“Suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar.” - Prof. Dr. Faruk Erem (Bir Ceza Avukatının Anıları)[1]
İngilizcede “death-penalty” ya da "capital punishment" olarak adlandırılan idam cezası, günümüzde kriminoloji alanında ve hukuk teorilerinde hala tartışılan çok önemli ve ilgi çeken bir konudur. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından, bu konu, Türkiye’de darbeci grupları için tekrar gündeme getirilmiş ve özellikle İslamcı çevrelerden büyük destek almıştır. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, bu konuya sıcak baktığını açıklamış ve ABD gibi bir ülkede bile bu cezanın var olduğuna atıfta bulunarak, parlamentonun olumlu karar vermesi durumunda idam cezasını veto etmeyeceğini duyurmuştur. Jefrrey H. Reiman, “Justice, Civilization, and the Death Penalty: Answering Van Den Haag” isimli makalesinde[2], The Death Penalty: A Debate[3] isimli bu alandaki önemli bir kitapta John P. Conrad ve Van Den Haag’ın idam cezası hakkında dile getirdikleri karşıt fikirlerin ışığında, idam cezası hakkındaki çeşitli fikirleri tartışmaya açmaktadır. Bu makalede, bu görüşleri özetlemeye ve sonrasında Türkiye'deki mevzuata bakmaya çalışacağım.
John P. Conrad’ın başını çektiği idam cezası karşıtlarının temel argümanlarından birisi, idam cezasının, aslında “yanlış” olarak nitelendirilen bir hareketin (adam öldürmek) bizzat devlet tarafından aynen gerçekleştiriliyor olmasıdır. Ancak idam cezası yanlılarının buna cevabı, öldürme eyleminin her koşulda eşit olarak değerlendirilemeyeceğidir. Onlara göre; nasıl ki bir savaşta düşman ordusunun askerlerini öldürmek ya da meşru müdafaa (nefsi müdafaa) hakkına dayalı olarak adam öldürmek hukuk sistemlerinde suç kabul edilmiyorsa, idam cezası da adam öldürme kapsamına girmemelidir. Zira bu temel kuralın dayanağı, masum bir insanının haksız şekilde öldürülmesidir. Oysa idam cezası alan mahkûmlar, Den Haag’a göre masumiyetlerini kaybetmiş ve suçlulukları ispatlanmış kişiler oldukları için, onların öldürülmeleri masum insan öldürmekle aynı kefeye konulamaz. Ayrıca Den Haag, bu masumiyet ayrımının yapılmaması durumunda tüm cezalandırma yöntemlerinin anlamsız olacağını, zira cezalandırmanın yanlışa yanlışla karşılık vermek olduğunu ifade etmektedir.
İdam karşıtlarının diğer bir önemli argümanı ise, idam cezasının çeşitli nedenlerle masum bir kişiye verilmesinin yol açacağı trajik sonuçtur. ABD’de ünlü “The Ox-Box Incident” romanına ve filmine[4] de konu olan yanlışlıkla masum insanların idam edilmesi olasılığı, idam cezası karşıtlarının en güçlü ve haklı oldukları noktadır. Bu nedenle, Conrad, idam cezasının varlığını dünyanın en büyük haksızlığının gerçekleşmesine davet çıkarmak olarak gördüğünü belirtir. Zira tüm gelişmiş imkânlara rağmen, hukuk sistemlerinde suçluluk yargıç ve/veya jürinin kararına göre, dahası birçok ülkede avukatların performanslarıyla da doğrulu orantılı olarak belirlenmektedir. Ayrıca yasal düzenlemelerin ve bu düzende yer alan kimselerin mutlak bir dürüstlük göstermeleri ve daima doğru kararlar almaları da her zaman beklenemez. İşte bu nedenle, John P. Conrad, idam cezasının tüm hukuk sistemlerinden kaldırılmasını istemektedir. Van Den Haag’a göre ise, idam cezasının yürürlükte olmasının, daha sonra binlerce masum insanın öldürülmesini önleyebilecek caydırıcı (deterrence) bir özelliği vardır. Den Haag, bu noktada potansiyel birkaç idam mahkûmu ve idam cezasının varlığı nedeniyle hayatı kurtulabilecek binlerce insan arasında bir değerlendirme yaparak, idam cezasının gerekliliğini savunmaktadır. Hakikaten, caydırıcılık argümanı ilk bakışta çok makul ve güçlü gözükmesine karşın, ilginç bir şekilde istatistikî olarak bu durum ispatlanamamaktadır.[5] Bu nedenle, caydırıcılık konusu daha çok kriz zamanlarında veya olağanüstü durumlarda (devrim, darbe vs.) ve kısa süreli olarak ihtiyaç duyulan bir niteliğe sahiptir.
Bunlara ek olarak, Conrad’a göre, gelişmiş rehabilitasyon ve cezalandırma sistemlerinin olduğu günümüzde idam cezasını hala savunmak, suçluların asla değişemez olduklarına inanmak ve onları mutlak bir kötülükle özdeşleştirmektir. Bu hümanist argüman da, idam karşıtlarının kullandıkları bir diğer önemli dayanak noktasıdır. Ancak Den Haag, buna karşı çıkarak, idam cezasının yalnızca cezalandırıcılık (retributive) prensibine dayalı ve eşitlik esasından güç alan bir cezalandırma yöntemi olduğunu savunmaktadır. Ona göre; idam cezası, eşitlik temelinde verilmekte ve suçlunun değişemeyeceği ya da mutlak kötü olduğu gibi bir düşünceye burada yer verilmemektedir. Den Haag’a göre, idam cezasının kaldırılması konusunda iki esas geçerli kılınmalı ve temellendirilmelidir. Birincisi, hiçbir suçun büyüklüğü ne olursa olsun idamla cezalandırılamayacağı, ikincisi de idam cezasının suçu caydırıcılıkta ömür boyu hapisten daha etkili olmasına karşın, idam mahkûmunun hayatına binlerce yeni kurbandan daha fazla değer verilmesidir.
Genelde idam cezasını rasyonalize etmeye çalışan “retribution theory” gibi anlayışların “lex talionis” prensibine dayalı olduğu görülmektedir. Hammurabi kanunlarıyla özdeşleşen lex talionis, “göze göz, dişe diş” anlayışının hukuktaki yansımasıdır. Buna göre; yol açılan zarar, suçlu kişiye aynı şekilde ödettirilmelidir. Lex talionis’in altın kuralı, başkalarına size yaklaştıkları şekilde ve eşitlik esasına dayalı olarak davranmaktır. Lex talionis prensibinin felsefi olarak iki temelden beslendiğini iddia etmek mümkündür. İlk felsefi kaynak, Hegel’den çıkarılabilecek eşitlikçi yaklaşımdır. Hegel’e göre; suç, insanlar arasındaki eşitliği bozan bir rahatsızlıktır ve bu nedenle lex talionis suçun zararını iptal ederek yeniden eşitliği sağlamaktadır. Ceza her ne kadar size verilen zararı ikame edemese de, suçu işleyen kişiye aynı zararı vererek eşitliği korumaktadır. Lex talionis’in ikinci felsefi kaynağı ise, Immanuel Kant rasyonalizmidir. Buna göre; akılcı olan birey, empati yapabilmekte ve başkalarına davrandığı şekilde kendisine davranılabileceğini bilmektedir. Zira bir insanın kendisine davranıldığı şekilde davranması akılcı bir tavırdır. Bu iki temel felsefi noktadan hareketle, retribution teorisi, insanın davranışlarının sorumluluğunu alabilecek şekilde rasyonellik yetisine sahip olduğu ve eşitliğin korunmasına yönelik düzenlemelerin yapılması noktalarından hareketle, idam cezasını savunmaktadır. Bu akımın modern temsilcileri ise, idam cezasının kaldırılması durumunda, en azından göreceli ve karşılaştırmalı cezalandırma esasının geçerli olmasını ve suçun büyüklüğüne göre cezalar verilmesini savunmaktadırlar.
Bu alanda önemli bir tartışma da, idam cezasının caydırıcılığı üzerinde yapılmaktadır. İdam cezası karşıtları; -doğal hak ve insan hakları argümanlarının yanı sıra- suçluların sosyoekonomik koşullarının, yapısal-çevresel faktörlerin etkilerine dikkat çekerken, ağır ceza sisteminin zaten yeterince caydırıcı olmasına rağmen suçluları caydırmakta yetersiz kalmasının idam cezasının abartılan caydırıcı işlevselliği hakkında iyi bir kanıt olduğunu ileri sürmektedirler. Ayrıca cezanın daha ağır olmasının caydırıcılıkta daha etkili olacağı ispatlanamayacak bir tezdir. Caydırıcılık, birçoklarına göre, suçun işlenmesi anında önemli bir motif oluşturmaktan uzaktır. Gelişmiş rehabilitasyon sistemleri de, suçluların topluma geri kazandırılarak daha üretken ve zengin bir hayatın sağlanmasına yol açabilir. Nitekim ünlü Fransız sosyolog Emile Durkheim’a göre; cezalandırma sisteminin yoğunluğu ve ağırlığı bir ülkenin demokratik olarak gelişmesiyle ters orantılıdır. Yani cezaların ve sosyal denetimin ağır olması, o ülkedeki “absolutizm”in derecesiyle yakından alakalı ve doğru orantılıdır. Durkheim’ın pozitivizm anlayışına paralel olarak istatistiklere dayalı yaptığı saptamaya göre; primitif (ilkel) toplum düzenlerinde işkence ve cezalandırma oldukça ağır ve yaygınken, toplumlar geliştikçe ve ilerledikçe cezalandırma hafiflemiş ve başka formlar almıştır. Michel Foucault ise, modern toplumun eski barbarca yöntemleri görünürde terk etmesine karşın, özünde aynı vahşi cezalandırma güdüsünün yattığına inanmaktadır. Ona göre; arenada kaplanlara yem edilen, ya da kamusal alanlarda asılan, yakılan suçlularla medyada afişe edilen ve sosyal olarak dışlanan söylemin “öteki” olarak belirlediği kimseler arasında bir fark yoktur.
Ülkemizde de, Avrupa Birliği’ne tam üyelik ve entegrasyon süreciyle beraber idam cezası tartışılır olmuştur. Her ne kadar 12 Eylül sonrası 1984’ten bu yana hiç gerçekleştirilmemiş olsa da, özellikle PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla halk nezdinde büyük destek gören ve uygulanması istenen idam yasasının kaldırılması, yaklaşık 14 yıl kadar önce karara bağlanmıştır. AB yasalarına uyum için çıkarılan üçüncü uyum paketi kapsamında 15 Nisan 2002’de TBMM Başkanlığı’na sunulan idam cezasının kaldırılması yönündeki tasarı, 18 Nisan’da TBMM Adalet Komisyonu’nda görüşülerek kabul edilmiştir. Tasarıyla, anayasanın 38. maddesinde getirilen “savaş, yakın savaş ve terör suçları dışında idam cezası verilemez” hükmüne uygun olarak ilgili kanunlarda değişiklik yapılmış ve Türk Ceza Kanunu (TCK) ile Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun’da yer alan idam cezalarının müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmesi kararlaştırılmıştır. Bu yasa, 2 Ağustos 2002’de yürürlüğe girmiş ve idam cezası Türkiye’de savaş suçları haricinde resmen kaldırılmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde yapılan bir değişiklikle ise, idam cezası mevzuattan tamamıyla çıkarılmıştır. Ancak 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra bu konunun ve cezasının Türkiye’de tekrar gündeme gelmesi, hem Türkiye’nin Avrupa standartlarından giderek uzaklaştığını ve yeniden gelişmekte olan ülkeler ligine gerilediğini, hem de siyasal sistemin yeniden istikrarsız bir yapıya büründüğünü göstermektedir. Dahası, Türkiye gibi yakın geçmişte bir Başbakanı’nı (Adnan Menderes) ve gencecik üniversite öğrencilerini (Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan) asmış bir ülkede, bu cezaları tekrar gündeme getirmek, demokratikleşme adına büyük bir geri adım anlamına gelecektir. Siyasette ve toplumda sağduyunun hakim olması dilekleriyle...
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder