23 Aralık 2011 Cuma

Türk Dış Politikası Üzerine Genel Değerlendirmeler



Küreselleşen dünyada artık uluslararası ilişkiler ve diplomasi, ekonomi, siyaset ve toplumsal çıkarların harmanlandığı en üst düzey rekabet alanı haline gelmiştir. Günümüzde küreselleşme öyle bir hal almıştır ki, bir devlet içerisinde yaşanan gelişmeler bütün dünyanın gündemine oturabilmekte, tüm dünya liderlerini ilgilendirebilmektedir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası; iktidar partisinin bir uğraşı olmanın çok ötesinde, Türk devleti ve milletinin kaderiyle doğrudan ilgilidir ve hepimizin sorumluluğundadır. Fakat tüm dünyada kabul gören bu genel yaklaşıma karşın, Türk dış politikasında son yıllarda gerek Dış İşleri Bakanlığı çalışanları, gerek muhalefet partileri, gerekse halkın dışlandığı ilginç bir politika yapım tekniği izlenmektedir. Türk dış politikasının bu halktan, diğer siyasal aktörler ve devlet kurumlarından kopuk yapısı nedeniyle birkaç ay içerisinde taban tabana zıt politikalar izlenebilmekte, bu durum da Türkiye Cumhuriyeti devletinin saygınlığına gölge düşürmektedir.

Anlatılan bu durumu netleştirmek için sizlere somut birkaç örnek göstermek istiyorum. 1998 yılındaki siyasi gerilim sonrası imzalanan Adana Mutabakatı ile gelişmeye başlayan Türkiye-Suriye ilişkileri, 13-14 Nisan 2005 tarihinde dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in bu ülkeye yaptığı ziyaretle ilerlemiş, iki ülke arasında artan ticaret hacmi ve gelişen siyasi ve kültürel ilişkilerin neticesinde 16 Eylül 2009’da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Türkiye ziyaretinde imzalanan bir antlaşma ile Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuştur. Her iki ülkenin Başbakanları düzeyinde Eş Başkanlık sistemini öngören İşbirliği Konseyi’nin Bakanlar Kurulu’nun içinde dışişleri, enerji, ticaret, bayındırlık, savunma, içişleri, ulaştırma ve tarım bakanlarının bulunduğu toplam on altı (Türkiye ve Suriyeli) bakandan oluşması öngörülmüştür. 13 Ekim 2009’da ilk kez Halep ve Gaziantep’te gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu toplantısı Türkiye-Suriye ilişkilerinde başlayan işbirliğinin somut adımı olmuştur. Toplantının sonunda, çeşitli alanlarda, 50 adet anlaşma, mutabakat muhtırası ve işbirliği protokolü imzalanmıştır. 2-3 Ekim 2010’da Lazkiye’de Konseyin 2. Bakanlar Kurulu toplantısı yapılmış, bu toplantı kapsamında 2 Ekim günü Tarsus’ta Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın katılımıyla Türkiye-Suriye İş Forumu gerçekleştirilmiştir. Şubat 2011’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Asi Nehri üzerine inşa edilmesi planlanan Türkiye-Suriye Dostluk Barajının temel atma töreninde Beşar Esad’a “kardeşim” diye hitap ederek Türkiye-Suriye ilişkilerindeki tarihi ilerlemeyi belirtmiş, ortak tarih ve kültür paydası içinde Suriye’ye seslenerek “Bizler tarihin bizi birbirimize kardeş kıldığı ve eylediği milletleriz. Tarih boyunca bizim kaderimiz hep ortak oldu, hep birlikte yüreğimiz attı” diye konuşmuştur. Bu konuşmanın üzerinden 1 ay dahi geçmeden, yaşanan Arap Baharı sürecinin etkisiyle olsa gerek Türkiye’nin Suriye’ye yönelik söylemleri değişmeye başlamış, bu ülkede artan siyasal çatışmalar bahane edilerek Haziran ayından başlayarak Esad yönetiminin Türkiye tarafından istenmediği açıkça belirtilmeye başlanmıştır. Haziran ayından başlayarak Suriyeli muhalifler Türkiye’de toplantılar yapmaya başlamış, Hür Suriye Ordusu adlı silahlı muhalif örgütün lideri Riyad el-Esad Türkiye tarafından kabul edilerek korunmaya alınmıştır. Bugün yabancı basında sıklıkla Türkiye’nin Suriye’ye bir askeri müdahalede bulunması gerekliliğinden bahsedilerek, tabir yerindeyse Türkiye’ye gaz verilmektedir.

Bir diğer ilginç politika değişikliği ise Türkiye-İran ilişkilerinde görülmektedir. 1979 Devrimi sonrası bozulan Türkiye-İran ilişkileri, 1980’ler ve 1990’larda kaydedilebilir bir gelişme gösterememiş, fakat 2000’lerde İran’ın reformcu Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ve Türk Dış İşleri Bakanı İsmail Cem’in çabalarıyla onarılma sürecine girmiştir. Önceki Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in Haziran 2002’de bu ülkeye yaptığı ziyaret onarılan ve pragmatik temelde de olsa kurulan yeni iyi ilişkilerin başlangıç noktası olmuştur. Sezer’in gezisinden kısa bir süre önce Türkiye İran’dan doğalgaz ithalatına başlamış ve Türk-İran İş Konseyi kurulmuştu. Ayrıca iki ülke arasında Yüksek Güvenlik Konseyi, Ortak Güvenlik Komitesi ve Güvenlik Alt Komisyonları kurulmuş ve terörle mücadele ortak hareket etme noktasında mesafe kat edilmiştir. Türkiye-İran ilişkileri AKP iktidarı döneminde de artarak devam etmiş, Türkiye’nin Brezilya ile birlikte İran ve Altılar (5+1 Grubu) arasında yürüttüğü arabuluculuk girişimleri olumlu sonuç vermiş ve İran Mayıs 2010’da zenginleştirilmiş uranyum takasına ilişkin “Tahran Bildirisi”ni imzalamıştır. Fakat Batılı ülkelerin bu bildiriyi bir anlaşma zemini olarak kabul etmemesi ve İran’a yönelik yeni yaptırımların gündeme getirilmesi Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Bunun neticesinde, o dönemde BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olan Türkiye 1929 sayılı yaptırım kararına karşı oy kullanmıştır. Ekim 2010’da ise Türkiye bir süredir devam ettirdiği direnç politikasına son vererek Lizbon’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde NATO füze kalkanı projesine evet demek zorunda kalmış, fakat füze kalkanının İran’a karşı kurulduğu cümlesini basın açıklamasından çıkarmayı başarmıştır. Füze kalkanı projesinin kabulü sonrası gerilen ilişkiler Suriye konusunda Türkiye’nin takındığı tutum ile daha da gerilmiş, İranlı yetkililerden olası bir savaş durumunda vurulacak ilk hedefin Türkiye olduğu yönünde açıklamalar yapılmaya başlanmıştır. İran’ın nükleer enerji konusundaki çalışmalarının bu noktaya geleceğini öngöremeyenler yine Türkiye’yi dış politikada birkaç ay içerisinde çizgi değiştiren zayıf bir ülke görüntüsüne sokmuşlardır. Türkiye bugün adeta yeni bir Soğuk Savaş’ın kanat ülkesi konumuna getirilmiş ve ciddi risklerle karşı karşıyadır.

Türkiye Cumhuriyeti çok zor şartlar altında kanla kurulmuş, sonrasında kendisini medeni dünyaya kabul ettirmeyi başarmış ciddi, saygın ve köklü bir devlettir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk milletinin kaderi kişisel ego, mezhepsel rekabet ya da dışarıdan emirlere bağlı olamaz, bu gibi faktörlere indirgenemez. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde, şimdikine kıyasla çok daha zayıf olduğu yıllarda dahi kendisine haksızlık yapan ve emirlerini dikte etmeye çalışan bir devlet olduğunda “gerekirse yeni bir dünyanın kurulacağını ve Türkiye’nin bu dünyada yerini alacağını” söyleyebilen devlet adamları olmuştur. Bugün kendi iktidarlarını korumak ve büyük güçlere sevimli gözükmek adına, izledikleri sorumsuz politikalarla Türkiye’yi ve genel olarak İslam dünyasını mezhepsel rekabete dayalı olarak oluşabilecek bir iç savaş ve çatışma ortamına sürükleyenler ne yaptıklarının farkında mıdırlar? Bu kişilerin dünyevi iktidar hırsları İslam dünyasının kana bulanmasına neden olabilecek kadar mı yüksektir?

Son olarak şunlar söylenebilir; bugün Türkiye gerek iç, gerek dış politikada nereye gittiğini bilmeyen ve nereye gittiği bilinmeyen bir ülke konumundadır. Avrupa Birliği tam üyelik süreci tıkanmış, Orta Doğu’daki Yeni Osmanlı hayallerinin gerçekçi bir temeli olmadığı ortaya çıkmıştır. Türk dünyasına yönelik ise izlenen somut bir politika yoktur. İç politikada ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yönelik saldırılar her geçen gün artmaktadır. Bu durum Türkiye için varoluşsal bir sıkıntıyı ifade etmektedir. Unutulmasın ki, hedefi ve vizyonu olmayanlar olaylara hükmedemez, olaylar karşısında sürüklenirler. Henry Kissinger’ın deyimiyle “nereye gittiğinizi bilmiyorsanız, hiçbir yol sizi bir yere götürmeyecektir”.


Dr. Ozan Örmeci

Hiç yorum yok: