Japonya'nın tarihine bakılırsa, Japon halkı üzerinde atom bombalarını test eden veya Vietnam'da yine masum sivil halk üzerinde napalm bombaları kullanan otoriter/totaliter Çin değil, demokratik (!) ABD'dir. Soğuk Savaş döneminde Türkiye ve Şili de dahil birçok ülkede demokratik yollarla seçilmiş yöneticilerin idamına sebep olan kanlı askeri darbeleri örgütleyen ve destekleyen devlet de ne kadar ilginçtir ki yine Çin değil, ABD'dir. Keza Çin, bugün uluslararası göç sorunu konusunda da sorun yaratan değil, sorunları çözmeye gayret eden bir devlettir. ABD ise, Suriye'de desteklediği radikal gruplar veya İsrail'in uyguladığı şiddet bağlamında, bölgede kitlesel göç hareketlerine zemin sağlayan ve bölgesel istikrarı bozan bir devlet durumundadır. 

Peki o zaman Çin'in kendi içerisindeki farklı uygulamalarını Batılılar nezdinde bu kadar olumsuz yapan nedir? Bence bu, Çin'in otoriter sistemine rağmen daha sorumlu ve başarılı bir model oluşturmasının Batı'da yarattığı endişeyle ilgilidir. Öyle ya, Gazze'de insan haklarını umursamayan Batı için Gazze'deki vahşetin binde 1'ine bile maruz kalmayan Uygurluları bu kadar önemli kılan neden ne olabilir? Bu bağlamda, yazarın Çin'in farklılıklarını kabul etmeme yaklaşımı da Karşılaştırmalı Politika alanı içerisinde literatürde kendisine genişçe bir yer bulan "siyasal kültür" olgusu bağlamında hatalıdır. Öncelikle, Çin, Marksist esaslara göre kurulu ve iktidar partisinin resmi dini ateizm olan bir devlettir. Buna karşın, Çin, 1970'lerin sonlarından beri dini özgürlüklere kıymet vermekte ve alan açmaktadır. Ancak İslami esaslara veya başka bir diğer dini öğreti esaslarına göre kurulu bir devletle Çin'i bu mânâda aynı görmek doğru değildir. Dinin olmadığı bir toplumda toplumsal ve ahlaki kuralları korumak adına da kuşkusuz devletin daha kapsayıcı, kuşatıcı ve baskıcı olması anlaşılabilir bir durumdur. Bu, aslında geçmişte de komünist devletlerde yaygın şekilde görülen bir husustur. Yine Hindistan'daki demokratik uygulamaların kısmi başarısına karşın, Çin'in devasa nüfusu ve coğrafi farklılıkları da merkezi yönetimin güçlü olması gereği bağlamında ciddi bir farklılıktır. Son olarak, pratik olarak da bugün ÇKP dışında Çin'in tamamını yönetebilecek bir siyasi yapı yoktur. Bu bağlamda, Batı dünyası, geçmişte olumsuz sonuçlara neden olan renkli devrimler ve Arap Baharı gibi süreçlerden dersler de çıkararak, bence Çin'e olan yaklaşımında küresel yönetişimi ön planda tutmalı ve bu ülkeyle küresel sorunların çözümü nazarında iş birliğine yönelmelidir. Çünkü Çin'in ekonomik büyümesini yavaşlatmak adına kendi halkları da dahil tüm dünya halklarını ekonomik zorluklara itenler, aslında sadece Çin halkına değil, tüm halklara düşmanlık yapmaktadırlar.

Kapak fotoğrafı: https://www.economist.com/leaders/2022/09/29/how-to-make-sense-of-xi-jinping-chinas-enigmatic-ruler

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ

29 Ağustos 2024 Perşembe

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Tüzük Kurultayı Üzerine Doç. Dr. Armağan Öztürk'le Röportaj

 

Ozan Örmeci: Armağan hocam merhaba. CHP Tüzük Kurultayı öncesinde önceki Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu dönemiyle ilgili bazı olumsuz değerlendirmeler var. Bu eleştirilerin odağında Kılıçdaroğlu’nun AK Parti (AKP) lehine işleyen kontrollü bir muhalefet düzenine katkı sunduğu şeklinde. Bu konudaki yorumunuz nedir?

Armağan Öztürk: Bazı muhalefet siyasetçileri dönem dönem iktidarın ajanı olma suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor. Bahçeli, Akşener ve İnce de tıpkı Kılıçdaroğlu gibi bu hususta eleştiri almış, hatta lince uğramışlardı. Bu noktada muhalefet siyasetçilerini hedef alan komplo teorilerinin daha çok muhalif kesim içinde dolaşıma sokulduğunu söylemek gerekli. Muhalefet liderlerinin seçim başarısızlıkları onları seçmenlerin gözünde tartışmalı hale getirmekte. Ancak başarısız olmakla ahlâksız olmak arasında ciddi bir düzey farkı var. Kılıçdaroğlu’nu eleştirmek bir şey, onun iktidarla iş birliği yaptığını ima etmek veya açık açık böyle düşünmek bambaşka bir şey.

Kişisel polemikleri bir kenara bırakıp daha soğukkanlı bir şekilde meseleyi irdelediğimizde ise, Kılıçdaroğlu CHP’sinin Erdoğan AKP’si karşısındaki muhalefet stratejisinin bazı ciddi sorunlara gebe olduğu, bu durumun da iktidarın ömrünü uzattığını söylemek şüphesiz ki yanlış değil. Mesela Kılıçdaroğlu zamanında kendisine ciddi bir kredi açılmış olmasına rağmen sol tabanı güçlendirmek yerine sağ hegemonya içindeki bölünmeleri AKP karşıtlığı noktasında değerlendirmeyi tercih etti. Siyasetin düzeyi parlamento siyaseti çizgisinde tutuldu. Kitleleri soğutan, sokak ve kamusal alanı iktidara terk eden bir bakış açısı CHP’ye egemen oldu. Gerçi bugün de durum çok da farklı değil. 1 Mayıs’ta Taksim’e yürüyeceğini söyleyen Özgür Özel, İstanbul Belediye binası önünde fotoğraf çektirip sessiz sedasız Ankara’ya, meclisin konforlu salon siyasetine geri döndü. Kılıçdaroğlu’nun sağ çoğunluğu bölmeye ve CHP’yi sağla buluşturarak oy verilebilir bir parti haline getirmeye çalışan stratejisinin bir yere kadar sonuç doğurduğu ise açıktır. Ekrem İmamoğlu, Kılıçdaroğlu’nun ısrarı sayesinde İstanbul adayı oldu. Kemal Bey olmasaydı Mansur Yavaş da asla CHP’den Ankara adayı olamazdı. Başta İYİ Parti olmak üzere AKP ve MHP’den ayrılan kesimlerin partileşmesi ve siyasette zemin kazanması da CHP’nin bu yöndeki oyun kurucu aklının sonucu. Ancak 2011 ile 2023 arasında alınan sayısız seçim yenilgisi Kılıçdaroğlu’nu seçmenlerin ve kendi parti tabanının gözünde zor duruma soktu. Kemal Beyi linç eden veya itibarsızlaştıran komplo söylemleri bence böylesi bir atmosferin sonucu.

Ozan Örmeci: Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş gibi başkanlar CHP’nin siyaset yapma biçimini nasıl etkiliyor? Bu başkanların CHP’ye katkısı hakkında ne söylenebilir?

Armağan Öztürk: Bu hususta hem olumlu, hem de olumsuz değerlendirmeler yapılabilir. Öncelikle belediye CHP için bir iktidar odağıdır. AKP’nin merkezi devlet düzeniyle kurduğu ilişkinin bir benzeri CHP ile yerel yönetimler arasında söz konusu olmakta. CHP belediyeleri sosyal yardımlar aracılığıyla partiye oy kazandırmakta, partinin yandaş medyası, organik aydınları ve partili iş adamları belediye kaynaklarından yararlanmaktadır. Bu bağlamda, belediyenin yerel iktidar temelli bir reel politik zemine dönüştüğü söylenebilir. CHP’ye yönelik eleştirilerin epey bir kısmı bu sorunlu belediye-parti ilişkisinden kaynaklanmakta. Belediye, parti siyaseti ve parti içindeki klik ve hiziplerin finansman aracı olarak iş görmekte. Bu durumun yarattığı en büyük sorun demokratik tartışma düzeyinin düşmesi, çoğunlukçuluk, belediye desteğini arkasına alan genel merkezlerin parti içi demokrasiyi yok etmesi ve oto-sansürdür. Muhalif gazete ve kanallar belediye icraatlarının reklam panolarına dönüşmüş durumdadır. Muhalif medyanın AKP’deki liyakatsizliği eleştirirken aynı tartışmayı CHP’li belediyeler için yapmaması kamusal alandaki eleştirelliği daha da aşağı çekmekte ve kutuplaşma iklimini yeniden üretmektedir. Bugün itibariyle Ekrem İmamoğlu veya Mansur Yavaş’ın her hangi bir icraatına karşı çıkıp CHP’de siyaset yapmak veya muhalif medyada görüş açıklamak imkânsız hale gelmiştir. Sonuç itibariyle, belediyeler CHP’yi iktidar partisi haline getirmiş, fakat bu süreçte iktidar partilerinde görünen anti-demokratik ve özgürlük karşıtı söylem ve davranışlar Halk Partisi'nde de yaygınlık kazanmıştır.

İmamoğlu ve Yavaş örnekleri bakımından ayrıca bir sağ popülizm tartışması da yapılabilir. Bu iki popüler siyasetçinin CHP’yi geniş halk kitlelerine açtığı ve özellikle solcu/Atatürkçü kesimler dışındaki yurttaşların da ana muhalefet partisine oy vermesini sağladığı açıktır. 6’lı masa sürecinin çökmesinden sonra ortaya çıkan tabloda bu durum daha da belirgin hale gelmiştir. İmamoğlu ve Yavaş’ın yoğun gayretleriyle bugünün CHP’si Erdoğan AKP’sine karşı olan her kesimden oy alabilen ve ülkedeki sağ siyasal çoğunluğa da hitap eden bir niteliğe bürünmüştür. CHP’nin İmamoğlu ve Yavaş’la kazandığı ivme karşı hegemonya oluşturma sürecinde önemli bir kazanım olarak demokratik kamuoyuna güç vermiştir.

Ozan Örmeci: Özgür Özel liderliği ve değişimci çizginin performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Armağan Öztürk: Özgür Özel, neredeyse tüm siyasi kariyerini Kemal Kılıçdaroğlu’na koşulsuz sadakate borçlu bir isim. Defalarca Manisa’dan milletvekili adayı yapılması ve grup başkan vekilliği gibi prestijli makamlar Genel Merkez'le olan bu iyi diyaloğun sonucu. Özel, Kılıçdaroğlu’nun hiçbir politik kararını, söylemini, tavrını ve tercihini kamuoyu önünde eleştirmemiş bir siyasetçi. Kılıçdaroğlu’nun her dediğine evet diyerek siyasetteki konumunu pekiştirmiş Özel’in birden değişimci olup partiye başarı ve demokrasi vaat etmesi bu nedenle oldukça düşündürücü. Tabii insanlar siyasi pozisyonlarını değiştirebilir. Ama yine de tutum değişikliğinin fikri bir dayanağı olmalı. “Dün işime öyle geliyordu, şimdi ise böyle” dediğinizde siyaseten eleştiri almanız kaçınılmaz olur. Kılıçdaroğlu’nun kendisini sırtından hançerlenmiş hissetmesi önemli ölçüde bu konjonktürle ilgili. Sadece Özel değil, değişimci ekibin pek çok figürü Kılıçdaroğlu’nun tüm hatalarının ortağı.

Genel başkanlık değişimi yaşandıktan sonra yaşanan şeylere dair ise iki hususun altı çizilmeli: Öncelikle 31 Mart’ta yakın tarihinin en büyük seçim başarısına imza attı Özel CHP’si. Şüphesiz ki bu sonuçta İmamoğlu ve Yavaş’ın katkısı büyük. Ayrıca 2023 seçimlerinde ortaya çıkan devasa hayal kırıklığı karşısında kısmı de olsa kadro ve söylem yenilenmesine giden tek muhalefet partisi CHP oldu. İYİ Parti, DEVA, Gelecek, TİP, Saadet hiçbir şey yapmadı. DEM, eş başkanlarını değiştirdi. Ama lider kadro ve söylem olduğu gibi kaldı. CHP ise Kılıçdaroğlu’nu göndererek hem küskün seçmeni sandığa çağırdı, hem de diğer muhalefet partilerinden ciddi ölçüde oy devşirdi. Bu emanet oylarının kalıcı olup olmayacağını zaman gösterecek. Ancak şu an için AKP’yi geçmiş bir parti var karşımızda.

Bu parlak tabloya karşı politik söylem ve tercihler ise oldukça tartışmalı. CHP’nin AKP’yle normalleşme süreci yürütmesinin parti içinde ve dışında ciddi eleştiri aldığı açıkça ortada. Hatta bu durum Kılıçdaroğlu’nun güç toplamasına yol açtı. “AKP’yle müzakere edilmez mücadele edilir” sloganı olgularla desteklenen popüler bir kabule dönüştü. Ayrıca 31 Mart’la birlikte parti içi değişim durdu. Emekliler, öğretmenler, işsizler, fındık, fıstık, çay mitingleri oldukça zayıf geçti. Işık açma kapama eylemi de. CHP medyası içinde kavga var. Özgür Özel’in normalleşirken gevşeyen tavrı partiden de tepki alıyor. Mansur Yavaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığına hazırlanması, Kılıçdaroğlu’nun güçlü bir parti içi hizip odağı olarak işlevselliği ve İmamoğlu’nun partide değişiklik isteyen yenilikçi tavrı Özgür Özel’in liderliğinin parti elitlerince yeterince desteklenmediğini gösteriyor.

Ozan Örmeci: Kurultay’a giderken CHP'de ne yaşanıyor? CHP'deki parti içi rekabet hangi dinamiklerle devam ediyor?

Armağan Öztürk: Önce parti içi demokrasiyle ilgili bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Parti içi demokrasi olmadan da siyasi başarı gelebilir. Mesela son çeyrek asrın tartışmasız en güçlü partisi AKP. Ama iktidar partisi aynı zamanda kurucu liderinin otoritesinin sorgulanmadığı, aşağıdan yukarıya doğru demokratik katılım mekanizmalarının işlemediği bir siyasi teşekkül. Benzer bir şekilde son dönem CHP’si de 2019 ve 2024 yerel seçimlerinde büyük başarılara imza attı. Ama önseçim uygulanmadı. Belediye başkan adayları genel merkez tarafından atamayla belirlendi. Bu anti-demokratik otoriter parti içi siyasetine karşı çıkan herkes ise tasfiye edildi. Kılıçdaroğlu’nun 2019 seçim başarısını parti içi otoriterleşme için kullandığına hepimiz tanıklık ettik. Aslında Özgür Özel’in mantığı da Kılıçdaroğlu’ndan çok farklı değil. Ama parti içi dengeler bakımından ortada çok daha karmaşık bir durum var: İlk olarak, İmamoğlu ile Yavaş arasında kimin Cumhurbaşkanı adayı olacağı konusunda bir çatışma yaşanıyor. İkincisi, Kılıçdaroğlu hem Özel’e, hem de İmamoğlu’na kırgın. İhanete uğradığını düşünüyor. Üçüncüsü, İmamoğlu mevcut parti yönetiminden memnun değil. Açıkça Özel’in değişmesini istiyor diyemeyiz. Ama İmamoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesi Özel’i sınırlandıran yeni bir parti mimarisiyle sonuçlanabilir. Tüzük Kurultayına giderken eğer İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu arasında tam bir mutabakat sağlanırsa, tüzüğün demokratikleşmesi adı altında partinin yönetim kadrolarının tümüyle yenilenmesine yol açacak bir dizi politik değişikliğin yolu açılabilir.

Ozan Örmeci: Armağan hocam, size teşekkür ediyor ve tüm siyasi partilerimize başarılar diliyoruz.

Tarih: 30/08/2024

Dr. Keisuke Wakizaka ile Mülakat: Güney Kafkasya'daki Güncel Gelişmeler

 


Dr. Keisuke Wakizaka İstanbul Gelişim Üniversitesi İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir. Wakizaka, Tohoku Gakuin Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 2008 yılında mezun oldu. Yüksek lisans eğitimini Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde (2012), doktora çalışmasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Bölge Çalışmaları bölümünde (2019) tamamladı. Wakizaka, Türkiye-Japonya ilişkileri konulu bir uluslararası kitap projesi ve Güney Kafkasya konularında akademik çalışmalarına devam etmektedir. 

27 Ağustos 2024 Salı

Dr. Nikolaos Stelgias ile Mülakat: Kıbrıs Gündemi ve Türk-Yunan İlişkileri

 

Dr. Nikolaos Stelgias (Stelya), 1982 yılında İstanbul'da doğdu. Türkiye'deki siyasi partileri 1918-1938 döneminde merceği altına altığı doktora çalışmasını Yunanistan Panteion Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarih bölümünde 2011 yılında tamamlayan Stelya, 2012-2023 döneminde İngilizce, Helence, Türkçe ve İngilizce olmak üzere birçok akademik makale ve kitaba imza attı. Stelya, şimdilerde bilimsel uğraşlarının yanı sıra Kıbrıs Haber Ajansı ile Gazete Duvar'da gazetecilik faaliyetlerini sürdürüyor. Akademik alanda ise Stelya’nın yeni dönemde Yunanistan Komünist Partisi’nin tarihine odaklanan bir Türkçe kitap çalışması ve doktora sonrası Türkiye-İran ilişkilerinin güncel gelişimini incelediği bir çalışması sürüyor.

26 Ağustos 2024 Pazartesi

Prof. Dr. Giray Fidan'la Söyleşi: Türkiye'de Sinoloji Çalışmaları

1980 doğumlu olan Prof. Dr. Giray Fidan, Prof. Dr. Pulat Otkan’ın öğrencisidir. Fidan, 2007-2008 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı bursuyla Min Zu University Of China Tibetoloji bölümünde araştırmalar yapmıştır. Tibetçe eğitimini aldıktan sonra 2010 yılında doktora çalışmasını “Çin Kaynaklarına Göre 16. Yüzyılda Osmanlı-Çin İlişkileri ve Çin’de Osmanlı Ateşli Silahları” konulu tezi ile tamamlamıştır. Fidan, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatı bölümü Çin Dili ve Edebiyatı anabilim dalında öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.[1] 2021 yılında Profesör olmuştur. Daha önce Yozgat Bozok Üniversitesi, Princeton Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Fidan, tarihte Türk-Çin ilişkileri, Çin dili, kültürü, tarihi, Sinoloji ve Tibetoloji üzerine araştırmalar yapmaktadır. Fidan’ın, Türk-Çin ilişkileri, Çin kültürü, tarihi, medeniyeti ve Çin dış siyaseti ile ilgili birçok makale ve kitabı[2] bulunmaktadır.




[1] Akademisyenin çalışmalarına buradan ulaşılabilir; https://avesis.hacibayram.edu.tr/giray.fidan.

[2] Bazı kitapları için bakınız; https://www.kitapyurdu.com/yazar/giray-fidan/49854.html

ÇKP 20. Merkez Komitesi'nin Üçüncü Oturumundan Çıkan Karar: Çin Modernleşmesini İlerletmek İçin Kapsamlı Reformları Derinleştirmek

 

Giriş

Son yıllarda ekonomi ve diplomasideki atılımları ve başarılarıyla uluslararası siyasette adından en çok söz ettiren devletlerden birisi olarak dikkat çeken Çin (Halk Cumhuriyeti), Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) yönetimine dayalı farklı ve kendisine özgü siyasal sistemiyle genelde Batı dünyasında eleştirilere maruz kalmasına karşın, ülkenin son 70 yılda, bilhassa da son 30 yılda yaşadığı hızlı dönüşüm ve modernleşmedeki başarılar, en komünizm karşıtı çevrelerin bile övgüsüne mazhar olmaktadır. Öyle ki, bir dönem "Kızıl Çin" olarak kötülenen Çin Halk Cumhuriyeti, günümüzde küresel kapitalizmin gelişimi adına en kritik devlet durumundadır. Çin'in bu başarısı ise, kuşkusuz, ÇKP'nin başarısıdır. Bu nedenle, ÇKP içerisindeki önemli tartışmalar, Çin'in ve dünyanın geleceği adına da çok kritik gelişmelerdir. Bu bağlamda, bu yazıda, ÇKP'nin Pekin'de geçtiğimiz gün gerçekleştirilen 20. Merkez Komitesi'nin 3. Genel Oturumu'ndan çıkan kararları özetlemeye ve yorumlamaya çalışacağım.

ÇKP'nin 20. Merkez Komitesi'nin 3. Genel Oturumu'nda İlan Edilen Hedefler

ÇKP'nin 20. Merkez Komitesi'nin 3. Genel Oturumu'nda vurgulanan ilk önemli husus, Deng Xiaoping döneminde başlayan reform (reform and opening up) sürecinin Şi Cinping döneminde de kararlılıkla sürdürüleceği ve Çin'in modernleşmesi ve yenilenmesinin (rejuvenation) muhakkak başarılacağıdır. Bu reformlar, aynı zamanda ÇKP'nin güçlenmesi ve çağdaş hüviyetini koruması açısından da faydalı görülmektedir.

İkinci olarak, ÇKP, son birkaç on yılda piyasa ekonomisi uygulamalarına yönelmesine karşın, parti, genel ideolojik ve felsefi özelliklerinden vazgeçmiş olmadığını ısrarla vurgulamaktadır. Öyle ki, Marksizm-Leninizm, Maoculuk (Mao Zedong düşüncesi), Deng Xiaoping teorisi ve Şi Cinping'in düşünceleri dayalı "Çin'e özgü sosyalizm" ideolojisi halen partiye yön veren ideolojik birincil kaynaklardır. Bu bağlamda, piyasa ekonomisi, Çin sosyalizmi ve dünyanın esenliği adına olumlu görüldüğü için tercih edilen bir politika setidir.

Üçüncü olarak, ÇKP, 2035'e kadar Çin'in yönetişimi modernleşme ülküsünü gerçekleştirerek, yüksek standartlarda bir "sosyalist piyasa ekonomisi" kurmayı hedeflemektedir. Bu doğrultuda, Çin modeli, kaynak ayrılması gibi hususlarda giderek piyasaya daha fazla alan açmayı hedeflerken, tüm politik unsurların ülkenin ve halkın iyiliği doğrultusunda kullanılması esasına uygun olarak bunu koordine edecek olan da ÇKP olmaya devam edecektir. Bu bağlamda, ÇKP yönetimi, halka modern sosyalizm esaslarını öğretmeye ve onların yaşam standartlarını yükseltmeye gayret edecektir. Bu doğrultuda, ÇKP, daha yeşil, daha kalkınmış ve daha barışçıl bir Çin yaratma amacı taşımaktadır.

Dördüncü olarak, ÇKP, kendi örgütsel yapılanması ve yeteneklerini geliştirmeyi, halkla daha iyi etkileşim kurabilmeyi ve tüm alanlarda hukuk devletine uygun hareket etmeyi planlamaktadır.

Beşinci olarak, bunları başarabilmek için, komünist parti, kamu ve özel sektörleri geliştirmek için cesaretlendirici ve destekleyici olmaya devam edecek ve kamu işletmelerindeki verimliliği geliştirmek ve özel işletmelerin önündeki hukuki engelleri kaldırmak için uğraşacaktır.

Altıncı olarak, ÇKP, yeni dönemde güçlü bir iç piyasa (ulusal pazar) oluşturmaya gayret edecektir. Ülke içerisinde piyasa ekonomisinin layıkıyla ve tarafsız şekilde uygulanması ve piyasa aktörleri arasındaki erişim kapasitesinin geliştirilmesi hedeflenmektedir. Yeni hukuki düzenlemeler de, her zaman iş yapmayı kolaylaştırmak ve geliştirmek hedefi doğrultusunda şekillendirilecektir.

Yedinci olarak, Çin yönetimi, yeni dönemde hukukla korunan fikri mülkiyet haklarını korumak ve geliştirmek doğrultusunda adımlar atacaktır. Bu şekilde, Batı dünyası ile oluşan bazı sorunların da önüne geçilmeye çalışılacaktır.

Sekizinci olarak, iş yapma kapasitesini arttırmak adına, Çin, yeni dönemde kurumlar ve mekanizmalarını geliştirmek isteyecektir. Teknoloji alanındaki öncü çalışmalarla, Pekin, ülkenin ekonomik gücünü ve halkın refahını azami seviyeye çıkarmaya çalışacaktır.

Dokuzuncu olarak, ÇKP, reel ve dijital ekonomi arasındaki kopukluğu gidererek, iki ekonomik alanı birleştirmeyi hedeflemektedir. Daha çevre-dostu ve çağcıl ekonomik sektörler ve uygulamalar bu doğrultuda ülke içerisinde yaygınlaştırılacaktır.

Onuncu olarak, hizmet sektörünün geliştirilmesi hedeflenecek ve standartlaşma teşvik edilecektir.

On birinci olarak, iş yapma kapasitesini pozitif yönde etkilemesi için altyapı hizmetleri geliştirilecek ve bunun için kurumlar ve mekanizmalar oluşturulacak veya geliştirilecektir.

On ikinci olarak, endüstrinin arz ve talep eksenlerindeki kapasitesi ve direnci arttırılmaya çalışılacaktır.

On üçüncü olarak, modern sosyalizm ilkeleri doğrultusunda ülkedeki eğitimin kalitesi yükseltilmeye gayret edilecektir.

On dördüncü olarak, bilimsel ve teknolojik alanda reform yapılarak, gelecekte de Çin'in başarılı ve en önde gelen devletlerden birisi olması hedeflenecektir.

On beşinci olarak, geleceği kurmak adına, yeni yetenekleri keşfetmek için daha proaktif, açık ve etkili bir yönetim tarzı oluşturulacaktır.

On altıncı olarak, ulusal kalkınma planlaması ve koordinasyonu konusunda gelişim hedeflenecektir.

On yedinci olarak, mali sistem ve vergilendirmede reforma gidilecek ve bütçe yönetimi konusu geliştirilecektir.

On sekizinci olarak, finansal sistemin derinleştirilmesi/geliştirilmesi amaçlanmaktadır.

On dokuzuncu olarak, koordineli bölgesel gelişim stratejisiyle ülke içerisindeki gelişmişlik farklarının azaltılması amaçlanacaktır.

Yirminci olarak, yeni şehirleşme hamlesinin başarıyla icra edilmesi için kurumlar ve mekanizmalar geliştirilecektir.

Yirmi birinci olarak, kırsal alanlardaki iş yapma yöntemleri ilerletilecektir.

Yirmi ikinci olarak, kırsal alanların geliştirilmesi, çiftçilerin durumlarının düzeltilmesi ve tarım sektörünün önem kazanması için tarım politikalarında iyileştirmeler yapılacaktır.

Yirmi üçüncü olarak, toprak sistemi geliştirilecektir.

Yirmi dördüncü olarak, tüm yasal düzenlemelerin uyumlu hale getirilerek dışa açılma ve reform sürecine devam edilmesi sağlanacaktır.

Yirmi beşinci olarak, dış ticaretin daha iyi koordine edilmesi hedeflenmektedir.

Yirmi altıncı olarak, iç ve dış yatırımların yönetilmesinin daha iyi sağlanması amaçlanmaktadır.

Yirmi yedinci olarak, bölgesel açılımlar için düzenlemelerin optimize edilmesi planlanmaktadır.

Yirmi sekizinci olarak, Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında üst düzey iş birliği anlayışının oluşturulması hedeflenmektedir.

Yirmi dokuzuncu olarak, ülke yönetiminin iyileştirilmesi adına kurumların geliştirilmesi amaçlanmaktadır.

Otuzuncu olarak, "istişari demokrasi" (consultative democracy) anlayışı doğrultusunda halkın sisteme katılımını arttırmak amaçlanmaktadır.

Otuz birinci olarak, parti örgütleri ve teşkilatlanmalarında öz yönetim anlayışı ve pratiklerinin geliştirilmesi planlanmaktadır.

Otuz ikinci olarak, yalnızca ÇKP'nin olmadığı bir siyasal düzende, tüm partilerin katılımıyla ülke yönetiminde birleşik geniş bir cephe kurulması amaçlanmaktadır.

Otuz üçüncü olarak, yasamadaki reformların devamı öngörülmektedir. Bu bağlamda, anayasal düzen geliştirilecek ve yasa yapım sürecine dair bazı reformlar yapılacaktır.

Otuz dördüncü olarak, hukuka dayalı yönetim anlayışı ve pratikleri geliştirilecektir.

Otuz beşinci olarak, yasa koruma ve adalet konularında tarafsız bir anlayışın uygulanması sağlanacaktır.

Otuz altıncı olarak, hukuk ilkelerine dayalı çağdaş bir sosyalist toplumun oluşturulması hedeflenecektir.

Otuz yedinci olarak, hukuk alanında uluslararası iş birliği geliştirilecek ve hukuk devleti ilkeleri uluslararası işlerde de uygulanacaktır.

Otuz sekizinci olarak, ideolojik işlerde sorumluluk sistemi geliştirilecektir.

Otuz dokuzuncu olarak, kültürel hizmet ve ürünlere erişimde atılım yapılacaktır.

Kırkıncı olarak, siber uzay yönetimi alanında sistemsel ilerleme sağlanacaktır.

Kırk birinci olarak, daha etkili bir uluslararası iletişim sistemi oluşturulacaktır.

Kırk ikinci olarak, ülke içerisindeki gelir dağılımı daha adil hale getirilecektir.

Kırk üçüncü olarak, "önce iş" ilkesiyle herkese iş güvencesi sağlanmaya çalışılacaktır.

Kırk dördüncü olarak, ülkedeki sosyal güvenlik sistemi geliştirilecektir.

Kırk beşinci olarak, ülkedeki sağlık sisteminde iyileştirmeler yapılacaktır.

Kırk altıncı olarak, yaşlanma ve düşen çocuk sahibi olma oranlarına paralel olarak nüfus planlaması ve yönetimi konusunda reforma gidilecektir.

Kırk yedinci olarak, ekolojik koruma konusundaki temel sistemler geliştirilecektir.

Kırk sekizinci olarak, çevre yönetimi sistemleri ilerletilecektir.

Kırk dokuzuncu olarak, düşük karbon emisyonu hedefi doğrultusunda çevreyle barışık stratejiler geliştirilecektir.

Ellinci olarak, ülkenin genel güvenlik sistemi modernize edilecek ve geliştirilecektir.

Elli birinci olarak, kamu güvenliği sistemleri reforma tabi tutulacaktır.

Elli ikinci olarak, toplumsal yönetişim sistemleri geliştirilecektir.

Elli üçüncü olarak, dış ilişkilerde ulusal güvenliğin korunmasına yönelik somut adımlar atılacaktır.

Elli dördüncü olarak, Halkın Kurtuluş Ordusu'nun kurumsal yapısı ve mekanizmaları geliştirilecektir.

Elli beşinci olarak, müşterek operasyon sistemleri reforme edilecektir.

Elli altıncı olarak, sivil-asker ilişkileri geliştirilecektir.

Elli yedinci olarak, parti merkezi yönetiminin reformları derinleştirme konusundaki çabası arttırılacaktır.

Elli sekizinci olarak, parti yapısının geliştirilmesi amaçlanmaktadır.

Elli dokuzuncu olarak, dürüstlüğün yayılması ve yolsuzlukla mücadelenin yaygınlaştırılması hedeflenmektedir.

Altmışıncı olarak, reformlara kararlılıkla devam edilmesi istenmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak, dünya siyasetinde son dönemde yaptığı barışçıl diplomasi girişimleriyle adından övgüyle söz ettiren Çin, Batı dünyasında kendisine karşı artan engelleme ve ötekileştirme girişimlerine karşın, kendi yolunda başarıyla ilerlemeye devam etmektedir. Bu noktada Çin'i yargılarken, bu medeniyetin tarihi, dili, kültürü ve siyasi sisteminin tarihsel süreçten bugüne bizim daha alışık olduğumuz Batılı değerlerden çok daha farklı geliştiğini idrak etmek gerekmektedir. Yani Çin'i Batılı gözler ve değerlerle değerlendirirsek, elbette bu ülke sistemi çok garip, anti-demokratik veya farklı bulunabilir.

Ancak bu noktada Batı merkezli eleştirilere iki karşı argüman üretmek mümkündür. İlki ve daha önemlisi, Çin'in (ÇKP'nin) bu sistemiyle 1 milyara yakın insanı fakirlikten kurtarmayı birkaç on yılda başararak, insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir başarıya imza atmış olmasıdır. Batı ülkelerinde ise, bu kadar muazzam başarılar çok daha uzun sürelerde ve çok daha kısıtlı nüfus için başarılabilmiştir. Yani nesnel bir şekilde ve verilere dayalı olarak bakılırsa, Çin'in eleştirilen sistemi başarısız değil, tam tersine çok başarılıdır. İkincisi de, tek kutuplu dünya düzeninde yaşanılan aksaklıklar ve ABD gibi liberal değerler üzerine kurulu bir devletin bile hegemonik düzen içerisinde yöneldiği aşırılıklar düşünüldüğünde, uluslararası sistemin çoğulculaşması ve demokratikleşmesi adına Çin'in varlığının büyük bir nimet olduğu gerçeğidir. Zira ancak bu şekilde Batı dünyasındaki hatalı politikalar ve aşırı eğilimler karşısında uluslararası sistemde bir denge unsuru oluşabilmektedir. Ancak Çin'in düşüşe geçtiği veya ekonomik gücünü kaybettiği bir ortamda, hiç şüphesiz, Batı eksenli hatalı politikalar tam gaz sürdürülebilecektir. Bu nedenle, Çin, uluslararası sistem açısından da faydalı görülebilir.

Sonsöz, bir eleştiri bağlamında bakılacak olursa, hikmet-i hükümetini (raison d'état) ekonomik ve toplumsal gelişim olarak belirleyerek büyük başarılar kazanan Çin'in son yıllarda giderek bu hedeflerden uzaklaşması ve bölgesinde gücünü gösteren ve askeri politikalara yönelen bir devlet haline gelmesi, bu ülkeyle tarihsel ve siyasal sorunları olan bazı bölge ülkelerinde endişelere neden olabilmektedir. Bu nedenle, Pekin'in, Tayvan başta olmak üzere tüm sorunları diplomasi ve barışçıl yollarla çözmeye gayret etmesi ve silahlanma yarışı ve güç gösterileri yerine barışçıl diplomasi ve uzlaşma yönetimlerini tercih etmesi bence bu ülkenin gelişimi ve dünyadaki olumlu imajı adına çok önemli hususlardır. Ancak bu noktada şu da belirtilmelidir ki, Çin'in bazı hatalarına karşın, hasmane tutum, ekonomik ve siyasi rekabet nedeniyle sanki son yıllarda daha çok ABD ve Batı dünyasından gelmektedir. Bu bağlamda, Pekin, bence, Batı (ABD) politikalarına en iyi cevap olarak, bölgedeki Batı müttefiki (Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan, Filipinler vs.) ülkelerle karşılıklı güven ve iş birliğine dayalı ilişkiler tesis etmeli ve sorun yaratan tarafın kendisi olmadığını tüm dünyaya ispatlamalıdır. 

Kapak fotoğrafı: https://www.globaltimes.cn/page/202210/1277034.shtml

Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ 


19 Ağustos 2024 Pazartesi

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Kitap: Türk Dış Politikası Mülakatları

 

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin Türk Dış Politikası hakkındaki röportajlarını bir araya getirdiği yeni kitabı Türk Dış Politikası Mülakatları, 2024 yılı Ağustos ayında Urzeni Yayıncılık tarafından yayımlandı. Aşağıdaki linklerden kitapla ilgili bilgilere ve kitabı satın alabileceğiniz linklere erişebilirsiniz.

Yazar Sayfası & İçindekiler

Önsöz

Sonsöz

 

Kitabın satın alınabileceği kitap siteleri;

Kitap Yurdu

Sarmal Kitabevi

Urzeni Yayınevi

Prof. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Kitap: Türk Dış Politikası Yazıları


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin Türk Dış Politikası hakkındaki yazılarını bir araya getirdiği yeni kitabı Türk Dış Politikası Yazıları, 2024 yılı Ağustos ayında Urzeni Yayıncılık tarafından yayımlandı. Aşağıdaki linklerden kitapla ilgili bilgilere ve kitabı satın alabileceğiniz linklere erişebilirsiniz.

Yazar Sayfası & İçindekiler

Önsöz

Sonuç

 

Kitabın satın alınabileceği kitap siteleri;

Kitap Yurdu

Sarmal Kitabevi

Urzeni Yayınevi

14 Ağustos 2024 Çarşamba

İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Tanıtım Videosu


İstanbul Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) Bölümü Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Prof. Dr. Ozan Örmeci'nin bölümüyle ilgili katıldığı tanıtım videosunu aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz.

13 Ağustos 2024 Salı

Türkiye ile Fransa Arasında 'Fransız Okulları' Krizi

Türkiye ile Fransa arasında 2018-2021 döneminde artarak devam eden diplomatik sorunlar (bu bağlamda geleneksel kabul edilebilecek Ermeni Sorunu ve Kürt Sorunu’na ek olarak son yıllarda Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konusundaki anlaşmazlıklar ön plana çıkmıştır) ve liderler arası polemikler, 2021 yılı içerisinde Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron arasında yapılan verimli telekonferans görüşmesi sonrasında adeta bıçak gibi kesilmiş ve iki ülke arasındaki anlaşmazlık ve sorunlar devam etse de, bu konunun liderler tarafından kamuoyu önünde dile getirilmesine son verilirken, ayrıca Galatasaray Üniversitesi’nde çalışan Fransız akademisyenlerin dil yeterliliği konusu da çözüme ulaştırılmıştı. Ancak geçtiğimiz gün Türkiye ve Fransız basınına düşen bir haber, iki ülke arasındaki gerginlik siyasetinin yeniden başlayabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Bu yazıda, Türkiye ile Fransa arasında başlayan ‘Fransız okulları’ krizini değerlendireceğim.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde İmparatorlukta yaşayan ve görev yapan Avrupalı ailelerin çocuklarıyla birlikte Rumlar, Ermeniler, Levantenler ve diğer gayrimüslim tebaaya eğitim vermek ve Hıristiyanlık dinini yaymak (misyonerlik) amacıyla kurulan ve zaman içerisinde Türk ve diğer Müslüman unsurların da yabancı dil eğitimi ve pozitif bilim esaslarına göre düzenlenmiş modern eğitim sistemi nedeniyle tercih ettiği Fransız okulları ve diğer yabancı menşeli (Amerikan, İngiliz, Alman, Avusturya, İtalyan vs.) okullar, Türkiye Cumhuriyeti’nin Büyük Atatürk önderliğinde yeni ve modern bir ulus-devlet olarak kurulmasının ardından ilk kez Lozan Antlaşması’nda gündeme gelmiştir. Okullara, Milli Mücadele döneminde gayrimüslimlerin Türk bağımsızlık mücadelesine genelde karşıt duruşu nedeniyle pek sıcak bakmayan ulu önder ve genç Cumhuriyet yönetimi, bu konuyu Lozan’da gündemde tutmuş ve yabancı okulları kapatmayı dahi gündemine almıştır. Ancak daha sonra yapılan müzakereler ve bu okulların yabancı dil eğitiminin sağladığı faydaların da etkisiyle üzerinde uzlaşılan Antlaşma’nın 40. maddesinden[1], yabancı okullar ve bunlarla birlikte azınlık okullarının serbest olacağı, ancak Türk yasalarına uygun hareket etmeleri gerektiği anlaşılmaktadır.[2] Bu şekilde, Lozan Antlaşması’na eklenen hükümler ve sonrasında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile, yüce Atatürk ve silah arkadaşları, eğitimde birliği ve bu bağlamda tek tip, laik, milliyetçi, cumhuriyetçi, halkçı ve laik eğitim sistemimi benimsemişlerdir.[3] Bu doğrultuda, tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlanmış ve okulların içerisindeki haç sembollerini kaldırmayan, Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti aleyhine konuşan, Müslüman öğrencilerin Hıristiyanlığa geçişine izin veren ve Türkçe eğitim yapmayan bazı okullar tek parti döneminde kapatılmıştır.[4]

Bu konu ilerleyen yıllarda Türk devlet adamlarının sağduyulu ve çağdaş yaklaşımları sayesinde dengeli bir şekilde götürülmüş; yabancı okullar Atatürk milliyetçiliği çizgisinde ve laik eğitim vermeleri ve devlete ve topluma hizmet eden başarılı bireyler yetiştirmeleri nedeniyle, Türkiye için bir sorundan çok genelde bir iftihar kaynağı olmuştur. Bu konuyu zaman zaman gündeme getiren ve bir sorun olarak göstermek isteyenler ise, Batı karşıtı katı (radikal) İslamcı ve aşırı milliyetçi küçük gruplar olagelmiştir. Zaten şimdilerde yeniden Türkiye ile Fransa arasında küçük çaplı bir krize neden olan da yabancı okullar veya halk arasındaki genel adıyla “Saint’ler” (Sen’ler) olarak bilinen Fransız okulları değil, İstanbul ve Ankara’da yaşayan Fransız devlet görevlileri ve vatandaşlarının çocuklarına eğitim vermesi için özel olarak kurulmuş olan iki kolej veya lisedir. Bunlardan biri olan ve ismini efsanevi Fransız devlet adamı Charles de Gaulle'den alan Lycée Français Charles de Gaulle (Ankara Charles de Gaulle Fransız Lisesi)[5], 1942 yılında Ankara’da açılmış ve doğrudan Fransız Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak kurulmuştur. Benzer şekilde, eski adı “Papillon” olan ve ismini İstanbul aşığı ünlü Fransız gezgin ve yazar Pierre Loti’den alan Lycée Français Pierre Loti (Pierre Loti Fransız Lisesi)[6], ilerleyen yıllarda İstanbul’da Fransız vatandaşlarına hizmet amacıyla yine doğrudan Fransız Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak açılmıştır. Fakat Fransız eğitim sisteminin popülaritesi sayesinde, bu okullara zaman içerisinde diğer gayrimüslim aileler ve Türk ve Müslüman ailelerin çocukları da eğitim amacıyla başvurmaya ve kabul almaya başlamışlardır. Ancak bu iki ortaöğretim kurumunun eğitim sistemleri ve müfredatlarının Fransa’ya uygun olması nedeniyle, geçtiğimiz yıllarda da bu konu zaman zaman ilgili Bakanlık nezdinde sıkıntı yaratmıştır. Zaten şimdilerde iki devlet arasında tartışmaya neden olan okullar da Türkiye’deki MEB’e bağlı Fransız okulları veya diğer yabancı okullar değil, özel statüdeki bu iki Fransız kolejidir.

Bu iki okulun Türkiye’de faaliyet göstermesi ve Türk ve Müslüman ailelerden öğrencileri de kabul etmesi nedeniyle son dönemde konuyu yeniden gündemine alan Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı, Türkiye’den resmi onayı olmayan bu iki okulun Fransız Milli Eğitim Bakanlığı ve Yurtdışı Fransız Eğitim Ajansı (AEFE) tarafından koordine edilen müfredatlarına yönelik değişiklik (kamuoyuna yansıyan bilgilere göre müfredata Türkçe ve Din Kültürü derslerinin eklenmesi ve bu iki okulda Türk öğretmenlerin çalıştırılması gibi hususlar gündeme getirilmiştir[7]) talep etmiş, bu talepleri karşılanmayınca da okula artık Türk öğrenci kaydedilemeyeceğini kamuoyuna duyurmuştur.[8] Ayrıca, Fransız basınına göre, Türkiye, bu konuda bu iki koleje benzer şekilde Fransa’da da Türk vatandaşlarına eğitim verebilecek okulların açılmasını talep etmiş, ancak “karşılıklılık” ilkesine dayalı bu talebi olumlu karşılanmamıştır.[9] Konu hakkında konuşan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Fransa’yı eleştirerek, “Fransa, sadece müstemleke ülkelerine yakışan şekilde davranıyor. Öğrencilerin yüzde 90’ı Türk. Bu çocuklar yabancı öğrenciler için yapılan yükseköğrenim sınavına giriyorlar. Adaletsizlik bu.” demiştir.[10] Tekin, Paris’in yaklaşımını “kibir” kavramıyla da somutlaştırmak istemiştir.[11] Ancak ilerleyen günlerde taraflar arasında devam eden müzakereler neticesinde, MEB tarafından, Türk öğrencilerin de bu iki okula kaydolabilmesi için üzerinde çalışılan dört maddeye açıklık getirilmiştir. Buna göre;[12]

  1. Fransa’da yaşayan Türk öğrencilerin ‘Türkçe’ öğrenimini de içeren kapsamlı bir eğitim iş birliği anlaşması çalışmalarına başlanması ve en kısa sürede tamamlanması,
  2. Yasal statü verilmesini öngören uluslararası anlaşma karara bağlanana kadar adı geçen okullara yeni Türk öğrenci kaydı yapılmaması,
  3. 2024 yılının Ocak ayı itibarıyla okullarda mevcut Türk öğrencilerin listesi ile AEFE (Fransız Yurt Dışı Eğitim Ajansı) tarafından marka verilen okulların bilgilerinin önümüzdeki ders yılı başlamadan önce Bakanlığına teslim edilmesi,
  4. Bu okullar yasal bir statüye kavuşturuluncaya kadar, ilgili sınıf düzeylerinde ‘Türk Dili’, ‘Türk Kültürü’, ‘Türk Edebiyatı’, ‘Türk Tarihi’ ve ‘Coğrafya’ derslerinin MEB’in görevlendireceği Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı öğretmenlerce okutulması kararlaştırılmıştır.

Bu açıklama sonrasında bir açıklama yapan Fransız Büyükelçiliği ise, MEB tarafından açıklanan kararların ailelere iletilmesi sonrasında alınacak karar doğrultusunda müzakerelere devam edileceğini belirtmiştir.[13] Elçilik, bu konunun çözümlenmesi konusunda kararlı olduklarını da belirterek, olumlu bir resim çizmiştir. Nitekim Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Isabelle Dumont da, Türk-Fransız ilişkilerine on yıllardır büyük katkı yapan bu okulların yeni öğrenci kaydı yapabilmesi konusundaki müzakerelerin olumlu neticelendirilmesini beklediğini açıklamıştır.[14]

Isabelle Dumont

Ancak genelde Türk hükümetinin her türlü politikasını İslamcılık ve otoriterlik bağlamında değerlendirmeyi tercih eden Fransız basını, konuyu Büyükelçilik kadar iyimser yorumlamamış ve genelde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türkiye’yi eleştiren çizgide yayınlar yapmayı tercih etmişlerdir. Örneğin, L’Express gazetesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yönettiği Türk hükümetinin kararı nedeniyle “Türk öğrencilerin Fransız okullarında eğitim alamayacaklarını” yazmıştır.[15] Fransızların ünlü Le Monde gazetesi de Fransız okullarına yeni kayıtların yasaklandığını manşetinden duyururken[16], bu kararın sadece MEB’e bağlı olmayan iki küçük okulu kapsadığı bilgisini de metin içinde vurgulamıştır. Bir diğer popüler Fransız gazetesi olan Le Figaro da haberi benzer şekilde okuyucularına sunmuş ve Türkiye’nin Fransız kibrinden rahatsız olduğunu manşetine taşımıştır.[17]

Konuyu genel anlamda değerlendirmek gerekirse, öncelikle, burada Türkiye kamuoyunda Fransız okulları olarak bilinen, müfredat bağlamında MEB’e bağlı olan ve öğrenci sayısı hayli fazla olan onlarca okulun değil, yalnızca iki küçük ve özel durumdaki ortaöğretim kurumunun tartışma konusu olduğunu belirtmek gerekir. Bu iki okul, tarihleri ve kuruluş amaçları itibariyle zaten Fransız vatandaşlarına (özellikle de diplomatik personelin çocuklarına) hizmet maksadıyla kurulmuş, ancak Fransız eğitim sisteminin başarısı ve Fransa’daki iş olanakları sayesinde zamanla Türk ailelerin de ilgisini çekmiştir. Bu anlamda, Türk hükümetinin yıllardır bu konuda bir sorun yaşanmadığı halde bir anda konuyu gündeme taşıyan tavrı eleştiri konusu yapılabilecekse de, aslında hukukilik anlamında herhangi bir hata yoktur. Ancak elbette Türkiye-Fransa ilişkilerinin krizli yakın geçmişin ardından düzelmeye başladığı ve dünyada herkesin Olimpiyatlar nedeniyle Fransa’ya kilitlendiği bir dönemde bu konunun gündeme getirilmesi biraz talihsiz olmuş ve Fransa ve Avrupa’daki Türk hükümeti alerjisini tetiklemiştir. Bu bağlamda, genel ilke olarak özellikle temel eğitimlerin verildiği ilk ve ortaöğretim kurumlarının -Türkiye ve diğer ülkelerde de- devletlerce düzenlenmesi gerektiği ortadayken, elbette özel statülü okullara veya yükseköğretimde daha farklı dil, müfredat ve eğitim anlayışı benimseyen kurumlara da -hükümetler arası anlaşmalar yoluyla- izin verilebilir. Zira günümüzde ekonomide, siyasette ve diğer her alanda olduğu gibi, insanların çok çeşitli alanlarda başarılı olabilecek birbirlerinden farklı donanımlara uygun yetiştirilmesi hem bireysel özgürlükler, hem de ülkenin ekonomik ve siyasi başarısı anlamında daha faydalı olacaktır.

Bu nedenle, bu küçük çaplı krizin bir an önce aşılması ve iki devletin orta yolu bulmasını dileyerek, Olimpiyatları başarıyla düzenleyen dost ülke Fransa’ya tebriklerimi iletmek istiyorum. Sonsöz, bu konularda geçmişten kalma aşırı hassas ve milliyetçi yaklaşımların da gerçekçi olmadığını belirtmek isterim. Zira günümüzde ne iki ülke arasında bir toprak mücadelesi ve bağımsızlık savaşı yaşanmaktadır, ne de varoluşsal bir rekabet söz konusudur. Bu nedenle, ekonomik ilişkilerin yalnızca Fransa değil, tüm Frankofon ülkelerle gelişmesi -ki bu doğrultuda Afrika ülkeleriyle yakın ilişkiler konusunda da Fransızca ciddi bir avantajdır- için Türkiye'de Fransızca eğitim veren kurumlara da, diğer yabancı dillerde (Rusça, Arapça, Farsça, Çince, Japonca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca vs.) kurumlara da ihtiyaç vardır. Bunların sayısı ve düzeyi ise, kuşkusuz, Türk devlet adamlarının ve ilgili Bakanlıkların vereceği stratejik kararlara bağlı olacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

DİPNOTLAR

[1] Tam madde şöyledir: “Madde 40 — Müslüman olmayan azınlıklara ilintili olan Türk yurttaşları hukuk bakımından ve fiilen öteki Türk yurttaşlarına uygulanan işlemlerin ve sağlanan güvencelerin tıpkısından yararlanacaklar ve özellikle, harcamaları kendilerince yapılmak üzere, her türlü yardım, dinsel ya da sosyal kurumları, her türlü okul ve benzeri öğretim ve eğitim kurumları kurma, yönetme ve denetleme ve buralarda kendi dillerini özgürce kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapına bakımından eşit bir hakka sahip bulunacaklardır.” Bakınız; İnönü Vakfı, “Lozan Barış Antlaşması Tam Metni”, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.ismetinonu.org.tr/lozan-baris-antlasmasi-tam-metni/.

[2] İlhan Aksoy (2014), “Lozan Antlaşmasında Azınlık Okulları ve Yabancı Okullar”, Akademik Hassasiyetler, Cilt 1, Sayı: 1, s. 75.

[3] Sezen Kılıç, “Atatürk Döneminde Yabancı Okullar”, Atatürk Ansiklopedisi, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ataturk-doneminde-yabanci-okullar/.

[4] A.g.e.

[5] Web sitesi için; https://www.lcdgankara.org/.

[6] Web sitesi için; https://pierreloti-lycee.skolengo.com/.

[7] Anka Haber Ajansı (2024), “Türkiye ile Fransa arasında ‘Türkiye’deki Fransız okulları’ krizi… MEB, Fransızlara nota verdi: Anlaşma imzalanmazsa, Fransız okullarına Türk öğrenci alınmayacak”, 13.07.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://ankahaber.net/haber/detay/turkiye_ile_fransa_arasinda_turkiyedeki_fransiz_okullari_krizi_meb_fransizlara_nota_verdi_anlasma_imzalanmazsa_fransiz_okullarina_turk_ogrenci_alinmayacak_187681.

[8] Begum Tunakan (2024), “Türkiye'deki Fransız okulları krizi: Fransa'dan Ankara'ya heyet geliyor”, Euronews, 16.07.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://tr.euronews.com/2024/07/16/turkiyedeki-fransiz-okullari-krizi-fransadan-ankaraya-heyet-geliyor.

[9] L’Express (2024), “Ecoles françaises en Turquie : pourquoi la crise couve entre Paris et Ankara”, 13.07.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.lexpress.fr/monde/proche-moyen-orient/ecoles-francaises-en-turquie-pourquoi-la-crise-couve-entre-paris-et-ankara-AAE2CSXUVFFU5M43DF4ZTO4XIA/.

[10] T24 (2024), “MEB'in Charles De Gaulle ve Pierre Loti'de Türk öğrencilerin kayıtlarını durdurmasının ardından Fransa Büyükelçiliği'nden açıklama: Müzakereler yeniden başlayacak”, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://teststage.t24.com.tr/haber/meb-charles-de-gaulle-ve-pierre-loti-okullarina-turk-ogrencilerin-kayitlari-durduruldu,1178633.

[11] L’Express (2024), “Ecoles françaises en Turquie : pourquoi la crise couve entre Paris et Ankara”, 13.07.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.lexpress.fr/monde/proche-moyen-orient/ecoles-francaises-en-turquie-pourquoi-la-crise-couve-entre-paris-et-ankara-AAE2CSXUVFFU5M43DF4ZTO4XIA/.

[12] Fransa Postası (2024), “Türkiye ile Fransa arasında okul krizi: İki Fransız okulu yeni Türk öğrenci alamayacak”, 01.08.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.fransapostasi.fr/turkiye/turkiye-ile-fransa-arasinda-okul-krizi-iki-fransiz-okulu-yeni-turk-ogrenci-alamayacak/.

[13] T24 (2024), “MEB'in Charles De Gaulle ve Pierre Loti'de Türk öğrencilerin kayıtlarını durdurmasının ardından Fransa Büyükelçiliği'nden açıklama: Müzakereler yeniden başlayacak”, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://teststage.t24.com.tr/haber/meb-charles-de-gaulle-ve-pierre-loti-okullarina-turk-ogrencilerin-kayitlari-durduruldu,1178633.

[14] Le Figaro (2024), “Ecoles françaises en Turquie: Ankara dénonce «l'arrogance» de la France”, 13.07.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.lefigaro.fr/international/ecoles-francaises-en-turquie-ankara-denonce-l-arrogance-de-la-france-20240713.

[15] L’Express (2024), “Ecoles françaises en Turquie : pourquoi la crise couve entre Paris et Ankara”, 13.07.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.lexpress.fr/monde/proche-moyen-orient/ecoles-francaises-en-turquie-pourquoi-la-crise-couve-entre-paris-et-ankara-AAE2CSXUVFFU5M43DF4ZTO4XIA/.

[16] Le Monde (2024), “La Turquie interdit toute nouvelle inscription dans les écoles françaises”, 10.08.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.lemonde.fr/international/article/2024/08/10/la-turquie-interdit-toute-nouvelle-inscription-dans-les-ecoles-francaises_6275227_3210.html.

[17] Le Figaro (2024), “Ecoles françaises en Turquie: Ankara dénonce «l'arrogance» de la France”, 13.07.2024, Erişim Tarihi: 13.08.2024, Erişim Adresi: https://www.lefigaro.fr/international/ecoles-francaises-en-turquie-ankara-denonce-l-arrogance-de-la-france-20240713.

11 Ağustos 2024 Pazar

Olimpiyat Oyunlarına Dair

 

Giriş

2024 Paris Yaz Olimpiyat Oyunları'nın yarattığı sansasyonel tartışmalar ve organizasyona yönelik eleştirilerle bir kez daha gündeme gelen Olimpiyat oyunları veya kısaca Olimpiyatlar, kuşkusuz, insan oğlunun uluslararası, evrenselleşme veya küreselleşme arzusu ve kendi grubunu temsilen diğer bireyler ve topluluklar karşısında düzeyli ve önceden üzerinde uzlaşılmış kurallara göre rekabet etmesi gibi temalar üzerinden siyaset ve diplomasiyle de yakından alakalıdır. Elbette bayrakların, milli marşların ve ulusal sembollerin yer aldığı bir etkinlik, temel amacı siyaset olmasa da, doğası itibariyle siyasidir. Bu bağlamda, Olimpiyat başarısı, bir devletin ülkesinin vatandaşlarını sportif açıdan ne ölçüde yetiştirebildiği ve spor kültürü ve altyapısının ne kadar ileri olduğunu göstermesi bakımından gelişmişlik düzeyi açısından da bir kriter olarak kabul edilebilir. Daha da önemlisi, Olimpiyatlarda gördüğümüz barışçıl ve düzeyli ulusal rekabetin, sıklıkla savaş, terörizm ve gerginliklerle gündeme gelen uluslararası siyaset ve diplomasi alanlarına da bir model olması gerektiği gerçeğidir. Öyle ya, devletler ve farklı gruplar arasındaki siyasi mücadeleler de -Olimpiyatlardaki spor müsabakaları gibi- savaşsız, kansız ve şiddetsiz şekilde, belirli kurallara ve yetkili ve meşru mercilerin kararlarına göre çözümlenebilse, yerküre her millet ve birey için çok daha mutlu ve yaşanabilir bir yer haline gelebilirdi. Bu yazıda, 2024 Paris Yaz Olimpiyat Oyunları'ndan yola çıkarak Olimpiyatları ve Türkiye'nin Olimpiyatlardaki performansını değerlendireceğim.

Olimpiyatların Tarihçesi ve İlginç Bilgiler 

İlk kez Antik Yunan medeniyeti döneminde, milattan önceki asırlarda Zeus uğruna düzenlenen spor etkinlikleriyle gündeme gelen Olimpiyat kavramı, ilerleyen asırlarda modernizmin ve ulusal devlet kavramının beşiği olan Fransa'da, eğitimci ve tarihçi Baron Pierre de Coubertin’in 1894’te kurduğu Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin önderliğinde yapılan çalışmalarla yeniden gündeme gelmiş ve buna benzer etkinliklerin dünya çapında düzenlenmesi için çalışmalara başlanmıştır. Bu sayede, Coubertin'in çalışmaları neticesinde, ilk kez 1896 yılında, Antik Yunan dönemindeki Olimpiyatlardan takriben 2.000 yıl kadar sonra, Atina'da yeniden Olimpiyat Oyunları düzenlenmeye başlamış ve her 4 yılda bir benzeri bir etkinliğin yapılması kararlaştırılmıştır.

Baron Pierre de Coubertin

2.000 yıl sonra yeniden Olimpiyatları başlatması anlamında son derece ilerici bir isim olan Baron Pierre de Coubertin, buna karşın, Viktorya Dönemi'nde yetişmesinin de etkisiyle olsa gerek, kadın-erkek ilişkilerine bakışı tartışmalı bir isim olmuştur. Öyle ki, Coubertin, kadınların Olimpiyatlarda erkeklerle birlikte kamusal alanda yer almasının organizasyonu olumsuz etkileyeceğini söylemiş ve kadınların Olimpiyatlarda yer almasına şiddetle karşı çıkmasa da, etkinliğin temelde bir erkek etkinliği olması gerektiğini savunmuştur. Bu nedenle, 1896'da Atina'da düzenlenen etkinliğe kadınların katılmasına izin verilmezken, 1900 yılında Paris'te düzenlenen ikinci Olimpiyatlarda kadınlar müsabakalara katılabilmiş ve bu etkinliğe katılan toplam 22 kadın atlet arasında yer alan İsviçreli yelkenci Hélène de Pourtalès, Olimpiyatlarda sahaya çıkan ilk kadın sporcu olarak tarihe geçmiştir. İlerleyen yıllarda ise kadınların Olimpiyatlara katılımı çok daha yaygın hale gelecektir.

Jesse Owens, Nazilerin arasında altın madalyasını alırken

İlerleyen yıllarda Olimpiyat Oyunları uluslararası siyasetin nabzının attığı etkinlikler olarak diplomaside de sivrilecektir. Öyle ki, Almanya'da beyaz Aryan ırkın diğer ırklar karşısında üstünlüğünü savunan Nazi Partisi ve Adolf Hitler'in iktidara gelmesinden sonra Berlin'de düzenlenen 1936 Olimpiyatlarında Afrikalı Amerikalı atlet Jesse Owens, kendisinin elini sıkmayı bile reddeden Nazi yetkililerinin karşısında tam 4 Olimpiyat altın madalyası alırken, ortaya çok ilginç bir siyasi tartışma ve tablo koymayı başarmıştır. Keza 1972 Münih Olimpiyat Oyunları da, Filistin davasına dikkat çekmek isteyen Kara Eylül örgütü üyesi teröristlerin İsrailli sporculara saldırması nedeniyle çok olaylı bir etkinlik olarak tarihe geçmiş ve Münih Katliamı olarak bilinen olay neticesinde birçok İsrailli sporcu öldürülmüştür. Ek olarak, 1980 Moskova Olimpiyatlarına ABD başta olmak üzere birçok Batılı ülke Sovyetler Birliği'nin Afganistan işgali nedeniyle katılmazken, 1984 Los Angeles Olimpiyatlarına da SSCB ve komünist ülkeler ABD'yi protesto etmek için katılmamışlardır.

Olimpiyatlara ev sahipliği yapmak da, başlı başına diplomatik ve sportif gücü yansıtan bir husus olup, bu konuda öncülüğü ve liderliği Batılı ülkeler yapmaktadır. Dünya Savaşları nedeniyle Olimpiyatların yapılamadığı 1916, 1940 ve 1944 yılları dışında, Olimpiyat Oyunlarını düzenleyen şehirler şöyledir:

  • 1896 - Atina (Yunanistan)
  • 1900 - Paris (Fransa)
  • 1904 - St. Louis (ABD)
  • 1908 - Londra (Birleşik Krallık)
  • 1912 - Stockholm (İsveç)
  • 1920 - Antwerp veya Anvers (Belçika)
  • 1924 - Paris (Fransa)
  • 1928 - Amsterdam (Hollanda)
  • 1932 - Los Angeles (ABD)
  • 1936 - Berlin (Almanya)
  • 1948 - Londra (Birleşik Krallık)
  • 1952 - Helsinki (Finlandiya)
  • 1956 - Melbourne (Avustralya)
  • 1960 -Roma (İtalya)
  • 1964 - Tokyo (Japonya)
  • 1968 - Meksiko/Mexico City (Meksika)
  • 1972 - Münih (Doğu Almanya-Almanya)
  • 1976 - Montreal (Kanada)
  • 1980 - Moskova (SSCB-Rusya)
  • 1984 - Los Angeles (ABD)
  • 1988 - Seul (Güney Kore)
  • 1992 - Barcelona (İspanya)
  • 1996 - Atlanta (ABD)
  • 2000 - Sidney (Avustralya)
  • 2004 - Atina (Yunanistan)
  • 2008 - Pekin (Çin)
  • 2012 - Londra (Birleşik Krallık)
  • 2016 - Rio de Janeiro (Brezilya)
  • 2020/2021 - Tokyo (Japonya)
  • 2024 - Paris (Fransa)
  • 2028 - Los Angeles (ABD)
  • 2032 - Brisbane (Avustralya)

Bu bağlamda, düzenleneceği ülkeler ve şehirler kararlaştırılan 2028 ve 2032 Olimpiyatları da hesaba katıldığında, 32 Yaz Olimpiyat Oyunlarından 5'i ABD'de, 3'ü Avustralya'da, 3'ü Birleşik Krallık'ta, 3'ü Fransa'da, 2'si Almanya'da, 2'si Japonya'da, 2'si Yunanistan'da, 1'i Belçika'da, 1'i Brezilya'da 1'i Çin'de, 1'i Finlandiya'da, 1'i Güney Kore'de, 1'i Hollanda'da, 1'i İspanya'da, 1'i İsveç'te, 1'i İtalya'da, 1'i Japonya'da, 1'i Kanada'da ve 1'i Meksika'da düzenlenmiştir. Bu listede Türkiye ve Hindistan gibi uluslararası siyaset ve tarih açısından önemli ülkelerin yer almaması ise kuşkusuz organizasyonun büyük bir eksikliğidir. Nitekim bu konuda yıllardır çalışmalar yürüten İstanbul, 2036 Yaz Olimpiyat Oyunları için iddialı adaylarından birisidir. Bu anlamda Olimpiyatların şimdiye kadar hiçbir Müslüman yoğunluklu ülkeye verilmemiş olması da Batı-merkezcilik ve İslamofobi iddialarını güçlendirmekte ve İstanbul'un şansını arttırmaktadır.

2020 Olimpiyatlarına kadar olan madalya sıralaması

Olimpiyatlara sportif başarı açısından yaklaşıldığında ise, ABD, Rusya (bir dönem Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği), Birleşik Krallık, Fransa, Almanya, Çin, İtalya, Avustralya, Macaristan, İsveç ve Japonya gibi ülkelerin ilk sıralarda yer aldığı görülmektedir. 2024 Paris Yaz Olimpiyat Oyunlarında da durum pek değişmemiş ve yine en çok madalya ve en çok altın madalya gibi alanlarda Çin, ABD, Avustralya, Japonya, Fransa ve Birleşik Krallık gibi ülkeler en üst sıralarda yer almışlardır.

Olimpiyat Oyunlarında Türkiye

Çok zor şartlarda kurulmasının da etkisiyle her zaman ekonomik sorunlarla boğuşan gelişmekte olan bir ülke statüsündeki Türkiye, hem ülkenin genel ekonomik tablosundaki yapısal sorunlar, hem de futbol dışında diğer spor dallarına toplumda ve medyada yoğun ilgi gösterilmemesi ve bütçe ayrılmamasının da etkisiyle, 85 milyonluk yüksek nüfusuna karşın Olimpiyatlarda genelde pek başarılı olamamıştır. 2024 Paris Olimpiyatlarını 3 gümüş ve 5 bronz madalya ile 64. sırada kapatan Türkiye, aslında bu oyunlara kadar bazı spor dallarında oldukça başarılı bir performans göstermeyi başarmıştır.

Türkiye, bugüne kadar Olimpiyat Oyunlarında 41 altın madalya kazanırken, bunların 29'u güreş, 8'i de halter branşlarından gelmiştir. Bu anlamda, ülkemiz, özellikle güreş ve kısmen de halter alanında ciddi bir ekol olmayı başarmış önemli bir spor ülkesidir. Gümüş ve bronz madalyalar açısından da ülkemizin en iddialı olduğu spor branşı güreş olup, boks, taekwondo ve karate gibi branşlarda da ülkemizin kısmi başarısından söz edilebilir. Bu anlamda, Türkiye, takım sporlarında başarısız ve daha çok bireysel güç gerektiren konularda spor kültürü oluşturabilmiş bir devlet olarak dikkat çekmektedir. Ülkemizin en başarılı olduğu oyunlar ise 1960 Roma Olimpiyatları olup, bu etkinlikte, ayyıldızlılar, tamamı güreşte olmak üzere tam 7 altın madalya elde etmeyi başarmıştır.

Üçer Olimpiyat altın madalyalı küçük dev adamlar: Halil Mutlu ve Naim Süleymanoğlu

İlk altın madalyasını 1936 Berlin Olimpiyat Oyunlarında Yaşar Erkan'ın güreş alanındaki başarısıyla kazanan ülkemizin Olimpiyatlardaki en başarılı sporcuları ise; 3'er altın madalya kazanan haltercilerimiz Naim Süleymanoğlu ve Halil Mutlu, ikişer altın madalyası olan güreşçilerimiz Mithat Bayrak, Mustafa Dağıstanlı ve Hamza Yerlikaya ile 1 altın, 1 gümüş, 1 bronz Olimpiyat madalyası olan güreşçimiz Hamit Kaplan ve 1 gümüş ve 2 bronz madalya kazanmayı başarmış güreşçimiz Rıza Kayaalp'tir. Olimpiyatlarda madalya kazanan ilk kadın sporcumuz 1992 Barcelona Olimpiyatlarında bronz madalya kazanan judocu Hülya Şenyurt olurken, ilk altın madalya kazanan kadın sporcumuz ise 2004 Atina'da altın madalya kazanan halterci Nurcan Taylan olmuştur. 

Türkiye, son yıllarda takım sporlarında da atılım göstermeyi başarmış ve 2024 Paris Olimpiyatlarında yarışan "Filenin Sultanları" lakaplı voleybol milli takımız madalyayı az farkla kaçırarak dördüncü olmuştur. Bu anlamda, Türkiye'nin ilerleyen yıllarda hem Olimpiyat ev sahipliği, hem de sportif başarı anlamında ciddi şansı bulunmakta olup, bu konuda en temel eksiklikler ülke ekonomisinin kötü gidişi ve spor tesis ve eğitiminin yetersizliğidir. Ayrıca ülke sporunun gelişmesi adına devşirme yöntemi de son derece gerekli ve faydalı olup, tüm İmparatorluk geleneğinden gelen devletler gibi, Türkiye'nin de özellikle eski Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasından yetenekli sporcuları kendisine çekmeyi başarması son derece akılcı ve doğru bir politika olacaktır. 

Sonuç

Sonuç olarak, ülkemizin her alanda gelişmesini istediğimiz gibi, spor alanında da daha başarılı bir yönetim ve performans beklemek Türk(iye) halkı olarak bizim en doğal hakkımızdır. Bunun için, devletin kaynaklarını akılcı ve halk odaklı şekilde kullanması, gereksiz masraflar ve önlenebilir savaşlardan kaçınması ve daha iyi bir spor kültürü ve altyapısı oluşturması şarttır. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

5 Ağustos 2024 Pazartesi

2024 ABD Başkanlık Seçimleri ve 2025 Projesi Vizyonu

 

Giriş

Amerika Birleşik Devletleri'nde (kısaca ABD) artık Başkanlık seçimleri için en kritik son birkaç aylık sürece girilirken, uğradığı suikast girişimi sonrasında ağır favori aday haline gelen Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı ve 45. ABD Başkanı Donald Trump'ın olası ikinci Başkanlığı döneminde nasıl bir yol izleyeceği konusunda halen büyük belirsizlikler bulunuyor. Bunun sebebi, dış politikada daha çok güç ve güvenliği temel alan Realizm esaslarına uygun hareket etmesine karşın, günlük politikalar ve diplomatik ilişkilerde oldukça pragmatik bir kişi olan ve daha çok ABD'nin anlık ulusal çıkarlarını ön planda tutan Trump'ın politikaları ve hareketlerinin önceden hesap edilmesinin oldukça zor olması. Buna karşın, Donald Trump'ın yeni dönemdeki çizgisine yön vermesi beklenen ve -1973 yılında kurulmasına karşın- siyasi çizgisi Trump'a oldukça benzeyen Ronald Reagan'ın Başkanlığı döneminde 1980'lerde ABD'de çok etkin bir muhafazakâr/sağ düşünce kuruluşu haline gelen The Heritage Foundation'ın açıkladığı "Project 2025" (2025 Projesi) vizyonu, Trump'ın olası ikinci Başkanlık döneminde neler yaşanabileceğine dair bizlere bazı fikirler verebilir. Bu yazıda, 2025 Projesi vizyonunu kısaca özetlemeye çalışacağım.

Project 2025 Nedir?

ABD'de çok etkili bir düşünce kuruluşu olan Heritage Foundation'ın 2024 ABD Başkanlık seçimlerini muhafazakâr/sağ çizgideki Cumhuriyetçi Parti Başkan adayının (Donald Trump) kazanması için özel olarak tasarladığı 2025 Projesi (Project 2025), organizasyon kapsamında ilk kez 2022 yılında hazırlanmaya başlanmıştır. 2024 yılı Ağustos ayına kadar Direktörlüğünü Paul Dans'ın yürüttüğü proje, kuruluşun Başkanı Kevin Roberts'ın önderliğinde, geçtiğimiz 2,5 yıllık süreçte -22 milyon dolarlık bütçesiyle- birçok etkinlik düzenlemiş ve ayrıca "Mandate for Leadership" adıyla bir kitap serisi oluşturmuştur. Bu seri kapsamında yayınlanan eserlerden özellikle Mandate for Leadership: The Conservative Promise isimli çok yazarlı kitap basın-yayın organlarında dikkat çekmiş ve bu eserde işlenen fikir ve projelerin Trump'ın yeni dönemdeki politikalarına yön vereceği iddia edilmiştir. Trump ise, projeyle bir alakasının olmadığını ve projede öne sürülen bazı fikirlere karşı olduğunu sosyal medya hesaplarından açıklamasına karşın, projede yer alan Paul Dans ve Russell Vought gibi isimlerin birinci Trump döneminde önemli pozisyonlarda bulunmaları, projenin "Trump dostu" bir yaklaşımı olduğunu göstermektedir. Proje web sitesinde, Kevin Roberts dışında yönetici olarak Spencer Chretien ve Troup Hemenway gibi isimler de yer almaktadır.

Project 2025'in Temel Hedefleri Nelerdir?

Heritage'ın web sitesinden bakıldığında, projenin temel hedefleri şöyle belirtilmektedir:

  • Sağ siyasete daha dostane yaklaşan bir Beyaz Saray çizgisinin oluşturulması,
  • Bu çizginin oluşturulması için 350 kadar önde gelen muhafazakâr düşünürün katılımıyla Mandate for Leadership eserinin ortaya konması,
  • ABD'de siyaset sınıfının sonraki muhafazakâr hükümete hazırlanması gibi, muhafazakâr siyasetin de siyaset sınıfına hazırlanmasının sağlanması ve bu doğrultuda "Conservative LinkedIn" ve "Presidential Administration Academy" gibi projelerle önemli bir veri tabanı ve insan kaynağı havuzu oluşturularak, yeni dönemde yapılacak atamalara ve devlet bürokrasisinin yeniden oluşturulmasına dair hazırlıklara başlanması.

'Project 2025: The Conservative Promise' Kitabından Bazı Önemli Bilgiler

Paul Dans ve Steven Groves tarafından editörlüğü yapılan ve Önsöz kısmını Kevin Roberts'ın yazdığı Project 2025: The Conservative Promise (2025 Projesi: Muhafazakâr Vaat) adlı eser, 5 bölümden oluşan yaklaşık 900 sayfalık kapsamlı bir kitaptır. Kitabın "Taking the Reins of Government" başlıklı birinci bölümü, daha çok yeni dönemde Beyaz Saray bürokrasisinin nasıl yapılandırılacağına dair bilgiler içermekte olup, toplam 3 farklı makaleye yer vermektedir. "The Common Defense" başlıklı ikinci bölüm, yeni dönemde ABD Savunma Bakanlığı-Pentagon'un ve diğer kritik güvenlik birimlerinin nasıl yeniden yapılandırılacağına dair çeşitli proje ve fikirler içeren 6 farklı makaleden oluşmaktadır. "The General Welfare" başlıklı üçüncü bölümde, 11 farklı makale ile ABD'deki önemli Bakanlıkların yeni dönemde nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda fikirler yer almaktadır. "The Economy" başlıklı dördüncü bölümde, 6 özgün makale ile ABD ekonomisinin yeni dönemde nasıl yönetilmesi gerektiğine dair fikir ve projeler tartışılmaktadır. "Independent Regulatory Agencies" başlıklı beşinci ve son bölümde ise, 4 özgün makale ile farklı bazı bağımsız düzenleyici birimlerin yeni dönemde nasıl oluşturulacağı/reforme edileceği açıklanmaktadır.

Project 2025'in Tartışma Yaratan Unsurları

Heritage imzalı Project 2025 vizyonunun tartışma yaratan ve özellikle sol-liberal çevrelerde endişelere neden olan bazı unsurları bulunmaktadır. Bunlar, şu şekilde kategorize edilebilir:

  • İlk ve önemli tartışma yaratan konu, projede ABD Adalet Bakanlığı başta olmak güçler ayrılığı açısından kritik devlet kurumlarının "üniter yürütme teorisi" (unitary executive theory) ilkesi doğrultusunda ABD Başkanlığı kontrolüne alınmak istenmesidir. Bu durumda, ABD Başkanı'nın yapacağı atamalarla yeniden yapılandırılacak olan bürokratik kurumların siyasileşmesi riski gündeme gelmekte ve bunun demokrasiye aykırı olabileceğinden endişe edilmektedir.
  • İkinci tartışma yaratan husus, daha özgür ve aykırı yaşam biçimlerinin de yaygın olarak görüldüğü ABD'de, Project 2025 vizyonunda aile ve Judeo-Hıristiyan değerlere vurgu yapılmasıdır. Projenin amaçları arasında, Amerikan tarzı yaşamda ailenin temel değer olduğu vurgulanmaktadır (Restore the family as the centerpiece of American life and protect our children, sayfa 3).
  • Projede yer alan ve bazı kesimlerce tepki çeken üçüncü önemli konu, ABD'nin kendisi tarihsel olarak neredeyse tamamen dış göçlerle oluşmuş bir ülke olmasına karşın, kayıt dışı göçü büyük bir sorun olarak gören muhafazakâr Amerikalı seçmenden daha yoğun destek sağlamak amacıyla, göçle mücadele konusunda ABD Ulusal Güvenlik Bakanlığı'nın feshi ve göçle mücadelede farklı birimlerin katılımıyla daha sert ve ortak yeni bir politikanın belirlenmesi düşüncesidir. Nitekim Cumhuriyetçi Parti'den önemli bazı isimler de, ABD tarihinin en büyük "deportation" (tehcir) programını uygulamaya sokmaktan söz ederek, bu konudaki endişeleri doğrulamaktadırlar.
  • Dördüncü önemli bir konu ise kürtaj hakkındadır. Her ne kadar projede federal düzeyde kürtajı yasaklayan bir öneri bulunmasa da, bu konuda, proje, İncil'e dayalı (biblically based) daha muhafazakâr ve Sağlık Bakanlığı destekli katı bir politikayı tavsiye etmektedir.
  • Beşinci ve bir diğer önemli husus, yenilenebilir enerji olgusuna karşı çıkılmamakla birlikte, petrol ve doğalgazın daha yoğun kullanımı ve yenilenebilir enerji araştırmaları konusundaki fonların kesilmesinin vurgulanmasıdır.

Project 2025'in Yorumlanması

Elbette, "2025 Projesi", seçilirse Başkan Trump'ın birebir uygulayacağı bir yol haritası değilse de, burada yer alan ve tartışma yaratan bazı fikirlerin olası Trump Başkanlığında nelere yol açabileceğine dair öngörülerde bulunmak gerekmektedir. Bu bağlamda, Trump'ın, seçilmesi halinde yeni dönemde izolasyonist bir mantıkla ABD'nin küresel jandarmalık rolünden ayrılarak, yeni oluşan çok kutuplu düzene uygun şekilde diğer 200 kadar devlet gibi normal bir devlet haline gelmesi ve daha çok kendi ulusal çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışması hususunda ülkesinde büyük bir değişime giderek, güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere bürokrasiyi baştan şekillendirmek isteyeceği düşünülebilir. Bu vizyonun uzun vadeli bir programı gerektirmesi nedeniyle, Trump'tan sonra Başkan Yardımcısı adayı J. D. Vance veya başka bir ismin de bu programı uygulamaya devam etmesi ve bu proje kapsamında Cumhuriyetçilerin 12 yıllık kesintisiz bir iktidarı hedefleri de vurgulanabilir. Bir diğer husus, ABD'nin Trump'ın Başkanlığında bir marjinallikler ülkesi olmaktan çıkarılarak, yeniden koyu Hıristiyan ve muhafazakâr değerlere dönmesinin istendiği ve özellikle aile kurumunun korunarak, yeni nesillerin sağlıklı gelişiminin hedeflendiği vurgulanabilir. Keza kürtaj konusunda da, yine daha ahlakçı ve kısıtlayıcı Hıristiyan yaklaşımının benimsendiği söylenebilir. Benzer şekilde, ABD'nin organik yapısının korunması adına kayıt dışı veya yasa dışı göçe engel olunması ve büyük bir tehcir programıyla ABD'deki kaçak göçmenlerin sınır dışı edilmesinin hedeflendiği de vurgulanabilir.

Elbette popülist bir siyasetçi olan Donald Trump ve iktidara ulaşmayı hedefleyen köklü bir siyasi parti olan Cumhuriyetçi Parti için bunlar iktidara ulaşmak için ABD'deki statükodan rahatsız olan kesimlerin desteğini sağlamak bağlamında seçim öncesinde ve özellikle kampanya döneminde faydalı unsurlar olarak görülse de, kuşkusuz, hem siyasetçilerin iktidara gelmeleri durumunda tüm ülkeyi gözeterek hareket etmek zorunda kalmaları, hem de benzer şekilde seçilmiş siyasetçilerin mevcut uluslararası dengelere göre ve ülkelerinin önceden verdikleri sözlere -ahde vefa gereği olarak- hareket etmeleri nedeniyle, bu vaatlerin ne kadarının ve ne zaman yapılabileceği konusunda kesin konuşmak gerçekçi olmayabilir. Lakin Cumhuriyetçilerin 2024 seçimlerine büyük bir fırsat ve tarihi bir seçim olarak yaklaştıkları ve Trump'ın seçilmesi için her türlü kozu oynayacakları kesin gibidir. 

Sonuç

Sonuç olarak, 2025 Projesi, ABD'deki muhafazakâr sağın izolasyonist eğilimlerinin Ukrayna'da yaşanan başarısızlık tablosu ve artan ekonomik sorunlar nedeniyle yükseldiği bir ortamda üretilmiş ve ABD'ye daha çok iç meselelerine odaklanmayı öneren farklı bir vizyon olsa da, ABD'nin muazzam askeri ve ekonomik gücü nedeniyle hiçbir zaman sıradan ve normal bir devlet olamayacağını bilmek gerekir. Bu anlamda, ABD, diğer büyük güçlerle uyumlu ve kendi öncelikli çıkar alanlarını koruyacak yeni siyasasını Trump döneminde belirleyerek, İsrail'in güvenliği, küresel ekonominin canlılığını koruması ve Amerikan vatandaşlarının korunması gibi ilkeler doğrultusunda hareket etmeye devam edecektir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ