Fatih Oktay[1], Sabancı Üniversitesi, Koç Üniversitesi ve Özyeğin Üniversitesi gibi Türkiye’deki önemli yükseköğretim kurumlarında Çin ekonomisi, politik sistemi ve iş dünyası ile ilgili dersler vermiş bir öğretim görevlisi ve Demirbank’ta (şimdiki HSBC) Teknolojiden Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı, Akbank’ın teknoloji şirketi Aknet’te Direktörlük ve Arthur Andersen’de Danışmanlık gibi konumlarda çalışmış kıdemli bir özel sektör yöneticisidir.[2] Oktay, 2017 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan kapsamlı bir Çin Halk Cumhuriyeti incelemesi olan Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri adlı kitabıyla da[3] Türkiye’de adından söz ettirmiştir. Öyle ki, bu kitap, daha şimdiden dört baskı yapmıştır. Oktay, 2022 yılında yine Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlanan Çin ve Dünyanın Geleceği: Yeni Büyük Güç ve Ticaret, Teknoloji, Pandemi Savaşları adlı yeni bir kitaba imzasını atmıştır.[4] 283 sayfalık eser, bu konuda yazılmış en kapsamlı ve güncel Türkçe eserlerden biri olmasının yanı sıra, herkesin anlayabileceği kolay dili ve yalın anlatımı ile de dikkat çekmektedir. Bu yazıda, kitaptan bazı önemli bölümler ve özellikle de kitabın son bölümünde yazarın Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-Çin Halk Cumhuriyeti (Çin) rekabetine dair öngörüleri özetlenecek ve değerlendirilecektir.
Fatih Oktay’ın kitabında yer verdiği önemli tespitlerden birisi de, Çin yükselişinin ekonomik boyutunun ekonomik büyüme ile sınırlı kalmaması ve özellikle Çin Komünist Partisi (ÇKP) yönetimindeki Pekin’in orta sınıflaşma konusunda da muazzam ve istisnai bir başarı göstererek iç siyasetteki tekel konumunu pekiştiriyor olmasıdır. Öyle ki, Dünya Çalışma Örgütü–ILO’nun 2014-2015 raporuna göre, 2006-2013 döneminde reel ücretler Çin’de ortalama yüzde 120 artarken, Batı ülkelerinde bu artış sadece yüzde 5 düzeyinde olmuştur. Çin, orta sınıf yaratmakta bu kadar önemli bir başarı kaydeder ve ÇKP de ülke içerisindeki hâkim konumunu bu sayede pekiştirirken, Batı ülkelerinde ve Türkiye’de ise uygulanan hatalı ekonomik politikalar neticesinde orta sınıf giderek küçülmektedir. Yazarın da vurguladığı üzere, demokrasinin bir orta sınıf rejimi olduğunu kabul edersek, bu anlamda Batı demokrasilerinin geleceği parlak gözükmemekte ve özellikle Donald Trump örneğinden de anlaşılabileceği üzere, demokrasinin yerini kolaylıkla popülizm ya da plütokrasi gibi akımlar alabilmektedir.
Çin ve Dünyanın Geleceği: Yeni Büyük Güç ve Ticaret, Teknoloji, Pandemi Savaşları
Yazarın kitabında altını çizdiği bir diğer husus, Çin’in daha 2010 yılında Dünya Bankası tanımlarına göre orta-yüksek gelir grubundaki ülkeler arasına girmeyi başarmış olması ve bunu başaran az sayıdaki ülkeden biri arasında yer almasıdır. Öyle ki, Japonya, Güney Kore, Tayvan, Hong Kong, Avrupa Birliği (AB) üyeliği sonrası çağ atlayan bazı Avrupa ülkeleri ve İsrail’le birlikte, Çin, geriden gelip gelişmiş ülkeler arasına girebilmiş dünyadaki az sayıdaki örnekten biridir. Bu nedenle, Çin’i iyi araştırmak ve anlamak gerekmektedir.
Bunun dışında, Çin, bilgi üretim kaynakları açısından da artık gelişmiş ülkeler liginde kabul edilmektedir. ABD Ulusal Bilim Kurulu’nun 2020 tarihli yıllık raporuna göre, 2016 yılında bilim ve mühendislik alanında ABD 800.000, Çin ise 1.800.000 mezun vermiştir. Aynı yıl içerisinde doktora mezunlarının sayısında ise ABD’nin Çin’e -40.000’e karşı 35.000’lik- kısmi bir üstünlüğü bulunmaktadır. Ayrıca ABD’de doğa bilimleri ve mühendislik alanlarındaki doktora derecelerinin yarısından çoğu yabancı öğrenciler tarafından alınırken, Çinli öğrencilerin bu denklemdeki oranı yaklaşık üçte bir düzeyindedir. Bilim ve teknoloji konusunda maddi kaynaklar ayıran ülkeler arasında da, Çin, en ön sıralarda gelmektedir. 2017 yılı verilerine bakılırsa, Çin, ABD’den (550 milyar dolar) sonra arge faaliyetlerine 500 milyar dolar ile en çok kaynak ayıran ülke durumundadır. Bilimsel yayınlar konusunda da, Çin, son birkaç on yılda büyük bir atağa kalkmış ve 2018 yılı verilerine göre dünyadaki bilim ve teknoloji yayınlarının yüzde 21’ine kaynaklık ederek, yüzde 17 ile ikinci sırada bulunan ABD’ye kayda değer bir fark atmıştır. Hatta Çin merkezli yayınlar, ortalama bilimsel atıf konusunda da ABD ile başabaş bir performans göstermektedir. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü-WIPO’nun verilerine göre, patent başvurusu sayısında da, Çin, ABD ve Japonya’yı geçerek son yıllarda
birinci sıraya yükselmiştir. Bunlar, Çin yükselişinin bilimsel temellerinin de olduğunu gösteren önemli istatistiklerdir.
Kitabın son bölümünde ise, Çin uzmanı olan Fatih Oktay, ABD-Çin rekabetinin geleceğine dair bazı önemli öngörülerde bulunmaktadır. Yazarın da işaret ettiği üzere, satın alma gücü paritesine göre ABD’yi yıllar öncesinde geçen Çin, dünya sisteminde büyük bir değişiklik yaşanmazsa, 15-20 yıl içerisinde ekonomik büyüklük konusunda da ABD’yi geçecek ve dünya ekonomik liderliğini eline geçirecektir. Çin’in bu anlamda yaşayabileceği sorunlar ise, yazara göre; ABD ile güç mücadelesine girerek kendi politikalarından sapması, azalan işgücü, iç tüketime yeterince dayanmayan büyüme modeli ve teknolojik dışa bağımlılık olarak sıralanmaktadır. Bu konulardan işgücü, iç tüketime dayanmayan büyüme modeli ve teknolojik dışa bağımlılık gibi konularda, ÇKP, 20. Ulusal Parti Kongresi’nin de ispatladığı üzere harekete geçmiştir ve bu sorunların üstesinden gelinecektir. Ancak asıl sorun, ABD ile girilen güç mücadelesinin Çin’i rotasından saptırma ihtimalidir. İki dev ekonomi arasındaki artan rekabet, yazara göre küresel ekonomiyi de çok kötü etkileyecek ve iklim değişikliği gibi küresel çapta mücadele gerektiren ciddi sorunlarla başa çıkılmasını zorlaştırabilecektir. Bu rekabet, bölgesel, küresel ve hatta nükleer savaşlara bile dönüşme potansiyeline sahip olduğu için, bu rekabeti doğru yönetmek gerekmektedir.
Peki, ABD’nin Donald Trump döneminde Çin’i durdurmak ve yavaşlatmak için uyguladığı politikalar ne ölçüde başarılı olmuştur? Yazara göre, Trump’ın yüksek gümrük vergileri ve Çin’i şeytanlaştıran söylemleriyle başlattığı “ticaret savaşları”, en başından beri başarısızlığa mahkumdu. Zira Çinli üreticiler bilhassa sanayi girdilerinde Amerikan sanayisi için birçok malın ana sağlayıcısı durumundaydılar ve dahası, başka üretici ülkelerin Çinlilerin yerini almasına da olanak yoktu. Bu nedenle, Trump döneminde konulan ek vergilerden Çin ihracatından ziyade Amerikan sanayisi olumsuz etkilenmiş ve uygulanan politikalar, ilginç bir şekilde, Çin’den gelen ara mallara dayalı üretim yapan birçok sektörde Amerikalı üreticilerin rekabet gücünün düşmesine neden olmuştur. Bu anlamda, ticaret savaşları başladığı halde 2018 yılında Çin’in hem ABD’ye, hem de dünyaya ihracatında artış yaşandı. 2019’da ABD’ye yapılan ihracat azalsa da, diğer ülkelere yapılan ihracat arttığından, bu, Çin’deki genel tabloyu çok etkilemedi. Bu nedenle, bu zor dönemde bile Çin ekonomisi yüzde 6-7 düzeylerinde büyümeyi başardı. Ek gümrük vergileri ise, Çinli üreticiler tarafından fiyatlara yansıtıldığı için, bunun bedelini daha çok ikame edecek ara malları bulmakta zorlanan Amerikalı alıcılar (tüketiciler) ödemek durumunda kalmıştır. Hatta bazı araştırmalara göre, bu vergiler nedeniyle ABD’nin ekonomik büyümesinde yüzde 1’e yakın ve istihdam piyasasında 300.000 civarında bir düşüş yaşanmıştır. Çin’i dünyanın imalathanesi olmaktan çıkarmak ve tedarik zincirlerini değiştirmek isteyen Trump, bu konuda da fazla bir başarı kazanamamış ve küresel ölçekteki şirketlerin çoğu, Çin’de iş yapmaya devam etmişlerdir. Trump, bununla da yetinmeyerek Covid-19 (koronavirüs) salgını nedeniyle de Çin’i suçlamak ve Pekin yönetiminin küresel ekonomiden dışlanmasını sağlamak istediyse de, bunda da başarılı olamadı ve onun döneminde Çin’le çevre ülkeler arasında imzalanan RCEP (Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık) anlaşmasının[5] yanında, Çin ile AB de kapsamlı bir yatırım anlaşması koşullarında mutabık kaldılar. Trump’ın kısmen başarılı olduğu bir konu ise, Çinli öğrencilerin ABD’de eğitim almasına çıkardığı zorluklarla Çin’in teknolojik gelişimi imkânlarını sınırlaması olmuştur. Ancak bunun da her iki tarafa birden zarar verdiği iddia edilebilir. Örneğin, Çin’e yönelik satışlardaki engeller nedeniyle, Amerikan şirketleri, dünyanın en büyük entegre devre çip pazarındaki gelirleri başka ülke şirketlerine kaptırmaktadırlar. Ayrıca ABD’ye rekor düzeyde teknoloji yatırımları yapan ve öğrenci gönderen Çin’in kısıtlanması nedeniyle, Amerikan teknoloji şirketleri ve üniversitelerinin de gelişmelerinin sınırlandığını belirtmek gerekir.
Peki, Trump’tan sonra ABD-Çin ilişkileri nasıl bir yönde seyredebilir? Çin uzmanı analiste göre, Trump tehdidi Joe Biden’ın seçilmesiyle ortadan kalkmış gibi gözükse de, aslında, Trump fenomeni, ABD’de yıllardır kötü giden ekonomi ve siyasetin insanlarda yarattığı tepkilerin doğal bir sonucuydu ve ileride Trump’ın kendisi veya Trump gibi başka ABD Başkanlarının seçilmesi kesinlikle bir sürpriz olmaz. Bu anlamda, yazar, Joe Biden’dan Çin konusunda daha az çatışmacı, daha kestirilebilir ve akılcı ve ABD’nin mimarı olduğu uluslararası düzene daha çok sahip çıkan bir dış politika çizgisi beklemektedir. Buna karşın, Biden döneminde de Çin’in teknolojiye erişimi konusunda kısıtlayıcı politikalar devam edecektir; zira Washington, Pekin’in hızlı yükselişini durdurmak ya da en azından yavaşlatmak istemektedir. Bu rekabetin daha çok Soğuk Savaş düzeyinde devam edeceğini tahmin etsek bile, Graham Allison’ın işaret ettiği sıcak savaş riskini de vurgulayan yazar, buna karşın nükleer savaşların yıkıcılığı nedeniyle bu ihtimalin gerçekleşmesini pek mümkün görmemektedir. Bu nedenle, yazara göre, iki ülke birlikte daha iyi bir dünya düzeni için beraber çalışmalı ve rekabet yerine iş birliği politikalarına yönelmelidirler. Zira insanlık için tek hayırlı seçenek bu olacaktır.
Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; yazarın İktisat (Ekonomi) bilimi ve piyasalar perspektifinden son derece doğru yorumladığı ABD-Çin rekabetinin bir de güvenlik bürokrasisi boyutu olduğunu belirtmek gerekir. Güvenlik perspektifinin özellikle Realizm yaklaşımında hâkim olduğu ve ABD’deki savunma sanayisinin gücü de düşünüldüğünde, ABD, çok kolaylıkla küresel ekonomi ve kendi ekonomisini mahvedecek ama Çin’in yükselişini durduracak politikalara yönelmeyi deneyebilir. Bence bunun temel nedeni ise, tarihsel olarak “Manifest Destiny” (Açık Kader) anlayışına dayalı olarak kurulmuş ve günümüzde de Hollywood yapımlarıyla sürekli apokaliptik bir psikolojiyi üreten ABD’nin rasyonel politikalardan kolaylıkla cayabilecek bir ülke olmasıdır. Zira unutulmamalıdır ki, ABD, dünyada atom bombasını kullanan da tek ülke durumundadır. Bu nedenle, Çin ve tüm diğer aktörlerin ABD’nin rasyonel politikalara bağlı kalması konusunda son derece özenli ve dikkatli davranmaları gerekmektedir.
Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Web sitesi için bakınız; http://www.fatihoktay.com/tr/.
[2] Twitter hesabı için bakınız; https://twitter.com/fatih_oktay_tr.
[3] Kitabı almak için bakınız; https://www.idefix.com/Kitap/Cin/Egitim-Basvuru/Is-Ekonomi-Hukuk/Ekonomi/urunno=0001709008001. Kitap hakkında bir tanıtım yazısı için bakınız; http://politikaakademisi.org/2019/08/24/fatih-oktaydan-cin-yeni-buyuk-guc-ve-degisen-dunya-dengeleri/.
[4] Kitabı almak için bakınız; https://www.kitapyurdu.com/kitap/cin-ve-dunyanin-gelecegi-yeni-buyuk-guc-ve-ticaret-teknoloji-pandemi-savaslari/612016.html.
[5] Asya-Pasifik bölgesinde 10 ASEAN ülkesi (Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler, Singapur, Tayland ve Vietnam) ve 5 diğer ülke -Avustralya, Çin, Japonya, Yeni Zelanda ve Güney Kore- arasında bir serbest ticaret anlaşması olan RCEP, dünya nüfusunun ve GSYİH’nin yaklaşık yüzde 30’unu temsil etmekte ve bu da onu en büyük ticaret bloku yapmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder