2 Ekim 2017 Pazartesi

Avustralya Eski Başbakanı Kevin Rudd’a Göre ABD-Çin Rekabeti


1957 doğumlu Avustralya eski Başbakanı Kevin Rudd[1], 2007-2010 ve 2013 yılı içerisinde iki dönem Avustralya Başbakanı olarak görev yapmış tanınmış bir siyasetçidir. Rudd, ülkesinde uzun süre Avustralya İşçi Partisi’nin Genel Başkanlığı görevini yürütmüş ve özgürlükçü fikirleri ve entelektüel kişiliğiyle ülkesinde ve dünyada önemli ve olumlu izler bırakmıştır. Rudd’ın bilgi sahibi olduğu bir konu da Çin Halk Cumhuriyeti’dir. Rudd, bu ülkenin son yıllardaki ihtişamlı yükselişi ve ABD ile rekabeti hakkında 2015 yılında TED Talks kapsamında son derece ilginç bir konuşma yapmıştır. Bu yazıda, bu önemli konuşma özetlenecektir. Bu noktada şunu da vurgulamak gerekir; Martin Jacques’ın da daha önce dikkat çeken bir konuşmasında belirttiği üzere[2], dünyada ekonomik ve siyasi anlamda Çin Halk Cumhuriyeti’nin yörüngesine giren ilk Batılı ülke Avustralya’dır. Dolayısıyla, Avustralya’nın deneyimlerinden istifade etmek, Çin’in süper güce dönüştüğü bir dünyanın nasıl olabileceği konusunda bizlere fikir verebilir. Bu nedenle, Avustralya’nın en önemli siyaset adamlarından biri olan Rudd’ın bu konuşmasını dikkatle dinlemek gerekir.

Yazıya kaynaklık eden konuşma

Konuşmasına ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki rekabetin yalnızca bu iki ülkeyi değil, tüm dünyayı etkileyeceğini vurgulayarak başlayan Rudd, daha sonra Napolyon Bonapart’ın ünlü “Çin uyuyan bir aslandır, uyanırsa tüm dünya sarsılır” sözünü hatırlatmakta ve bu ülkenin dünya siyasetinde giderek artan önemine dikkat çekmektedir. Bu sözün doğru olduğunu belirten Rudd, Çin’in son yıllarda yalnızca uyanmadığını ve adeta şaha kalktığını iddia etmekte ve bu bağlamda dünya siyasetindeki temel meselenin artık ABD’nin bu sürece nasıl karşılık vereceği olduğunu söylemektedir. Çin’in önümüzdeki on yılda her türlü ekonomik veride dünyanın bir numarası olacağını söyleyen ve Pekin’in daha şimdiden birçok konuda bir numara olduğunu vurgulayan Kevin Rudd, bu durumun tarihi bir kırılma olduğunu zira İngiliz Kralı III. George ya da George William Frederick’ten beri ilk kez ana dili İngilizce olmayan, Batılı olmayan ve liberal demokratik değerleri benimsemeyen bir ülkenin dünyanın en büyük ekonomik gücü olacağını belirtmektedir. Bunun 21. yüzyılın ilk yarısında büyük bir değişime yol açacağını ve hepimizin alışkanlıklarını ve hayatlarını etkileyeceğini iddia eden Rudd, ancak bu mega dönüşümün mega bir meydan okumayı da beraberinde getireceğini ve ABD ile Çin’in bu süreci nasıl yöneteceklerinin tüm dünya için çok kritik bir konu olduğunu vurgulamaktadır.

Konuşmasının ilerleyen bölümünde, 1971 yılında Çin’in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne Tayvan’ın yerine üye yapılmasının ardından küçük yaşta annesinin tavsiyesiyle Çince öğrenmeye başladığını anlatan Rudd, annesinin tavsiyesinin haklı çıktığını ve geçen yıllar içerisinde Çin ve Çince’nin çok daha önemli hale geldiğini vurgulamaktadır. Daha sonra "Thucydides Tuzağı" kavramını açıklayan ve Sun Tzu’dan bir alıntı yapan Rudd, Amerikalı akademisyen Graham Allison’ın yükselen güçler ve yerleşik güçler üzerindeki ilişki biçimlerini incelediği çalışmasını[3] hatırlatmakta ve Pekin ile Washington’ı önümüzdeki yıllarda dünya siyasetinin geleceği belirlemek konusunda zorlu pazarlıkların beklediğini anlatmaktadır. Günümüzde ekonomik küreselleşmenin yaygınlaşmasının bizi fazla umutlandırmaması gerektiğini de belirten konuşmacı, Birinci Dünya Savaşı öncesinde de dünya ekonomilerinin birbirlerine fazlasıyla entegre olduğunu ama bu durumun büyük savaşın çıkmasını engelleyemediğini anımsatmaktadır.

Bu bölümün ardından Çin’in ABD’yi ve genel olarak Batı dünyasını nasıl algıladığını açıklamaya başlayan Kevin Rudd, Çinlilerin 1839-1860 Afyon Savaşları’nın ardından yüz yıl boyunca Batılılar tarafından aşağılandıklarını düşündüklerini belirtmekte ve bu duruma dair bazı somut örnekler de sunmaktadır. Bunun dışında, Çinlilerin Batılı ülkelerden çok farklı olan siyasal sistemlerinin Batı’da kabul görmediğini düşündüklerini de belirten Rudd, Çin Halk Cumhuriyeti siyasal seçkinlerinin son dönemde ABD ve müttefikleri tarafından jeopolitik olarak kuşatıldıkları düşüncesine kapılmaya başladıklarının da altını çizmektedir. Batılı entelektüellerin kendilerinden farklı olan devletleri eleştirmekte çok kolaycı ve ukala davranabildiklerini kabul eden Rudd, bu anlamda Çin’i eleştirmeden önce kendi toplumlarını ve sistemlerini de eleştirel bir gözle inceleyebilmeleri gerektiğini belirtmektedir.

Daha sonra ABD’nin Çin’in hızlı yükselişi karşısındaki tavrını yorumlamaya başlayan Avustralya eski Başbakanı, Washington’ın Çin’le ilişkiler konusunda sadece olumlu adımlarını (Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edilmesi) öne çıkardığını ve Çin’e yakın bölgelerdeki artan askeri varlığını çevreleme politikası (containment policy) olarak değerlendirmediğini vurgulamaktadır. Benzer şekilde, ABD’de Çin’le ilgili olarak neredeyse tamamen siber saldırılar, telif hakları ihlalleri ve Çin siyasal sisteminin demokrasi, insan hakları ve hukuk devletinden uzak olması gibi konuların konuşulduğunu belirten Rudd, bu tip yaklaşımlarla devam edilmesi durumunda ABD ile Çin’in barışçıl bir gelecek ve dünya yaratmalarının zor olabileceğine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda, “constructive realism” (yapıcı gerçekçilik) adını verdiği yeni bir tür yaklaşımla, Washington ile Pekin’in sorunlu oldukları alanlarda gerçekçi bir algı temelinde savaşı engelleyen ve diplomasiyi önceleyen bir yaklaşım geliştirmelerini tavsiye eden Rudd, ayrıca bölgesel politikalara dair kurumsal yapılar oluşturulmasını ve yapıcı yaklaşımlarla dünya siyasetine bu iki güçlü ülke tarafından pozitif anlamda yön verilmesini savunmaktadır. İklim değişikliği gibi konularda bu iki ülkenin birlikte dünyaya büyük katkılar sunabileceğini düşünen Rudd, bunun içinse her iki tarafta da siyasi iradenin olması gerektiğine dikkat çekmektedir.

Konuşmasının son bölümünde, bunların daha çok aklıyla ulaştığı düşünceler olduğunu, ancak siyasette kalpleri kazanmanın da çok önemli olduğunu belirten Rudd, Başbakanlığı döneminde Avustralya Parlamentosu’nda Aborijinlerden geçmişte yaşananlar nedeniyle özür dilendiğini hatırlatmakta ve bu sayede tüm sorunlarını çözemeseler bile beyazlar ile Aborijinler arasında sağlıklı bir diyalog zemini başlatabildiklerini vurgulamaktadır. Bunun ABD-Çin ilişkilerine de örnek teşkil edebileceğini söyleyen Rudd, Amerikan Rüyası veya Çin Rüyası yerine İnsanlık Rüyası şeklinde hayaller kurmanın dünyayı daha iyi bir yer yapabileceğini belirtmektedir. Rudd, konuşmasını bu sözlerle ve alkışlarla sonlandırmaktadır.

Konuşmanın bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, Rudd’ın gerçekten etkileyici ve önemli bir konuşma yaptığı ve olaya soğukkanlı bir analistten ziyade, barışsever bir siyasetçi gibi yaklaştığı görülmektedir. Bu yaklaşım, büyük bir savaş tehlikesi karşısında hakikaten de ihtiyacımız olan doğru vizyon olabilir…


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok: