Nişantaşı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü başkanı Doç. Dr. Kutay Karaca[1], yıllardır Çin Halk Cumhuriyeti üzerine akademik çalışmalar yapan ve bu ülkede uzun süre kalmış bir Türk sosyal bilimcidir. Karaca’nın dünya siyaseti ve özellikle Çin’le ilgili önemli eserleri bulunmaktadır.[2] Bu eserlerden birisi de, tam ismi Güç Olma Stratejisi Çin (Soğuk Savaş Sonrası Türkiye-Çin İlişkileri)[3] olan 2008 yılı IQ Kültür Sanat Yayıncılık basımı olan kitaptır. Eser, Soğuk Savaş sonrasında Çin Halk Cumhuriyeti’nin değişen dış politikasına ve Çin’in Türkiye ile olan ilişkilerine yer veren akademik bir çalışmadır. Bu yazıda, bu kitaptan önemli bölümler özetlenecektir.
Güç Olma Stratejisi Çin
Askeri Güç
4 bölümden oluşan ve tam 336 sayfalık kitabın ilk bölümünün ismi “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Küresel Güç Olma Stratejisi” şeklindedir. Bu bölümün başında “güç” kavramı açıklanmakta ve İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş sonrasında oluşan dünya düzeninin yapısı (tek kutupluluk vs. çok kutupluluk tartışmaları) Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski ve Joseph Nye gibi düşünürlerin fikirleri doğrultusunda tartışılmaktadır. Yazar Kutay Karaca, daha sonra Nicholas J. Spykman’ın deniz ve kara gücü teorilerini Amerika’nın Asya politikalarına uyarlamakta ve Mao Zedong önderliğindeki komünistlerin Çin’de gerçekleştirdikleri devrimin ABD’nin “kenar kuşak” teorisinin gerçekleşmesine engel olduğunu belirtmektedir. ABD, Çin’de milliyetçilere destek vermesine rağmen Mao’nun zaferine engel olamamış ve daha sonra Çin’i kontrol altına almak için yaptığı hamlelerde de (Kore ve Vietnam savaşları) başarıya ulaşamamıştır. Ancak 1970’lerden itibaren ABD’nin Çin’e bakışı değişmeye başlamış ve sonuçta Çin, Tayvan yerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne dâhil edilmiştir. Çin’in devasa bir pazar haline gelmesi ve 1990’lardan itibaren ortalama % 8 büyüyerek dünyanın en önemli ekonomilerinden biri olması da ABD ve Batı ülkelerinin bu ülkeye bakış açılarının değişmesinde etkili olmuştur. Lakin ekonomik gelişim Çin’in gücünü ve özgüvenini de arttırmış ve bu ülkeyi dünya siyasetinde daha etkili bir aktör haline getirmiştir.
Çinli yetkililer, ülkelerinin ekonomik gelişiminin hiçbir ülkeye veya gruba tehdit olmadığı konusunu yıllardır sürekli olarak tekrarlamaktadırlar. Ancak Karaca’ya göre, Çinli yetkililer mütevazı bir tutumla dünya liderliği hedeflerinin olmadığını söyleseler de, aslında son yıllarda gayet iddialı ve dünya liderliğini hedefleyen adımlar atmaktadırlar. Çin Halk Cumhuriyeti için güç, öncelikle askeri bir kavramdır. Pekin’e göre, güçlü bir devletin temeli caydırıcı bir ordudur. Çin Halk Kurtuluş Ordusu (PLO), ülkenin ulusal birliği ve ulusal gelişimi hedefleyen ve ayrılıkçılık (Tayvan meselesi vs.), terörizm ve aşırılıklarla mücadele etmeyi kendisine ilke edinmiş güçlü bir ordudur. Çin’in ekonomik gelişimine paralel olarak, bu ülkenin askeri gücü de son yıllarda hızla artmakta ve Çin Ordusu bir askeri modernizasyon sürecinden geçmektedir. Bu doğrultuda, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin orduya uyarlanması, devletin en temel amaçlarından birisidir. Özellikle son yıllarda hızlı saldırı ve özel operasyonlar gerçekleştirebilecek Amerikan Ordusu’na benzer bir silahlı kuvvetler yaratma girişimi dikkat çekmektedir. Hava savunması konusunda da atağa kalkan Pekin, Rusya’dan SU-30 savaş uçakları satın almakta ve kendi F-10’larının sayısını hızla arttırmaktadır. Ayrıca Pakistan’la birlikte JF-17 bombardıman uçakları da üretilmektedir. Çin Halk Kurtuluş Ordusu, son yıllarda Tayvan, Güney Çin Denizi ve Kore yarımadasından gelebilecek tehlikelere karşı kendisini hazırlamaktadır. Ayrıca Çin, nükleer anlamda da ABD ve Rusya Federasyonu’ndan sonra dünyadaki en önemli askeri güçtür. Çinli General Zhu Chenghu, 2005 Temmuz’unda yaptığı bir açıklamada, ülkesinin Tayvan Sorunu nedeniyle bir ABD saldırısına maruz kalması durumunda çekinmeden nükleer silah kullanacağını söylemiştir. Bu görüşler sonradan General Chenghu’nun kişisel görüşleri olarak Çinli yetkililer tarafından tekzip edilse de, bu duruş, Çin’in Tayvan konusundaki hassasiyetini göstermektedir. Ayrıca olası bir savaşta konvansiyel silahlarla ABD ile rekabet etmesi mümkün olmayan Çin, nükleer silah tercihine stratejik açıdan rahatlıkla yönelebilir. Çin’in, 2007’den beri uzaya gönderdiği hava uydusunu da (anti-satellite test projesi) askeri amaçlarla kullanabileceği ifade edilmektedir. Bugüne kadar Çin dış politikada saldırganlık alameti gösteren bir ülke olmasa da, bu ülkenin artan gücü ve özgüveninin doğal bir sonucu olarak Tayvan ve Güney Çin Denizi (Senkaku/Diaoyu Adaları) gibi konularda ilerleyen yıllarda daha sert tavırlar alabileceğinden endişe edilmektedir.
Çin’in Jiang Zemin ve diğer önemli yöneticileri tarafından geliştirilen yeni güvenlik teorisi 3 aşamadan oluşmaktadır. İlk olarak, Pekin, güvenliği artık sadece askeri bir mesele olarak ele almamaktadır. Elbette temelde güvenlik, askeri güvenlikle ilgilidir. Ancak deniz korsanlığı, çevresel sorunlar (erozyon vs.), ilaç kaçakçılığı ve AİDS gibi hastalıklar da Çin devleti için artık bir güvenlik sorunudur. İkinci olarak, Çin, günümüzde Soğuk Savaş dönemindeki gibi sıfır toplamlı oyuna dayalı bir güvenlik algısına sahip değildir. Bu nedenle, güvenlik meselelerinde en ciddi rakipleriyle bile işbirliği ve karşılıklı güvene dayalı ilişkiler kurmak istemekte ve kazan-kazan anlayışına uygun hareket etmektedir. Üçüncü olarak, Çin, ulusal güvenliğini küresel güvenlik konseptine uygun bir şekilde algılamakta ve dünyanın her coğrafyasında istikrar ve güvenliği destekleyen politikalar üretmektedir. Zira Pekin’e göre, küresel güvenliğin anahtarı ulusal güvenlik sistemlerinin iyi işlemesidir.
Doç. Dr. Kutay Karaca’ya göre, Çin’in konvansiyel askeri gücünü değerlendirirken iki önemli hususa odaklanılmalıdır. Bunlardan ilki, Çin’in devasa nüfusunun etkisiyle diğer ülkelerden kat ve kat fazla olan insan gücüdür. Çin Halk Kurtuluş Ordusu, kitap yazıldığı dönemde 12 milyona yakın olan askeri personeliyle, diğer ülkelerden hatta ABD’den bile kat ve kat (yaklaşık 630.000 personel) çok daha büyüktür. İkinci olarak, Çin Ordusu, her ne kadar teknoloji anlamında ABD ve Rusya gibi ülkelerden geride olsa da, sürekli askeri modernizasyon hedefleyen ve bunu gerçekleştiren bir ordudur. Bunun sebebi ise Çinlilerin tarihten ders almalarıdır. Geçmişte Batı ülkeleri ve Japonya karşısında askeri açıdan ağır yenilgiler alan Çin, bunun temel sebebinin teknoloji eksikliği olduğu inancındadır. Bu nedenle, günümüzde teknolojik olarak büyük güçlerle rekabet edebilecek bir düzeye ulaşmak istemektedir. Çin, silahlı kuvvetlerini modernize etmek için 3 aşamalı bir strateji uygulamaktadır. İlk aşama, 2010 yılına kadar bir temel oluşturmaktır. İkinci aşama, 2020 yılına kadar büyük bir gelişme kaydetmektir. Üçüncü ve son aşama ise, 2020 sonrasında kademeli olarak dünyanın en teknolojik ordusuna sahip olmaktır. Ayrıca teknolojiye yapılan yatırım dışında, Çin Halk Kurtuluş Ordusu, personel anlamında küçülmektedir. Örneğin, Deng Xiaoping (Deng Şiaoping) döneminde ordu personeli % 25 oranında azaltılmıştır. Bu trend, şimdilerde Xi Jinping (Şi Cinping) yönetiminde de devam etmektedir. Ancak bu durum, Çin’in askeri açıdan zayıfladığı anlamına gelmemektedir. Ayrıca Çin’in askeri harcamaları konusu da tartışmalara açıktır. Mesela, 2006 yılı için Pekin’in açıkladığı resmi askeri harcama rakamı 35,3 milyar dolar olsa da, ABD Savunma Bakanlığı bu rakamın 105 milyar dolar olduğunu iddia etmektedir. 2007 yılı içinse bu rakam resmi olarak 45 milyar dolar, ABD’ye göre ise 125 milyar dolardır. Çin’in askeri harcamaları, son yıllarda toplam bütçede hep iki rakamlı (% 10 ve üzeri) olagelmiştir. Tüm bu çabalara karşın, araştırmacıya göre Çin’in askeri gücü ABD ve Rusya’dan hala daha geridedir.
Çin’in küresel güç olma stratejisinde askeri güç kadar önemli bir diğer unsur da ekonomik güçtür. Ekonomik güç, Çin’i bugünkü iddialı konumuna getiren en önemli etkendir. Çin, 1978’de iktidara gelen Deng Şiaoping’in “siyah ve beyaz kedi” stratejisi doğrultusunda son 20 yılda çok önemli bir ekonomik güç haline gelmeyi başarmıştır. Bu stratejiye göre, bir kedi fareyi yakalayabildiği sürece siyah veya beyaz olması fark etmez, iyi kedidir. Ayrıca, Çinlilere göre artık zengin olmak ayıp değil, imrenilecek bir şeydir. Çin Komünist Partisi’nin 14. Ulusal Kongresi’nde, ülkenin ekonomik sistemi “sosyalist piyasa ekonomisi” veya “sosyal piyasa ekonomisi” olarak lanse edilmiştir. Ancak adında sosyalist olsa da, bu sistemin Amerikan kapitalizminden çok da farklı olmadığı görülmektedir. Aslında Çin, sosyalist düzeni piyasa ekonomisini kurmak için kullanmakta ve son dönemde özelleştirmelerle sanayide yeniden yapılanmaya gitmektedir. Bu doğrultuda, 1998 yılında başlatılan idari reform sürecinde Bakanlık sayısı 40’tan 28’e düşürülmüş ve 8 Bakanlık ekonomiye ayrılmıştır. 1998 yılının Mart ayında toplanan Halk Kongresi’nde 118.000 devlet işletmesi için üç strateji benimsenmiştir. İlk olarak, en önemli ve stratejik öneme sahip 880 şirketin devlette kalması veya çoğunluk hisselerinin devlet elinde bulundurulması uygun görülmüştür. İkinci olarak, stratejik öneme sahip olmayan büyük ve orta boy işletmelerin birleştirilmeleri ve limited şirkete dönüştürülmeleri planlanmıştır. Üçüncü olarak ise, kalan tüm diğer şirketlerin özelleştirilmesi planlanmıştır. Bu strateji hızlı bir şekilde uygulamaya sokulmuş ve 1978’de devletin ekonomide % 78 olan toplam payı, 2006’da % 26’ya kadar düşmüştür. Bu stratejiyi desteklemek için yeni ticari banka yasası, mülkiyeti koruma yasasında değişiklikler ve KOBİ’lerin birleştirilmesi için % 23 vergi affı uygulaması gibi destekler de sağlanmıştır. Dolayısıyla, Pekin, son yıllarda Sovyet modeli ekonomisini Amerikan modeli bir ekonomiye dönüştürmeyi amaçlamış ve bu yolda hızlı ve emin adımlar atmıştır. Çin ekonomisi, 2002’den 2007’ye kadar % 10’un üzerinde büyümeyi başarmıştır. 1990’lardan beri ortalama büyüme rakamı ise % 7-8 dolaylarındadır. Bunlar, müthiş önemli ve başarılı istatistiklerdir. Böyle devam edilmesi halinde, 2020’li yıllarda Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi olması beklenmektedir. Ayrıca Çin’in döviz rezervlerinde de büyük bir artış söz konusudur. 1997 Asya ekonomik krizi, Çin’in konumunu daha da güçlendirmiştir. Çin, tüm baskılara rağmen bu dönemde parasını devalüe etmemiş ve diğer ülkelere yaptığı ekonomik yardımlarla siyasi açıdan da saygın bir konum kazanmayı başarmıştır. Bu kriz sonrasında, Çin, ekonomik olarak Japonya’yı dengelemiş ve hatta geçmiştir. Kişi başına düşen gayrisafi milli hâsıla konusunda Çin’in çok alt sıralarda yer alması ise devasa nüfusu nedeniyle şaşırtıcı değildir. Ayrıca yaşamsal metaların fiyatlarının Çin’de çok düşük olması sebebiyle, bu durum halk açısından sanıldığı kadar olumsuz koşullara da neden olmamaktadır. Ayrıca Çin’de işgücünün çok ucuz olmasının ekonomiye olumlu katkıları olmakta ve yabancı sermayenin bu ülkeye akmasında kritik rolü bulunmaktadır. Çin’de bir işçinin günlük maliyeti 0,6 dolarken, bu rakam Türkiye’de 4 dolar, AB ülkelerinde ise 7 dolar civarındadır. Çin’in ekonomik büyümesinde en önemli faktör ise dış ticarettir. Dış ticarette, Çin, daima ihracat fazlası vermektedir. 1978’den sonra başlarda sadece devlet kuruluşları dış ticareti yönlendirirken, artık bu işi tamamen özel şirketler yapmaktadır. 2005 yılı verilerine göre, Çin ihracatının dörtte biri ABD’ye yapılmıştır. İthalatta ilk sırayı Japonya alırken, Güney Kore ve Tayvan ikinci ve üçüncü sıradadırlar. Dış ticaret verileri açısından en dikkat çekici husus, özellikle ithalat yapılan ülkelerin ağırlıkla Asya ülkeleri olmasıdır. “Yumuşak güç” stratejisine uygun olarak, Pekin, bölge ülkelerini ekonomik olarak kendisine bağlamak ve bu şekilde gücünü hissettirmek istemektedir.
Çin’in en güçlü olduğu konu ekonomi olsa da, bu ülkenin halen ekonomide bazı sorunları da bulunmaktadır. Ancak Çin’in göz alıcı ekonomik performansı yakından incelendiğinde, yabancı yatırımlara dayalı bir ekonominin dış ticarette bağımlı bir ekonomi yarattığı ve dışa bağımlılığın zaman içerisinde siyasete de etkilerinin olabileceği görülmektedir. Tarih boyunca Çin’in en önemli sorunu olmuş işsizlik, bugün de ciddi bir potansiyel sorun kaynağıdır. Özellikle kırsal kesimlerde işsizlik şimdiden bir sorundur ve bazı bölgelerde % 20’leri bulabilmektedir. İşsizlik ve ekonomik sorunlar, Doğu Türkistan gibi bölgelerde kolaylıkla etnik gerginlikleri tetikleyebilmekte ve siyasi ve güvenlik sorunlarına da neden olabilmektedir. Bölgeler ve şehirler arası büyük ekonomik eşitsizlik de bir diğer önemli sorundur. Örneğin, Guizhou bölgesinde kişi başına düşen ortalama gelir 423 dolarken, Şanghay’da 4412, Pekin’de 3038 dolay düzeyindedir. Bir diğer önemli mesele, sanayinin gelişimi için petrole olan bağımlılıktır. Enerji açığı, daima Çin’i zorlayan bir faktör olacaktır. Ayrıca Çin’de halen yaygın olarak kullanılan kömür, ciddi çevre sorunlarına da neden olmaktadır. Çin’in sürekli artan enerji ihtiyacını karşılayabilmesi, ekonomik büyümesi ve küresel güç olabilmesi konusunda en stratejik hususlardan biri olacaktır.
Doç. Dr. Kutay Karaca
Kitabın ikinci bölümü “Çin Halk Cumhuriyeti Dış Politikasında Orta Doğu, Asya ve Bu Bölgelerde Yaşanan Güç Mücadelelerinde İzlediği Stratejiler” başlıklıdır. Bu bölümde öncelikle Çin dış politikası açıklanmaya çalışılmıştır. Yazara göre, Çin dış politikasının temelinde “toprak egemenliğine saygı” vardır. Bu doğrultuda, Tayvan’ın Çin Halk Cumhuriyeti’nin topraklarına dâhil olduğu görüşü, Çin dış politikasının ana ilkelerindendir. Diğer ana ilkeler ise; (1) bağımsızlık ve toprak bütünlüğü, (2) saldırmazlık, (3) diğer ülkelerin iç işlerine karışmamak, (4) eşit ve karşılıklı yarar prensibi çerçevesinde ilişkileri geliştirmek ve (5) barış içerisinde bir arada yaşamaktır. Tayvan Sorunu, Çin’in dış politikasını şekillendiren en önemli konu olmuş ve bu ülkeyi diğer ülkelerin toprak bütünlüğü konusunda ihtiyatlı davranmaya zorlamıştır. Ayrıca Çin, kendisi büyük bir ülke olmasına karşın, diğer ülkeleri büyük-küçük olarak değerlendirmemekte ve onlara eşit muamele yapmaktadır. Bu yaklaşım, Çin’e dünyada sempatiyle bakılmasına yol açmıştır. Uzun süre Birleşmiş Milletler (BM) dışında bir uluslararası kuruluşa üye olmayan Çin, 1970’lerde Tayvan’ın yerine BM Güvenlik Konseyi’ne dâhil edilmesinin ardından dış politikada hızla atak yapmaya başlamıştır. Bu doğrultuda, Çin, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) kurulmasına önderlik etmiş, ayrıca ÇHC-Afrika İşbirliği ve ÇHC-Orta Doğu Ülkeleri İşbirliği gibi platformları da yıllar içerisinde devreye sokmuştur. Çin dış politikasındaki temel hedefler şöyle sıralanabilir:
- İktisadi kalkınmayı ve siyasal istikrarı sürdürebilmek için dış politikada gerekli adımları atmak,
- Ticaretin geliştirilmesine uygun adımlar atmak,
- Asyalı komşulara Çin’in yükselişinden endişe etmemeleri konusunda güvence sağlamak,
- Tayvan’ı tecrit etmek ve bağımsızlığını engellemek,
- Askeri modernizasyonu gerçekleştirmek,
- ABD hegemonyasını önlemek için dünyada çok kutuplu bir düzeni teşvik etmek ve bu doğrultuda bölgesel işbirliği platformlarını desteklemek.
Çin’in adeta ikinci kurucusu olan Deng Şiaoping, ülkesinin takip edeceği dış siyaseti iki hedefe dayandırmıştır. Bunlardan ilki, “hegemonyacılığa ve güç siyasetine karşı çıkmak ve dünya barışını korumak”tır. Bu, açıkça ABD ve geçmişte Sovyetler Birliği gibi küresel lider olarak ortaya çıkan devletleri hedef alan bir yaklaşımdır. İkinci hedef ise, “yeni bir uluslararası iktisadi ve siyasi düzen kurmak”tır. Bu yaklaşım da, Batı dünyasının kontrolündeki ve ast-üst ilişkisine dayanan ekonomik düzeni hedef alan ve yeni bir ekonomik düzen öneren çizgidedir. Bu iki anlayışa 1995 yılından itibaren “enerjinin sorunsuz elde edilmesi” anlayışı da eklenmiştir.
Orta Doğu, dünyanın en önemli enerji merkezlerinden ve çatışma alanlarından birisidir. Çin Halk Cumhuriyeti, Orta Doğu siyasetinde uzun süre etkisiz kalmıştır. Bu ilk dönemde Orta Doğu ülkelerinin bağımsızlıklarına dışarıdan çok ciddi olmayan destek verilmekle yetinilmiştir. Ayrıca zaman içerisinde bu bölgede gelişen Batı karşıtı anti-emperyalist hareketlere daha yoğun destek verilmeye başlanmıştır. ABD’nin Irak Savaşı’ndaki tek yanlı tutumu, bölge ülkeleri nezdinde Rusya ve Çin gibi ülkeleri daha itibarlı konuma getirmiştir. Ancak Çin, bu bölgede halen sınırlı hedefler takip etmektedir. Daha çok bu bölgeye pragmatik bir şekilde yaklaşılmakta ve bölge ülkeleri ile ekonomik ilişkiler, özellikle enerji sektöründe geliştirilmeye çalışılmaktadır. Çin’in bu bölgede savunduğu Arap-İsrail barışı, terörle mücadele ve enerji güvenliği gibi ilkeler, ABD’nin bölgesel hedefleriyle de uyumludur. Çin, gelenekselleşen dış politikası gereği krizlerde taraf olmamaya ve her kesimle iyi geçinmeye çalışan bir devlettir. ÇHC-Afrika İşbirliği Forumu’nun başarısı üzerine, Çin, 2004 yılında ÇHC-Arap İşbirliği Forumu’nu kurmuştur. Çin’e bölge ülkelerinden yoğun ilgi gösteren bazı devletler de vardır. Örneğin, Suriye, bu konuda ilk akla gelen örnektir. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, 2004 yılında yaptığı Çin ziyaretinde bu ülkeyi “süper güç” olarak tanımlamış ve bu ülkenin Sovyetler Birliği’nin yerini aldığını vurgulamıştır. Ayrıca Çin, Orta Doğu ülkelerine silah satışları da gerçekleştirmek ve Tayvan’a silah satan ABD ve Batılı ülkelere bu şekilde cevap vermektedir. Ancak Çin’in bölgeye yönelik silah satışları, ABD, Rusya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelere kıyasla hala daha çok az durumdadır. Çin, bu bölgede ABD karşıtlığını da aynı Rusya gibi fırsata çeviren bir devlettir. ABD bu ülkedeki devletleri kendisine yabancılaştırdıkça, Çin, onlarla pragmatik temelde işbirlikleri tesis edebilmektedir. Bu noktada öne çıkan iki devlet ise Suudi Arabistan ve İran İslam Cumhuriyeti’dir.
Petrolü diğer ülkelerden daha ucuza satabilen Suudi Arabistan, Çin açısından son yıllarda önemli bir ülke haline gelmiştir. Nitekim Suudilerin Çin’e petrol ihracatı sürekli artmaktadır. Ayrıca Çin, Orta Doğu’daki ilk serbest ticaret bölgesini Cidde’de kurmuştur. Bu tarihten itibaren, Çin, Suudi Arabistan’ın 7. büyük ticari ortağı haline gelmiştir. Petrol ticareti dışında, silah ticareti de ikili ilişkilerde önemli bir konudur. Çin, 1980’lerden beri Suudi Arabistan’a birçok gelişmiş silah satmıştır. Çin’in Orta Doğu politikasında diğer önemli devlet ise İran’dır. İran, enerji kaynakları ve jeopolitik konumu nedeniyle Pekin açısından çok stratejik bir devlettir. Çin, petrol ithalatının % 17’sini İran’dan karşılamaktadır. Çin, Orta Doğu’da çatışmaları desteklemese de, ABD’nin körfezde bulunan donanması nedeniyle kendi enerji politikaların tehdit yaratabileceğini düşünmekte ve ABD politikalarını dengelemek için İran’ı yanına çekmeye çalışmaktadır. 1979 İslam Devrimi sonrasından ABD ve müttefikleri tarafından izole edilen İran için de, Rusya ve Çin dışında uygun büyük müttefik bulunmamaktadır. İran-Irak Savaşı’nda İran’a silah satışları yapan Çin, bu tarihten itibaren Tahran’a en çok silah satışları yapan ülke olmuştur. Ayrıca İran’ın nükleer programının gelişmesinde de Çin’in çok önemli katkıları olmuştur. Çin hükümeti, İran’a tıp sektörü ve nükleer fizik alanında yardım yaptığını inkâr etmemektedir. Ancak Pekin, ABD’nin baskısıyla, 1997 yılında İran’a nükleer malzeme göndermeyi bıraktığını açıklamıştır. Geleneksel bir ABD müttefiki olan Suudi Arabistan’ın aksine, İran, Çin’in bu bölgede müttefik olarak görebileceği tek devlet durumundadır. Bu nedenle, ABD’nin İran’a yönelik askeri politikalarına Pekin daima karşı çıkmaktadır. İran’a olası bir müdahale durumunda petrol fiyatlarının artacak olması da Çin açısından çok olumsuz bir faktördür.
Çin’in İsrail’le ilişkileri ve Filistin Sorunu’na bakışı da bu noktada yazarın tartışmaya açtığı önemli bir husustur. Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında Orta Doğu’da anti-emperyalist sol hareketlere destek veren Çin, bu nedenle İsrail’le yakın ilişkiler kuramamıştır. Hatta Süveyş Kanalı krizi sırasında, Pekin, İsrail’i emperyalist politikalara aracı olmakla suçlamış ve iki ülkenin ilişkileri ciddi anlamda zedelenmiştir. Bu dönemden sonra, Pekin, İsrail’in varlığını bile kabul etmemeye başlamıştır. İsrail-Filistin Sorunu’na bu yıllarda bölgesel içsel dinamiklerle çözülmesi gereken bir sorun olarak bakan ve ABD ile Sovyet Rusya’nın bölgeye yönelik politikalarını eleştiren Çin, 1990’lardan itibaren ise daha dengeli bir pozisyon almaya başlamıştır. Özellikle İsrail’in gelişmiş teknolojisinden faydalanma amacı ve bu ülkenin terörle mücadele konusundaki öncü konumu, Pekin’i bu yönde teşvik eden temel unsurlardır. Sonuçta, 1992 yılında düzenlenen Madrid Konferansı’nda Çin ile İsrail arasında diplomatik ilişkiler tesis edilmiştir. Hatta İsrail, 1994 yılında Çin’e “Harpy” adı verilen anti-radar sistemlerini satma kararı almıştır. ABD ve Tayvan’ı rahatsız eden bu yakınlaşma, 1997 yılında “Python-3” havadan havaya füze sisteminin satışıyla devam etmiştir. ABD’nin tepkisi nedeniyle, bu satış ancak 2000 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Ancak AWACS (Erken Uyarı Sistemi) satışı, ABD’nin büyük baskısı nedeniyle İsrail tarafından tamamen iptal edilmek zorunda kalmıştır. İsrail, bu iptal nedeniyle Çin’e 350 milyon dolar ödeme yapmak zorunda kalmış ve bu durumdan hiç hoşnut olmamıştır. ABD’nin tepkilerine rağmen, Çin-İsrail ilişkileri savunma sanayi alanında halen devam etmektedir. Bunun dışında, Çin’in Filistin Sorunu’na ilkesel bakışında uluslararası kural ve normlara uygunluk hususu ön plana çıkmaktadır. Buna göre, İsrail devletinin varlığı tanınmakta, ancak uluslararası kurumlara göre işgal altında görülen topraklardan İsrail’in çekilmesi talep edilmektedir. Lakin Çin’in bu konuda çok aktif bir politika izlediği ve arabulucu rolü oynamaya çalıştığı söylenemez. Ayrıca Çin, ABD ve İsrail’in çekincelerine rağmen Arap ülkeleriyle yapılan bir toplantıya Hamas üyesi Bakanı da (Mahmud Zahar) dâhil etmiştir. Ancak Çin, Filistin konusunda terörizmi kınamakta ve barışçıl çözüm yöntemlerini desteklediğini beyan etmektedir.
Son olarak, yazar, Çin’in Irak’la ilişkilerini mercek altına almaktadır. Çin, Saddam Hüseyin döneminde Irak’tan yoğun petrol alan bir ülke durumundaydı. Pekin, Irak siyasetini de genel ilkelerine uygun olarak sürdürmüştür. Örneğin, Körfez Savaşı öncesinde Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi eleştirilmiş ve kınanmış, ancak ABD’nin askeri müdahalesi de desteklenmemiş ve barışçıl çözüm önerileri sunulmuştur. Irak Savaşı sonrasında ise, Çin, Irak’ın Saddam döneminden kalma borçlarını silmiş ve Kürt Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile kurulan yakın ilişkilere rağmen, Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklemeye devam etmiştir. Çin’in bu politikası, elbette kendi içerisindeki Tayvan, Doğu Türkistan ve Tibet sorunlarıyla da yakından alakalıdır.
Çin’in Orta Asya politikalarında 3 temel hedef gözükmektedir; (1) bu coğrafyadaki etkin güçlerle mevcut siyasi ve güvenlik ilişkilerinde denge politikası yürüterek azami faydanın sağlanması, (2) Bağımsız Devletler Topluluğu, Şanghay İşbirliği Örgütü ve Orta Asya İşbirliği Örgütü gibi bölgesel örgütlenmeler vasıtasıyla karşılıklı bağımlılığın arttırılması ve (3) ülke içerisinde güvenlik politikalarının güçlendirilerek tehdit algılamalarına uygun mücadele tekniklerinin geliştirilmesidir. Ayrıca Çin, enerji ihtiyacının karşılanması konusunda da Orta Asya ülkelerine stratejik gözle bakmaktadır. Bu noktada, Çin, uluslararası enerji şirketleri arasındaki rekabet, boru hatlarının yapım süreci ve güzergâhları gibi kritik konularda kendi ulusal çıkarlarına göre pozisyon almaktadır. Orta Asya ülkelerinin halen Rusya’ya daha yakın olduklarını bilen Çin, bu nedenle bu ülkelerle daha çok ekonomik temelde ilişkiler geliştirmektedir. Nitekim 1991’den beri Çin’in bu coğrafyadaki ekonomik etkinliği istikrarlı bir şekilde artmaktadır. Pekin, ayrıca tarihi İpek Yolu’nun canlandırılmasına yönelik bir proje de geliştirmektedir. Kitap yazıldığı dönemde sadece kâğıt üzerinde olan bu proje, şimdilerde “Yeni İpek Yolu” adıyla uygulamaya geçirilmektedir. Bu proje, Çin’in Avrupa ve Batı ile ekonomik ilişkilerini istikrarlı hale getiren çok önemli bir girişim olabilir. Ayrıca Çin’in Orta Asya politikasında Doğu Türkistan’ı izole etmek düşüncesi de önemli bir konudur. Orta Asya’daki diğer Türk devletleri ile Uygurların yakın ilişkiler kurmalarını ve Türkiye’nin bu konuya müdahil olmasını engellemek, Çin açısından çok önemli amaçlardır. ŞİÖ girişimi de Çin’in bu bölgedeki hedefleri açısından son derece önemli bir girişimdir.
Çin, Orta Asya konusunda Rusya Federasyonu ile bugüne kadar çatışmadan açılımlar yapmayı başarabilmiştir. Ancak orta ve uzun vadede, Çin ile Rusya arasında da bir rekabet doğabilir. Zira Rusya, Vladimir Putin’in Başkan olmasından sonra bu bölgedeki en büyük ülke olduğunu diğer ülkelere hatırlatmak konusunda gayet istekli olmuş ve Avrasya Birliği gibi kuruluşlar sayesinde Sovyetler dönemine benzer şekilde bölgesel hegemonya tesis etme girişimlerine başlamıştır. Çin-Rusya arasındaki ekonomik ilişkiler, Putin sonrasında istikrarlı bir şekilde artmıştır. İki ülke, ABD hegemonyası ve tek kutuplu dünya düzenine karşı çıkma bağlamında bugüne kadar uyumlu bir ikili görüntüsü çizmeyi başarmışlardır. Sibirya’daki yeraltı kaynaklarının işletilmeye başlanması ve Çin’e satılması da ilerleyen yıllarda Rus-Çin ittifakını güçlendirebilir ve rekabetin dozunu azaltabilir.
Çin’in bu bölgedeki bir diğer önemli müttefiki Kazakistan’dır. Kazakistan, Türkmenistan’dan sonra bölgenin yeraltı kaynakları bakımından en zengin ikinci ülkesidir. Kazakistan, Çin’in enerji ihtiyacı açısından da çok önemli bir ülkedir. Bu nedenle, Pekin, 1997 yılında Kazak şirketi Aktobemunaygaz’ın % 60 hissesini satın almış ve Kazak petrolünü işletme hakkı kazanmıştır. 2006 yılından beri yeni inşa edilen boru hattı vasıtasıyla Kazakistan’dan Çin’e petrol pompalanmaktadır. Çin, Kazakistan’daki yatırımlarını da hızla arttırmaktadır. Özellikle bu ülkedeki uranyum kaynakları (dünya rezervlerinin % 20’sini oluşturmaktadır) Pekin için öncelikli bir meseledir. Kazakistan, bugün itibariyle Pekin’in Orta Asya’daki en büyük ticari partneridir. Gelecekte, bu ilişkiler daha da yoğunlaşabilir.
Çin’in Orta Asya’da Kırgızistan’la kurduğu ilişkiler de oldukça önemlidir. Diğer bölge ülkeleri gibi enerji zengini olmayan Kırgızistan, jeopolitik konumunu kullanmaya çalışan bir devlettir. Bu ülkede hem ABD, hem de Rus askeri üssü bulunmaktadır. Kırgızistan, dev komşusu Çin’in ekonomik ve demografik baskısı altındadır. Hatta son yıllarda, Çin, bu ülke ekonomisine hükmetmeye başlamıştır. İki ülke arasındaki ticaret hacmi hızla artmaktadır. Hatta Çin’in bu ülkeden bir askeri üs talep ettiği de yazılmıştır. Ayrıca Çin’in “insan ihracı” adı verilen işçi gönderme politikası, bu ülkede son dönemde çok etkili olmaya başlamış ve bazı tepkileri de beraberinde getirmiştir. Buna karşın, Kırgızistan’ın altyapı modernleşmesi açısından Çin yatırımları son derece önemli ve faydalıdır.
Türkmenistan, kurulduğu günden itibaren kendisine dış politikada “tarafsızlık” statüsü benimsemiştir. Bu nedenle, hiçbir uluslararası örgütte yer almamaktadır. Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminde siyasi istikrar ve kalkınma gibi hedefler belirleyen Türkmenistan, aynı zamanda önemli petrol, doğalgaz ve maden kaynaklarına sahiptir. Ayrıca Türkmenistan, Çin’in Tayvan konusunda takip ettiği “tek devlet, iki sistem” politikasına açık destek veren bir ülkedir. Bunlar dışında, Pekin, Türkmenistan’dan doğalgaz almaya da başlamıştır. Bu ilişkilerin ilerleyen yıllarda daha da gelişmesi beklenmektedir.
Orta Asya’nın en kalabalık ülkesi olan Özbekistan, petrol, doğalgaz ve altın gibi doğal kaynaklara da sahiptir. Petrol rezervleri ihracat açısından kısıtlı olmakla birlikte, doğalgaz kaynakları kayda değerdir. Bu gaz kaynakları, daha çok Kazakistan ve Ukrayna’ya satılmaktadır. Özbekistan, Çin açısından doğal kaynaklardan çok güvenlik açısından önemli bir devlettir. Çin, Özbekistan’daki radikal hareketlerin kendi ülkesine sıçramasından açıkça endişe etmektedir. İslamcı ve aşırı milliyetçi grupların Özbekistan ve Orta Asya’da güçlenmesi, Çin’in en büyük korkusudur. Bu durum, Çin’in iç politik istikrarını ve ekonomik gelişimini engelleyebilir. Bu nedenle, Pekin, Özbekistan’da siyasi istikrarı önceleyen bir siyaset gütmektedir.
3. Çin Halk Cumhuriyeti’nin İzlediği Politikaların Türkiye’ye Yansımaları
Kitabın üçüncü bölümüne yazar “Çin Halk Cumhuriyeti’nin İzlediği Politikaların Türkiye’ye Yansımaları” adını vermiştir. Çin ile Türkler arasındaki ilişkilerin tarihinin milattan öncesine kadar gittiği görülmektedir. Hunlar ve Göktürkler döneminde iki medeniyet arasında yakın ilişkiler kurulmuştur. Ancak ilişkiler hep dostane seyretmemiş ve Türk akıncılar nedeniyle Çinliler meşhur Çin Seddi’ni inşa etmek zorunda kalmışlardır. Modern dönemde ilişkiler ise 1925 yılında kurulmuştur. 1929 yılında Türkiye Nanking’de ilk diplomatik misyonunu açmıştır. Çin de 1940 yılında İstanbul’da Konsolosluk binası açmıştır. Ancak Çin’deki komünist devrim sonrası ilişkiler uzunca süre kopmuş; Batı bloğunda yer alan Türkiye, ilişkilerini Çin yerine Tayvan hükümetiyle geliştirmiştir. Bu yıllarda, Çin, Türkiye’deki anti-Amerikancı komünist hareketlere destek vermiştir. Bu nedenle, Türkiye’de Çin’e yönelik “Kızıl Çin” yakıştırması yapılmıştır. Türkiye, ABD’nin Vietnam Savaşı faciası sonrasında Nixon döneminde Çin’le yakınlaşmaya başlamasının neticesinde, 1970’lerde Çin’le diplomatik ilişkiler kurmaya başlamıştır. Nitekim Türkiye, bu dönemde Arnavutluk’tan sonra Çin’le havacılık konusunda anlaşma imzalayan ikinci Avrupa ülkesi olmuştur. Ayrıca Paris’teki Türk sefaretinde Paris Büyükelçimiz Hasan Esat Işık ve Çin’in Paris Büyükelçisi Huang-Chen arasında 4 Ağustos 1971’de imzalanan anlaşmayla Türkiye-Çin diplomatik ilişkileri resmen başlamıştır. Türkiye, bu anlaşmayla Kızıl Çin’i tek Çin hükümeti olarak tanımıştır. Türkiye, İngiltere, Hollanda, Kanada, Norveç, İtalya, Danimarka ve Fransa’dan sonra Çin’i tanıyan 8. NATO ülkesi olmuştur. Aynı süreçte Tayvan Büyükelçiliği tasfiye edilmiş ve bu ülkedeki Türk Büyükelçiliği de kapatılmıştır. Ayrıca Türkiye, Çin’in BM’ye kabul edilmesinin lehinde oy kullanmıştır. Genelde olumlu tepkiler alan bu sürece, özellikle sağ çevrelerde tepki gösterenler de olmuştur.
Türkiye-Çin ilişkileri, 1974’te imzalanan Ticaret Anlaşması ve 1981 tarihli Ekonomi, Sanayi ve Teknoloji anlaşmasına karşın uzun süre düşük seviyede devam etmiştir. Son yıllarda ekonomik ilişkilerin gelişmesine karşın, Karaca’ya göre ilişkilerde hala önemli potansiyel sorunlar bulunmaktadır. Bu nedenle, ikili ilişkiler konusunda fazla iyimser olmamak gerekir. Siyasi olarak Çin’in Orta Doğu, Kıbrıs ve Ermenistan politikaları ile Türkiye’nin Doğu Türkistan hassasiyeti en temel sorunlar olarak karşımıza çıkarken, ticarette Çin lehine bir tablonun oluşmaya başlaması da bir diğer sorundur. Meselelere daha yakından bakıldığında, Çin’in İran’a nükleer enerji konusunda verdiği desteğin Türkiye açısından ciddi bir sorun kaynağı olduğu görülmektedir. Çin’in Kıbrıs Sorunu’nda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ülkelerin toprak bütünlüğü bağlamında verdiği destek de Ankara açısından bir sorundur. Türkiye’de ise, bugün 25 civarında ülke tarafından tanınan Tayvan’a benzer şekilde, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) için de benzer bir model geliştirilebileceği görüşünü savunanlar son dönemde artmaktadır. Kıbrıs müzakerelerinin sürekli olumsuz sonuçlanması da bu konuda Ankara’yı cesaretlendiren bir faktördür. Çin’in Kürt politikası da zaman zaman ikili ilişkilerde sorun yaratmaktadır. Her ne kadar ülkelerin toprak bütünlüğünü daima desteklese de, Çin, Türkiye’nin Uygur Sorunu’nu kendisi aleyhine kullanma ihtimaline karşılık olarak Kürt kartını her zaman saklı tutmaktadır. Nitekim Irak Savaşı sonrasında Celal Talabani ve Mesut Barzani gibi Iraklı Kürt politikacılarla Çinli yetkililer arasında yakın diplomatik temaslar gerçekleşmiştir. Ayrıca Çin basınında PKK terör örgütü ve lideri Abdullah Öcalan’a yönelik olumsuz bir dilin kullanılmaması yakın geçmişte Ankara’da büyük tepki çekmiştir. Buna karşın, Çin’in bağımsız bir Kürt devletini tanıması konusunda henüz olumlu bir sinyal alınmamıştır. Çin’in kontrolsüz silah satışları ve bunun Türkiye aleyhine bir faktöre dönüşmesi riski de bulunmaktadır. Bunların dışında, bazı Çinli stratejistler, Türkiye’nin Türkçü eğilimlerinin de uzun vadede kendileriyle bir sorun yaratabileceğini düşünmektedirler. Yine Çin’in Ermenistan politikası da bir diğer önemli kriz konusudur. Çin, Ermenistan’la yakın ekonomik ilişkileri olan ve bu ülkeye ekonomik yardımlar yapan bir devlettir. Çin, Rusya’ya benzer şekilde, Ermenistan ve İran’ı, Türkiye’nin Türk Dünyası ile bağlarını koparmak açısından stratejik bakımdan önemli tampon bölgeleri gibi görmektedir. Azerbaycan-Ermenistan ilişkileri ve Dağlık Karabağ Sorunu konusunda ise BM parametrelerine vurgu yapılmakta ve taraf olunmamaktadır. Doğu Türkistan veya Uygur Sorunu da Türk halkı nezdinde Çin’in olumsuz algılanmasında önemli bir etkendir. Uygurlara yönelik baskı ve asimilasyon politikaları ve zaman zaman Türk basınında çıkan “oruç yasağı” gibi haberler, Türkiye’de özellikle İslamcı-milliyetçi çevrelerde büyük tepki çekmektedir. İki ülke arasındaki en önemli ekonomik sorun ise, Türkiye’nin dış ticarette yaşadığı büyük açıktır. İki ülke arasındaki ticaret, yıllardır Çin’in lehine gelişmektedir.
Kitabın “Sonuç” başlıklı son bölümünde, yazar, kitapta ele aldığı konulardan elde ettiği bulgular özetlemektedir. Kitap, akademik kaynaklar ve diplomatik belgeler ışığında, resmi veri ve istatistiklerle desteklenerek yazılmış ciddi bir çalışmadır. Temel meseleler eksiksiz ortaya konmuş, ama 2007 yılında yazılması nedeniyle güncel bazı gelişmeler kitapta yer alamamıştır. Ayrıca Çin'in büyük önem verdiği Afrika politikaları da kitapta tam olarak işlenmemiştir. Buna karşın, Çin Halk Cumhuriyeti ve Asya politikası çalışanların -bu alanda Türkçe kitapların az olduğu da düşünüldüğünde- mutlaka raflarında yer alması gereken faydalı bir eserdir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Academia.edu sayfası için; http://nisantasi.academia.edu/RagıpKutayKaraca.
[2] http://www.kitapyurdu.com/yazar/r-kutay-karaca/23850.html.
[3] Kitabı almak için; http://www.idefix.com/Kitap/Guc-Olma-Stratejisi-Cin/Kutay-Karaca/Arastirma-Tarih/Politika-Arastirma/Dunya-Politika-/urunno=0000000260080.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder