Giriş
21. yüzyıla damgasını vuracak büyük güç rekabetleri arasında birinci sırada gösterilen Amerika Birleşik Devletleri (kısaca ABD) ile Çin Halk Cumhuriyeti (kısaca Çin) arasındaki ilişkilerde son günlerde önemli gelişmeler yaşanıyor. Öyle ki, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, geçtiğimiz hafta içerisinde ABD’ye resmi bir ziyarette bulundu. 6 yıl aradan sonra gelen bu ziyaret, hem siyasi içeriği, hem de basına yansıyan ilginç yönleriyle renkli ve tartışmalı bir diplomatik aktivite olarak hafızalarda yer etti. Bu yazıda, ABD ile Çin arasında yaşanan güncel gelişmeleri değerlendirecek ve bazı uzmanların bu konudaki fikirlerini özetleyeceğim.
ABD-Çin İlişkileri: İş Birliği İçerisinde Rekabet
ABD, yaklaşık 27 trilyon dolarlık ekonomisiyle dünyanın en büyük ekonomisi durumundayken, Çin de yaklaşık 18 trilyon dolarlık ekonomisiyle açık ara farkla dünyanın en büyük ikinci ekonomisidir. Diğer ülkeler ise bu iki dev ekonominin çok gerisinde yer almaktadır ve Hindistan dışında bu iki ülkeyi zorlayabilecek tekil bir ülke yoktur (Avrupa Birliği bir bütün olarak düşünüldüğünde yaklaşık 18 trilyon dolarlık ekonomisiyle dünyanın ikinci en büyük ekonomisi olsa da, AB’nin henüz bütünleşmiş tek bir devlet olduğunu iddia etmek zordur).
Ayrıca, Çin, ekonomik büyüme konusunda ABD’ye kıyasla daha iyi bir performans gösterdiği için, ilerleyen yıllarda küresel ekonominin doğal akışına bırakılması halinde dünyanın ekonomik liderliğini elde edebilecek potansiyele sahiptir. Nitekim 2007’den beri Çin’in ekonomik büyüme oranları, sırasıyla, yüzde 14,23, 9,65, 9,40, 10,64, 9,55, 7,86, 7,77, 7,43, 7,04, 6,85, 6,95, 6,75, 5,95, 2,24 (pandemi yılı), 8,45 ve 2,99 olmuştur. Bu bağlamda, Çin’in son 16 yıldaki ortalama büyüme hızı yüzde 7,73’tür. Aynı dönemde ABD’nin büyüme oranlarına bakıldığında ise; yüzde 2,01, 0,12, -2,60, 2,71, 1,55, 2,28, 1,84, 2,29, 2,71, 1,67, 2,24, 2,95, 2,29, -2,77 (pandemi yılı), 5,95 ve 2,06 olmuştur. ABD’nin ortalama ekonomik büyüme hızı ise, aynı dönemde, yüzde 1,57 olarak hesaplanmıştır. Bu anlamda, Çin’in yüksek ekonomik büyüme oranları düşünüldüğünde, yakın gelecekte dünyanın en büyük ekonomisi olabileceği öngörülse de, son yıllarda Çin’in düşen ve ABD’nin yükselen ekonomik büyümesi de düşünülürse, ABD’nin daha uzun yıllar ekonomide dünyanın zirvesinde kalacağı tahmin edilmektedir.
Daha da önemli bir husus ise, kuşkusuz, ABD’nin siyasi, askeri ve kültürel etki anlamında da Çin’in çok ötesinde bir güce sahip olmasıdır. Dünyanın dört bir yanında askeri üsleri ve tesisleri olan ABD, bu yapılar nedeniyle ciddi ekonomik kayıplara uğrasa da, savaş ve çatışma ihtimalleri karşısında her zaman daha avantajlı konumdadır. Rusya’nın Ukrayna işgaliyle başlayan süreç de, dünyada geçtiğimiz yüzyıldan kalan savaş ve çatışmaların halen bile mümkün olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, ABD’nin askeri, siyasi ve yumuşak güç anlamındaki büyük üstünlüğü nedeniyle, öngörülebilir bir gelecekte Çin’in toplam siyasi güç ve etki bakımından ABD’yi geçmesine ihtimal verilmemektedir. Bu noktada ABD’yi yıkabilecek kritik unsur ise, Irak Savaşı benzeri ABD ekonomisini ve uluslararası sistemde Washington’a verilen desteği azaltacak bir dış politika hatası olacaktır.
ABD, yoğun ekonomik ve siyasi ilişkilerinin olduğu Çin’le ilişkiler konusunda bugüne kadar “iş birliği içerisinde rekabet” denebilecek bir politika uygulamaya çalışmıştır. Bu bağlamda, Çin’le ilişkileri tamamen koparmak ve bu ülkenin serbest piyasa ekonomisine ve küresel ticarete yönelimini durdurmak istemeyen ABD, buna karşın Çin’in kendisini geçmesine de izin vermek istememekte ve bu nedenle Pekin’e karşı zaman zaman bazı konularda engeller çıkarmaktadır. ABD, ayrıca Çin’in kendisine özgü tek partili yönetimi ve farklı bazı siyasi uygulamalarını da (Uygurlara yönelik tutum vs.) kıyasıya eleştirmekte ve dünyada artan Çin sempatisini azaltmaya gayret etmektedir. ABD’nin bu doğrultuda uyguladığı politikalar ise, “Çin’i dengeleme stratejisi” kapsamında değerlendirilmelidir.
ABD’nin Çin’i Dengeleme Stratejisi
ABD, Asya Pasifik veya Hint Pasifik bölgesinde Çin’i dengelemek adına farklı stratejiler izlemektedir. Bunlardan ilki ve en önemlisi, AUKUS ve QUAD gibi paktlarla, ABD ve Batı blokunun bölgedeki askeri mevcudiyetini arttırmaktır. Bu kapsamda, Avustralya, Birleşik Krallık, Hindistan ve Japonya gibi ülkelerle geliştirilen stratejik ortaklıklar sayesinde, Çin’in yakın coğrafyasında askeri üstünlüğü ele geçirmesine mâni olunmaya gayret edilmektedir.
İkinci önemli strateji, Çin’e yönelik ekonomik kısıtlamalar yapmak ve Çin’in ekonomik büyümesini yavaşlatmaktır. Trump döneminde başlatılan ve Biden döneminde devam ettirilen bu politika kapsamında, Washington, Pekin’e yönelik olarak telekomünikasyon altyapısı (Huawei’ye yönelik olarak) ve mikroçip teknolojisi başta olmak üzere, çeşitli sektörlerde yaptırımları devreye sokmuştur. Bu yaptırımlar henüz genel toplamda ABD-Çin dış ticaretini ciddi anlamda etkilemese de -ki halen bile bir artış söz konusudur-, kritik sektörlerde Washington’ın Pekin’in ilerlemesine set çekmek istediği açıktır.
Üçüncü olarak, ABD, ucuz işgücü nedeniyle Çin’e kayan yatırımları siyasi yönlendirme ile giderek Hindistan ve diğer bazı ucuz işgücü olan ülkelere kaydırmaya çalışmaktadır. Bu kapsamda en önemli ülke Hindistan olsa da, kuşkusuz Asya’daki başka ülkeler de zaman içerisinde ABD ile yakın bağlar geliştirebilirler. Bu kapsamda son yıllarda ABD’nin Vietnam’la yakın ilişkileri de dikkat çekici bir husustur.
Dördüncü olarak, ABD’de özellikle Cumhuriyetçi Parti ve Donald Trump çevresi, Çin ve İran’ı ABD’nin temel hasımları olarak lanse eden bir dış politika retoriği benimsemektedirler. Buna karşın, Joe Biden yönetimi ve Demokratlar ise, ABD’nin hasımları konusunda önceliği Vladimir Putin’in Rusya’sına vermekte ve bu nedenle Ukrayna’ya yoğun destek sağlamaktadırlar. Bu bağlamda, 2024 ABD Başkanlık seçimlerini kimin kazanacağı, Amerikan dış politikası açısından da belirleyici olabilir. Zira Trump yönetimi, Ukrayna’ya askeri ve mali desteği çekmek ve Putin’le işgal topraklarının Rusya’ya katılması konusunda anlaşmak konusunda gayet istekli gözükürken, Biden ve Demokratlar bu konuda çok daha ilkeli ve katı bir duruşa sahiptir. Bu nedenle, ilginçtir ki, ABD seçimlerinde Rusya ve muhtemelen Türkiye gibi ülkeler Trump’ı, Çin ve İran gibi ülkeler de Biden’ı destekleyeceklerdir.
Şi’nin ABD Ziyareti
15 Kasım 2023 Çarşamba günü California’da gerçekleşen Biden-Şi zirvesi, dünyanın en önemli gücünün liderlerini bir araya getirmesi bağlamında dikkat çekici bir diplomatik ziyaret oldu. Görüşmeye dair uluslararası basına yansıyan haberlerde birkaç konu başlığı ön plana çıktı.
Bunlardan ilki, 2022 yılı içerisinde ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin olaylı Tayvan ziyareti nedeniyle kesilen askeri iletişimin yeniden başlatılması konusunda iki Başkan’ın anlaşması oldu. Bu, iki ülke arasında geçmişte sıklıkla yaşanan kaza krizlerinin önlenmesi konusunda olumlu bir gelişme olarak kaydedildi. Zira hatırlanacak olursa, 1999 yılında ABD’nin Çin’in Belgrad Büyükelçiliğini bombalaması ve 2001 yılında Hainan Adası Krizi gibi olaylarda, iki ülke arasında sağlıklı bir iletişimin olmaması sebebiyle ciddi savaş riski oluşturan bazı somut vakalar yaşanmıştı. Bu duruma cevap verircesine, Başkan Biden, Başkan Şi ile görüşmelerinin çok verimli geçtiğini söylerken, “yeniden doğrudan, açık ve net iletişime dönüyoruz” ifadelerini kullandı ve iki Başkan arasında doğrudan bir iletişim hattı kurulacağını da sözlerine ekledi.
İkinci olarak, Biden-Şi zirvesinden Çin’den yasa dışı yollarla ABD’ye getirilen ve sentetik uyuşturucu yapımında kullanılan fentanil ile mücadele konusunda uzlaşının çıkması oldu. Bu konu, ABD Başkanı tarafından özellikle vurgulanırken, Çin’in de bu konuda uzlaşmacı davrandığı algısı ortaya çıktı.
Üçüncü olarak, iki ülke arasındaki en önemli mesele olan Tayvan Sorunu konusunda beklendiği üzere iki ülke arasında bir uzlaşı çıkmasa da, statükonun korunması ve olası bir çatışmanın önüne geçilmesi konusunda görüş birliğine varıldığı anlaşıldı. Bilindiği üzere, ABD, “tek Çin politikası” kapsamında Tayvan ile Çin’in birleştirilmesi gerektiğini resmen savunuyor, ama bir yandan da Tayvan’ın bağımsızlığına ve kendisini koruyabilmesi için silahlanmasına destek veriyor. Biden yönetimi de bu politikayı aynen devam ettirirken, son dönemde Pelosi’nin olaylı ziyareti ve ABD Ordusu’ndan bazı üst düzey komutanların ve Pentagon’dan sızan belgelerin Çin’in Tayvan’ı işgale hazırlandığına yönelik tartışmalı iddiaları nedeniyle ilişkiler bir hayli gerilmişti. Bunlara bir de Çin’e ait olan casus balonların ABD’de görülmesi hadisesi eklenince, iki ülke arasındaki ilişkiler -yoğun ticarete rağmen- hayli çatışmacı bir hâl almıştı.
Dördüncü olarak, ziyaret kapsamında yapılan görüşmelerde, iki ülkenin iklim değişikliği ile mücadele gibi küresel çaba ve iş birliği gerektiren konularda da uzlaşmacı davrandıkları ortaya çıktı. Öyle ki, Başkan Biden’ın bu konudaki sözleri, bu konuda iki ülke ve lider arasında uyum olduğunu ortaya koydu.
Ziyaret sırasında, ABD Başkanı Joe Biden’ın bir gazetecinin sorusu üzerine Çin Devlet Başkanı’nı tek partili komünist bir ülkeyi yöneten bir diktatör olarak tanımlamaya devam etmesi ise, ilişkileri yoluna koyma yolunda adımlar atan Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın ilginç ve biraz da sıkıntılı mimikler yapmasına neden oldu.
Sonuç olarak, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2023 Kasım ABD ziyareti, iki ülkedeki mevcut yönetimlerin ilişkileri daha çatışmacı bir konuma sürüklemeden bazı konularda iş birliğini derinleştirerek sürdürme konusundaki iyi niyetlerini göstermeleri açısından oldukça faydalı oldu denilebilir. Ayrıca, iki devasa ekonominin liderlerinin birlikte görüntü vermeleri de, hiç şüphesiz, küresel piyasalar ve sıradan tüketiciler açısından olumlu bir haber. Zira bu iki ülke, siyasi zıtlaşmalara karşın, küresel ekonomik istikrar açısından en kritik iki devlet konumundalar.
John Mearsheimer’dan Aktüel Bir Perspektif
ABD-Çin ilişkileri konusunda uzman ve ABD Ordusu’na yakın bir isim olan Profesör John Mearsheimer, geçtiğimiz gün katıldığı bir internet yayınında, bu konuda bilinen görüşlerini yineledi ve hatta daha da geliştirdi. Mearsheimer, bir noktada kaçınılmaz olarak gördüğü ABD-Çin çatışması konusunda özetle şunları söyledi: “Devletler, her zaman güvenlik konusunu önceler. Çinliler de bu konuda bir istisna değildir ve gayet Realizm çizgisindedirler. Çin, gayet mantıklı bir şekilde, Asya kıtasındaki hâkim güç olmaya çalışmaktadır. Bu, ABD’nin Batı yarımkürede hâkimiyetini kurmasına benzer bir çabadır. Nasıl ki ABD Monroe Doktrini doğrultusunda yanı başında bir bölgesel güç istemediyse, Çin de yanı başında ABD’nin bulunmasını istememektedir. ABD ise, Çin’in kendi bölgesinde bir bölgesel güce dönüşmesini engellemeye çalışmaktadır. Bu politikanın yüksek teknolojik ürünlerde ekonomik rekabet ve askeri rekabet boyutu bulunmaktadır. ABD, Çin’i askeri olarak çevrelemeye çalışmaktadır. Bu nedenle, iki ülke arasındaki rekabet devam edecektir. ABD, tek süper güç olarak dünyada kendisine alternatif bölgesel güçlerin oluşmasına engel olmaya devam edecektir. ABD, 20. yüzyılda; emperyal Almanya, emperyal Japonya, Nazi Almanyası ve Sovyetler Birliği gibi bölgesel güç olmaya çalışan güçleri bastırarak, kendi süper güç konumunu ilan etmiştir. Bu konudaki tarihsel veriler ortadadır ve ABD, kendisine rakip olabilecek hiçbir güce tahammül göstermemektedir. ABD, zaten kendi bölgesinde (Batı dünyası) mutlak hâkimiyetinin olması ve kendisine rakip bir güce izin vermemesi sayesinde dünyanın geri kalanında askeri gücünü gösterebilmektedir. Bu bağlamda, Washington, Pekin’in Asya’da bölgesel güç olmasına izin vermeyecektir.”
Mearsheimer’ın kendi içerisinde tutarlı ve iyi bilinen bu görüşleri, elbette devletleri 20. yüzyıl kafasıyla bürokrasi ve özellikle de silahlı bürokrasiden ibaret zanneden ve ekonomik aktörleri, sivil toplumu, basın-yayın kuruluşlarını ve uluslararası kuruluşları hiçe sayan eksik bir yaklaşımdır. ABD-Çin ilişkileri, elbette silahlı kuvvetler ve güvenlik birimleri tarafından daha çatışmacı bir yapıya sürüklenmeye çalışılacaktır. Ancak hem küresel ekonominin istikrarını düşünen çevreler, hem iki nükleer güç arasındaki olası bir bölgesel savaşın Üçüncü Dünya Savaşı’nın fitilini ateşleyeceğini fark eden rasyonel bireyler, hem de iki ülkenin iyi ilişkilerinin sürmesinden menfaati olan yaygın gruplar sayesinde, ilişkilerin bu şekilde çatışmacı bir şekilde devam etmesi ve sıfır toplamlı oyun mantığına bürünmesi garantili bir durum değildir. Bu bağlamda, iki ülke liderlerinin açıklamalarında görülen diyalog ve iş birliği anlayışı son derece faydalı ve doğrudur. Çin’in uluslararası piyasalar ve sistemden dışlanması dünyayı yeni bir Soğuk Savaş’a yönlendireceği için, ABD’nin kritik bazı sektörlerde kendisini korumaya alarak Çin’le ilişkilerini sürdürmesi ve Çin’den insan hakları ve özgürlükler konusunda reformlar talep etmesi daha faydalı ve doğru bir yaklaşım olabilir. Zira şurası bir gerçektir ki, güvenlikleştirilen bölgeler, ekonomik açıdan da geriye gitmektedir. Çin’in şeytanlaştırıldığı ve ticaretin zayıfladığı bir ortamda, kuşkusuz, Çin’le yoğun ticareti olan Japonya gibi ülkeler, ya da Çinli öğrencilerin üniversite eğitimi için tercih ettikleri Avustralya ve ABD gibi ülkeler de olumsuz etkileneceklerdir. Burada bakış açısını etkileyen temel unsur ise, askeri bakış açısı ile ekonomik bakış açısının rekabetidir. ABD’de, Biden, bir işadamı olmamasına karşın daha iş ve ekonomi odaklı liberal bir bakış açısını savunmakta, güya işadamı olan Trump ise daha askeri ve çatışmacı bir yaklaşımı müdafaa etmektedir. Çin’de de, Çin Komünist Partisi (ÇKP) içerisindeki şahinler ikili ilişkilerde zıtlaşma ve restleşmeyi, daha piyasa yanlısı liberal gruplar ise ilişkilerde yumuşamayı savunmaktadır.
Sonuç
Sonuç olarak, ABD ile Çin arasındaki ilişkiler her zaman aynı anda iki farklı boyutu eşzamanlı şekilde var olacak “rekabet temelli bir iş birliği ilişkisi” olarak evirilmeye devam edecektir. Soğuk Savaş’ın olumsuz mirası ve Sovyetler Birliği’nin aksine günümüzde Çin’in ABD’nin inşa ettiği küresel ekonomik düzen ve kurumlarına (Dünya Ticaret Örgütü vs.) dahil olduğu düşünülürse, ilişkilerde kopuş beklememek daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Zira birinci Trump döneminde bu politika denenmiş ve her iki ülkeye ve küresel ekonomiye de olumsuz etkileri olmuştur. Peki o halde ABD’nin küresel liderliğini kaybetmeme konusundaki tavrını nasıl yönetmek gerekmektedir? Elbette, bu konuda Çin’in iş birliğine açık, ABD ile uyumlu ve insan hakları konusunda daha uzlaşmacı davranması, ilişkilerin gerilmemesi noktasında faydalı olabilir. Nitekim CGTN tarafından yapılan güncel bir küresel anket de, bu konuda uluslararası toplumun çatışma yerine iş birliğini tercih ettiğini ispatlamaktadır.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder