Suç, sözlük tanımıyla “törelere, ahlak kurallarına ve yasalara aykırı davranış, cürüm” anlamına gelmektedir. Kriminoloji ise, Fransızca “Criminologie” kelimesinden dilimize girmiş, “toplumsal bir olgu olarak suç ve suçluluğu inceleyen bilim” anlamındadır. İnsan doğası konusunda yapılan felsefi tartışmalar bir yana dursun, insanoğlunun toplumsal yaşama geçtiği günden bu yana toplumsal normlar, kurallar haricinde hareket eden insanlar daima varolmuş (bunun aksini kanıtlayabilecek “ilkel komünizm” şeklinde Marksist literatürde yer bulan kabile yaşamları halen bulunmaktadır) ve suç, toplumsal yaşamın istenmeyen ancak bir türlü de önlenemeyen bir unsuru olmuştur. Ayrıca suç, bir çok felsefi ve ideolojik doktrine göre insan doğasının ve toplumsal yaşamın asla önlenemeyecek bir unsuru kabul edilmesine karşın, suç oranlarının koşulların değişmesiyle beraber artıp azalabilmesi, suçun aslında yok edilebilecek en azından azaltılabilecek bir fenomen olduğunun ipucunu bizlere vermektedir. İnsan hayatının ve özgürlüğünün aslolduğu ya da olması gerektiği modern dünyada suçla mücadelenin başarıyla sürdürülebilmesi için suç oluşumuna neden olan koşullar ön yargısız olarak incelenmelidir. Kriminoloji bilimi bu noktada medeniyetin ve insanoğlunun en büyük yardımcısıdır. Tarih boyunca kriminoloji biliminde değişik perspektifler hakim olmuş ve suç oluşumunun nedenlerini ve çözüm yollarını anlamaya çalışmıştır.
Suç konusunda ortaya atılan ilkel teoriler daha çok dinle alakalı olan skolâstik teorilerdir. Supernaturalism (doğaüstücülük) olarak adlandırabileceğimiz bu teorilere göre suç dini inancı zayıf ve ruhu şeytan tarafından ele geçirilmiş kimseler tarafından işlenmekte ve nedeni dini inancın yeterince yaygınlaşmaması, güçlü olmamasıdır. Bu gibi teokratik perspektifler Orta Çağ’da Avrupa’da etkili olmuş ancak Rönesans ve Reform sonrası etkilerini hızlı bir şekilde kaybetmişlerdir. Yine de günümüz insanında dahi suç ve dinsizlik, inançsızlık ve şeytan arasında bağlantı kurulması yaygındır (şeytana uymak sözünü hatırlayabiliriz). Gelişmekte olan Avrupa’da ortaya çıkan klasik kriminoloji teorisi Jeremy Bentham ve John Stuart Mill gibi filozoflarca geliştirilmiş utilitarianism (faydacılık) esasları üzerine kuruludur. Ahlaki sorumluluklar ve hedefler taşımaktan öte eylemlerin yol açtığı pratik faydaların değerlendirilmesi şeklinde bir anlayışı olan faydacılık teorisinin yönlendirdiği klasik kriminoloji suç kavramını da bu doğrultuda değerlendirmiştir. Yine buna paralel olarak suç oranını düşürmek amacıyla Bentham’ın faydacı zihninden çıkan “panopticon” gibi bir hapishane mimarisi ve genel anlamıyla toplumsal düzen modeli ortaya koymuştur. Klasik kriminoloji suçu bireyin özgür iradesi sonucu ortaya çıkmış yasadışı eylemler olarak tanımlar ve cezalandırma sisteminde toplumsal faydayı ön plana çıkarır. Suçun nedenleri, suça yol açan güdüler ve sosyoekonomik koşullar klasik kriminoloji için önemli değildir. Önemli olan toplumsal harmoni ve düzeni korumak adına caydırıcı cezalar vermektir. Önceki doğaüstücü teorilerden farklı olarak seküler kimliği bulunan klasik kriminoloji yine de bilimsel sosyolojik niteliklerden uzaktır. Klasik kriminolojinin 19. yüzyılda ortaya çıkan revize edilmiş hali de sosyolojik nitelikleri zayıf olmasına karşın, yaş, zeka durumu ve fiziksel koşullar gibi bazı etkenlerin suçun ortaya çıkmasındaki etkisini kabul etmiş ve bir adım ileri gitmiştir. Sosyolojik teorilerin güç kazanması öncesi ortaya çıkmış bir diğer kriminolojik anlayış kromozom teorileri ve sosyobiyolojik yaklaşımdır. Çeşitli bilim adamlarının yaptıkları deneyler neticesinde buldukları küçük korelasyonları makro teorilere çevirmeye girişimleri neticesinde suçlularda bazı fiziksel, genetik farklılıklar olduğu iddia edilmiştir. Yine ırsi özelliklerin suç işlenmesindeki etkisi vurgulanmış ancak bu ayrımcı düşünce sistemi fazla güçlenemeden yerini sosyolojik teorilere bırakmıştır. Sosyolojik olmayan kriminoloji teorilerinden bir diğeri de Sigmund Freud’dan esinlenilerek ortaya çıkmış psikopatolojidir. Ancak bireysel deneyimler ve psikolojik koşullar üzerine kurulu bu teori de sosyal bir fenomen olan suçu açıklamakta yetersiz kalmıştır.
20.yüzyıldan itibaren etkili olmaya başlamış sosyolojik kriminoloji teorilerinin en önemli üçü Social disorganization theory (Toplumsal düzensizlik teorisi), Social control theory (Toplumsal kontrol teorisi) ve Socialization theory (Sosyalleşme teorisi)’ dir. Amerika’da Chicago School (Chicago Okulu) adı verilen bir grubun teorileştirdiği Toplumsal düzensizlik teorisine göre suç yapısal toplumsal sorunların neticesinde ortaya çıkmaktadır. Adaletsiz gelir dağılımı, fakirlik, işsizlik suçu tetikleyen en önemli ekonomik etkenler olurken, etnik, dini, mezhepsel, sınıfsal farklılıklar ve gruplaşmalar da suçun oluşmasında önemli rolü olan üstyapı faktörleridir. Amerika’da suç oranının tavana vurduğu, İtalyan-Amerikan mafyasının meşhur içki yasağı Volstead Yasası’nın da etkisiyle zirveye ulaştığı Büyük Buhran dönemi Chicago Okulu’nun verdiği örneklerin başında gelmektedir. Yine Chicago Okulu’na göre hızlı endüstrileşme ve kentleşme, oluşan farklı göçmen mahalleri ve ekonomik adaletsizlik neticesinde suçun artmasına büyük katkıda bulunmaktadır. Toplumsal düzensizlik teorisi bu nedenle suçla mücadele edilmesi için sosyal bir devlete ihtiyaç olduğunu vurgularlar. Toplumsal kontrol teorisi ekolünün kurucusu olan Travis Hirschi’ye göre ise suç toplumsal bağları zayıf olan yabancılaşmış insanlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Çeşitli nedenlerle ailevi, arkadaş bağları zayıf olan, herhangi bir sosyal çevrede kabul görmemiş insanlar suç işlemeye mail hale gelmektedirler. Bu nedenle Toplumsal kontrol teorisine göre suç işleyen insanlar rehabilite edilmeli ve sosyal çevreleriyle olan bağları güçlendirilmelidir. Sosyalleşme teorisinin kurucusu kabul edilebilecek Robert Merton’a göre ise, bazı insanlar genelin aksine toplumsal normların dışında yaşayan sosyal çevrelerde büyümekte ve değer yargıları anormal olarak kabul edilen davranış biçimleriyle oluşmaktadır. Bir getto mahallesinde fakirlik içinde büyüyen bir çocuk için suç normal bir davranış haline gelmekte ve sosyalleşmesini bu çevrede geçiren bir çocuk suç işlemekten çekinmemektedir. 20. yüzyılın ilk yarısında etkili olmuş bu sosyolojik teorilerin ortak özellikleri bilimsel sosyolojik yaklaşımlarına karşın fazlasıyla pozitivist anlayışlarının bulunması ve sokak suçları, adi suçlar üzerinde yoğunlaşmalarıdır.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren güçlenen Marksist ve post-yapısalcı (1970’lerde) ekoller neticesinde kriminoloji alanında farklı sosyolojik teoriler birbiri ardına ortaya çıkmaya başlamıştır. İnteractionism (Etkileşme) metodolojisinin sosyal bilimlerde ortaya çıkmasıyla beraber yapısal çevresel koşullar kadar suçlular da anlaşılmaya çalışılmış, suçun ve suçluların toplumsal kurma kavramlar (construction) oldukları varsayılmış ve orijinal teoriler gelişmiştir. Mesela bu teorilerin en ünlülerinden biri olan labeling theory (etiketleme teorisi)’e göre suçluları toplumun suçlu olarak etiketlemesi, damgalaması suçlulara suç işlemeye devam etmekten başka şans bırakmamaktadır. Bu noktada ünlü post-yapısalcı düşünür Michel Foucault’nun "mahkumların görevi hapishaneden kaçmaya çalışmaktır" demesi oldukça manidardır. Post-yapısalcı ekolün bir uzantısı niteliğinde olan etiketleme teorisi mahkûm ve suçlu psikolojisini anlamaya çalışmış ve suçluları hastalıklı “öteki” kabul eden düşüncelere karşı çıkmıştır. Ancak post-yapısalcı ekolün klasik bir hastalığı olan çözüm üretememek sancısı bu alanda da etkisini göstermiş ve etiketleme teorisi suçun ilk aşamada neden ortaya çıktığını açıklamayı başaramamıştır. Marksizm’in bir uzantısı şeklinde gelişen radikal kriminoloji anlayışı ise sınıfsal mücadelelerin neticesinde hâkim sınıfların üretim araçları ve devletin ideolojik aygıtlarını elinde bulundurarak mahkûm durumundaki sınıfların bireylerinin suça yönlendirildiğini ve suçun belki de devrimci bir niteliği bulunduğunu iddia eder. Tarihsel kaçınılmazlığı olan ve ekonomik determinizme dayalı yeni toplumsal düzen yerleştiğinde önceden suç sayılan hareketler belki de suç sayılmayacak, dahası suç nedenleri ortadan kalkacaktır.
Kriminoloji biliminin tarihsel gelişimi temel olarak bu şekilde olmuştur ve ortaya çıkan belli başlı ekoller bunlardır. Bu ekolleri birbirinden kopuk, bağımsız yaklaşımlar olarak değerlendirmek hatalı olacaktır. Zira gerçeklere bakılınca ne ilk dönem sosyolojik, ne Marksist, ne de post-yapısalcı teorilerin suç oluşumunu anlamakta kendi başına yeterli olmadığı görülecektir. Marksist ve Toplumsal düzensizlik teorisinin vurguladığı yapısal ekonomik ve kültürel faktörlerin suçun ortaya çıkmasındaki etkisi göz ardı edilemeyecek kadar önemli olmasına karşın, post-yapısalcılığın bir katkısı olan etiketleme teorisi de son derece önemlidir. Yine sosyalleşmenin ve toplumsal bağların önemi de suçun ortaya çıkmasında yadsınamaz.
KAYNAKLAR
- D. Stanley Eitzen & Doug A. Timmer, 1985, “Criminology”, New York: McMillan Publishing Company
- Robert L. Bonn, 1984, “Criminology”, USA: McGraw-Hill, inc
- Türk Dil Kurumu (TDK) Online Sözlük, http://tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm
- D. Stanley Eitzen & Doug A. Timmer, 1985, “Criminology”, New York: McMillan Publishing Company
- Robert L. Bonn, 1984, “Criminology”, USA: McGraw-Hill, inc
- Türk Dil Kurumu (TDK) Online Sözlük, http://tdk.org.tr/tdksozluk/sozara.htm
Ozan Örmeci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder