19 Aralık 2010 Pazar

Türkiye'de Siyasal Parti Kapatma Davaları


“Halkın desteğini sağlamak suretiyle, devlet mekanizmasının kontrolünü ele geçirmeye ve sürdürmeye çalışan sürekli ve istikrarlı örgütler” şeklinde tanımlanan siyasal partiler, demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilmiştir. Siyasal partiler demokrasinin sağlıklı ve istikrarlı ilerleyebilmesi için varlığı yadsınamayacak derecede önem arz eden, farklı düşüncelerin siyasal temsilcileri niteliğindedirler. Ancak, demokratik siyasi hayatın önemli ve vazgeçilmez aktörü sayılan siyasi partilerin de yozlaşma içinde bulunabilmeleri söz konusudur. Yaygın ve basit tanımı ile “halk yönetimi” demek olan demokraside siyasal iktidarın halk iradesine dayanması ve siyasal kararların halkın isteklerine uygun olması gerekir. Bir ülkede demokrasinin varlığından söz edilecek ise ve demokrasi başarılı olacaksa, siyasal partiler vatandaşlar ile devlet arasındaki en önemli aracı kuruluşlar olarak kabul edilmelidir. Türkiye’de de siyasal partilere ve siyasal parti özgürlüklerine ilişkin sınırlamalar getirilerek, gerek 1961 Anayasası’nda, gerek 1982 Anayasası’nda siyasal partilere ilişkin düzenlemelere yer verilmiş ve özel kanunlarda da bu konuya ilişkin çeşitli hukuksal düzenlemeler yapılmıştır.

1961 Anayasası’nda siyasal partilere ilişkin düzenlemeler “Siyasal Haklar ve Ödevler” başlığı altında dördüncü bölümde madde 56 ve 57’de düzenlenmiştir. 1961 Anayasası ile ilk defa siyasi partiler anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. 1961 anayasasının aksine 1982 anayasası oldukça sınırlayıcı bir anayasadır. Siyasal partilere ilişkin hükümler “Siyasal Partiler ile İlgili Hükümler” başlığı altında madde 68 ve 69’da düzenlenmiştir. 1982 anayasası ile öngörülmüş Siyasi Partiler Kanunu 22 Nisan 1983’te yürürlüğe girmiştir. Son derece dinamik ve çok boyutlu bir yapı ve işleve sahip olan siyasi parti olgusu, yasal düzenlemeye en az elverişli alanlardan biridir. Nitekim siyasi partilerin genel eğilimi de, parti özgürlüğünü güvence altına alacak anayasal ilkeler dışında, faaliyet alanlarının olabildiğince yasal düzenlemeden uzak tutulması yönünde olmuştur. İşte bu noktada ülkemizi de yakından ilgilendiren sorunların başında “örgütlenme” hakkı kullanılarak kurulmuş olan siyasi partilerin özgürlüğünü sekteye uğratan kapatılması hususu ve bu konu ile ilgili yasal düzenlemeler yer almaktadır. Siyasal partilerin kapatılması konusu, öteden beri Türkiye’nin siyasal gündeminin en önemli sorunlarından birisi olmuştur. 1982 Anayasası ve Siyasi Partiler Kanunu ile siyasal partilere getirilen kısıtlamalar ve öngörülen yasaklar, pek çok partinin kapatılması sonucunu doğurmuş ve bu durum ülkemizi, benimsemiş olduğu Batı tipi liberal demokratik anlayış karşısında zor durumda bırakmıştır.

Militan demokrasi veya mücadele demokrasi anlayışının temelinde yatan düşünceye göre; demokrasi kimseye demokrasinin yok edilmesi hakkını vermez. Bu görüşe göre, demokrasinin kendini ortadan kaldırmak isteyen akımlara karşı hoşgörü göstermemesi gerekir. Bu görüş, özellikle, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Almanya ve İtalya’da ortaya çıkan faşist rejimler gerçeğinden hareket etmekte ve klasik demokrasilerin totaliter akımlar ya da örgütlenmelere karşı tedbir almasını öngörmektedir. Bu anlayış bizim anayasal sistemimiz tarafından da benimsenmiştir. Bu anlayış çerçevesinde Türkiye’de dine dayalı partilerin, milli devlet ilkesini ihlal eden partilerin ve sınıf egemenliğini öngörme anlamında komünist partilerin kurulması yasaklanmış ve bu tür program ya da eyleme sahip olan partilerin kapatılması esası kabul edilmiştir. Siyasi partilerin kapatılmasına dair hükümler 1961 Anayasası’nın 19. maddesinin son fıkrası ile 57. maddesinin birinci ve son fıkralarında yer almakta iken, kapatılma ile ilgili ayrıntılı düzenleme Siyasi Partiler Kanunu ile olmuştur. 1982 anayasasına göre “siyasal partilerin tüzük ve programları ve eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez” (md.68/4). Bu sınırlamalar siyasal partilerin ideolojik çerçevesini çizmekte ve hangi amaçları güdemeyeceklerini de göstermektedir. Bu çerçevede Türkiye’de bölücü partilerin, dine dayalı partilerin, komünist partilerin ve faşist partilerin kurulması yasaktır.

Parti yasakları 2 şekilde ihlal edilebilir. Birincisi tüzük ve program yoluyla ihlal, ikincisi ise eylem yoluyla ihlaldir. 2001 yılında yapılan anayasal değişikliklerle “odaklaşma” kavramı getirilmiştir. Odaklaşma bir partinin, parti yasaklarına ilişkin eylemlerinden ötürü kapatılabilmesi için, o eylemlerin merkezi haline gelmesini ifade etmektedir. Odaklaşma olgusunun gerçekleşmiş sayılması için; 1-) Partinin faaliyetleriyle yasak eylem amacı güttüğünün anlaşılmış olması, 2-) Partinin eylemlerinin demokratik düzenin temel öğelerine karşı aktif ve şiddete yönelik bir saldırı ve mücadele amacı taşıması, 3-) Partinin yasaklanan amaca yönelik faaliyetlerinin belirli bir yoğunluğa ulaşması, bunun partinin bütününe mal edilebilmesi gerekir. Odaklaşma olgusunun kriterleri yoğunluk, kararlılık ve benimsenmedir. Anayasada 2001 yılında yapılan değişiklikler sonucunda 69. maddeye eklenen 7. fıkraya göre, Anayasa Mahkemesi’nin, temelli kapatma yerine, dava konusu fiillerin ağırlığına göre, ilgili siyasi partinin devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılmasına karar verebileceği hükme bağlamanmış ve böylece kapatma rejimi açısından önemli bir yenilik getirilmiştir. Anayasanın 149. maddesinde yapılan değişiklikle mahkemenin siyasal parti kapatma kararı verebilmesi için gerekli olan salt çoğunluk oyu yerine beşte üç oy çokluğu koşulu getirilmiştir. Bu değişiklik partilerin kapatılmasını güçleştirmeye yönelik önemli bir hükümdür. Anayasa’nın 69. maddesindeki; “Siyasi partilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce kesin olarak karara bağlanır” hükmünce siyasi partilerin kapatılması yetkisi Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir. Böyle bir yetkinin Anayasa Mahkemesi’ne, yani yargı organına verilmesi siyasal partileri siyasal iktidar karşısında güvenceye almak açısından önem taşır. Çünkü yargı organının devletin tümünü temsil ettiğinden daha tarafsız olacağı düşünülmüştür. Siyasi parti kapatma davalarının, bir ceza davası mı, tespit davası mı, yoksa kendine özgü bir dava mı olduğu konusu tartışma konusu olmuş ve henüz bir uzlaşma sağlanmış değildir.

Anayasa Mahkemesi 1982 Anayasası döneminde verdiği bir kararda kapatma davalarının ceza davası niteliğinde olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye göre, uygulanacak kanun hükümleri birer ceza kuralı niteliğindedir. Ayrıca ortada bir kamu davası olacağından bu davayı açma yetkisi Anayasa’nın 69/4 fıkrasına göre ve Siyasi Partiler Kanunu’nun 98. maddesine göre, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına verilmiştir. SPK’nın 100. maddesine göre bu yetki üç biçimde kullanılabilir: 1-) Re’sen, 2-) Bakanlar Kurulu kararı üzerine Adalet Bakanı’nın istemiyle, 3-) Bir siyasi partinin istemi ile. Fakat bir siyasi partinin Cumhuriyet Başsavcılığından dava açılmasını isteyebilmesi için, bu partinin son milletvekili genel seçimlerine katılmış olması, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde grubu bulunması, ilk büyük kongresini yapmış olması, partinin merkez karar ve yönetim kurulunun üye tam sayısının salt çoğunluğunun oyu ile dava açılmasının istenmesi yolunda karar alınmış bulunması ve istemin parti adına parti genel başkanı tarafından Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazılı olarak yapılmış olması gerekir. Cumhuriyet Başsavcılığı, Adalet Bakanı’nın veya partinin yazılı isteminde yeterli delil bulunduğu kanısına varırsa davayı açar. Bu talebin savcılıkça reddi halinde yapılan itirazları incelemek üzere, Yargıtay Ceza Daireleri Başkanlarından kurulu ”Siyasi Partilerle İlgili Yasakları İnceleme Kurulu” oluşturulmuştur. Kurul, itirazları otuz gün içinde inceler. Siyasi parti kapatma davalarının 1983 tarihli kanuna göre, dosya üzerinden görüleceği, gerekli olduğu takdirde Anayasa Mahkemesi’nin sözlü açıklamalarını dinlemek için ilgilileri ve konu hakkında bilgisi olanları çağırabileceği hükme bağlanmıştır. 2949 sayılı Kanunun 33. maddesinde de anayasadaki hükme paralel olarak siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin davaların CMK hükümleri uygulanmak yoluyla dosya üzerinden incelenip karara bağlanacağı belirtilmiştir. Parti kapatma davalarının niteliği ne olursa olsun, bu davalarda Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun hükümleri uygulanacağından ceza hukuku ve ceza muhakemesi hukuku genel ilkelerinin dikkate alınması gerekir. Özellikle de davalı partiye, savunma hakkını tam olarak kullanma hakkı verilmelidir. Kapatma davalarının duruşmalı yapılması da, adil yargılanma ilkesinin bir gereği olduğundan bu yönde gerekli yasal değişiklik yapılmalıdır. Siyasi parti kapatma davaları, Cumhuriyet Başsavcılığının iddianamesini Anayasa Mahkemesi’ne vermesiyle başlar, parti iddianameye karşı ön savunmasını yapar, savcılık esas hakkındaki mütalaasını mahkemeye sunar ve parti son savunmasını yapar. Son aşamada ise mahkeme tüm iddia ve savunmaları inceleyerek parti hakkında karar verir. Anayasa Mahkemesi’nce verilen kararlar, Anayasa’nın 153. maddesi, SPK 98/2 hükmünce kesin ve bağlayıcıdır. Bu kararlara karşı itiraz ve temyiz yolu kapalıdır. Partinin kapatılmasının resmi gazetede ilan edilmesi ile birlikte parti, hukuki varlığını ve Anayasal güvencesini kaybeder.

Ayrıca 1982 Anayasası’nın 69. maddesindeki; “Bir siyasi partinin temelli kapatılmasına beyan veya faaliyetleriyle sebep olan kurucuları dâhil üyeleri, Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlanmasından başlayarak beş yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve deneticisi olamazlar” hükmü parti kapatma kararının parti üyeleri üzerindeki etkiyi göstermektedir. Ayrıca bu durum, SPK’nın 95. maddesinde de düzenlenmiştir. SPK’nın 107. maddesindeki; “Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılan siyasi partinin bütün malları hazineye geçer” hükmüne göre kapatılan siyasi partinin aktifleri de devlete geçmiş olacaktır. 1982 Anayasası’nın 69. maddesindeki; “Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz.” hükmü ve SPK’nın 95. maddesindeki aynı hükmüne göre kapatılan partinin bir başka ad altında kurulması yasaklanmıştır. Devlet yaşamında önemli bir yeri olan siyasi partilerin anayasada düzenlenmesinin ve partilerin kapatılmaları hakkındaki davaların Anayasa Mahkemesi’nde görülmelerinin en önemli nedeni, siyasi partilere hukuksal güvence sağlamaktır. Bu görevin mahkemelere verilmesindeki en önemli amaç, politika dışında yer alan ve sadece hukuksal kaygıları olan bir kuruma yani yargıya bu işi teslim etmektir. Bu amacın tam olarak yerine getirilip getirilmediğini anlamak ise öncelikle Anayasa Mahkemesi’nin siyasi parti kapatma davalarında izlediği yol ve benimsediği yaklaşımı irdelemek ile mümkündür.

Siyasi haklar; “hak-eksenli” liberal değerler taşıyan yaklaşım ve “ideoloji-eksenli” daha devlet merkezli niteliğe sahip yaklaşım olmak üzere birbiriyle kimi noktalarda çatışan iki hukuki yaklaşımdan meydana gelmektedir. “Hak-eksenli” yaklaşımda birey ve onun hakları devlet karşısında öncelikliyken, “ideoloji-eksenli” yaklaşımda devlet ve onun dayandığı resmi söylem önceliklidir ve korunur. Anayasa Mahkemesi, siyasi parti kapatma davalarında pozitivist ve devlet merkezli “ideoloji-eksenli” yaklaşımı benimsemişken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise “hak-eksenli” yaklaşımı benimsemiştir. Bu konuda bu iki mahkemenin kararlarının zaman zaman birbiriyle çatıştığı görülmektedir. Siyasi parti kapatma davalarında kararlar, “Devletin bölünmez bütünlüğü” ile “laiklik” ilkesi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu kavramları oldukça geniş ve hassas yorumlayan mahkemenin kararlarından bazı örneklerine bakacak olursak “Kürt, Türk halkı gibi ayrımlar” , “herkesin kendi dilinde eğitim görme hakkı talebi”, “federatif devlet yapısının önerilmesi”, “ülke ve ulus bütünlüğünü zedeleyebilecek olan her yazı, söz ve davranışın siyasi partiler için yasak olması” (AMKD, 1993:30/2, 917), gibi kavramların gerekçe olarak kullanıldığını görebiliriz. Bülent Tanör’e göre; “anayasa bütün partiler için adeta ‘ortak parti programı’ haline gelmekte, partilere de anayasayı uygulamaktan başka bir alan kalmamaktadır”. Anayasa Mahkemesi birçok kararında, devletin “tek”, ülkenin ”tüm”, ulusun “bir” olduğunu vurgulamıştır (AMKD, 30/2, 913). “Devletin bölünmez bütünlüğü”ne verdiği önemi birçok kararında yinelemiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre; partilerin program ve projelerinin Türk Devleti’nin mevcut ilkeleriyle ve yapısıyla uyuşmaması demek, onların demokrasiyle de uyuşmaması anlamına gelmeyecektir. Demokrasinin kendisine zarar vermediği müddetçe -devletin yapılandığı şeklin sorgulanması halinde bile- farklı siyasi programların önerilmesine ve tartışılmasına izin verilmesi demokrasinin özünü teşkil edeceğinden bahisle, Anayasa Mahkemesi’nin “anayasa ideolojisi”ni siyasi partilerin programlarına empoze etme eğilimini eleştirmektedir.

Demokrasinin varlığı için bu denli önem arz eden siyasi partilerin; yine demokratik rejimin sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi için, sınırlandırılması ve giderek partilerin yasaklanması ve kapatılması mümkün olmuştur. Siyasi partiler, demokrasi açısından vazgeçilmez kabul edilerek anayasal güvence altına alınmış, siyasi partilerin hangi hallerde kapatılacağı anayasada belirtilmiş ve kapatma yetkisi Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir. Oysa Siyasi Partiler Kanunu değerlendirildiğinde ayrıntılı ve kısıtlayıcı hükümler getirilerek bu güvence ortadan kalkmış ve tezat bir durum oluşturmuştur. Bu sınırlayıcı anlayış, partileri hukukun dar bir alanına sıkıştırmak anlamına da gelmekte; işte bu noktada liberal demokrasi ve militan demokrasi anlayışı hususları ortaya çıkmaktadır. Militan demokrasi anlayışı Türkiye’de kabul gören bir demokrasi anlayışı olduğu gibi, AİHM kararlarına da konu olmuş ve benimsenmiş bir anlayıştır fakat; Türkiye’de benimsenen militan demokrasi anlayışının AİHM kararları ele alındığında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde benimsenen anlayıştan daha ağır olduğu ve farklı bir şekilde yorumlandığı; zaman zaman demokrasiyi korumak adına demokrasiyi zedeleyecek sonuçlar doğuracak şekilde uygulamalara gidildiği görülmektedir. Türkiye’de siyasal partilere ilişkin mevzuat ve uygulamanın partilerin demokrasideki işlevlerini zedelediği görülmektedir. Siyasi Partiler Kanunu, partilerin oluşturacakları politikaların temel ilkelerini, yönünü hatta ayrıntılarını resmi ideoloji doğrultusunda tespit etmiş, aksi davranışları kapatma nedeni sayarak siyasal çoğulculuğu reddetmiştir. Aynı ideolojiye sahip politikaların savunulması siyasi partilerin bir devlet kurumu gibi algılanmasına yol açar ki, bu da demokrasinin özüne aykırı bir anlayıştır. Elbette, siyasi partilerin demokratik rejim içerisinde sahip oldukları özgürlükler ve haklar, sahip oldukları düzeni yıkmak özgürlüğünü kapsayacak kadar geniş algılanamaz; fakat kapatma nedenlerinin Türkiye’de de uluslararası normlara ve AİHS’ ne uygun hale getirilmesi ve en önemlisi uygulamada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarının dikkate alınması gerekmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına ve uygulamalarına bakıldığında “şiddet” ve “terör” içerikli partilerin kapatılma yaptırımına maruz bırakıldığı ve son çare olarak bu yaptırımın kabul gördüğü anlaşılmaktadır.

Anayasa Mahkemesi, özgürlükleri esas kabul edip, yasaklamayı, sınırlamayı ve kapatma yaptırımını en son çare olarak uygulayarak demokrasiyi zedelemeyecek nitelikte kararlar vermelidir. “İfade özgürlüğü” kapsamında değerlendirilebilecek düşüncesel nitelikteki görüşleri cezalandırmak yerine, şiddet ve terör noktasına gelmiş faaliyetleri kapatma yaptırımında esas almalıdır. Anayasa Mahkemesi’ nin bundan böyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını dikkate alması gerekmektedir. Sözleşmenin 11. maddesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yorumladığı biçimiyle uygulanmalıdır. Böylece, her iki mahkeme arasındaki uyumsuzluk ortadan kalkmış olacaktır. Siyasal partilerin kapatılması rejimi, demokratik esaslara bağlanarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile uyumlu hale getirilmeli, Siyasi Partiler Kanunu’nun getirmiş olduğu yasaklar aşılmalı, Türk hukuku ve sözleşme arasındaki büyük farklılık azaltılmalıdır.

Uşak Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden Fatma Kübra Bulgurcu'nun çalışmasından derlenmiştir.


Hiç yorum yok: