-->
İngilizcede “death-penalty” ya da "capital punishment" olarak adlandırılan idam cezası günümüzde kriminoloji hukuk teorilerinde hala tartışılan önemli bir konudur. Jefrrey H. Reiman “Justice, Civilization, and the Death Penalty: Answering Van Den Haag” isimli makalesinde, “The Death Penalty: A Debate” isimli kitapta John P. Conrad ve Van Den Haag’ın idam cezası hakkındaki karşıt fikirlerinin ışığında idam cezası hakkındaki çeşitli fikirleri tartışmaya açmaktadır.
John P. Conrad’ın başını çektiği idam cezası karşıtlarının temel argümanlarından biri idam cezasının yanlış olarak nitelendirilen bir hareketin devlet tarafından aynen gerçekleştiriliyor olmasıdır. Ancak idam cezası yanlılarının buna cevabı öldürme eyleminin her koşulda eşit olarak değerlendirilemeyeceğidir. Nasıl ki bir savaşta düşman ordunun askerini öldürmek ya da meşru müdafaa (nefsi müdafaa) hakkına dayalı olarak adam öldürmek bir suç kabul edilmiyorsa, idam cezası da adam öldürme kapsamına girmemelidir. Zira bu temel kuralın dayanağı masum bir insanının haksız şekilde öldürülmesidir. Oysa idam cezası alan mahkumlar Den Haag’a göre masumiyetlerini kaybetmiş ve suçlulukları ispatlanmış kişiler oldukları için, onların öldürülmeleri masum insan öldürmekle aynı kefeye konulamaz. Ayrıca Den Haag bu masumiyet ayrımının yapılmaması durumunda tüm cezalandırma yöntemlerinin anlamsız olacağını zira cezalandırmanın yanlışa yanlışla karşılık vermek olduğunu ifade etmektedir.
İdam karşıtlarının diğer bir önemli argümanı idam cezasının çeşitli nedenlerle masum bir kişiye verilmesinin yol açacağı trajik sonuçtur. Conrad idam cezasının varlığını dünyanın en büyük haksızlığının gerçekleşmesine davet çıkarmak olarak gördüğünü belirtir. Zira tüm gelişmiş imkanlara rağmen hukuk sistemlerinde suçluluk yargıç ve jürinin kararına göre dahası avukatların performanslarıyla belirlenmektedir. Ayrıca yasal düzenlemelerin ve bu düzende yer alan kimselerin mutlak bir dürüstlük göstermeleri ve daima doğru kararlar almaları beklenemez. İşte bu nedenle John P. Conrad idam cezasının kaldırılmasını istemektedir. Van Den Haag’a göre ise idam cezasının yürürlükte olmasının, daha sonra binlerce masum insanın öldürülmesini önleyecek caydırıcı (deterrence) bir özelliği vardır. Den Haag bu noktada potansiyel bir kaç idam mahkumu ve idam cezasının varlığı nedeniyle hayatı kurtulabilecek binlerce insan arasında bir değerlendirme yaparak, idam cezasının gerekliliğini savunmaktadır.
Conrad’a göre gelişmiş rehabilitasyon ve cezalandırma sisteminin olduğu günümüzde idam cezasını hala savunmak, suçluların asla değişemez olduklarına inanmak ve onları mutlak bir kötülükle özdeşleştirmektir.Ancak Den Haag buna karşı çıkarak idam cezasının yalnızca cezalandırıcı (retributive) prensibine dayalı ve eşitlik esasından güç alan bir cezalandırma yöntemi olduğunu savunmaktadır. Ona göre idam cezası eşitlik temelinden verilmekte ve suçlunun değişemeyeceği ya da mutlak kötü olduğu gibi bir düşünceye yer verilmemektedir. Den Haag’a göre idam cezasının kaldırılması konusunda iki esas geçerli kılınmalı ve temellendirilmelidir. Birincisi hiç bir suçun büyüklüğü ne olursa olsun idamla cezalandırılamayacağı, ikincisi de idam cezasının suçu caydırıcılıkta ömür boyu hapisten daha etkili olmasına karşın idam mahkumunun hayatına binlerce yeni kurbandan daha fazla değer verilmesidir.
Genelde idam cezasını rasyonalize etmeye çalışan “retribution theory” gibi anlayışların “lex talionis” prensibine dayalı olduğu görülmektedir. Hammurabi kanunlarıyla özdeşleşen lex talionis, göze göz dişe diş anlayışının hukuktaki yansımasıdır. Buna göre yol açılan zarar suçlu kişiye aynı şekilde ödettirilmelidir. Lex talionis’in altın kuralı başkalarına size yaklaştıkları şekilde, eşitlik esasına dayalı olarak davranmaktır. Lex talionis prensibinin felsefi olarak iki temelden beslendiğini iddia etmek mümkündür. İlk felsefi kaynak Hegel’den çıkarılabilecek eşitlikçi yaklaşımdır. Hegel’e göre suç insanlar arasındaki eşitliği bozan bir rahatsızlıktır ve bu nedenle lex talionis suçun zararını iptal ederek yeniden eşitliği sağlamaktadır. Ceza her ne kadar size verilen zararı ikame edemese de, suçu işleyen kişiye aynı zararı vererek eşitliği korumaktadır. Lex talionis’in ikinci felsefi kaynağı ise “İmmanuel Kant” rasyonalizmidir. Buna göre akılcı olan birey başkalarına davrandığı şekilde kendisine davranılabileceğini bilmektedir. Zira bir insanın kendisine davranıldığı şekilde davranması akılcı bir tavırdır. Bu iki temel felsefi noktadan hareketle retribution teorisi insanın davranışlarının sorumluluğunu alabilecek olma rasyonel yetisine sahipliği ve eşitliğin korunmasına yönelik düzenlemelerin yapılması noktalarından idam cezasını savunmaktadır. Bu akımın modern temsilcileri ise idam cezasının kaldırılması durumunda en azından göreceli, karşılaştırmalı cezalandırma esasının geçerli olmasını ve suçun büyüklüğüne göre cezalar verilmesini savunurlar.
Önemli bir tartışmada idam cezasının caydırıcılığı üzerinde yapılmaktadır. İdam cezası karşıtları; -doğal hak ve insan hakları argümanlarının yanısıra- suçluların sosyoekonomik koşullarının, yapısal-çevresel faktörlerin etkilerine dikkat çekerken, ağır ceza sisteminin zaten yeterince caydırıcı olmasına rağmen suçluları caydırmakta yetersiz kalmasının idam cezasının abartılan caydırıcı işlevselliği hakkında iyi bir kanıt olduğunu ileri sürmektedirler. Ayrıca cezanın daha ağır olmasının caydırıcılıkta daha etkili olacağı ispatlanamayacak bir tezdir. Caydırıcılık suçun işlenmesi anında önemli bir motif oluşturmaktan uzaktır. Gelişmiş rehabilitasyon sistemleri de suçluların topluma geri kazandırılarak daha üretken ve zengin bir hayatın sağlanmasına yol açabilir. Emile Durkheim’a göre de cezalandırma sisteminin yoğunluğu ve ağırlığı bir ülkenin demokratik olarak gelişmesiyle ters orantılıdır. Yani cezaların ve sosyal denetimin ağır olması o ülkedeki “absolutizm”in derecesiyle yakından alakalı ve doğru orantılıdır. Durkheim’ın pozitivizm anlayışına paralel olarak istatistiklere dayalı yaptığı saptamaya göre, primitif toplum düzenlerinde işkence ve cezalandırma oldukça ağır ve yaygınken, toplumlar geliştikçe ve ilerledikçe cezalandırma hafiflemiş ve başka formlar almıştır. Michel Foucault ise modern toplumun eski barbarca metodlarını terketmesine karşın özünde aynı vahşi cezalandırma güdüsünün yattığına inanmaktadır. Ona göre arenada kaplanlara yem edilen, ya da kamusal alanlarda asılan, yakılan suçlularla medyada afişe edilen ve sosyal olarak dışlanan söylemin öteki olarak belirlediği kimseler arasında bir fark yoktur.
Ülkemizde de Avrupa Birliği tam üyelik ve entegrasyon süreciyle beraber idam cezası tartışılır olmuştur. Her ne kadar 12 Eylül sonrası 1984’ten bu yana hiç gerçekleştirilmemiş olsa da, özellikle PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla halk nezdinde büyük destek gören ve uygulanması istenen idam yasasının kaldırılması yaklaşık yedi yıl kadar önce karara bağlanmıştır. 15 Nisan 2002'de TBMM Başkanlığı'na sunulan idam cezasının kaldırılması yönündeki tasarı, 18 Nisan'da TBMM Adalet Komisyonu'nda görüşülerek, kabul edilmiştir. Tasarıyla, Anayasa’nın 38’inci maddesinde getirilen "savaş, yakın savaş ve terör suçları dışında idam cezası verilemez" hükmüne uygun olarak ilgili kanunlarda değişiklik yapılmış ve Türk Ceza Kanunu (TCK) ile Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun'da yer alan idam cezalarının müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmesi kararlaştırılmıştır. Bu yasa 2 Ağustos 2002’de yürürlüğe girmiş ve idam cezası Türkiye’de savaş suçları haricinde resmen kaldırılmıştır. Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde yapılan bir değişiklikle ise idam cezası mevzuattan tamamıyla çıkarılmıştır.
Ozan Örmeci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder