Sayfalar

1 Şubat 2019 Cuma

Jeremy Black’ten ‘Kısa İngiltere Tarihi’



Giriş
1955 doğumlu İngiliz tarihçi Jeremy Black[1], yıllardır Exeter Üniversitesi’nde ders veren üretken bir akademisyendir.[2] 100 civarında kitabı olan Black, ayrıca ABD’nin Philadelphia eyaletindeki Dış Politika Araştırma Enstitüsü (Foreign Policy Research Institute)[3] bünyesinde bulunan Amerika ve Batı Araştırmaları Merkezi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapmaktadır. Daha çok İngiltere Tarihi ve Savaş Tarihi üzerine yazan Black’in A Short History of Britain adlı ünlü eseri, Kısa İngiltere Tarihi adıyla Ekin Duru tarafından Türkçe’ye kazandırılmış ve ilk baskısını 2017 yılında Say Yayınları tarafından yapmıştır. Bu yazıda, Black’in kitabından ve bazı makale ve internet sitelerinden özetle, İngiltere ve Britanya tarihi okurlarımıza anlatılacaktır. Kapsamlı araştırmalar için elbette daha detaylı bir okuma listesi edinilmelidir. Ancak Uluslararası Politika Akademisi’ndeki temel uzmanlık alanımız Tarih değil, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler olduğu için, bu tarihsel bilgiler daha çok okurlara bir altyapı oluşturması için ve sadece en önemli hususlar üzerinde durularak hazırlanmıştır.

Jeremy Black

“Önsöz”, “Okunması Önerilen Kitaplar” ve “Dizin” bölümleri dışında 6 bölümden oluşan kitap, toplam 238 sayfa uzunluğundadır. Bu bağlamda, yazarın 3.000 yıllık görkemli bir tarihi 238 sayfada anlatabilmesi hayli zor ve maharet gerektiren bir iştir. Lakin alanında önemli bir isim olan Jeremy Black, bu iş için başvurulabilecek en doğru kişilerden birisidir. Nitekim kitabı değerlendiren Oxford Üniversitesi’nden akademisyen William Gibson, “Britanya tarihini, ilk aşamalarından bugüne değin kusursuz biçimde aktaran bir eser” yorumunu yapmıştır. Black, ayrıca bu kitabını 2013-2014 yılları arasında kaleme almıştır. Bu bağlamda, ilerleyen yıllarda kitabın yapacağı yeni baskılarda “İskoçya bağımsızlık referandumu” ve “Brexit” gibi konuların daha detaylı bir şekilde yer alması beklenebilir.

Kısa İngiltere Tarihi

Bu Tarih Nasıl Anlatılabilir?
“Bu Tarih Nasıl Anlatılabilir?” başlıklı kitabın ilk bölümünde, Jeremy Black, öncelikle Britanya tarihinin nasıl yazılması gerektiğine dair yöntemsel bir açıklama yapmıştır. Black’e göre; tarih yazımı, kimlik ve değer sorunlarıyla yakından alakalıdır ve bunların giderek karmaşıklaştığı bir dönemde daha da zor hale gelmiştir. Ancak elbette toplumun geneli açısından bakıldığında, tarih yazımında üzerinde ısrarla durulması gereken bazı olaylar mevcuttur. Örneğin, BBC History Magazine’in Haziran 2006’da yaptığı ankette “Sizce Britanya, Britanya Günü’nü aşağıdaki tarihi günlerden hangisinde kutlamalıdır?” diye sorulmuş ve ankete katılanlardan çoğunun yanıtı Magna Carta’nın (1215) yıldönümü olan “15 Temmuz” olmuştur. Ayrıca tarih yazımında hassas siyasi dengeler de büyük rol oynamaktadır. Örneğin, Black, kitabının ne kadarını İskoçya ve Galler’e veya son iki yüzyıldır Britanya tarihinde önemli roller oynayan göçmenlere ayıracağı konusunu epey düşünmüştür. Bir diğer mesele, Britanya’daki siyasal gelişmelerin Avrupa ve dünya tarihindeki gelişmelerden ne ölçüde soyutlanabileceğidir. Benzer şekilde, yerel olayları ve bölgeleri tarih yazımında yeterince irdelememek de başlı başına bir sorun olabilir. Black’e göre, Britanya tarihi yazılırken genelde Whig yaklaşımı[4] hâkim paradigma olmaktadır. Bu yaklaşım, özgürlüğü güvence altına almanın bir yolu olarak Protestan kimliğine, mülkiyet haklarına saygıya, hukuk düzenine ve meclis egemenliğine vurgu yapar. Bu yaklaşım, yazara göre, vatansever duygular içerdiği için zaman zaman aşırıya kaçan bir yabancı düşmanlığı yansıtır. Ancak Whig yaklaşımı da zaman içerisinde ciddi değişimlere uğramıştır. Oy hakkının genişlemesi, demokrasinin derinleşmesi, Katoliklere Özgürlük Yasası ve daha birçok önemli tarihsel gelişme, Whig yaklaşımını ve buna bağlı olarak gelişen Britanya tarih yazımını etkilemiştir. Ayrıca radikalizme karşı olan Whigler, ilginç bir şekilde karşıtları olan Torylerce radikal olmakla suçlanmışlardır. Bunların yanısıra, ulusal tarih yazımında sadeleştirme yapmak da son derece gereklidir; zira bu tarz bir alanda yazarken anlaşılabilir olmak zorunluluğu vardır. Jeremy Black’e göre, Britanya’da tarihin en popüler disiplininin aile tarihi olması da ilginç bir durumdur. Hatta birkaç sene önce İngiltere Milli Arşivi (The National Archives) 1901 yılında yapılan nüfus sayımı sonuçlarını internet sitesinden yayınladığında o kadar çok ziyaretçi sitenin sayfasına tıklamıştır ki, site bir anda çökmüştür. Ayrıca ulusal tarih alanında artık sinema da çok önemli bir kaynak haline gelmiştir. Bugün Britanya tarihi açısından en fazla ilgi gören filmler, İmparatorluk dönemi savaşlarını anlatan “The Drum” (1938) ve “The Four Feathers” (1939) gibi kült yapımlardır. Bu tarz filmlerden bazıları tarihçilerce de onaylanmış ve destek görmüştür. Örneğin, Andrew Mollo’nun “Winstanley” (1975) filmi, tanınmış bir tarihçinin onayladığı az sayıdaki filmlerden biri olmayı başarmıştır. Kısıtlı bir bütçeyle çekilen ve 17. yüzyıl ortalarındaki “The Diggers” (Kazıcılar) hareketi lideri Gerrard Winstanley’i konu alan bu bağımsız yapım, Marksist tarihçi Christopher Hill tarafından beğenilmiş, ama çok az sinema salonunda gösterime girebilmiştir. “Oh! What a Lovely War” (1969) adlı müzikal ise, tarihçilerce hoş karşılanmayan bir içeriğe sahip filmlerden birisi olmuştur.

A Short History of Britain

1400’e Kadar
I-) İlk Çağlar
“1400’e Kadar” başlıklı kitabın ikinci bölümünde, İngiliz yazar, Britanya tarihinin 1400 yılına kadar içerdiği önemli gelişmeleri anlatmaya çalışmıştır. Britanya’da insanoğluna dair ilk bulgular, Norfolk’ta 2013 yılında kumsalda fark edilen yaklaşık 90.000 yıl öncesine ait ayak izleridir (Happisburgh footprints). Bu bölgenin sürekli bir yerleşime sahne olmaktan ziyade, birkaç farklı yerleşim dönemine tanıklık ettiği varsayılmaktadır. Bu dönemlerse kutuplardaki buzulların çekilmesine bağlı olarak oluşmuştur. Hava koşullarının izin verdiği dönemlerde, ilk insanlar Avrupa’da güneyden kuzeye doğru yayılmış ve arktik tundraları araştırmışlardır. İlk hominidler ve onların kullandıkları aletlerin kalıntıları Güney İngiltere’nin birçok yerinde ve günümüz Londra’sının bir bölümünü oluşturan Newington’da bulunmuştur. Mayıs 2014’te, yine günümüz Londra’sı içerisinde yer alan Vauxhall’da, Taş Devri’nden kalma bir balık kapanı, insan eliyle açılmış çukurlar, bir parçalama aleti, yanmış hayvan kemikleri ve toprakta kamp ateşi yakıldığını gösteren yanık izleri bulunduğu açıklanmıştır. İlk insanların, suların çekildiği kıyılarda ve Thames Nehri’nin üzerindeki çakıllı adalarda kamp yaptığı düşünülmektedir.

Happisburgh footprints

Üst Paleolitik dönemde (yaklaşık olarak MÖ 35.000’den 12.000’e kadar), Neandertal insanın yerini anatomik olarak daha gelişmiş olan insanlar almışlardır. Bu dönemde sosyal yapılanmalarda ve taş yontma teknolojisinde gelişmeler yaşanmıştır. Yaklaşık olarak MÖ 10.000’de, Buzul Çağı’nın sonunda, ormanların ve yaban hayatın kuzeye doğru yönelmesiyle bitki ve hayvan türleri artmış ve bu durum avcı-toplayıcılara daha fazla olanak sağlamıştır. MÖ 6500 dolaylarında, buzların erimesiyle deniz seviyesi yükselmiş ve bu, Britanya’yı Avrupa’ya bağlayan karanın sular altında kalmasıyla ülke tarihini kalıcı bir biçimde değiştirmiştir. Britanya, bu süreçten sonra artık kıta Avrupası’ndan kopan büyük bir ada haline gelmiştir. Ada olmak, tüm tarihçilerin belirttiği şekilde İngiltere’yi işgal edilmesi zor bir yer haline getirmiş ve deniz ticaretinin gelişimi için de uygun bir ortam yaratmıştır. Ada olmanın İngilizlerin tarihsel gelişimi ve “Avrupalı” kimliğinden farklı bir kimliğe sahip olmalarında da etkisi büyüktür.

Sweet Track

MÖ 5000 dolaylarında İngiltere’de yerel ürünler yetiştirilmeye başlanmış ve MÖ 4200 civarında tarıma dayalı yerleşim artmıştır. Bu şekilde, tarım, avcılık-toplayıcılık faaliyetlerinin önüne geçmiş ve üretim ve yerleşimin artmasıyla gelişen malzeme kültürü de geniş çaplı ticarete imkân sağlamıştır. Evcil hayvanların yayılmasını tekerlekli araçlar izlemiş ve yeni yollar açılmıştır. Örneğin, Somerset Levels’ı kesen Sweet Track, yaklaşık olarak MÖ 3800’de inşa edilmiştir. Bu dönemlerde orman en önemli kaynaktır. Orman, aynı zamanda hem odun, hem yakacak, hem de yapı malzemesidir. Bu dönemde sosyal tabakalaşma da başlamıştır. Nitekim 2013’te Lydney yakınındaki Dean Ormanı’nda bulunan bu dönemden kalma küçük altın bileziklerin, dönemin kabile reisi çocuklarına ait olduğu ve sınıflaşmayı yansıttığı düşünülmektedir. Bu dönemlerin en önemli kalıntısı ise kuşkusuz Stonehenge’dir. Yapımı muhtemelen iki milyon saati aşan bir çalışmayla tamamlanmış ve yaklaşık olarak MÖ 1550 dolaylarında olmuştur. Yapıda kullanılan mavi taşlar ise özel olarak Galler’den getirilmiştir. O dönemde böyle bir çaba ve organizasyonu gerçekleştirmek çok büyük bir olaydır. Stonehenge’in nasıl bir dini inançla bağlantılı olduğu henüz meçhuldür; ama bazı astronomik gözlemlere dayandığı da ortadadır. Son dönemde yapılan araştırmalar, burada, “yaşayanlar” ve “ölüler” için iki ayrı merkez olduğunu ve yaşayanların merkezinde şenliklerin düzenlendiğini ortaya koyuyor.

Stonehenge

MÖ 3000 yıllarında, İngiltere’nin Avrupa’daki gelişmeleri takip etmesi sonucunda metal işçiliği ülkenin güneyinde yaygınlaşmıştır. Bakır Çağı, MÖ 2300’de yerini Tunç Çağı’na ve MÖ 700’den itibaren de Demir Çağı’na bırakmıştır. Çapa ve çivi gibi demir aygıtlar tarıma ve inşaata yeni ufuklar açarken, bir yandan da ticareti geliştirmiştir. İngiltere’deki Demir Çağı toplumu, ezeli düşman olan İmparatorluk Roma’sından farklıdır. Örneğin, Romalıların "oppida" dedikleri ilkel kentleri vardı, ama İngiltere’de şehircilik açısından gelişmiş bir uygarlık yoktu. Devletler vardı, ama oturmuş bir yönetim sistemi bulunmuyordu. Yazılı bir kültürleri de yoktu ve tek dil yerine birçok dil kullanılıyordu. Gene de uygarlık anlamında bazı önemli adımlar atılmıştı. Örneğin, İngiltere’nin güneyinde ağaçlar kesilerek tarım alanları oluşturulmuş ve tarım faaliyetleri sayesinde artan nüfusu beslemek mümkün hale gelmişti. Daha önemlisi, daha bu dönemlerde para bastırılmıştı. Ancak bu kabile toplumunda Britanyalı, İngiliz, Galli ya da İskoç gibi kimlikler henüz yoktu. Bu dönemden kalan kaleler, yaşanılan dönemin son derece tehlikeli olduğunu ve sık sık çatışmalar çıktığını bizlere anlatmaktadır. Fin Cop’da MÖ 400 yılından kalma ve Danebury’de MÖ 100 yılından kalma katliam kalıntıları, bu dönemin çatışmacı toplumunun tarihsel kanıtlarıdır.

II-) Romalılar Dönemi (43-410)
Romalıların işgali olmasaydı İngiltere’nin tarihi nasıl gelişirdi?” sorusuna yanıt vermek Jeremy Black’e göre mümkün değildir. Ancak şu bir gerçektir ki, Roma işgali sonrasında Britanya’daki koşullar çok değişmiştir. Romalılar, MS 43-83 yılları arasında İngiltere’ye, Galler’e ve Güney İskoçya’ya egemen oldular. Bu dönem öncesinde, Roma İmparatoru Jül Sezar (Julius Caesar) Galya’yı (Fransa’yı) ele geçirdikten sonra zaten yüzünü artık Britanya’ya çevirmişti. Bunun bir nedeni de, Britanya’nın Galya’daki direnişe sürekli destek olmasıydı. Ayrıca Sezar’ın yeni bir zafer kazanmak ve ordusunun moralini yükseltmek istemek gibi kişisel nedenleri de vardı. MÖ 54’te, Sezar, Thames Nehri’ni geçerek bölgedeki kabile reisi Cassivellaunus’un Wheathampstead’de bulunan başkentini ele geçirdi. Buna rağmen, Sezar’ın seferleri hemen sonuç vermedi; zira Roma İmparatorluğu iç savaşlar nedeniyle karışmış haldeydi. MS 43’te Sezar’dan sonra İmparator Cladius da Britanya’ya bir sefer düzenledi ve Midlands’i işgal etti. Ancak MS 60’ta bugünkü Doğu Anglia’da yaşayan Iceni kabilesinin Kraliçesi Boudicca’nın başlattığı büyük bir ayaklanma nedeniyle Romalılar ciddi sıkıntılar yaşadılar. İsyancılar, Roma’nın Britanya’daki yerleşim yerleri olan Colchester, Aziz Albans ve Londra’yı yerle bir edip, halkı kılıçtan geçirdiler. Daha sonra Boudicca, Midlands’deki bir kentin yöneticisi olan Roma Valisi Gaius Suetonius Paulinus tarafından yenilgiye uğratıldı. Romalıların Britanya’yı işgal çabaları sürekli olarak devam etti. Nihayetinde bu çabalar sonucunda Güney İskoçya’yı ele geçirdiler. Romalıların Britanya’da tutunabilmelerini sağlayan en önemli unsur, Solway Firth’den Newcastle yakınlarındaki Kuzey Denizi’ne kadar uzanan çok sağlam bir sur olan Hadrian Duvarı (Hadrian's Wall) idi. Bu duvar, Britanya topraklarını ikiye bile ayırabilirdi; ancak Roma işgali sona erince, bu gerçekleşmedi.

Hadrian Duvarı

Roma işgali altında Britanya’nın ticari bağlantıları zenginleşti. Bu dönemde madencilik ve tarım gelişti ve üretim arttı. Ayrıca Londinium (Londra) kentine ürün sağlama gereksiniminden ötürü iletişim kanallarının açılmasıyla ekonomik uzmanlık alanları oluşmaya başladı. Londra, bölgenin bu dönemden itibaren denizaşırı ticaret merkezi oldu. Romalılar tarafından yapılan yollarla bu durum pekişti. Zira ürünlerin Londra’ya ve buradan da deniz ticaretiyle dışarıya taşınması mümkün hale geldi. Daha o dönemlerde, Britanya, dışarıya tahıl, yünlüler ve av köpekleri satmayı başarıyordu. Şarap, cam, çanak-çömlek, mermer, zeytinyağı ve Roma mutfağında önemli bir yeri olan “garum” adlı konserve balık sosu da ithal edilen ürünlerdendi. Hıristiyanlığın Britanya’ya ulaşması ve yayılması, daha önceki Roma dinleriyle, özellikle de Olimpia ve Mithra kültürleriyle benzer etkiyi yaptı ve Avrupa kıtasıyla ilişkileri pekiştirdi. Kentlerde birçok yeni ibadet yeri ve kilise yapıldı. Britanya, 4. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda yoğunlaşan krizden, özellikle de 342-343, 360 ve 367-368 yıllarında barbar istilacıların uyguladığı baskıdan etkilendi. Kuzeybatı Almanya’dan gelen Saksonlar Britanya’nın güneyine saldırınca, 3. yüzyılda “Sakson Sahili” diye bilinen bir dizi kalenin sahilde inşa edilmesine neden oldu Ayrıca Londra ve benzeri kentlerin surları da güçlendirildi. Roma’nın Britanya’yı ne kadar Romalılaştırabildiği Jeremy Black’e göre bir muammadır; nitekim Britanya’da Roma’dan daha çok, asla Romalılaştırılmamış olan ve Danimarka ve Almanya’dan gelen Angllar ve Saksonların istilasının daha ciddi etkileri olmuştur.

III-) Anglo Sakson Dönemi (410-1066)
İngiltere’de Anglo Sakson dönemi, MS 5. yüzyılda Romalıların adadaki hâkimiyetlerinin sona ermesinden 11. yüzyıldaki Norman fetihlerine (1066) kadar olan döneme verilen addır. Yine bu dönem, Orta Çağ İngiltere’sinin ilk dönemleri olarak da bilinmektedir. Bu uzun dönemde İngiltere’de birçok Anglo Sakson Krallığı ortaya çıkmıştır. Kıta Avrupa’sından gelen Anglo Saksonlar, Germen dilini konuşan ve bu soydan gelen bir topluluktu.

Roma’nın egemenliği sona erince, Britanya geçimlik ekonomiye geri döndü ve şiddetin hüküm sürdüğü bir topluma dönüştü. Bu döneme ait az sayıda seramik parçası ve sikkenin bulunması bunun kanıtıdır. Ayrıca ağaç kullanımıyla inşa edilen yapıların tercih edilmesi nedeniyle, Britanya tarihinde bu dönemlerden kalma tarihi yapılar bulmak zordur. Bunların yanında, yazara göre, o dönemlerde yaşanan barbar saldırıları ve Britonların Roma uygarlığına kıyasla daha vahşi bir yaşam sürmeleri de arkeolojik kayıt ve kalıntıların çok sınırlı kalmasında etkili olmuştur. Bu dönemde Angllar Kuzey (Northumbria), Orta (Mercia) ve Doğu İngiltere’ye, Saksonlar ise Güney bölgesine yerleştiler. Jütler de bu dönemde Kent’e yerleşti. Paganların istilası ile bu yıllarda Hıristiyanlığın etkisi azaldı. 500 yıllarında direniş Artorius isimli bir savaşçının emri altında Mons Badonicus’ta önemli bir başarı elde ettiyse de, Britonlar daha sonra Galler’e, Cumbria ve Cornwall’a doğru çekilmek zorunda kaldılar. Bu dönemde Britonlar ya kaçmak, ya da istilacıların ordularına kul-köle olmak zorunda kaldılar. Yine bu dönemde Avrupa kıtasıyla bağlantılar çok zayıfladı ve ticaret Roma dönemine kıyasla azaldı. Anglo Saksonlar, bu dönemde yeniden tarıma ve kendine yeten bir ekonomiye yöneldiler.

Jeremy Black’e göre, DNA verileri incelendiğinde, kökleri İrlanda’da olan İskoçların uzun süre Kuzey Kanalı’nın her iki yakasında da yaşamış olabilecekleri ortaya çıkmaktadır. İskoçlar, zaman içerisinde İskoçya’ya giderek daha fazla önem kazandılar ve 8. yüzyıl sonlarında Romalılara karşı başarılı bir direnişte bulunarak, Firth of Forth’un kuzeyindeki arazilere yerleşmiş olan Piktleri egemenlikleri altına aldılar. Romalı olsun veya olmasın, Britanya’ya saldıranlar ancak müdahale ederek başarılı olmuşlar; ancak bu başarıyı her yerde elde edememişlerdir. Saksonlar Cornwall’u ancak 838’de ele geçirebilmiştir. Ayrıca 7. yüzyılda Roma ve İrlanda’dan gelen misyonerlerle birlikte Hıristiyanlığın benimsenmesi, Britanya’nın Avrupa kıtasıyla kültürel açıdan yakınlaşmasına neden olmuş ve özellikle Kent ve Doğu İngiltere Krallıkları ile Avrupa arasında kültürel etkileşimler çok artmıştır. Hıristiyanlık, aynı zamanda İngiltere’de eğitim ve okuryazarlığın yaygınlaşmasına ve toprak mülkiyeti konusunda yazılı yasaların yapılmasına yardımcı olmuştur. Toplumsal kurumsallaşma artmış, kentsel yaşam canlanmış ve tarım faaliyetleri yaygınlaşmıştır. Sutton Hoo’daki Kral mezarları ve Yeavering’deki görkemli salonlar, arkeolojik kayıtlarla birlikte, bu dönemde servet birikiminin arttığını ve yöneticiler ve seçkinlerin gösterişe önem vermeye başladıklarını göstermektedir. Bu, Black’e göre, Avrupa ile ticaretin artmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu dönemin yaygın ihraç malları ise, kumaş, kurşun ve kölelerdir. Ancak İngiltere’nin asıl zenginlik kaynağını yün ihracatı oluşturuyordu. 720 yılı itibariyle İngiltere’de yaklaşık 30 milyon sikke tedavüldeydi ve bu paralar tüm ülkeye yayılmıştı. Bu durum, ticaretin ne denli geliştiğinin somut bir göstergesidir.

7. ve 8. yüzyıllarda, Londra, Ipswich ve Kent’teki Sandwich ve Southampton gibi yerler liman kentleri olarak geliştiler. 730’larda Northumbrialı keşiş Bede, yazılarında Londra için “kalabalık bir ticaret merkezi” ifadesini kullanmış, 670’lerdeki bir belgede ise Londra “gemilerin uğradığı yer” olarak geçmiştir. 7. yüzyıla gelindiğinde, Kuzey Denizi’nin güney kesimi birleştirici bir işlev üstlendi. Bu, İngiltere’deki bir bölünmeden kaynaklanıyordu. Doğudaki kesim Kuzey Denizi’ndeki ekonomi ile bağlantı içerisindeyken, Anglo Sakson Krallar tarafından yönetilen Batı kesiminde toplum Roma sonrası Britanya’ya özgü özelliklerini sürdürdü. 8. yüzyılda ticaret yerleşim merkezlerine ve zirai faaliyetlere bağlı olarak gelişti. Tarımda yabani otları temizleme, gübreleme, mısır kurutma makinesi ve su değirmenleri kullanmak gibi alanlardaki yeni yöntemlerin yayılması tarımsal faaliyetleri arttırdı. Ulaşımda karşılaşılan sorunlar da ülkenin gelişimin seyrini değiştirdi. Yolların toprağın daha kuru olduğu dağ bölgelerinden geçirilmesi ve -740’tan sonraki tarihi vesikalarda görüldüğü üzere- köprü inşaat ve onarımının önem kazanması en dikkat çekici unsurlardı. Ayrıca bu dönemde su taşımacılığı öne çıkmaya ve su ile kara ulaşımın kesiştiği noktalar önem kazanmaya başladı. Anglo Sakson döneminde yün ticareti Cotswolds’dan güneydoğuya Thames Nehri üzerinden yapılıyordu. Bu dönemlerde İngiltere, Galler ve İskoçya’da çok sayıda küçük Krallıktan oluşan bir sürü koalisyon vardı; muhtemelen bunlar ortak savunma amacıyla bir araya gelmişlerdi. Başlangıçta Kent ve Doğu Anglia en önemli Krallıklardı. Kent’in başkenti olan Canterburry, Hıristiyanlığın kabulünde de önemli bir rol oynadı. Buna karşın, Anglo Sakson politikasındaki hiyerarşi ve egemenlik savaşları değişimleri tetikleyerek, zamanla Krallıkların konumunu değiştirdi ve Kent önemini yitirdi. Northumbria Kralları, 7. yüzyılın büyük bölümünde diğer İngiliz ve İskoç yöneticilere bölgelerinde boyun eğdirdiler. Bununla beraber, 685’te Piktler, Northumbria Kralı Ecgfrith’i öldürdüler ve bu, İngiltere ile İskoçya arasında ilişkinin kurulmasında önemli bir rol oynadı.

Kral Offa

A-) Midlands (Mercia) Krallığı
Zamanla Northumbria hegemonyasının yerini Mercia’daki Midlands Krallığı (527-879) aldı. Özellikle Kral Offa (Offa of Mercia) (757-796) döneminde, Galler’le olan sınır Offa’nın Bendi (Offa’s Dyke) (784-796) ile belirlendi. “Wales” (Galler), eski İngilizce’de Romalılar için kullanılan “wealas” sözcüğünden türetilmiştir ve Mercia’nın batısındaki Britanya Krallığı’nın en geniş topraklarını tanımlamak için kullanılmıştır. Offa, İngiltere’nin güneydoğusunda da egemenlik alanını genişletmiştir. Oxford ve Güney Midlands’de olduğu gibi Londra bölgesinde konuşulan dil de Mercialıların İngilizcesinden gelmektedir. Offa’nın yerine geçen Cenwulf (798-821) ise, onun egemenliğini sürdürdü. 798’de Kent’teki bir ayaklanmayı acımasızca bastırdı, Londra’da çok sayıda yönetmelik hazırladı ve Canterbury Başpiskoposu Wulfred’i görevden aldı. Öte yandan, zamanla Wessex’te oluşan Krallık Mercia’yı tehdit etmeye başladı. Nitekim 825’te Wessex Kralı Egberg veya Egbert, Ellandun’da Mercialıları yenerek Güneydoğu İngiltere’yi ele geçirdi. Aynı dönemde, Kilise, İngiliz kimliğini desteklemekteydi. Hertfordlu Synod’un (672) yasaları tüm İngiltere kiliseleri için geçerli sayıldı ve Northumbrialı keşiş Bede 731’de İngiliz Halkının Dini Tarihi (The Ecclesiastical History of the English People) eserini yazdı. İngilizlik, Britonlar, Romalılar, Angllar, Saksonlar ve Jütlerden oluşan çok etnikli ve kültürlü bir toplumu İngiltere’de bir arada yaşamı paylaşan ve etnik ağırlığı olmayan bir birliğe dönüştürmeyi başarıyordu. Offa’nın saltanatının son döneminde ayrıca İskandinavya’dan gelen istilacı Vikingler sahneye çıkmıştır. Kısa sürede tüm İngiltere’ye yayılan Vikingler, 5. yüzyılda Anglo Saksonların yaptığından bile daha büyük tehlike oluşturmaya başladılar. Norveçliler özellikle İskoçya’nın kuzey ve batı sahillerini ele geçirirken, Danimarkalılar Doğu Anglia’yı (865), Yorkshire’ı (866-867) ve Mercia’yı (867) fethederek İngiltere’nin büyük kısmına hâkim oldular.

B-) Wessex Hanedanı (House of Wessex)
9. yüzyıl sonlarına doğru Wessex Hanedanı adadaki en etkin güç haline gelmeye başladı ve merkezi bir devlet (Krallık) kurma yolunda ilk ciddi girişimleri başlattı. Nitekim 878’de Wessex Kralı "Büyük Alfred" (Alfred the Great), Edington’da Danimarkalıları yenilgiye uğrattı. Bu başarı, Danimarka Büyük Ordusu’nun yeni fırsatlar peşinde koşmak üzere Avrupa kıtasına gitmesiyle güvenceye alındı. Bundan sonra, Büyük Alfred, güneydoğu İngiltere’ye doğru seferlerini sürdürdü ve Londra’yı işgal etti. Kendini putperest Danimarkalılara karşı Hıristiyanlığın savunucusu olarak gören "Büyük Alfred" ve yetenekli halefleri "Yaşlı Edward" (Edward the Elder) (899-924) ve Athelstan (924-939), İngilizlere özgü bir ulusal kimliğin geliştirilmesinde önemli rol oynadılar. Danimarkalıların çekilmesini sağlamanın yanı sıra, Midlands’i ve zorlukla da olsa İngiltere’nin kuzeyini ele geçirdiler. Dahası, idari bölgeleri (“burh” adı verilen kale kentleri) güçlendirerek, kamu mahkemeleri oluşturarak, peni için yeni bir standart belirleyerek para basımını geliştirerek ve vergi ve askerlik mükellefiyetleri belirleyerek, Eski İngiltere Krallığı’na geçiş dönemini sağladılar. Bu sayede, Jeremy Black, onların ve I. Edmund’un (939-946) ardından gelen Eadred’ın (Edred) (946-955) “İngiltere’nin ilk Kralı” olarak tanımlanabileceğini yazmıştır.

Eadred (Edred)

Kısa süre taç giyen Eadwig (955-959) sonrasında başa geçen "Barışçı Edgar" (Edgar the Peaceful) ise (959-975), 973’te İngiltere Kralı olarak -Bath’da- taç giyen ilk yönetici olmuştur. Wessex Hanedanı’nın sonraki yöneticileri ise "Şehit Edward" (Edward the Martyr) (975-978) ve “Hazırlıksız Ethelred” (Ethelred the Unready) (978-1013) oldular. Wessex Hanedanı sayesinde, 1066’ya gelindiğinde, artık İngiltere’de nüfusun yüzde 10’u kırsal kesimden ziyade Kral’ın denetimindeki kentlerde yaşamaya başlar olmuştur. Jeremy Black, Eski İngiliz Krallığı’nın etkin ve güçlü bir yönetim olduğunu ve özellikle İngiliz hukuku ve devlet teamüllerinin gelişmesinde önemli rol oynadığını ifade etmiştir. Örneğin, bu dönemde tüm erkekler “fyrd” ya da orduda görev almak zorundaydılar ve bu durum devlet otoritesinin açık bir göstergesiydi.

Kral Edgar’ın (Barışçı Edgar) taç giyme töreni, sonraki dönemlerde uygulanan törenler için uygulanan ritüeli oluşturmuştur

C-) Danimarka Hanedanı (House of Denmark)
Silik bir Kral olan “Hazırlıksız Ethelred” (Ethelred the Unready) döneminde, İngiliz devleti Danimarkalıların saldırısı sonucunda 1010’lu yıllarda yıkıldı. Bu felakette, Ethelred’in "Büyük Alfred" gibi güçlü bir yönetici olamamasının yanında, soyluların bölünmesi ve Danimarkalıların saldırılarının çok güçlü olması da etkendi. 1013’te Danimarka Kralı “Çatalsakal Sweyn”, 1016’daysa Sweyn’in (Sweyn Forkbeard) küçük oğlu Knud (Cnud veya Canute) İngiltere hükümdarı oldu. Knud, o yılın başında ülkeyi Ethelred’in oğlu Edmund Ironside ile paylaşmıştı. Edmund Wessex’i, Knud da Mercia’yı almıştı, ama Edmund bir süre sonra öldü. Knud, 1035’teki ölümüne kadar başarılı bir yönetim sergiledi ve 1019’da İngiltere, Danimarka ve daha sonra Norveç’i de kapsayan çoklu Krallığın bir parçası haline geldi. Bu, bir Anglo-Danimarka yönetimiydi. Önceki istilacıların aksine, Knud, bir İngiliz Krallığı’nı ele geçirmişti. Knud, destekçilerini bu topraklara yerleştirdi ama Anglo Sakson toprak sahiplerinin arazilerine el koymadı; aynı zamanda güçlü manastırlarla yakın ilişkide olmaya özen gösterdi. Knud’un savaşçı halefleri “Tavşan Ayaklı Harold” (Harold Harefoot) (1035-1040) ve Harthacnut (1040-1042), sürekli bölünmekte olan Anglo-Danimarka devletini ve aile içi birliği sağlayamadılar. Bu sayede, 1042’de Wessex Hanedanı restore edildi ve Londra’da oybirliğiyle seçilen “İtirafçı Edward” (Edward the Confessor) (1042-1066) tahta geçti. Bu dönemde böyle bir oylama yapılması, burada bir halk meclisinin var olduğunu ve İngiliz demokrasisinin daha bu dönemlerde filizlenmeye başladığını gösterir. Ancak 1051-1052’den itibaren, “İtirafçı Edward”, Wessex Kontu Godwin’in (Harold Godwinson) direnişiyle karşılaşmaya başlamıştır. Edward’ın çocuğu da yoktur ve bu da onarılan Wessex Hanedanı’nın devamı için sorun teşkil etmiştir. Bu nedenle, 1066’da oluşan Norman Hanedanı’na kadar, İngiltere’de tartışmalı Krallar olmuştur. Godwin Hanedanı’nın tek yöneticisi olan Godwin’in (Harold Godwinson) sonrasında, Wessex Hanedanı adına Edgar Aetheling tahta çıkmıştır. Godwin, 14 Ekim 1066’da Hastings Savaşı’nda Fransız Normanlara kaybetmiş ve yerine Edgar Aetheling geçmiştir. Ancak Norman işgali altında olduğu için, Aetheling ülkeyi yönetememiş ve 1066’dan itibaren Norman Kralları İngiltere’yi yönetmeye başlamışlardır.

IV-) Norman Hanedanı (House of Normandy)
Fatih I. William’dan (William I veya William the Conqueror) (1066-1087) itibaren, İngiltere’yi 1135’e kadar Norman Kralları yönetmişlerdir. Tarihçilerce İngiltere tarihinin ilk parlamentosu konusunda 1066 yılı ve Fatih I. William ve sonrasındaki Norman Kralları dönemi işaret edilir. Norman yönetimi, ayrıca İngiltere’nin Normanlaştırılması yönünde aktif bir siyaset takip etmiştir. İngiliz direnişi kırılmış ve 1069-1070’de kuzeydeki ayaklanma acımasızca bastırılmıştır. Son büyük ayaklanma 1075 yılında olmuştur. Bu dönemde Beyaz Kule Londra Kulesi’ne dönüştürülmüş ve Tyne Nehri kıyısında daha sonra Newcastle kentine dönüşecek yeni bir kale inşa edilmiştir. İlk Norman kaleleri, genellikle “höyük ve avlu” (motte-and-bailey) adıyla bilinen ve yöresel ayaklanmalara karşı korunma amacıyla kalas ve toprak kullanılarak inşa edilmiş yapılardı. Bazıları ise taştan yapılmıştı. Kalelerin tasarımı yeni otoritenin yerli halk üzerindeki iktidarının ve aynı zamanda yeni toprak sahibi ailelerin birbirleriyle olan ilişkisinin simgesiydi. I. William ve halefleri II. William (William Rufus) (1087-1100) ile I. Henry (Henry Beauclerc) (1100-1135), Londra, Exeter ve Nothingham gibi kentlerdeki kalelerin bakım ve onarımlarını sürdürdüler.

I. William (Fatih William)

Normanların yeni düzeninde, vasallara ordudaki hizmetleri karşılığında toprak dağıtılıyordu. Norman Lordları da orduya -sahip oldukları arazi oranında- Şövalye sağlamakla yükümlüydüler. Bu, tarihçiler tarafından genellikle “derebeylik sistemi” olarak nitelendirilen bir düzeni işaret eder. Bu dönemden kalma Kıyamet Kitabı (Domesday Book) adlı eser (1086-1088), Kraliyet yetkileri ve gücünü göstermesi bakımından önemlidir. Kral I. William’ın emriyle hazırlanan bu kitap, İngiltere’de kimin hangi değerde ve ne kadar toprağa sahip olduğunu araştıran detaylı bir çalışmanın sonucudur ve Avrupa tarihinde daha önce görülmemiş bir merkezi devlet uygulamasına işaret eder. Bu kitap sayesinde, sözlü tarihten yazılı tarihe geçiş konusunda önemli bir aşama kaydedilmiştir. Ayrıca yine Norman Hanedanı döneminde, kiliselerde de yeni bir düzen kurulmuştur. Örneğin, Canterbury Başpiskoposu’nun yerine William’ın başdanışmanlarından Lanfranc getirilmiş ve kültürel devamlılık yönünde önemli adımlar atılmıştır. Ayrıca, Lanfranc, Canterbury keşişi Osbern’i 1012’de Danimarkalılar tarafından öldürülen Aziz Alphege’nin (Aelfheah) biyografisini yazmakla görevlendirmiştir. Bunların yanı sıra, bürokrasi oluşturulması yönünde de özellikle I. Henry döneminde önemli mesafe kat edilmiş; örneğin, “curiales” adı verilen profesyonel bir yönetici grubu oluşturulmuştur. Ancak asiller arasındaki mücadeleler Norman Hanedanı’nın da sonunu getirmiştir. Her ne kadar son Norman Kralı I. Henry 1106’da Normandiya’daki Tinchebrai’de Robert’ı yenilgiye uğratarak İngiltere ve Normandiya’nın yeniden birleşmesini sağlasa da, oğlu William Adelin’in ölmesi sonrasında varisi kalmadığı için en yaşlı kızı Matilda ile yeğeni Stephen (Stephen of Blois) (1135-1154) arasında taht kavgası yaşanmış ve Stephen -“Anarşi” döneminde- Blois Hanedanı’nın tek Kralı olarak tahta çıkmıştır. 1141’de Matilda iç savaştan faydalanarak Stephen’i esir alıp bir süre İngiltere’yi yönetse de, kuzeni Stephen gibi taç giyememiş ve bu nedenle de İngiliz tarihçilerce monarklar listesine dâhil edilmemiştir.

V-) Anjou Hanedanı (House of Anjou)
II. Henry’nin (Henry Curtmantle) (1154-1189) 1154’te taç giymesiyle, İngiltere’de Anjou Hanedanı dönemi başlamıştır.[5] Bu dönemde itibaren, Normanlar, ilgilerini daha fazla çeken Fransa’daki topraklarını genişletmek ve denetim altına almak istemişlerdir. I. Henry’nin kızı Matilda’nın oğlu olan II. Henry, kolaylıkla İngiliz tahtında hak iddia edebilmişti. Bu yüzyılda bilinçli bir şekilde Anglo-Norman kimliği geliştirildi; artık İngiliz ya da Britanyalı olmaya olumsuz bakılmıyor ve bunun şanlı geçmişte kaldığı düşünülüyordu. Bu tarihi görüş, Anglo Sakson İngiltere ile kişisel bağlantıları olan ruhbanlar tarafından geliştirilmekteydi. Artık Britanya’nın Normanlar öncesi tarihi de saygınlık kazanmaya başlamıştı. Muhtemelen 1091 yılında Fransa’dan kiliseye gelen Durhamlı Symeon, Anglo Sakson kökleri üzerinde duran ve dönemin Bede gibi yazarlarını esas alan Durham Kilisesinin Kökenleri ve İlerlemesi Üzerine Risale (A History of the Church of Durham) isimli bir kitap yazdı. Keşiş Ailred (1109-1166) ise, hem Bede’nin de konu olarak işlediği ünlü Northumbrialı Aziz Curthbert, hem de İngiltere’nin aziz olarak tanınan tek Kralı (cesedi 1163’te törenle Westminster’a taşınmıştır) “İtirafçı Edward” için methiyeler kaleme aldı. Monmouthlu Geoffrey de, Anglo-Norman İngiltere’sini Britanya’nın geçmişine bağlayan Historia Regum Britanniae (1138) eserinde, İngiltere’nin tarihini Truvalı Aeneas’ın torunu Brutus’a dayandırıyor ve “Kral Arthur” efsanesini yeniden canlandırıyordu. İddiasına göre, Arthur’un babası Konstantin’in soyundan gelmekteydi ve Fransızlar ile Romalıların fatihiydi. Fransa’da toprak kazanması ve İrlanda’da gücünü kabul ettirmesi sayesinde, II. Henry (1154-1189), Knud hariç kendisinden önce gelen tüm hükümdarlardan daha geniş bir alana hükmetti. Henry döneminde hükümet Kral’ın kişisel müdahalelerine de eskine kıyasla daha az bağımlı hale geldi. Hukuki uygulamalar ve vergilerin toplanması da daha düzenli hale gelmiş ve merkezi devlet yapısı oturmaya başlamıştı. Adaleti ise saraya bağlı gezgin yargıçlar sağlıyordu. Yargının önemsenmesi kamunun gücünü arttırdı, İngiltere’de etkin bir yönetim kurulmasına olanak sağladı ve devlete saygıyı geliştirdi. Bu sayede, Prenslerin yönettiği bir konfederasyon görünümündeki Fransa’nın aksine, İngiltere bu dönemde eşitler arasında birinci olan Kral’ın yönettiği bir devlet olarak parçalanmaktan kurtuldu. Ayrıca Stephen (Stephen of Blois) (1135-1154) döneminde yaşanan “Anarşi” ve iç sorunlar da devlet ve hukuk düzenine olan saygıyı ilerleyen dönemde olumlu yönde etkiledi. Nitekim 1160’tan itibaren, davalar, saray yetkililerinden ziyade yerel jüriler tarafından karara bağlanmaya başladı. Ayrıca II. Henry’nin Canterburry Başpiskoposu iken sarayın gazabına uğrayan Thomas Becket ile kavgası, Kral’ın Kilise’ye karşı devletin çıkarlarını savunma kararlılığını yansıtması açısından önemlidir. Bu dönemde başlayan yetki tartışması, 16. yüzyıldaki Protestan Reformu’na (Reform) kadar sürecektir. II. Henry’nin öfkesi ise, 4 Şövalyesinin 1170’te Becket’i katedralde öldürmelerine yol açmıştır. Hıristiyan âlemini dehşete düşüren bu olay sonrasında, 1173’te Thomas Becket “aziz” ilan edilmiştir. Çok popüler bir aziz olan ve mezarı hacılarca ziyaret edilen Becket, Geoffrey Chaucer’in Canterburry Hikâyeleri (Canterbury Tales) eserine de konu olmuştur. Henry’nin Becket’le kavgası yalnızca birbirine karşıt otoritelerin çatışmasını değil, aynı zamanda bürokratik uygulamalar ile kişisel irade arasındaki gerilimi de yansıtmaktadır. Nitekim tüm bu devletleşme yönündeki ilerlemelere karşın, II. Henry döneminde Kral’ın zorba ve keyfi tavırları devlet yönetiminde etkili olmaya devam etmiştir.

II. Henry’den sonra tahta çıkan I. Richard veya nam-ı diğer “Aslan Yürekli Richard” (Richard the Lionheart) (1189-1199), Üçüncü Haçlı Seferi’ne bizzat katılmıştır. Bu girişim, İngiltere’nin büyük Hıristiyan âlemi içerisinde yer edinmesi bakımından önemlidir. I. Richard, bugünkü İsrail toprakları üzerinde bulunan Akka’nın Müslüman lider Selahaddin’in elinden alınmasına önderlik etmiş ve onu savaşta yenilgiye uğratmış; fakat onun aksine Kudüs’ü ele geçirememiştir. Üçüncü Haçlı Seferi’nden dönerken esir düşen I. Richard için Kutsal Roma İmparatorluğu fidye istemiş; bunu karşılamak için yürürlüğe konan sert vergilendirme politikası ise Londra’da tepkilere neden olmuştur. Bunun sonucunda, 1199’da Londra’da yoksul kesimler William Fitz Osbert önderliğinde ayaklanmış, ama Richard’ın vekili Hubert Wales’in harekete geçmesiyle isyancı lider ve 9 yandaşı asılmıştır.

I. Richard’ın öldürülmesinin ardından tahta çıkan “Çıtkırıldım Kılıç” John (John Lackland) (1199-1216) ise, ağabeyi I. Richard’ın karizması ve askeri dehasından yoksun bir Kral olmuştur. Ülke dışındaki başarısızlıkları ve 1204’te Fransız Philip August’un Normandiya’yı ele geçirmesi üzerine sarayın saygınlığına ve maddi kaynaklarına darbe indirilmesi John’a yönelik tepkileri arttırmış ve ayaklanmalara neden olmuştur. Bu nedenle, John, daha sonra “Magna Carta” olarak adlandırılan tarihi vesikayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu özgürlük anlaşması, John’un feodal, hukuki ve diğer idari yetkilerini kullanış yöntemini kınar nitelikte olup, Kral’ın yetkilerini tanımlaması ve hatta kısıtlaması bakımından dünya tarihinde eşsiz bir konuma sahiptir. Bu şekilde, İngiltere’de tarihte ilk kez anayasal monarşi yönünde önemli bir adım atılmıştır.

Magna Carta

Magna Carta (1215), John’un yönetimindeki tüm yanlışları içeren muazzam bir listedir. Belgede Baronların hakları savunulmakta ve ayrıca özgür vatandaşların sarayın keyfi uygulamalarına karşı korunması dikkat çekmektedir. 15 Haziran 1215’te Windsor yakınlarındaki Runnymede’de barışa yönelik bir törenle yeni bir siyasal güç dağılımı yapılmış ve monarşi yasal bir çerçeveye oturtulmuştur. Bu tarihi vesika, İngiltere’nin ilk yazılı anayasası kabul edilir ve Kral’la yasalar arasında hukuki bir ilişki zemini oluşturması bakımından dünya siyasal ve hukuk tarihi açısından da çok önemli bir gelişmedir. Kral’ın yasalara uymak zorunda olduğunu ifade eden belge, 40. maddesinde kimsenin adaleti satın alma, yadsıma ya da erteleme hakkının olmadığını bildirmesiyle “yasalar önünde eşitlik” ve “hukuk devleti” anlayışlarını da gündeme getirmiştir. Bu nedenle, ilerleyen yüzyıllarda ve hatta günümüzde birçok liberal ve demokrat için Magna Carta kutsal bir belge haline gelmiştir.

III. Henry

VI-) Plantagenet Hanedanı (House of Plantagenet)
John Lackland’den sonra tahta geçen oğlu III. Henry (Henry of Winchester) döneminden (1216-1272) itibaren, İngiltere’de Plantagenet Hanedanı dönemi başlamıştır. Magna Carta, III. Henry döneminde 1217’de yeniden yazılmış ve 1225’te tekrar yayımlanmıştır. Bu ikinci metin, ilk metinden daha farklı nitelikte olup, John’a karşı hazırlanmış olan saldırgan maddelerden arındırılmış ve Kral’a armağan olarak yeniden basılmıştır. Reşit olmadan başa geçen III. Henry’nin saygınlığı, Fransa ile girdiği savaşta yenilmesi nedeniyle azalmıştır. Buna karşın, III. Henry, 1272’ye kadar daha uzun süre tahtta kalmıştır. Bu dönemde, Baronlar, kendi istedikleri şekilde bir yönetimi zorla kabul ettirmek için Henry’nin yetkilerini elinden almak istemişlerdir. Hatta 1258’de bir grup Baron iktidarı ele geçirmiş ve “Oxford Şartları” (The Provisions of Oxford) adlı reformları dikte ettirmeye çalışmıştır. Baronlardan oluşan Konsey, bu sistemde parlamentoya karşı sorumlu olacaktır. Bu reform önerileri hem İngilizce, hem de Fransızca ve Latince olarak duyurulmuştur. Ancak reformcu Baronların kendi aralarındaki rekabet Henry’ye yeniden iktidar olanağı sağlamış ve 1261’de III. Henry yine kontrolü eline almıştır. 1263’te bu durumu kabullenmeyen Simon de Montfort’un ayaklanması ise 1264’te iç savaşa neden olmuştur. Baron’un ordusu Lewes’te III. Henry’yi yenip esir almıştır. Ancak Simon de Montfort da 1265’te Evesham’da III. Henry’nin oğlu ve geleceğin Kralı I. Edward (Edward Longshanks-Uzun Bacaklı Edward) (1272-1307) tarafından öldürülünce, III. Henry bir kez daha tahta çıkmıştır.

Oxford Şartları illüstrasyonu

Bu yıllarda İskoç Kralları ise iç savaş çıkarmadan ve anayasal çatışmalar yaşamadan çıkarlarını korumayı başarmışlardır. Dahası, merkezde bulunan ovalar üzerindeki hâkimiyetlerini genişleterek, 12. yüzyıl sonlarından 13. yüzyıl sonlarına kadar Galloway, Moray, Argyll, Caithness ve Dış Hebridleri denetim altına aldılar. Özel bir İskoç Kilisesi’nin oluşturulması da güçlü ve bağımsız İskoçya fikrini derinleştirdi. II. Alexander (1214-1249) John’a karşı olan Baronlarla ittifak yapınca, onlar da İskoçların Northumberland, Cumberland ve Westmorland üzerinde iddia ettikleri hakları tanıdılar. Bu haklar, İngiliz tahtına III. Henry’nin geçmesine karşı çıkan Fransız Prens Louis tarafından da kabul edilmişti. 1216’da, Alexander, Dover’a kadar ilerledi. Bununla beraber, 1217’de Lincoln’da isyancı bir Fransız ordusunun yenilgiye uğraması yalnızca Henry’nin otoritesini perçinlemek ve Fransızların girişimini sonlandırmakla kalmadı, aynı zamanda II. Alexander’ın da sonunu hazırladı. 1217 senesinin Aralık ayında Alexander barış yaptı ve haklarından feragat etti; tüm bu gelişmeler 1237’de York Antlaşması ile belgelendi. 1220 ve 1230’larda II. Alexander İskoçya içindeki seferlere odaklanarak, Argyll, Ross, Caithness ve Galloway’deki Kraliyet yetkilerini arttırdı. İskoçya’daki Canmore Hanedanı, III. Alexander (1249-1286) döneminde yetkilerini en üst seviyeye çıkardı; ama bazı şanssızlıklar sonucunda 3 yaşındaki Margaret ya da nam-ı diğer “Norveçli Bakire”, III. Alexander’ın halefi olarak belirlendi. Galler’in kuzeyini 1277-1282 yılları arasında fethederek bağımsızlığını sonlandıran İngiltere Kralı I. Edward (1272-1307), bu fırsattan istifade ederek politik sorunları çözümledi. 1289’da Salisbury Anlaşması ile Margaret’ın gelecekteki Kral II. Edward ile evlenmesi onaylandı. İskoçya’nın hakları ve yasaları geçerli kalacaktı, ama anlaşma 1603’te iki Krallığın birleşmesini öngörüyordu. Fakat Margaret 1290’da öldü. Kral olarak seçtiği John Balliol kendisine karşı çıkınca, I. Edward’ın İskoçya’ya egemen olma çabaları da sekteye uğradı. Otoriter bir kişiliğe sahip olan Edward, bağımsız bir İskoçya’nın hasmı Fransa’yı desteklemesinden endişe etmiştir. Bu direniş, 1297’de Stirling’de önemli bir zafer kazanan ve günümüzde daha çok “Braveheart” (Cesur Yürek) filmiyle tanınan İskoç bağımsızlıkçı William Wallace’ın (1272-1305) ayaklanmasından sonra, 1298’deki Falkirk Muharebesi ile tamamen bastırılmıştır. Ayrıca 1306’da 1291’de tahtta hak iddia eden birinin torunu olan Robert Bruce ayaklanmış ve I. Robert adıyla (1306-1329) İskoçya’da taç giymiştir. I. Edward, ayrıca 1290’da İngiltere’deki Yahudileri sınır dışı ederek dikkatleri üzerine çekmiştir. İngiltere’de artan Yahudi düşmanlığı (antisemitizm), ancak Oliver Cromwell döneminde değişime uğrayacaktır.

Arbroath Bildirgesi (Declaration of Arbroath)

I. Edward’ın oğlu II. Edward döneminde (1307-1327), İngiltere’nin İskoçya ile fazla ilgilenmemesi neticesinde Robert Bruce topraklarının büyük bir kısmını ele geçirmeyi başarmıştır. 1314’te, Robert Bruce, Stirling dışındaki Bannockburn’de II. Edward’ı yenilgiye uğratmış ve 1318’de de sınırdaki en önemli kale olan Berwick İskoçların eline geçmiştir. 1320’de İskoçya’nın bağımsızlığı, Papa’ya yazılan bir mektup olan Arbroath Bildirgesi ile duyurulmuştur. Mektubun orijinali, Edinburgh Ulusal Müzesi’nin girişinde asılıdır.

II. Edward’dan sonra Plantagenet Hanedanı adına tahta geçen III. Edward (1327-1377) döneminde, 1328 yılında İskoçya’nın bağımsızlığı ve Bruce’un Krallığı Northampton-Edinburgh Anlaşması ile tanınmıştır. Robert Bruce, John Barbour’un 1375’te yazdığı “The Brus” isimli ünlü esere konu alan destansı bir karakterdir. Ancak III. Edward ve İskoç tahtı üzerinde hak iddia eden Edward Balliol, kısa süre içerisinde Bruce’un Krallığı’na itiraz etmişlerdir. III. Edward’ın desteğiyle 1332’den itibaren güçlenmeye başlayan Edward Balliol, daha sonra gücünü kaybedince Fransa’da sürgünde bulunan David 1341’de İskoçya’ya geri dönmüştür. İngiltere Kralı III. Edward’ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle 1337’de başlayan ve ancak 116 yıl sonra 1453’te sona eren “Yüzyıl Savaşları” olarak bilinen savaşlar dizisi, İngiltere ve Avrupa tarihi açısından çok önemli bir olaydır. Uzun yıllar süren savaşların ardından, 1375’e gelindiğinde Edward’ın elinde yalnızca sahildeki üsler ve özellikle 1347’deki kuşatmadan sonra ele geçirilen Calais ve güneybatı Fransa’daki bazı bölgeler bulunmaktaydı. Sonu gelmez savaş ve çatışmalar hükümdarlar ve soylular arasındaki anlaşmazlıkları derinleştirdiği gibi, halkın da tepkisine yol açıyordu. III. Edward babası II. Edward’dan daha güçlü, başarılı ve popüler olsa da, hükümdarlığının ilerleyen dönemlerde yönetimiyle ilgili eleştiriler arttı. Hükümeti yolsuzluk ve yüksek vergiler nedeniyle suçlandı. Kral Arthur efsanesinden yararlanarak Şövalyelik kurumunu yücelten III. Edward, Garter Nişanı uygulamasını getirmesi ve Windsor Kalesi’ndeki Kraliyet Şapeli’ne eleman yetiştirmek için Aziz George Koleji’ni açması gibi başarılı icraatlarına karşın, yaşadığı zorluklar “İyi Parlamento” (Good Parliament) (1376) döneminde tavan yaptı. Bu dönemde hem İngiltere, hem de İskoçya’da parlamento adı verilen kurumların oluşması, ulusal bir politikaya duyulan gereksinimi yansıtmaktadır. Aslında parlamento kelimesi 1230’lara kadar Magna Carta’da geçmiyordu. Ama Magna Carta parlamentoya giden yolu açmıştı. Özellikle anlaşmanın 12. ve 14. maddeleri çok önemlidir. Çünkü bu maddelerle, Roma Hukuku’nda yer alan herşeyin herkes tarafından onaylanması ilkesi kabul ediliyordu. III. Henry döneminde ayrıca Vilayet Şövalyeleri parlamentoya seçildiler ve 1265’ten itibaren belli kentler parlamentoya temsilci göndermeye başladılar. 14. yüzyıldaysa parlamentonun yetkileri genişletildi; bu durum biraz da uzun süren savaşlara dayalı olarak yükseltilen vergiler sebebiyle devletin özgürlüklerin arttırılması ve haksızlıkların giderilmesi yoluyla halk desteğini sağlamak istemesinden kaynaklanıyordu. Zira vergilere gerekçe olarak “kamu yararı” argümanı kullanılıyordu. 1362’de çıkarılan “Tedarikçiler Yasası” ile Krallığın yetkilerini kötüye kullanma ihtimaline karşı zorunlu malzeme alımlarına hukuki bir düzenleme getirilmişti. II. Richard (1377-1399) ise, son Plantagenet Kralı olarak görev yaptı ve 14. yüzyıl sonunda IV. Henry ile (Henry of Bolingbroke) (1399-1413) Lancaster Hanedanı dönemi başladı.

14. yüzyıl İngiltere’sine sosyal perspektiften bakıldığında; kırsal özelliklerin şehirlerin gelişimine rağmen halen ağır bastığı görülür. Uzun mesafeler ve kara yolculuğunun zor olması, insanların kendi dar çevrelerinden çıkmalarını engellemiş ve karanlık, rutubetli ve soğuk hava koşulları da bu durumu pekiştirmiştir. Kırsalda yaşayan insanlar genelde kendi kendine yeten bir hayat sürüyorlardı. Yine de paranın yaygınlaşmasıyla ticaret yavaş yavaş gelişmeye başladı. Özellikle yün ihracatı İngiltere tarihi açısından çok önemlidir. 1334 tarihli vergi kayıtlarına bakıldığında; İngiltere’nin en zengin idari birimlerinin Middlesex, Oxfordshire, Norfolk, Bedfordshire ve Berkshire olarak sıralandığı ve bunların hepsinin güneydoğuda yer aldığı görülür. 1348-1351 döneminde İngiltere’de etkili olan “Kara Ölüm” yani hıyarcıklı veba salgınından da burada bahsetmek gerekir. İngiltere nüfusunun üçte birinin ölümüne yol açan bu hastalık, ekonomiye ve kamusal yatırımlara ciddi bir darbe vurmuş ve hayatın iyicil doğasına olan güveni sarsmıştır. Salgın, 1349’da İskoçya ve Galler’e de sıçramış, ancak nüfus yoğun olmadığı için buralarda daha az etkili olmuştur. Ayrıca 1315-1317 döneminde yaşanan kıtlık da (Büyük Kıtlık-Great Famine) sosyal tarihçiler açısından önemli bir olaydır. İngiltere’de 1361, 1369 ve 1375’te yine veba salgınları yaşanmıştır. Bu nedenle, 1370’lere gelindiğinde Londra’da nüfus neredeyse 40.000’e düşmüştür. Veba ve savaşlar nedeniyle artan vergi yükü nedeniyle yaşam standartları düşen köylüler ise, 1381’de büyük bir ayaklanma (Peasants’ Revolt) başlattılar. Bu ayaklanmaya yalnızca köylüler değil, şehirliler de katılmıştır. Bu nedenle, bu olayı “Büyük Ayaklanma” olarak adlandırmak daha doğru olur. Bu olay sırasında protestocular Londra’yı işgal etmiş ve Londra Kulesi’ni ele geçirmişlerdir. Hatta vergi artışından sorumlu tutulan Canterbury Başpiskoposu ve Başbakan Sudburyli Simon, bu olaylar sırasında göstericiler tarafından öldürülmüştür. Köleliğin kaldırılmasını isteyen göstericiler, Kral II. Richard’ı (1377-1399) kendilerine uygun politikalar takip etmesi konusunda zorlamak istiyorlardı. II. Richard, isyancılara verdiği sözlerle ayaklanmayı bastırsa da, daha sonra elebaşlarının peşine düştü. Ancak Lordlarla olan anlaşmazlıkları onun yönetimini de zamanla zayıf düşürdü. Ayrıca onun döneminde Galler’de İngiliz yönetimine karşı önemli bir direniş yaşandı. Yine radikal bir teolog olan John Wycliff tarafından Papa ve rahiplere karşı başlatılan Lollard Hareketi de (Lollardism) bu dönemde II. Richard yönetimini zorladı.

1381 Büyük Ayaklanması

1400-1750
Kitabın üçüncü bölümünde, İngiltere’de ve Britanya’da 1400-1750 döneminde yaşanan olaylar anlatılmıştır.

I-) Lancaster Hanedanı (House of Lancaster)
İngiltere’de II. Richard’dan sonra kuzeni IV. Henry (Henry of Bolingbroke) (1399-1413) tahta çıktı. II. Richard ise, tahttan feragat etmesinin yanında, 1400 yılında tutuklu bulunduğu Pontefract Kalesi’nde öldürüldü. 15. yüzyıl İngiltere’sinin en önemli özellikleri ekonomik durgunluk, olağanüstü siyasal bölünmeler ve din alanında yaşanan durgunluktur. Ekonomik ve dinsel değişimler Tudor Hanedanı döneminden itibaren ise azalacaktır.

IV. Henry’den sonra tahta çıkan oğlu V. Henry (1413-1422), önceleri savaşçı bir Prens iken, daha sonra Kral olmuştur. William Shakespeare’in "V. Henry" (1599) adlı tiyatro oyununda tipik bir İngiliz olarak gösterilmesine karşın, V. Henry, dedesi III. Edward’ın Fransa tahtı üzerindeki egemenlik iddiasını canlandırmaya çalışan ve Manş Denizi’nin ötesinde bir ülke hayal eden ihtiraslı bir yönetici olmuştur. V. Henry, güç merkezinin egemenliği altındaki İngiltere adalarından ziyade, harekât ve genişleme açısından daha çekici bir bölge olan Normandiya’da olduğuna inanıyordu. Bu inancının peşinden giderse hem kendisinden beklendiği gibi köklü bir geleneği sürdürmüş olacak, hem de -sonuç alırsa- ün kazanacaktı. V. Henry, gerçekten de 25 Ekim 1415’te Agincourt’ta büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta İngiliz ve Galli okçular, kendilerinden sayıca daha üstün olan Fransız ordusuna büyük kayıplar verdirdiler. Bu zaferden iki yıl sonra ise Normandiya işgali başladı. Başkent Rouen 1419’da teslim oldu. Aristokratların ihaneti yüzünden zayıf düşen ve yenilgiye uğrayan Fransa Kralı VI. Charles, kızı Catherine ile V. Henry’yi evlendirdi ve 1420’deki Troyes Barış Antlaşması ile Henry’yi (ve onun soyundan gelenleri) varisi olarak tanıdı. V. Henry daha uzun yaşasaydı yeni bir politika oluşturabilirdi; ancak Fransa’nın tamamına egemen olması her şekilde zordu. Zaten 1422’de muhtemelen dizanteri hastalığına yakalandı ve ardında 1 yaşında bir varis bırakarak vefat etti.

Troyes Barış Antlaşması ve V. Henry’nin Valois Prensesi Catherine ile tanışması

VI. Henry (1422-1461, 1470-1471) döneminde, İngilizler Calais ve Manş Denizi’ndeki adalar dışındaki yer yerden püskürtüldüler. Bu dönemde, Fransız vatanseveri ve yakılarak idam edilmesinin yüzlerce sene sonrasında aziz ilan edilen Jeanne d’Arc, Orleans’daki Fransız direnişine liderlik etti ve önemli bir figür haline geldi. Bu sayede, İngiliz harekâtının hızı kesildi. İngilizlerin Fransa ile ilgili davasının başdestekçisi olan Burgonya Dükü John’un 1435’te VI. Henry’yi kaderine terk etmesiyle, VII. Charles’ın orduları önce Formigni’de (1450), sonra da Castillon’da (1453) İngilizleri yenerek Normandiya ve Gaskonya’nın kaderini belirledi. Her iki savaşta da Fransız topçuları etkili oldu. Calais 1558’de Mary tarafından kaybedilinceye kadar İngilizlerin denetiminde kaldı, ama Fransız tahtıyla ilgili iddiadan ancak III. George (1760-1820) döneminde vazgeçildi. Fransa yenilgisi VI. Henry’nin Kral olarak zayıf yönlerini su yüzüne çıkardığı gibi, bu başarısızlık Lancaster Hanedanı ve York sarayları arasındaki çatışmalardan kaynaklanan Gül Savaşları’na (Wars of the Roses) da hız verdi. Bu savaşların temelinde, 1450 yılı başlarında yönetime karşı duyulan hoşnutsuzluk, aristokrat muhalefetten giderek yaygınlaşan yabancılaşma ve Cade Ayaklanması’nda (Jack Cade's Rebellion) (1450) sergilenen kamu tepkisi yatmaktaydı. Cade Ayaklanması’nın nedeni, belediye yetkilerinin yolsuzlukları ve genel olarak yönetime karşı duyulan huzursuzluktu. Sevenoaks’ta Kraliyet ordusunu yenilgiye uğratan isyancılar, Londra’yı ele geçirip sevilmeyen bazı yetkilileri öldürdüler. Bununla beraber, 1381’de olduğu gibi Krallığın çıkardığı genel af asilerin arasındaki dayanışmayı bozdu ve zaman ilerledikçe direnişin gücü azaldı. Ayaklanma sırasında VI. Henry’nin kaçmış olması nedeniyle kentteki York Hanedanı yanlıları arttı. IV. Henry’nin gözdelerine karşı oluşan silahlı muhalefet 1455’te York Dükü Richard ile başlayıp, Kral’a en yakın Lordlara saldırılar şeklinde devam etti. Bir akıl hastası olan VI. Henry, dedesi IV. Henry ve babası V. Henry gibi muhalefeti susturmayı başaramadı; krizlerle başa çıkamıyordu ve varisi Edward henüz çocuk yaştaydı. York Dükü ve III. Edward’ın hayatta kalan dördüncü oğlu olan Richard 1460’ta tahtta hak iddia edince, 1450’de başlayan kriz bir hanedan mücadelesine dönüştü. York Dükü Richard o yıl Wakefield’deki savaşta yenilgiye uğradı ve öldürüldü. Ancak onun 18 yaşındaki güçlü oğlu kısa sürede iktidarı ele geçirip, 1461’de IV. Edward olarak York Hanedanı adına tahta çıktı.

II-) York Hanedanı (House of York)
York Hanedanı’nın ilk Kralı olan IV. Edward (1461-1470, 1471-1483), tahta çıkmasının hemen ardından Towton’da en az 60.000 kişilik bir orduya karşı verdiği savaşta Lancasterlıları yenerek gücünü perçinledi. Bu, Britanya tarihinde o zamana kadar toplanan en büyük orduydu. 1463’te XI. Louis ile barış görüşmesine giden IV. Edward, onunla anlaşınca Lancasterlılar kendi kaderleriyle başbaşa bırakıldı ve Fransa’nın İskoçya ile “Kadim İttifak”ı bozuldu. Bu durum, İskoçya’nın aynı yıl İngiltere ile barış anlaşması imzalamasına yol açtı. İki taraf da birbirlerine karşı asileri desteklememeye söz verdiler. İskoçya Lancasterlılara yüz çevirince, Lancasterlılar 1464’te Hedgeley Moor ve Hexham’da yenildiler ve VI. Henry 1465’te esir alındı. Buna karşın, Warwick Kontu Richard Neville ("Nüfuzlu Richard"-Richard the Kingmaker) yetkilerinin alınmasına bozulunca kuzeni Edward’dan ayrıldı ve Lancaster safında yer almaya başladı. Dolayısıyla, IV. Edward 1470’te alaşağı edildi ve Fransa Kralı XI. Louis Lancaster Hanedanı’ndan VI. Henry’nin yeniden tahta çıkmasını destekledi. Ancak VI. Henry’nin ikinci dönemi (1470-1471) oldukça kısa sürdü. Zira IV. Edward, XI. Louis’in başdüşmanı Burgonya Dükü I. Charles (Cesur Charles-Charles the Bold) ile işbirliği yaptı ve onun yardımıyla yeniden tahtı ele geçirdi. IV. Edward (1471-1483), ikinci döneminde ölümüne kadar yönetimini korudu ve çok az direnişle karşılaştı.

IV. Edward’ın vefatı sonrasında, 1483’te 12 yaşındaki oğlu V. Edward tahta geçse de, akabinde hemen ortadan yok oldu ve muhtemelen Londra Kulesi’ndeki Kral dairesinde amcası ve veliahdı olan III. Richard’ın (1483-1485) emriyle öldürüldü. Ancak bu cinayet III. Richard’ın da adını lekeledi ve devlete saygı ve güveni azaltarak, ülkede anarşik bir ortamın doğmasına yol açtı. Dolayısıyla, bu dönemde Seçkinler Meclisi yeniden güç kazanmaya başladı. Şiddet içeren politikalar, çoğu zaman yöneticilerin ülkelerini iyi yönetmesini engellemiştir. III. Richard 1485’te henüz 32 yaşındayken Bosworth Savaşı’nda öldürülünce, yerine geçen VII. Henry (1485-1509) ile birlikte Tudor Hanedanı dönemi başlamıştır.

III-) Tudor Hanedanı (House of Tudor)
Tudorların Lancasterlılar ile olan bağları nedeniyle İngiltere tahtı üzerinde zayıf bir hak iddiaları zaten mevcuttu. Ancak VII. Henry’nin tahta çıkışı (1485-1509), asıl olarak III. Richard’ın soylular tarafından sevilmemesinden ve desteklenmemesinden kaynaklandı. Zaten Bosworth’de savaşın kaybedilmesinde de bu faktör etkili olmuştu. VII. Henry de Yorkçuların çeşitli komplolarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bunlardan en önemlisi, 1487’de gerçekleşen ve Gül Savaşları’nı gerçekten sonuçlandıran Stoke Muharebesi ile bastırılan ayaklanmadır. York Ordusu görünüşte Warwick Kontu IV. Edward’ın yeğeni olan VI. Edward adına savaşmaktaydı. Ordunun başında Oxfordlu bir tüccarın oğlu olan Lambert Simnel bulunuyordu. VII. Henry, taht üzerinde hak iddia edenleri öldürttü ve IV. Edward’ın kızı olan Yorklu Elizabeth ile evlenerek Tudorların taht üzerindeki hak iddiasını perçinledi. Bu evlilik, Lancaster ile Yorkları birleştirmiş oluyordu. VII. Henry, insanları iyi davranışlar nedeniyle ödüllendirme politikası (maddi garantilerle) uygulayarak, istikrarlı bir yönetim kurulmasını sağladı. Buna karşın, Kraliyet yetkileri üzerine odaklanmak saray adaletinin daha etkin olmasını sağlarken, halkta haksızlık ve yolsuzluk algısına yol açtı. Nitekim VII. Henry’den sonra sevilmeyen iki rahip Sir Richard Empson ve Edmund Dudley idam edildiler. Bu, yeni Kral VIII. Henry’nin (1509-1547) zalim fırsatçılığını da sergileyen bir olay oldu. VIII. Henry döneminde ayrıca vergileri arttırma politikasına yönelindi. Bunun asıl nedeni, Fransa ile İskoçya ile girişilen masraflı savaşlardı. Hakikaten de, halkın bu vergilere tepkisi 1525’te su yüzüne çıktı. “Dostluk Bağışı” (Amicable Grant) adı altında yapılan bu vergi artışı, başkentte büyük gösterilere neden oldu.

VII. Henry ve Yorklu Elizabeth

VIII. Henry döneminde yaşanan en önemli gelişme ise kuşkusuz Reform’du. 1510’larda Alman devletlerinde başlayan Protestan Reformu veya kısaca Reform, İngiltere’de de önemli etkilere neden oldu. Reform sonucunda İngiltere’de Kilise belirgin bir etkinliğe ulaştı; ama arkaplanda beklenmedik bir değişiklik olmadı. İngiltere ve İskoçya, standart uygulamalarla evrensel olmayı hedefleyen Kilise’nin parçası olmayı sürdürdüler. Belli azizlerin önemsenmesi ve yerel din adamlarının yöreden seçilmesi gibi birtakım farklar oluştu; ama bu Papalığa bağlılığı engellemedi. Dahası, dinsel istismarlara karşın halkın mevcut dinsel töreleri uygulamaları sürdürdüğü yadsınamazdı. Hem İngiltere, hem de İskoçya’nın evrensel Kilise’den ayrılması sonucunda, Reform, doktrin, ayin ve örgütlenme açısından değişikliğe uğradı. Bu değişiklikler, İngiltere’de çoksesli bir dini alan yaratırken, Kral’ın yetki ve gücünü de zorladı. Zira dinsel hoşgörü o dönemlerde bir zafiyet gibi algılanıyordu. Aynı zamanda Kilise’de liderliğin Papa’dan alınması da Kral’ın yetkilerini önemli ölçüde arttırmıştı. İngiltere’de VIII. Henry, Kilise üzerinde denetimi sağlamak için parlamentoyu kullandı. Başlangıçta Protestanları sapkınlıkla suçlayan VIII. Henry, Papa’nın ilk karısı Aragonlu Katherine’den boşanmasına izin vermemesine ve bu evliliği geçersiz kılmamasına çok kızdı. VIII. Henry’nin bu evlilikten bir kızı (Mary) vardı; ama Tudor Hanedanı’nın devamı için gerekli olan erkek çocuktan yoksundu. Bu nedenle, derin bir aşkla bağlı olduğu Anne Boleyn’le evlenmeye karar verdi. Papa’nın ısrarla boşanma taleplerini kabul etmemesi üzerine, VIII. Henry, önce Başbakanı Kardinal Thomas Wolsey’i görevden aldı, daha sonra da Kilise’nin bağımsızlığını iyice kısıtladı. Kral’ın yetkisinin ilahi bir armağan olduğu ve bu yüzden Kilise’nin gücüne boyun eğmemesi gerektiği görüşünden etkilenmişti. VIII. Henry’nin bu yaklaşımı ve boşanma talebi Avam Kamarası tarafından da desteklendi. Sonunda, VIII. Henry Papalık yasalarını tanımadığını açıkladı ve 1533’te Roma’ya (Papalığa) yasal başvuruları yasaklayan bir yasa yaptı. Bu konuda İskoçya Kralı V. James daha da ileri gitti. VIII. Henry, 1533’te Anne Boleyn’le gizlice evlendi ve o yıl içerisinde ileride Kraliçe Elizabeth olacak kızı dünyaya geldi. Henry’nin Katherine ile evliliği ise yeni Canterbury Başpiskoposu Thomas Cranmer tarafından feshedildi. Bu da Anne Boleyn’le evliliğini tamamen geçerli hale getirdi. Prenses Mary evlilik dışı çocuk sayıldı. 1534’te çıkarılan Yücelik Yasası (Acts of Supremacy) ile VIII. Henry İngiliz Kilisesi’nin başı ilan edildi ve aynı yıl yürürlüğe giren İhanet Yasası (Treasons Act) ile bu yetkisine karşı çıkılması yasaklandı. Bu yasalar çerçevesinde muhaliflerden eski Başbakan (aziz) Thomas More ve Rochester Piskoposu John Fisher 1535’te idam edildiler. Anne Boleyn vakası, edebiyat ve sinemada derin izler bırakmış, İngiltere ve Britanya tarihi açısından çok önemli ve popüler bir olaydır. 1966 tarihli Fred Zinnemann filmi “A Man For All Seasons” (Her Devrin Adamı) ve 2008 tarihli Justin Chadwick filmi “The Other Boleyn Girl” (Boleyn Kızı) bu konuda çekilmiş en önemli filmlerken, Philippa Gregory imzalı ve ikinci filme kaynaklık eden aynı isimli kitap da dünya çapında başarıya kavuşmuş önemli bir romandır.

VIII. Henry ve Anne Boleyn

İngiltere’de Kilise’nin millileştirilmesine paralel olarak milliyetçilik akımı da yükselişe geçmiştir. Bu dönemde İngiltere’nin Wessex Hanedanı’ndan bu yana büyük bir İmparatorluk olduğu görüşü işlenmeye başladı. Örneğin, John Leland, 1544’te Historia Regum Britannaea ’nin Historia Regum Britannaea (1136) eserinde Kral Arthur hakkında yazdıklarını savunurken, geçmişteki zaferler üzerinde durmuştur. Buna karşın, VIII. Henry Katolik inancını terk etmemişti ve Protestanlığa intisap etmemişti. Bununla beraber, Kilise’nin başına geçmekte kararlıydı. VIII. Henry, İngiltere Kilisesi’ni Papalığın zorbalığından kurtardığını iddia ederken, belirli bir Hıristiyanlık tipi de oluşturuyordu. En büyük değişiklik, kutsal emanetlerin ve mucizelerin reddedilmesiydi. Henry’nin amacı İngiliz siyasetine bağlı bir dinsel varlık oluşturmaktı. Bu doğrultuda hatta 1537’de resmi bir İngiliz İncili basılmıştır. 1611’de basılan Kral James versiyonu ile İncil’in otoriter yapısı İngiltere’de daha da pekişecektir. Ancak VIII. Henry döneminde manastırların ve mabetlerin yıkılması, kamudaki dinsel bağları çok zedeledi ve dinsel sisteme olan inancı azalttı. Ayrıca çok geniş arazilere sahip olan manastırların dağıtılması ekonomik olarak da hükümete zarar verdi. Manastırlar, bu dönemde putperestlik simgesi olduğu gerekçesiyle yıkılıyordu. Canterbury’deki Aziz Thomas Becket Katedrali’ne karşı VIII. Henry’nin gösterdiği tutum, bunun tarihsel bir kanıtıdır. Lakin VIII. Henry’nin manastırlara yönelik tavrı ve genel olarak Kilise’ye karşı tutumu ülkesinde huzursuzluk yaratmıştır. Nitekim 1536’da “İnayet Haccı” (Pilgrimage of Grace) adlı büyük bir ayaklanma başlamıştır. Ayaklanan hacılar, Aziz Cuthbert’in kutsal sancağı altında toplanmışlardı. VIII. Henry, 1381 Büyük Ayaklanması’nda olduğu gibi bazı sözlerle gerginliği yumuşattı ve ayaklanma durulduktan sonra sert yöntemlerle bildiğini okumaya devam etti. VIII. Henry’nin kuşkucu kişiliği, zamanla ikinci karısı Anne Boleyn’e de güven duymamasına neden oldu. Neticede, Anne Boleyn idam edildi ve Elizabeth gayrimeşru duruma düştü. Ancak Anne Boleyn’in yerine geçen Katherine Howard da 2 yıl sonra 1542’de idama mahkûm edildi. Katherine’in saraydaki genç erkeklere yakın davranması sonunu hazırlamıştı. VIII. Henry’nin sevgilisi Katherine’den sonraki 3. karısı ise Jane Seymour olmuştur. Henry’nin Seymour’dan olan oğlu VI. Edward (1547-1553) ise, ölümünden sonra onun yerine geçecektir. Ayrıca bu dönemde Fransa ve İspanya ile yapılan savaşlar nedeniyle yüksek vergilendirme politikası uygulanmış ve paranın değeri artan enflasyona paralel olarak azalmıştır. Bu olumsuz ekonomik gidişat, ekonomik ve sosyal gerginliklere de neden olmuştur. Tudor Yoksulluk Yasaları (Tudor Poor Laws) ve yeni yatırımlarla sosyal ve ekonomik sorunlar çözülmeye çalışılsa da, bu sorunlar VIII. Henry ve sonrasında devam etmiştir. Tudor Yoksulluk Yasaları, günümüzdeki sol siyaseti de etkileyen önemli bir girişimdir. Nitekim VIII. Henry’nin önde gelen Bakanlarından Thomas Cromwell’i inceleyen romancı Hilary Mantel (Wolf Hall-Bring Up the Bodies-The Mirror and the Light üçlemesi), Cromwell’in 1536’larda yaptığı yasanın Muhafazakâr Parti’nin 2000’lerdeki ekonomi politikalarından daha ilerici olduğunu ileri sürmüştür. VIII. Henry dönemindeki bir diğer önemli konu, 1536-1543 döneminde Londra’ya uzak bölgelerin güvenliğinden endişelenen hükümetin Galler’le birleşmeyi gündeme getirmesidir.

VI. Edward (1547-1553) döneminde, dinde yapılan değişiklikler ve Reform daha da ileri gitmiştir. VI. Edward ve Bakanları İngiltere’yi Protestanlığa doğru yönlendirmişlerdir. Bu durum, 1549’da Batı’da Katoliklerin Dua Kitabı Ayaklanması (Prayer Book Rebellion) adlı büyük bir direnişe yol açmıştır. Edward, henüz 9 yaşındayken tahta çıkmış ve yönetimi boyunca Soylular Meclisi (Lordlar Kamarası) ile sürekli çatışma yaşamıştır. O dönemde, ipler, VI. Edward’ın amcası Somerset Dükü Edward’ın elindedir. Ancak yine 1549’da Doğu Anglia’da çıkan Kett Ayaklanması (Kett's Rebellion) nedeniyle Somerset Dükü’nün itibarı azaldı. Onun yerine geçen Northumberland Dükü olan Warwick Kontu John Dudley ise rakibini idam ettirdi ve 1552 yılında basılan Dua Kitabı (Book of Common Prayer) ile İngiltere’yi daha da radikal bir Protestan çizgiye yönlendirdi. Dahası, bu dönemde kiliselerin görünümü değiştirildi; içleri badana edildi ve heykeller ve duvar resimleri kaldırıldı. Bu değişiklikler, insanların önem verdiği gösterişli törenleri altüst etti.

I. Mary (Mary Tudor)

Bu yeni düzen, VI. Edward’ın sağlığının bozulması ve 1553’te ölmesiyle tehlikeye girdi. Henry’nin ilk karısının (Aragonlu Katherine) dünyaya getirdiği ve koyu bir Katolik olan I. Mary’nin (Kanlı Mary-Bloody Mary veya Mary Tudor) tahta geçme olasılığına karşın, VII. Henry’nin ikinci kızından olan torunu Lady Jane de tahta aday oldu. Jane, Protestanlığın ve hükümetin devamını sağlayabilirdi. Ancak Jane’in 9 günlük iktidarından sonra, kararlı davranan ve halk desteğini sağlayan I. Mary tahta geçti ve Jane’in kellesi uçuruldu. Öldüğünde çocuğu olmadığı için, I. Mary (1553-1558) dönemindeki Katolik siyaset vefatı ardından sürdürülemedi. I. Mary, aralarında Canterbury Başpiskoposu Thomas Cranmer’in de bulunduğu 300 kadar Protestan’ı yakması ile ünlendi. Bu dönemde Protestanlara büyük zulümler yapıldı. Bu zulümden kaçan John Foxe, 1563’te daha çok Book of Martyrs (Şehitler Kitabı) adıyla bilinen Acts of Monuments of Matters Most Special and Memorable Happening in the Church (Kilisenin Unutulmaz ve En Özel Uygulamalarıyla İlgili Eylemler ve Anıtlar) eserini yayınladı. Birçok baskı yapan bu eser, Katoliklerin acımasızlığını göstermesi bakımından Protestanlık propagandası olarak kullanılmıştır. Foxe’un eserde İngilizleri Roma etkisiyle Hıristiyanlığı benimsemiş bir topluluk olarak tanıtmaması ise, İngilizlerin kendilerine özgü dini inanç sistemlerine ve seçilmiş ulus olduklarına yönelik inançlarını pekiştirdi. 1571’den itibaren birçok katedral Şehitler Kitabı’nın kopyasını edindiler ve kiliseler de onu izlemeye başladı. Böylelikle, Protestanlığın İngiltere’de yayılması hızlandı. I. Mary döneminde dinsellik (Katoliklik) dışında İspanya-Habsburg hanedanıyla akrabalık ilişkileri de jeopolitik bir faktör olarak kullanılmaya çalışıldı. Zira I. Mary’nin Aragonlu Katherine’in kızı olarak İspanyol soyundan gelmesi ve Habsburg soyundan İspanya Kralı II. Philip (II. Felipe) ile evlenmesi, Fransa’nın yayılmasını engellemek isteyen Habsburgların ve İngilizlerin planlarına uygun düşüyordu. Buna rağmen, Fransa ile 1558’de yapılan savaş, İngiliz sarayının Yüz Yıl Savaşları’nda kazandığı son kale olan Calais’yi kaybetmesine yol açtı. Dahası, I. Mary’nin vefatından sonra tahta çıkan kocası II. Philip (1554-1558), kısa sürede İngiliz tahtı üzerindeki etkisini kaybetti ve Mary’den sonra gelen VIII. Henry ile Anne Boleyn’in kızları I. Elizabeth ile evlenmek istediyse de, bu isteğinde başarılı olamadı.

I. Elizabeth

Son Tudor hükümdarı olan I. Elizabeth dönemi (1558-1603), İngiltere tarihinin en ilginç ve merak edilen dönemlerinden birisi olmuştur. Bu dönemde Protestan kimliğine geri dönüş yaşansa da, bu durum VI. Edward dönemindeki yoğunlukta olmamıştır. Bir Kraliçe’nin başta olması ve İngiltere’nin bu dönemde yaşadığı başarılar, I. Elizabeth dönemini son yıllarda popüler hale getirmiştir. Shekhar Kapur’un yönettiği 1998 tarihli “Elizabeth” (Kraliçe Elizabeth) ve 2007 tarihli “Elizabeth: The Golden Age” (Elizabeth: Altın Çağ) filmlerinde, Kraliçe I. Elizabeth’i ünlü aktris Cate Blanchett canlandırmıştır. Elizabeth, piskoposların yetkilerinin sürmesine izin vermiştir. “Yüce Başkan” yerine daha alçakgönüllü bir ifade olan “İngiltere Kilisesi’nin Yöneticisi” unvanını seçmesi ise, onun daha mütevazı konumunu yansıtmaktaydı ve tüm ardılları tarafından da benimsendi. Buna karşın, I. Elizabeth’in dine yaklaşımı 1569’da başarısızlıkla sonuçlanan Katoliklerin Kuzey Ayaklanması (Rising of the North) ile protesto edildi. Ayaklanma, İngiltere’nin kuzeyindeki Katoliklerden geniş destek gördü. Bu nedenle, Elizabeth, 1570’te Papa tarafından aforoz edildi. Katolikler, onun yerine Elizabeth’in kuzini ve İskoçya Kraliçesi olan Mary Stuart’a odaklandılar. Dedesi IV. James VII. Henry’nin kızı Margaret ile 1503’te evlenmiş olduğundan, Elizabeth evlenmediği takdirde Mary Stuart taht üzerinde ciddi olarak hak iddia edebilirdi. Kraliçe Mary Stuart, İskoçya’da İskoç Parlamentosu’nun 1560’da Protestanlarla ilgili olarak onayladığı değişiklikleri ortadan kaldırmaya çalıştı. Ancak soylularla saray arasındaki çatışmalar tekrar baş gösterince, Mary, Baronlardan oluşan Lordlar Kamarası tarafından engellendi. Baronlar, onu 1567’de henüz çocuk olan oğlu VI. James lehine tahttan çekilmeye zorladılar. Kraliçe Mary Stuart İngiltere’ye kaçtı ve orada hapse atıldı. I. Elizabeth’e karşı düzenlenen komplolara karıştığı gerekçesiyle de 1587’de kafası kesilerek idam edildi. Mary’nin 1567’de tahttan indirilmesiyle Protestan İngiltere’nin kuzeyinde Katolik bir komşuya sahip olma riski ortadan kaldırıldı. Bunun yerine, İngiltere ile İskoçya arasında Protestan bir dostluk temeli oluştu. I. Elizabeth döneminde İngiltere İskoçya’ya 4 kez sefer düzenledi; ancak bu seferlerde Forth Firth’ün ötesine geçilmeye kalkışılmadı. 1588’de İngiltere daha büyük bir meydan okumayla karşılaştı; İspanyollar, egemenlikleri altındaki Hollanda’da (bugünkü Belçika) Armada adıyla oluşturdukları büyük bir donanmayı (İspanyol Armadası) İngiltere’ye saldırmak amacıyla Manş Denizi’nden geçirdiler. Daha küçük ama manevra yeteneği fazla olan İngiliz donanması, İspanyolları Manş’ı geçerken Calais açıklarında sıkıştırdılar. İngiliz kundak gemileri İspanyollara çok sayıda gemi kaybettirince, İspanyollar istiladan vazgeçtiler. Bu zafer, İngiliz kimliğinin gelişiminde önemli bir rol oynadı. Aslında elverişli rüzgârlar, şans ve kahramanlık sayesinde kazanılan zafer, İngiltere’de Protestanlığın kutsal olduğu inancını geliştirdi. Nitekim devam edeceği düşünülmeyen I. Elizabeth iktidarı, uzun yıllar istikrarlı bir şekilde ayakta kaldı. Kraliçe I. Elizabeth’in insanların vicdanlarını sorgulamaması ve uyum içinde yaşatmaya çalışması halkın hoşuna gitti. Ancak Kilise düzeyinde gelişen Püritenlik eğilimi giderek daha katı Kalvinistik bir örgütlenme ve teolojiyi sağlayacak daha radikal kilise reformları istiyordu. Bu durum, Katoliklerle olan rekabeti arttırdı. Hatta Elizabeth’in gözdelerinden olan Essex İkinci Kontu Robert Devereux, başarısız isyan girişimi sonrasında 1601’de idam edildi.

Sir Isaac Newton ve Kraliyet Cemiyeti (Royal Society)

Bu dönemde yaşanan siyasal çalkantılara karşın, İngiliz toplumunun gelişimi kayda değerdir. Mesela bu dönemde Britanya halkı tiyatroya yoğun olarak ilgi göstermeye başlamıştır. Özellikle İskoçya’da tiyatro Sir David Lindsay ve benzeri isimlerin eserleriyle gelişmiş, ancak bu oyunlar genelde sarayda sergilenmiştir. Theatre 1576’da, Curtain 1577’de ve Global Theatre 1599’da Londra’da açıldı. Reform döneminin ifade özgürlüğü sağlaması da sanatın gelişmesinde etkili olmuştu. William Shakespeare’in (1564-1616) oyunları da İngiliz ve genel olarak Britanya halkının ortak bir ulusal kimlik geliştirmesinde son derece etkili olmuştur. Bu dönemde nüfus da istikrarlı bir şekilde artmıştır. Nitekim 1500’lerin başında 2,5 milyon olan nüfus, 1650’lere gelindiğinde 5 milyonu bulmuş, İskoçya’da da 1 milyona ulaşmıştır. Bunun temelinde ise evlilik, aile kurumunun toplumsal yaşamda yaygın şekilde kabul görmesi ve cinselliğin evlilik içi bir aktivite olarak görülmesi vardı. Evlilik ve cinsellikle ilgili şakalar, o dönemde sanat eserlerine de yansımıştır. Örneğin, Thomas Dekker’in “Shoemaker’s Holiday” (Ayakkabıcının Tatili) adlı güldürü oyununda (1588), bir soylu, bir ayakkabıcının kızının gönlünü kazanabilmek için ayakkabıcı rolüne girmekteydi. Francis Beaumont’un “The Knight of the Burning Pestle” (Yanan Mızraklı Şövalye) (1607) oyununda ise, sınıfsal farklılıklar ve aşk-cinsellik ilişkileri farklı bir düzlemde anlatılıyordu. Thomas Middleton ve Thomas Dekker’in “The Roaring Girl” (Kükreyen Kız) oyunu ve Philip Massinger’in “A New Way to Pay Old Debts” (Eski Borçları Ödemenin Yeni Bir Yolu) eseri de bu dönemlerde yazılmıştır. Tıbbın İngiltere’de bu dönemlerde halen gelişmemiş olması ise, nüfus artışında olumsuz bir faktördür. İnsanlar, modern tıbbın yokluğunda, koca-karı ilaçlarından ve dualardan medet umuyorlardı. 17. yüzyılda ise tıpta bazı ilerlemeler yaşandı ve çiçek hastalığıyla mücadelede önemli mesafe kaydedildi. Bu dönemde felsefe anlamında da Britanya’da ciddi bir ilerleme yaşandı. Francis Bacon’ın (1561-1626) Kilise’nin savunduğu ve kutsal kitaplarda yer alan insanın Tanrı’nın aklından geçenleri anlamak için yaratıldığı tezinin yerine Tanrı’nın insanı Âdem’in cennetten kovulmasıyla yitirdiği doğayı yeniden keşfetmesi için yarattığı anlayışı kabul görmeye başladı. Bu anlayış, sonraki dönemlerde yaşanacak olan Bilimsel Devrim’in önünü açtı. Nitekim ilerleyen yıllarda, Sir Isaac Newton’ın (1642-1727) kurduğu Kraliyet Cemiyeti Derneği’nin (Royal Society) astronomi, matematik ve fizik alanlarındaki çalışmalarıyla bilimsel anlamda büyük ilerlemeler kaydedildi ve doğanın kanunları anlaşılmaya başlandı. Sir Isaac Newton’ın 1727’de Westminster Manastırı’ndaki cenaze töreni de çok görkemli oldu. Fransız entelektüel Voltaire, töreni, “uyruklarına mükemmel hizmet vermiş bir Kral’ın cenazesi” olarak yorumlamıştı.

IV-) Stuart Hanedanı (House of Stuart)
Stuart Hanedanı’nın ilk Kralı olan I. James (1603-1625), daha önce İskoçya’da VI. James olarak tahta çıkmış bir hükümdardı. Bu durum, I. James’e karşı bazı tepkilere neden olmuştur. Örneğin, “V for Vendetta” (2005) filminde anlatılan ve Guy Fawkes’un gerçekleştirdiği 1605 tarihli Katolik “Barut Komplosu” (Gunpowder Plot), bu dönemde yaşanan sorunların bir yansıması olmuştur. Bu komplo öncesinde ise İspanya ile yaşanan savaş (1585-1604) etkili olmuş ve ulusal bilinci ve Protestan kimliğini güçlendirmişti.

Guy Fawkes

Bu dönemde İngiltere tarihi birçok eserde konu alınmış ve bunlar arasında özellikle Raphael Holinshed’in Chronicles (1577) kitabı etkili olmuştur. Ayrıca İngiliz kartografya uzmanı John Speed ve birçok diğer ismin hazırladığı haritalar da ülkeye yeni bir imaj kazandırmıştır. İspanya ile savaş, ayrıca Britanya’ya daha evrensel ve Atlantik ötesi bir rol üstlenmesi gerektiğini de öğretmiştir. Hatırlanmalıdır ki, baharat ticaretini yürütmek için kurulan Hindistan’daki ünlü Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) daha 1600’de, Kuzey Amerika’daki Virginia Şirketi de (Virginia Company) 1606-1607’de kurulmuştur. İngilizlerin daha bu dönemden itibaren dünya üzerinde Bermuda (1613), St. Kitts (1624), Barbados (1627) ve Nevis (1628) gibi önemli kolonileri olmuş ve İmparatorluk şuuru oluşmaya başlamıştır. Jamaika ise 1655’lerde ele geçirilecek ve 1670’te resmi olarak İngiltere’ye bağlanacaktır. Ayrıca bu dönemde Protestanlık yaygınlaştıkça ulusal kutlama günleri de artmıştır. Örneğin, her yıl 17 Kasım’da kilise çanları I. Elizabeth’in 1558’de tahta çıkışını ve Katolik yönetimin sonlanmasını kutlamak için çalıyordu. İspanyol Armadası’nın yenilmesi de bir diğer kutlama yıldönümü oldu. I. James Protestan olmasına karşın, hakkında kahramanlık hikâyeleri oluşturmak zordu. Dahası, VI. James olarak İskoçya’yı yönetirken zayıf bir Kral olması yüzünden yaşanan olaylar nedeniyle de zorluklar yaşadı. Buna karşın, 1603’te taht üzerinde hak iddia etmesi ve bunu başarması oldukça kolay oldu. İskoçya’ya tek bir ziyareti dışında hep İngiltere’de kaldı. Bu dönemde İskoçya Krallık Konseyi tarafından yönetilen bağımsız bir devlet olmayı sürdürdü. Her ne kadar I. James İngiltere ile İskoçya arasında bir “sevgi birliği” ya da en azından yönetsel ve ekonomik bir birlik oluşturmayı amaçladıysa da, bu birlik, kendi kişiliği etrafında kurumsallaştı ve bireysel düzeyde kaldı. İngiltere, böyle bir birliğin yasal sonuçlarından endişe ediyordu ve Westminster Parlamentosu da bu nedenle yasal birliğe karşı çıktı. Karizmatik bir Kral olmayan I. James, çevresine saygı ve sevgi aşılamakta da zorlandı. Oluşturduğu politikalar güven vermiyordu. Bir yandan da borçların artmasına engel olamadı. Buna karşın, İskoçya’daki bölünmelerde yaptığı gibi, İngiliz parlamentosunu ve dinsel politikaları yönlendirmekte hayli başarılı oldu. İngiltere ve İskoçya’da 1610’larda ve 1620’lerde Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu’ndaki olduğu gibi denetim zaafı ya da istikrarsızlık yaşanmadı. Dahası, İrlanda’da İngiliz yasa ve gelenekleri geçerli kılındı ve Ulster’in (Kuzey İrlanda) büyük bir kısmına el konularak, buraya çok sayıda İskoç yerleştirildi. İki ülkenin 1603’ten itibaren aynı tahttan yönetilmeye başlanmasıyla birlikte, denetimi çok zor olan İngiltere-İskoçya sınırı askerden arındırıldı. Ayrıca kamu görevlilerinin yetkilerinin arttırılmasına gidildi. Buna karşın, I. Elizabeth ve I. James dönemlerinde bile soylular kendi askeri güçlerine sahip olmaya devam ettiler. Büyük toprak sahiplerinin uzun mızrak, baltalı kargı gibi geleneksel silahların yanı sıra, tüfek ve top gibi yeni ve etkili silahları da bulundurdukları silah depoları vardı. Birçok soylu için silahlı yandaşlara sahip olmak soyluluğun temel koşullarından birisiydi. Ancak I. James döneminde askeri güçte ciddi bir azalma yaşandı ve 1610’larda İspanya ve Fransa ile girişilen savaşlarda bunun büyük zararı görüldü.

I. James

I. Charles döneminde (1625-1649), I. James’in Büyük Britanya olarak tanımladığı İskoçya ile İngiltere arasında kişisel düzeyde kurduğu birlik havası bozulmaya başladı. Sağduyu, esneklik ve pragmatizmden yoksun bir hükümdar olan I. Charles, aynı zamanda kaypak ve güvenilmez biri olarak nam salmıştı. İtirazlara karşın, anlayışsız ve küstah bir tutum sergiledi. Olağanüstü mali istekleri, özellikle de Gemi Harcı ve kripto Katolik politikaları İngiltere’de kendisine olan desteği azalttı. Ama I. Charles, asıl sorunu İskoçya’da yaşadı. Charles’ın dinsel alanda değişim peşinde olması ve özellikle piskoposların güçlendiği ve törenlerin yeniden düzenlendiği yeni bir sistem oluşturmak istemesi tepkilere yol açtı ve İskoçya’da Piskoposlar Ayaklanması (Bishops' Wars) (1639-1640) yaşandı. İç savaşa neden olan bu ayaklanma nedeniyle bu yıllarda Britanya’da tam bir kaos hasıl oldu. I. Charles, yeniden denetimi sağlayabilmek adına parlamentoya tavizler vermek zorunda kaldı. Öncelikle, istenmeyen Bakanı Birinci Stafford Kontu Thomas’ı görevden aldı ve 1641’de idama mahkûm edilmesini sağladı. Ayrıca imtiyazlı mahkemeler de dâhil olmak üzere birçok konuda taviz verdi. Ama Kilise yönetimine yapılan saldırılara kesinlikle karşı çıktı. Krizin artması üzerine İrlanda’da Ekim 1641’de baş gösteren Katolik ayaklanmasını bastırmak için bir ordu kurma gereği durumu daha da gerginleştirdi. Sonuçta, I. Charles kuvvet kullanarak 4 Ocak 1642’de parlamentoyu bastı ve başmuhalifi olan “Beş Üye”yi (Five Members) tutuklamaya çalıştı. Ancak bu üyeler de nehir yoluyla kaçarak Charles karşıtı muhalefetin yoğunlaştığı Londra’ya ulaştılar. Her iki taraf da savaşa hazırlanmaya başladı. I. Charles’a en büyük destek Galler’den ve kuzey ve batı İngiltere’deki kırsal kesimden geldi. Ekonomik açıdan gelişmiş bölgeler ise parlamentoya destek veriyorlardı. Dinsel farklılıklar da tercihlerde rol oynayabiliyordu. Nitekim parlamento yanlıları, Charles’ın çevresinde yoğunlaşan Katolikliğe ve Canterbury Başpiskoposu William Laud’a atfedilen kripto Katolik uygulamalara karşı olduklarını ifade ediyorlardı. Savaş, 1642 Temmuz ayında başladı. 23 Ekim’de Edgehill’de parlamentonun ordusunu zorlukla da olsa yenilgiye uğratan I. Charles, 13 Kasım’da ise Londra’ya doğru ilerleme çabasında başarısız oldu. 1643’te Kralcılar Batı İngiltere’nin büyük kısmını ve Bristol’u ele geçirdiler. Ama 1644’te İskoçya’da egemen olan ve Presbiteryenlerden oluşan ve parlamentoyu destekleyen bir ordu Kuzey İngiltere’ye girdi. 2 Temmuz 1644’te York yakınında Marston Moor’da parlamento yanlısı İskoç ordusu Kralcıları hezimete uğrattı. Parlamento ordusundaki süvarilerin başında bir zamanlar Huntingdonshire soylularından biri olan Oliver Cromwell vardı. Böylece, Kuzey İngiltere Kralcıların elinden çıkmış oldu. Dahası, 14 Haziran 1465’te Naseby’da, parlamentonun asıl gücü olan ve Cromwell’in süvari birliklerine komuta ettiği Yeni Model Ordu (New Model Army), Kralcıların en önemli kuvveti olan Sahra Ordusu’nu (Royalist Army) yendi. 3 ay sonra İskoçya’da Kralcı ordu bir yenilgiye daha uğradı. Bu yenilgilerin ardından, I. Charles, 5 Mayıs 1646’da teslim oldu. Parlamento yanlılarının zaferinde Charles’ın budalalıkları, İngiltere ve İskoçya’daki zengin bölgelerin parlamento ordusuna yardımları ve şans faktörü de etkili olmuştu. Fakat zafer kazanan parlamentocular kendi aralarında anlaşmazlığa düşünce, 1649-1660 döneminde Britanya’da “Fetret Devri” (Interregnum) ve Cumhuriyet rejimi denemesi yaşandı.

Oliver Cromwell

Oliver Cromwell komutanlığındaki ordu, kazandığı zaferden sonra parlamentoya Kral’la yapılan görüşmelerin sonlandırılması için baskı yapmaya başladı (Pride Temizliği-Pride’s Purge). Bunun üzerine, I. Charles 30 Ocak 1649’da yargılandı ve halka ihanetten idama mahkûm edildi. Oğlu II. Charles ve York Dükü olan kardeşi James ise yurtdışına sürgüne gönderildiler. Cromwell, İngiltere tarihinde ilk kez Cumhuriyet rejimi kurmaya karar vermişti. Bunun için devlet yönetiminde yeni hedefler ve yöntemler belirledi, aynı zamanda kabinede de değişiklikler yaptı. Cromwell, önce İrlanda’yı, daha sonra da İskoçya’yı fethetmek için harekete geçti. I. Charles’ın 1649’da idam edilmesi, yeni rejimin ne kadar radikal olduğunu ortaya koyan somut bir eylemdi. Ayrıca 1646’da savaş bitmesine rağmen askerlerin terhis edilmemesi de askeri endişelerin sürdüğünü gösteriyordu. Otoriter radikalizm, beklendiği gibi dinsel ya da politik özgürlüklere kadar uzanmasa da, 1647’de ortaya çıkan Düzleyiciler Hareketi (The Levellers) Cromwell tarafından sertlikle bastırıldı. Düzleyiciler, erkeklere oy hakkı istiyordu; ancak Cromwell o an için demokrasiyle ilgilenmiyordu. Düzleyiciler’den sonra sahneye halkın kamu arazileri üzerinde hak sahibi olduğunu iddia eden Kazıcılar (The Diggers) çıktı. 1549’da Surrey’deki Aziz George Tepesi’nde bulunan kamu arazisini kazmaya kalkan Kazıcıları ordu ve öfkeli yerel halk bastırdı. Kazıcıların Cobham’daki girişimi de benzer şekilde sonuçlandı. Kazıcıların lideri olan Gerrard Winstanley, Britanya toplumundaki akışkanlığı temsil etmesi bağlamında önemli bir figürdür. Wigan’da doğmuş, Londra’da yetişmiş ama ticarette başarısız olunca Surrey’de inek çobanı olmuştur. Oliver Cromwell’in Dunbar (1650) ve Worcester’da (1651) İskoç ordularına karşı kazandığı zaferler İskoçya’nın teslim olmasına yol açtı. İskoçya, ilk kez fethedilmekteydi. İskoç Parlamentosu ve yürütme kurulu feshedildi ve İskoç soyluların gücü kısıtlanarak, İngiliz yasalarının benimsenmesi yönünde adımlar atıldı. 1654’e gelindiğinde, İskoçya, İngiltere, İrlanda ve Galler -Cromwell ve Subaylar Konseyi tarafından seçilmiş- bir parlamentoda temsil edilmekteydi. Cromwell, daha sonra 1657’de Kral’ın taç giymesine benzer bir törenle “Koruyucu Lord” (Lord Protector) unvanını aldı. Cromwell’in rejimi (1653-1658), Jeremy Black’e göre ilahi bir amaç gütmeyen ve hoşgörüden ziyade dindarlığı vurgulayan askeri bir rejimdi. Kendisine uygun bir parlamento oluşturmakta zorlanan Cromwell, 1655’ten itibaren İngiliz tahtında hak iddia eden II. Charles’ın desteklediği ayaklanmalar nedeniyle zorda kalmaya başladı. Ayaklanmalar üzerine, bölgelerde Tümgeneraller yetkili kılındı ve onlardan güvenliği sağlamaları, Püriten, dindar ve yetenekli kişilerden oluşan bir devlet oluşturmaları istendi. Bunlar, hiç de hoş karşılanmayan talepler oldu. Halkın Noel kutlamaları veya bahar direği çevresinde danslarını inanca saygısızlık olarak yorumlayan baskıcı Püriten dindarlık toplumda kabul görmüyor ve rejimin toplumsal desteğini azaltıyordu. 1656’da Yahudilerin İngiltere’ye yerleşmesine izin verilmesi de toplumda pek kabul görmemişti.

Cromwell’in Lord Protector (Koruyucu Lord) olma töreni

Cromwell 1658’de ölünce, yerine Koruyucu Lord olarak oğlu Richard Cromwell (1658-1659) geçti. Ancak Richard otoritesini sağlamayı başaramayınca ve ordu desteğini kaybedince, ertesi yıl Mayıs ayında iktidarını yitirdi. Bunun sonucunda ülkede büyük bir siyasal kriz ortaya çıktı ve dağıtılan parlamentonun yeniden oluşturulmasına karşı çıkan ordu içinde bölünmeler yaşandı. Cumhuriyet rejimi çok zayıftı gerçi, ama II. Charles’ın başa geçmesi de kesin gözükmüyordu. Gerçekten de, George Booth’un parlamentoya karşı ayaklanması 1659 Ağustos ayında bastırıldı. Kriz, sonuçta Restorasyon ile neticelendi. İskoçya’daki ordu komutanı George Monck güneye doğru ilerleyerek Londra’yı işgal etti ve düzeni sağladı. Bunun üzerine oluşturulan ılımlı bir parlamento ise II. Charles’ı (1660-1685) göreve çağırdı. Böylelikle, kısa bir Cumhuriyet deneyimi ardından Britanya’da Stuart Hanedanı restore edilmiş oldu.

II. Charles

II. Charles döneminde (1660-1685) Britanya’da tam anlamıyla bir Restorasyon yaşandı. Babasında bulunmayan yeteneklere sahip olan II. Charles, cana yakın ve sevimli, aynı zamanda esnek ve uyumluydu. Bu sayede Restorasyon çok tutuldu ve halktan büyük destek aldı. Ancak bu popülarite de sorunların çözümü için yeterli olmadı. II. Charles, babası gibi ne parlamentosuz bir yönetim uyguladı, ne de 1630’lardaki Gemi Harcı gibi ayrıcalıklı vergilendirme ve Kraliyet Muhakemesi gibi yasal kurumları yeniden oluşturmaya kalkıştı. 1641’de parlamentodan geçen yasalar ve Cromwell döneminde İskoçya ile gerçekleştirilen geçici birleşme de yürürlükten kaldırıldı. Ayrıca 1642’deki dini düzenlemelerle İngiltere ve Galler’de Anglikan düzeni yeniden geçerli kılınarak, Protestan Uyumsuzlar saf dışı bırakıldı. Lakin 1665’te veba salgını nedeniyle büyük insan kayıpları yaşandı. II. Charles’ın meşru çocuğunun olmaması ve kardeşi James’in sonradan Katolik olması ise veliahdının kim olacağı konusunda endişelere neden oldu. Bu endişeler, 1678’de bir krize dönüştü ve II. James’in Katolik olması sebebiyle tahta çıkması parlamentoda engellenmeye çalışıldı. 1678-1681 döneminde yaşanan bu olaya “Dışlama Krizi” (Exclusion Crisis) adı verilmiştir. Bu krizin destekçileri Whigler (Anthony Cooper ve James Scott), buna karşı olanlar ise Torylerdir. Ancak dışlama girişimi başarısız oldu. Whiglerin bu başarısız girişimi sonrasında, Toryler, 1681-1685 döneminde Whig liderlerine acımasız davrandılar ve 1683’te Londra Kenti Anlaşması yürürlükten kaldırıldı.

Görkemli Devrim (Glorious Revolution)

Tahta 1685’te çıkan II. James (1685-1688), önce II. Charles’ın gayrimeşru çocuğu Monmouth Dükü Protestan James’in saldırısını püskürttü. Sedgemoor’da onu yenerek idama mahkûm ettirdi. Aynı şekilde İskoçya’da 9. Argyll Dükü Archibald’ın ayaklanması da başarısızlıkla sonuçlandı. Bu iki deneyimin ardından, II. James, Katoliklik ilkelerine destek olmak amacıyla daha sert bir politika uygulamaya başladı. Bu nedenle, II. Charles döneminde devletin sağladığı desteği sağlayamadı. Yaptıkları, özellikle Torylerce hoş karşılanmadı. II. James 1686 ve 1687’de parlamentoyu toplamadı ve ülkedeki gerilim yükseldi. 1688’de Katolik olan ikinci eşi Modenalı Mary’nin doğurduğu erkek çocuk tahta geçiş sırasında ilk eşinden olan Protestan kızları Mary ve Anne’in önüne geçince gerilim daha da arttı ve bir muhalefet dalgası ortaya çıktı. Bu gerilimden istifade eden ise Mary’nin kocası ve James’in yeğeni ve damadı olan Orangelı III. William (William of Orange) oldu. 1688’de III. William İngiltere’ye saldırdı ve İngiliz donanmasını aşarak Brixham’da karaya çıktı. Büyük bir orduyla yaptığı bu saldırı ve sonrasında yaşananlar, “Görkemli Devrim” (Glorious Revolution) (1688-1689) adıyla tarihe geçmiştir. Bu, İngiltere’de Kral’ın devrilmesine yol açan başarılı bir saldırıya ve onun da ötesinde bir anayasal ve siyasi değişime neden olmuştur. III. William’ın saldırısı sonrasında bir iç savaş yaşanmak üzereyken, II. James cesaretini yitirmiş ve ordusunu yüzüstü bırakmıştır. William Londra’ya doğru ilerlerken Kraliyet Ordusu’nun morali bozulmuş ve iktidar boşluğu ortaya çıkmıştır. Kriz, 1689’da II. James’in tahttan çekildiği ve makamın boş kaldığı duyurularak çözümlendi. Aslında James sürgüne gönderilmişti. III. William ve II. Mary, James’in ortak veliahtları ilan edildiler. Her ikisinin ölümü halinde ise tahta Anne geçecekti. Böylece Kral’ın seçilmesi yerine boş makama atama yapılması başlatılmış ve bu şekilde sorunlar en aza indirilmiş oldu. Bu gelişmeyi meşrulaştırmak için İngiltere Parlamentosu “Haklar Kanunu” (Bill of Rights) adlı bir kanun çıkarmış ve böylelikle İngiltere Krallığı’nın mutlak Kral istibdadı ile yönetilmesi kınanıp ve geride bırakılarak, İngiltere Krallığı’nın bir meşrutiyeti monarşi (constitutional monarchy) olduğu bu kanunla teyit edilmiştir. Ayrıca 1701’de parlamentodan geçen yasayla (Act of Settlement 1701) tüm Katoliklerin tahta çıkması da yasaklanmıştır. Bu dönemden itibaren, İngiliz siyasi sistemi Westminster parlamenter modeli doğrultusunda gelişmeye ve demokratikleşmeye devam etmiş ve Kralların yetkisi azalırken, parlamento ve sivil yöneticilerin etkileri artmaya başlamıştır.

John Locke

III. William döneminde (1689-1702), İngiltere, Katolik yayılmacı bir politika izleyen Fransa Kralı XIV. Louis karşısında Protestan Avrupa’nın lideri durumuna geldi. Louis’nin 1685’te Fransız Protestanlara sağlanan ayrıcalıkları sonlandırması zaten Avrupa’yı alarma geçirmişti. Bu dönemde İskoçya’da ve İrlanda’da yaşanan iç savaşların yanında, Fransa’ya karşı da 1697’ye kadar süren zorlu bir savaş başlatılmıştır. III. William döneminde “Görkemli Devrim” (Glorious Revolution) ve “Haklar Kanunu”nun (Bill of Rights) etkileri yoğun şekilde hissedilmiştir. Bunlara ek olarak, 1689’daki Hoşgörü Yasası (Toleration Act) dinsel hoşgörüyü, 1694’teki Üç Yıllık Yasa (Triennial Act) da seçimlerin düzenli olarak yapılmasını getiren adımlar olarak yorumlanmıştı. İngiltere, o dönemde John Locke ve Isaac Newton gibi ilerici aydınların ülkesi olarak biliniyordu. Sir Isaac Newton’ın (1642-1727) kurduğu Kraliyet Cemiyeti Derneği’nin (Royal Society) çalışmaları, Britanya’da bilimin Krallığın şanına yakışır şekilde gelişmesini amaçlamış ve büyük ilerlemeler sağlamıştı. John Locke (1632-1704) ise, mutlakıyetçiliği savunan Thomas Hobbes’un (1558-1679) anti-tezi olarak bu dönemde parlamentarizm, çoğulculuk ve hoşgörü savunusu yaparak İngiltere’de çok etkili oldu. Bu sayede, bu dönemde parlamentonun rolü de II. Charles ve II. James dönemlerine kıyasla çok daha etkin oldu ve ilerleyen yıllarda da Britanya’da liberal bir hoşgörü düzeninin kurulmasına olanak sağladı. Ancak bu dönemde 1689’da çıkarılan bir yasa ile Katoliklerin tahta geçmesi yasaklandı. Ayrıca 1600’lerin başında oluşmaya başlayan kolonici siyaset bu dönemde daha da geliştirildi. 1700’e gelindiğinde, artık İngiltere deniz gücü açısından dünyada hâkim duruma geçmişti ve denizaşırı ticareti de ciddi anlamda gelişmişti. Uluslararası ticaret, özellikle ülkenin en önemli liman şehri olan Londra’da yoğunlaşıyordu. Bilimsel gelişmeler de buna uygun şekilde ilerliyordu. Örneğin, İngiliz gökbilimci Edmund Halley, III. William’ın kendisine tahsis ettiği “Paramour” isimli şalupa ile Güney Atlantik’te araştırmalar yapıyordu. Halley’nin gezileri incelendi ve yayımlandı. 1689’da alizelerin haritasını, 1693’te ilk bilimsel gökbilim çizelgesini ve 1701’de de yerçekimi ile ilgili şemaları hazırladı. Bunlar, denizcilik açısından önemli bilimsel gelişmelerdir.

III. William’dan sonra Stuart Hanedanı adına tahta Anne (1702-1714) çıktı. II. James’ın kızı olan Anne, hem İngiltere Kraliçesi, hem de İskoçya Kraliçesi olarak tahta geçti. Ayrıca İrlanda Kraliçesi unvanını da taşımaktaydı. 1707 yılında İngiltere Krallığı ve İskoçya Krallığı parlamentoları “1707 Birlik Kanunları” (Acts of Union 1707) adlı yasayı kabul ederek, iki Krallığı birleştirdiler. Bu yıla kadar ayrı ayrı İngiltere Kraliçesi ve İskoçya Kraliçesi olan Anne, böylelikle yeni kurulan Büyük Britanya Devleti’nin Kraliçesi oldu. Bu gelişmeler nedeniyle, birçok tarihçi için Birleşik Krallık tarihi 1707’de kurulan “Büyük Britanya” ile başlar. 1707 reformlarıyla birlikte İngiltere Parlamentosu ve İskoçya Parlamentosu da birleştirilmiş ve Büyük Britanya Parlamentosu (Avam Kamarası) oluşturulmuştur.
“1707 Birlik Kanunları” (Acts of Union 1707)

Çocuğu olmayan Kraliçe Anne 1714’te öldüğünde, İskoçya ile birliğin bozulması konusunda endişeler belirdi. Zira bu dönemde İskoçya’da ciddi ekonomik sorunlar yaşanmaktaydı. İskoçya’daki nüfuzlu kişilerse, İngiltere piyasasından ve büyümekte olan İmparatorluğun imkânlarından yararlanmak istedikleri için birliğe sıcak bakıyorlardı. Presbiteryenler de çoğunlukla birleşme taraftarlarıydı. Bu ortamda, Katoliklerin tahta çıkma şansı olmadığı için, kuzeni olan I. George (George Louis) tahta çıktı. Böylelikle, Britanya’da Alman kökenli Hannover Hanedanı iktidarı başlamış oldu.

Britanya Süper Güç Oluyor (1750-1900)
Kitabın “Britanya Süper Güç Oluyor (1750-1900)” başlıklı dördüncü bölümünde, 1700’lerden 20. yüzyıla kadar yaşanan gelişmeler anlatılmaktadır. Bu bölüm oldukça önemli gelişmeler içermektedir; zira İngiltere’nin tarihinde dünyanın en önde gelen süpergücü haline geldiği yegâne dönem bu zaman dilimidir. Bu dönemde, İngiltere, Aydınlanma, şehirleşme (kentleşme) ve sanayileşmenin yani genel anlamıyla modernizmin merkezi olurken, aynı zamanda parlamenter siyasi sistemi de (Westminster modeli) birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeye ilham kaynağı olan ileri demokratik bir model haline gelmiştir. Süpergüç olma durumu, bu dönemlerde İngilizlere ayrıcalıklı oldukları hissini de beraberinde getirmiştir. Ayrıca hızlı toplumsal ilerleme ve dönüşüm nedeniyle, bu dönemde İngiltere politikası hiç de sanıldığı kadar sancısız olmadı; kıta Avrupası’ndaki gibi büyük isyan ve devrimler İngiliz muhafazakârlığının etkisiyle yaşanmasa da, bu dönemde de birçok iç sıkıntı meydana gelmiştir. Bu dönemde İngiltere’nin süpergüce dönüşmesindeki itici rolü ise ekonomik gelişme sağlıyordu. 1759’dan itibaren patent hakkı için başvuranların sayısında patlama yaşanması bunun somut bir göstergesiydi. Üretimin yanında tüketim de hızla arttı ve kent yaşamına uygun sosyal ve kültürel normlar oluşmaya başladı. Ticaret, bu dönemden başlayarak İngiliz toplumunun tipik bir özelliği haline geldi. Kentlerdeki pazarlar, artık kalıcı dükkânlara dönüşmeye başlamıştı. Sınai faaliyetlerinde uzmanlaşmanın yaşanması da bu dönemin bir getirisiydi; artık iş alanları belirginleşiyor ve uzmanlık alanları ortaya çıkıyordu. Hızlı bir sınai için gerekenler ise, sermaye, ulaşım imkânları (o dönem için demiryolu ulaşımı), piyasa düzeni ve enerjiydi (o dönem için kömür). Bunların hepsi İngiltere’de zaten vardı. Aynı zamanda tarım alanında da önemli ve olumlu gelişimler yaşandı. Aristokratların değişime karşı çıkmaması da bu dönemde yaşanan ilerlemede pozitif bir rol oynamıştır. Dönemin simgesi ise buharlı makinelerdir. Öyle ki, geleceğin ABD Başkanı olan Thomas Jefferson bile 1785’teki Londra ziyareti sırasında buharla çalışan New Albion Değirmeni’ni (Albion Mill) görmeye gitmiştir. John Wilkinson’ın 1774 ve 1781’de ürettiği delgi makineleri ve James Watt’ın geliştirdiği kondansatör de bu dönemin önemli icatları arasındadır. 19. yüzyılda bu icatlar artarak devam edecek ve İngiltere’nin o dönemlerde bilimin dünyadaki en önemli merkezi durumunda olduğunu ispatlayacaktır.

New Albion Değirmeni (Albion Mill)

I-) Hannover Hanedanı (House of Hanover)

I. George (George Louis)

Hannover Hanedanı’nın ilk Kralı olan I. George (George Louis) (1714-1727) döneminde, İngiliz İmparatorluğu gücünü arttırmaya devam etmiştir. I. George, Birleşik Krallık tahtına çıkmadan önce Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’na bağlı olarak Brunswick-Lüneburg Düklüğü ve Seçilmiş Hannover Prensliği görevlerini yürütüyordu. Alman kimliği İngiliz kimliğinin önünde olan ve birkaç kelime dışında İngilizce bilmeyen Kral I. George döneminde, Birleşik Krallık’ın Başbakan liderliğindeki modern bir kabine sistemiyle yönetilmesi anlamında önemli ilerlemeler yaşandı. Hatta bu dönemde görev yapan Sir Robert Walpole’a (1676-1742) tarihçilerce Britanya’nın ilk Başbakanı olarak bakılmaktadır. Bunun nedenleri, Kral I. George’un İngilizce öğrenmemesi nedeniyle Walpole’a devlet işlerinde özerk bir alan sağlaması ve parlamenter sistemin derinleşmesidir. Walpole, ayrıca 22 yıl görevde kalmasıyla (1721-1742), İngiltere tarihinde bu görevi en uzun süre sürdüren kişi unvanına da sahiptir. Dolayısıyla, bu dönemde Krallığın mutlak yetkileri azaltılmış ve demokratik sistemin yerleşmesi konusunda ilerlemeler yaşanmıştır. Ayrıca Whig ve Tory anlayışlarının Britanya siyasetine yerleşmesi de bu dönemde olmuştur. I. George ölünce, yerine oğlu II. George geçmiştir.

Sir Robert Walpole

II. George (George Augustus) iktidarı döneminde (1727-1760), 1739-1748 yılları arasında İspanya ile Jenkin’s Ear Savaşı ve Avusturya tahtının veliahdı ile ilgili olarak 1743-1748 yılları arasında Fransa ile savaşlara girişildi. Bu savaşlar ekonomiyi olumsuz yönde etkilese de, Robert Clive’ın Plassey’de Bengal hükümdarını yenmesinden sonra Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) Hindistan’da güçlü bir konuma geldi. 1758-1769 döneminde Fransız Kanadası ele geçirildi, Quebec ise ancak 1759’da James Wolfe’un kent dışında zafer kazanmasıyla teslim oldu. Bu dönemde Britanya’nın bir deniz imparatorluğu olduğu görüşü iyice anlaşıldı ve sanat eserlerine de yansımaya başladı. Örneğin, 1740’ta James Thomson bunu şöyle ifade ediyordu: “Yönet Britanya, dalgaları yönet; Britanyalılar asla köle olmayacaklar” ("Rule, Britannia, rule the waves; Britons never will be slaves"). George Frederick Handel’in Britanya’yı İncil’de yer alan vatanseverliği yerine getiren çağdaş bir İsrail gibi ele alan “Saul” benzeri oratoryoları da bu görkemli ve benzersiz kader anlayışını güçlendirmekteydi. John Chamberlayne’in 1726 tarihli Magnae Brittaniae Notitice (Büyük Britanya’nın Günümüzdeki Durumu) isimli eserinde ise bu konuda şu tespitlere yer verilmişti: “Büyük Britanya, tüm dünyada haklı olarak ticarette birinci sırada bir ülke sayılabilir ve gerçekten de birçok geniş liman ve sığınaklara, doğal ürünlere, önemli üretimlere, gümrük işlemlerinde ve vergilerde devletten büyük destek gören, denizci yetiştiren, gemiciliği geliştiren, dinsel özgürlüğe ve son derece güzel ve sağlıklı bir havaya sahip, hükümetin güvencesi ve garantisi altında olan bir adadır: tüm bunlar deniz ticaretini teşvik eden unsurlardır.

II. George

Britanya’da o dönemde halen soyluların egemen olduğu ve sınıfsal politika düşüncesinin oluşmadığı bir toplumun varlığından da söz etmek gerekir. Zira sosyal gerilimler 1760’lardan itibaren hızla artsa da, bunlar sınıfsal tepkiler temelinde gelişmiyordu. Ancak Jeremy Black’e göre, 1789 Fransız Devrimi sonrasında sınıfsal politikanın etkileri Britanya’da da görülmeye başlanmıştır. II. George’un Krallığı döneminde ayrıca parlamenter sistem oldukça güçlenmiş ve Kral iç politikaya fazla müdahale etmemiştir. Zira babasından daha İngiliz olan II. George, yine de iç politikada Sir Robert Walpole’a güvenmeyi tercih etmiştir. Ancak tarihçiler, ilerleyen yıllarda Kral II. George’un metreslerine düşkünlüğü dışında dış politika ve askeri atamalarda yetkinliğini koruduğu görüşüne ulaşmışlardır. II. George, ayrıca ordusunun başında Dettingen’de 1743’te cepheye giden son Kral olmuştur.

III. George

III. George (George William Frederick) (1760-1820), Hannover Hanedanı’nın İngiltere’de doğup büyüyen ilk Kralıdır. I. George ve II. George döneminden farklı olarak Hannover’e hiç ziyarette bulunmamış ve İngilizce’yi ilk dili olarak benimsemiştir. III. George zamanında İngiltere Amerikan sömürgelerini yitirmiş (1783), ama İrlanda ile resmen birleşmiştir. Bu nedenle, 1801’den itibaren devletin adı “Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı” olmuştur. 1922’de İrlanda Cumhuriyeti kurulunca da, Birleşik Krallık ya da yaygın adıyla İngiltere, bugünkü resmi ismini yani “Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı” (kısaca Birleşik Krallık) adını almıştır. III. George döneminde Kuzey Amerika’da başlayan Amerikan Bağımsızlık Savaşı, İngiltere’nin siyasi gücü ve dünya hâkimiyetindeki zafiyetini ortaya koyan önemli bir tarihsel gelişmedir. Politik açıdan güçlü argümanlar geliştirilememesi ve ağır vergilendirme politikası, bu tarihsel gelişmede önemli ölçüde etkili olmuştur. Ordunun güçsüzlüğü ve deniz kuvvetlerinin buradaki birliklere destek olamaması da İngiltere’nin Amerika’daki 13 sömürgesini yitirmesinde etkili olmuştur. Buna karşın, Batı Hint sömürgelerinde denetim sürdürülmüş ve Fransa, İspanya ve Hollanda’nın saldırıları püskürtülmüştür. Bu dönemde genç William Pitt Başbakan olarak görev yapmıştır. Ayrıca bu dönemde 1800’de çıkarılan “1800 Birlik Kanunu” (Acts of Union 1800) ile “Büyük Britanya Krallığı” ve “İrlanda Krallığı” birleştirilerek, “Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı” yani tek bir Birleşik Krallık kurulması durumu hukuken ortaya çıkmıştır. 1801 yılında İrlanda Parlamentosu’nun feshi sonrasında ise, 658 üyesinin (558 üye Büyük Britanya parlamentosundan ve 100 üye İrlanda parlamentosundan) katılımıyla Birleşik Krallık’ın modern anlamda ilk parlamentosu (Avam Kamarası) toplanmıştır. Lordlar Kamarası görevine devam ederken, buraya da İrlanda Lordlar Kamarası’ndan 28 üye dâhil edilmiştir. Böylelikle, Birleşik Krallık siyasi sistemi ve Westminster parlamenter modeli Britanya’da bu dönemde büyük ölçüde oluşmuştur. Bunun bir sebebi de, Kral III. George’un akıl hastalığı ve sonrasında körlük sorunundan muzdarip olması sebebiyle devlet işlerine müdahale etmekte isteksiz davranmasıdır. İngiltere’de bu dönemde gelişen parlamenter sistem, Fransız Devrimi sonrasında Fransa ve tüm Avrupa’da çalkantılı bir siyasal atmosfer olduğu ve radikalizmin popüler hale geldiği de düşünülürse, Birleşik Krallık’ı reformist demokratik siyasi bir modele doğru yönlendirmiştir. Ülkenin tamamını kapsayan ayrıntılı bir haritanın Haritacılık Dairesi tarafından ilk kez bu dönemde hazırlanması da dikkat çekici bir gelişmedir. Fransa ile uzunca süren savaşlar, bu dönemde de ulusal kimliğin gelişiminde etkili olmuştur. Amiral Horatio Nelson’un 1805’te Trafalgar’da ölmesi ve Wellington Dükü’nün (Duke of Wellington) komutasındaki İngiliz kara ordusunun 1815’te Fransa’nın Waterloo’daki şiddetli saldırısına kahramanca koyması da İmparatorluğun gücü ve kurtuluşu anlamında yaygın bir inanç sağlamıştır. Bu dönemde edebiyat alanında Jane Austen, Lord Byron (George Gordon Byron), Percy Bysshe Shelley, John Keats ve William Wordsworth gibi İngiliz edebiyatının temelini oluşturan önemli isimlerin çıkması da dikkate değerdir. Bu dönemlerden itibaren Britanya siyasetinde muhafazakâr hâkimiyeti hep ağır basarken, Lord Byron, Don Juan eserinde bu durumu şöyle izah ediyordu: “İnsanlıkta hiçbir şey kalıcı değildir, Whiglerin iktidar olmaması dışında.

IV. George

First gentleman of Europe” lakabıyla bilinen IV. George (George Augustus Frederick) döneminde (1820-1830), Kral’ın icraatlarından çok özel hayatı ilgi çekmiştir. 1785’te büyük aşkı Katolik Maria Fitzherbert’le gizlice evlenen IV. George, 1795’te Brunswickli Caroline (Caroline of Brunswick) ile resmi evliliğini yapmıştır. Bu dönemde (1812-1827) Liverpool İkinci Kontu Robert Jenkinson Başbakan olarak güçlü Tory (Muhafazakâr Parti) desteğiyle ayakta kalmış ve felç oluncaya kadar bu görevi sürdürmüştür. IV. George, çok pahalıya mâl olan Brighton Yazlık Sarayı ve kadınlara düşkünlüğüyle de dikkatleri üzerine çekmiştir. 1821’deki taç giyme töreninin çok gösterişli olmasını isteyen IV. George, bu tören için parlamentonun 240.000 sterlin ödenek ayırmasını sağladı. Bu, III. George’un 70.000 sterline mâl olan törenine kıyasla çok fazla bir miktardı. Öyle ki, törende 12.532 elmas kullanılmıştı. Bu müsrifliğe rağmen, halkın tepkisi genelde olumluydu ve Kral’ın halkla arasındaki bağ İrlanda, Hannover ve Hollanda gezileriyle daha da perçinlendi. 18. yüzyılda İskoçya ve İrlanda’ya gitmeyen Britanya Krallarından farklı olarak, IV. George, İrlanda’ya ve İskoçya’ya birer ziyaret düzenledi. 1822’deki İskoçya ziyaretinde meşhur İskoç milli kıyafetini de giydi ve bu sayede popülaritesi bu bölgede tavan yaptı. Bu şekilde, Anglo-Hanover monarşisi giderek yerleşmeye ve halk tarafından da benimsenmeye başladı. “Royal George” adlı yatı ve gösterişli yaşamı da halkın tepkisine değil, genelde desteğine neden oluyordu. 1824’te Westminster Katedrali’ne James Watt’ın heykelinin dikilmesi için toplanan paranın önemli bir bölümünü vererek ulusal gelişime verdiği değeri de ispatlamıştı. Ancak yaşlandıkça daha tutucu olmaya başlayan George, Katolik Özgürlüğü’ne karşı çıktı ve 1828’de hükümetin bunu desteklememesinde ısrar etti. Ancak Waterloo’da zafer kazanmış olan “Demir Dük” (Iron Duke) lakaplı Wellington Dükü Başbakan Arthur Wellesley bu konuda ısrarcı olunca, 1829’da önce tahtı bırakma tehdidinde bulundu, ama daha sonra Başbakan’ının isteklerine boyun eğmek zorunda kaldı. 1829’da Katoliklere Özgürlük Yasası (The Roman Catholic Relief Act 1829) kabul edildi.

IV. William

Sailor King” (Denizci Kral) olarak bilinen IV. William (William Henry) dönemindeki (1830-1837) en önemli gelişme, 1833 yılında Britanya’nın kolonilerinde esareti (köleliği) yasaklamasıdır. Ayrıca 1832 yılında çıkarılan seçim yasası ile (The Reform Act of 1832), modern parlamenter sistemin oluşumu süreci tamamlanmıştır.[6] Henüz sadece erkeklerin oy kullanma hakkı olsa da, bu yasa sayesinde seçmen sayısında ciddi bir artış yaşanmış ve eski dönemlerden kalma usuller kaldırılmıştır. Bu yasa öncesinde 1831’de parlamentoda oy verme hakkı ve seçim bölgeleri konusunda tartışmalar yaşanırken, reform istekleri nedeniyle Bristol, Derby ve Nottingham gibi şehirlerde şiddetli ayaklanmalar olmuştur. III. George’un oğlu olan IV. William, IV. George kadar muhafazakâr olmasa da, radikalizme karşı olmuş ve anayasal bir Kral olarak barışı sürdürmek istiyordu. Bu dönemde Fransa’da da Burbonlar tahtı yeniden ele geçirmiş ve XVIII. Louis Kral olmuştu. Kasım 1830 seçimlerinde Toryler ağır bir yenilgiye uğrayınca, yerine bir Whig hükümeti kuruldu. Charles Grey Başbakanlığındaki Whig hükümeti Fransa, Belçika ve İtalya’daki gibi ayaklanmalardan korkarak reform yönünde hareket ettiler. Ancak hazırlanan reform paketi önce parlamentodaki komisyon, yenilenen seçim sonrasında da Lordlar Kamarası’nda reddedildi. Bu dönemde halk da tepkiler üzerine ayaklanmaya başladı. Üçüncü defa hazırlanan reform paketi bu defa 1831 Aralık ayında komisyondan geçti ve Lordlar Kamarası’na geldi. Charles Grey ve Whigler, Kral IV. William’dan reformların geçmesi için Lordlar Kamarası’na yeni üyeler atamasını istediler. Bu yöntem, daha önce Kraliçe Anne tarafından da Uthrecht Barış Antlaşması’nın onaylanması için kullanılmış ve o dönemde Lordlar Kamarası’na 12 yeni üye atanmıştı. Sonuçta, çok zor da olsa yasa kabul edildi. Dolayısıyla, bu dönemde İngiliz seçim sisteminde ve parlamento düzeninde ciddi değişiklikler yaşandı. Bu değişiklikler sanayi merkezi olan Kuzey İngiltere’nin politik ağırlığı arttı. Bu durum, Kral IV. William’ın popülaritesini de olumlu yönde etkiledi. Bu nedenle, Başbakan Charles Grey 1837’de yeğeni William’ın yerine geçerken, ondan “yurtsever bir Kral” olarak bahsetmek durumunda kalmıştı. Hatta o dönemden kalma “The Reformers’ Attack on the Old Rotten Tree” (Reformistlerin Yaşlı Çürük Ağaca Saldırısı) adını taşıyan ünlü karikatürde de, IV. William, “Anayasa Tepesi” üzerinde reform sürecini alkışlarken resmedilmiştir. Ayrıca 1835’teki yerel seçimlerde 1832 reformuyla genişletilen oy hakları daha da ilerletildi.

“The Reformers’ Attack on the Old Rotten Tree” (Reformistlerin Yaşlı Çürük Ağaca Saldırısı)

Tam 63 yıl 217 gün, yani neredeyse 64 yıl süren Kraliçe Victoria (Alexandrina Victoria) dönemi (1837-1901), kalıcı etkileri nedeniyle bazı tarihçilerce Hannover Hanedanı içerisinde ayrı bir periyod olarak değerlendirilmektedir.[7] Bu bağlamda, 1734-1837 yılları arasındaki zaman dilimine “Georgian Dönemi”, Kraliçe Victoria’nın başta kaldığı döneme de (1837-1901) “Victoria Dönemi” adı verilmektedir. 18 yaşında güzel bir kız olarak tahta çıktığında zayıf bir iktidar devralan Kraliçe Victoria, 1558’de taç giyen I. Elizabeth’den sonra ilk bekâr İngiltere Kraliçesiydi. Aynı Elizabeth gibi onun da tahta çıkışı zor oldu. Victoria, 1840 yılında kuzeni Saxe-Coburg ve Gotha Prensi Albert’le (Albert of Saxe-Coburg) evlendi. Albert, karısı üzerinde çok etkili olmuş ve birçok tarihçiye göre bu dönemde Britanya siyasetine yön vermiştir. Bunun sebebi, Prens Albert’in çok ateşli bir âşık olmasıydı. Bu durum, Victoria çağında cinselliğin bastırılmasıyla tezat bir durum teşkil etmektedir. Nitekim kocası Albert’in etkisiyle Kraliçe Victoria Kraliyet ailesinin ve Krallığın siyasal alanda tarafsız durması gerektiğine inanmış ve bu şekilde davranmaya başlamıştır. Bu nedenle, Victoria’nın Whig Bakan Lord Melbourne’dan yana olan partizan tutumu da azalmıştır. Bu, çok yerinde bir tavır olmuş; zira Sir Robert Peel’in liderliği döneminde Torylerin desteği hızlı bir şekilde artmıştır. Ayrıca Prens Albert’in girişimleriyle bu dönemde yılbaşı öncesinde Christmas Ağacı süslenmesi geleneği Britanya’da popüler olmuş[8] ve 1851’de büyük bir sergi (Büyük Sergi-The Great Exhibition 1851)[9] düzenlenmiştir. Sergiden elde edilen yüksek gelirler sayesinde ise, Victoria ve Albert Müzesi (Victoria and Albert Museum) ve Bilim Müzesi (Science Museum), Londra Emperyal Koleji (Imperial College London) ve Royal Albert Salonu (Royal Albert Hall) gibi önemli kurumlar yapılmıştır. Albert’in kamu hizmetlerine faal olarak katılması da halkta destek bulmuştur. Jeremy Black, yaptığı detaylı incelemelerden sonra Prens Albert’in çok iyi bir yönetici olduğuna kanaat getirmiştir. Kraliçe Victoria ise, farklı inançlar karşısındaki uzlaştırıcı tutumu (örneğin 1858’de Hindu ve Müslümanlardan oluşan Hint halkına yaptığı duyuru, 1861 ve 1900 İrlanda ziyaretlerinde Katolik liderlerle görüşmesi ve hatta Katolik ayinine katılması ve 1868’de Papa XIII. Leo Victoria’nın tahta çıkışının 50. yıldönümünü kutlamak için temsilci göndermesi) ve dindar bir Anglikan olmasıyla halk nezdinde saygın bir yönetici olmayı başarmıştır. Bu nedenle, Victoria dönemi İngiltere’sinden en başarılı emperyalist monarşi olarak bahsedilmekteydi.

Prens Albert ve Kraliçe Victoria

Bu dönemin en önemli diplomatik olayı ise kuşkusuz Birleşik Krallık’ın Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Rusya’ya karşı savaştığı Kırım Savaşı’dır (1854-1856). Birleşik Krallık, bu dönemde siyasi ve askeri gücünü arttırarak sürdürmüş ve dünyanın başat gücü olarak kabul görmüştür. Bu dönemde Birleşik Krallık gerek toprak, gerekse de nüfus açısından diğer ülkelerden çok üstün durumdadır. İmparatorluk, en kalabalık nüfusa sahip olan Hindistan üzerinde durmuş ve kara savaşlarında bu ülkenin gücünden istifade etmiştir. Ayrıca bu dönemde Afrika ve Avustralya’daki yayılma da devam etmiştir. Güney Afrika'da Zulular ve Boerlere karşı alınan bazı onur kırıcı yenilgilere karşın, genelde girilen savaşlarda düşmanlara üstünlük sağlanmaya devam ediliyordu. Hatta daha sonra Zulular ve Boerler de mağlup edildi. Ancak bu dönemlerde aynı zamanda ileride büyük güç haline gelecek ve İngiltere’nin de azılı bir rakibi olacak Prusya (Almanya) siyasi birliğini sağlamayı başarıyordu. Bu yıllarda 400 milyon nüfuslu dev bir İmparatorluk haline gelen Birleşik Krallık’ta semboller ve ritüeller de iyice önem kazanmaya başladı. Örneğin, Kraliçe Victoria’nın doğumgünü olan 24 Mayıs’ta Meath’in 12. Kontu Reginald’ın başlattığı “İmparatorluk Günü” (Empire Day) kutlama âdeti kısa sürede tüm ülkeye yayıldı. Bu kutlama 1916’dan itibaren resmi bir nitelik de kazanacaktı. Sokaklara, kentlere, yüzey şekillerine ve bir sürü yere Victoria’nın adı verildi. Bunlar arasında Avustralya’daki Victoria eyaleti, Kanada’nın Vancouver adasındaki Victoria şehri, Nil Nehri üzerindeki Victoria Şelalesi ve Waterloo’ya nazire olarak Londra’daki önemli bir demiryolu istasyonu bulunmaktadır. İmparatorluk zirve noktasına ulaşırken, sömürgecilik anlamında ise bu dönemde daha barışçıl ve evrimsel bir yöntemle bağımsızlık taleplerinin önü açıldı. Kanada 1867’de, Avustralya 1901’de, Yeni Zelanda 1907’de özerkliğe kavuştular. 1865’te çıkarılan “Sömürge Yasalarının Geçerliliği” (Colonial Laws Validity Act 1865) ile de Westminster’a ters düşen meclislerin geçersiz kılınması sağlandı. Bu dönemlerde federalizm konusu da gündeme gelmiştir.

Kraliçe Victoria

Kraliçe Victoria döneminde yapılan siyasal reformlar da oldukça önemlidir. Örneğin, 1867’de İkinci Reform Yasası (Second Reform Act 1867) ile belediyelere emlak vergisi ödeyen erkeklere oy hakkı tanınmış ve 1884’teki Üçüncü Reform Yasası (Third Reform Act of 1884 veya Representation of the People Act 1884) ile de bu hak tüm erkeklere verilmiştir. Kadınlara oy hakkı verilmesi ise ancak 1918’de olacaktır. 1928’deyse, Britanya’daki kadınlar erkeklerle tamamen eşit haklara sahip olacaklardır. Ek olarak, Kraliçe Victoria döneminde yapılan 1872 reformu (Ballot Act 1872) ile seçimlerde gizli oy kullanılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca 1888 (Local Government Act 1888) ve 1894’teki Yerel Yönetim Yasaları (Local Government Act 1894) ile Britanya siyasal sistemi yerel yönetim anlamında da daha demokratikleşmiştir. Bu reformları hem liberal (Whig), hem de muhafazakâr (Tory) siyasetçileri desteklemişlerdir. Bu dönemin etkili bir hareketi ise Çartizm (Chartism-Chartist movement) olmuştur. Çartizm, 1838’den 1850’ye kadar olan dönemde İngiltere’de siyasi reformlar için işçi sınıfının verdiği mücadeleye ve bu mücadele etrafında şekillenen işçi hareketine verilen isimdir. Çartizm tam anlamıyla başarılı olamasa da, çalışma koşullarının iyileştirilmesi konusunda yaptıkları büyük faydalar sağlamış ve İngiltere’de sol politikaların ve Labour (İşçi Partisi) siyasetinin gelişimine hız kazandırmıştır. Ayrıca 1848’de Kamu Sağlığı Yasası (1848 Public Health Act) çerçevesinde oluşturulan Sağlık Genel Kurulu (General Board of Health) ile sağlık koşulları iyileştirilmiştir. Bir diğer önemli konu da liberallerin lideri William Gladstone’un hazırladığı 1850 Eğitim Yasası ile ülkenin eğitim kurullarınca yönetilen okul bölgelerine bölünmesi ve belli düzeyde eğitim verilmesinin amaçlanmasıydı. Bu sayede, okuryazarlık ciddi şekilde arttırıldı. Muhafazakâr lider Benjamin Disraeli döneminde ise 1874-1875 düzenlemeleriyle sağlık hizmetleri ve sosyal yardım konusu geliştirildi. Bu reformları, 1877’deki Hapishane Yasası (Prison Act 1877) takip etti. Bu yasalarla devlet aynı anda hem demokratikleşiyor, hem de toprakları üzerindeki etkinliği artıyordu. Muhafazakâr Partili yazar siyasetçi Benjamin Disraeli, monarşiyi reformlar konusunda pozitif bir rol üstlenmek konusunda cesaretlendirmeye çalışmıştır. Bu durumla W. S. Gilbert ve Arthur Sullivan’ın “The Pirates of Penzance” operetinde inceden inceye alay edilmiştir. Disraeli, ulusal kimliği oluşturmak ve ileride rakibi William Gladstone’un yararlanacağı liberal ahlak anlayışını geliştirmek konusunda oldukça başarılı olmuştur.

Tüm bunların yanında, Kraliçe Victoria dönemine damgasını vuran bir diğer öğe de toplumsal yaşamda etkileri yoğun şekilde hissedilen ahlakçılık ve tutuculuktur. “Victorian morality” (Viktorya Ahlakı) adı verilen bu katı tutum, İngiliz muhafazakârlığının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda, cinselliğin ve cinsel şehvetin bastırılması için akılalmaz yasakların uygulandığı bu dönem, İngiltere ve dünya tarihinde kalıcı izler bırakmıştır. İddialara göre hayvanat bahçesindeki hayvanlara bile cinselliğin akıllara getirilmemesi için pantalon giydirildiği bu dönemde, katı ahlaki duruşa tezat bir şekilde fuhuş İngiltere’de oldukça yaygınlaşmıştır. Bu dönemde katı ahlaki eğilimler Hıristiyan-Evanjelist inanç öğeleriyle harmanlanırken, suçla mücadele konusunda da sert bir duruş benimsenmiştir. Bu nedenle, İngiliz dedektiflik-suç romanları ve filmlerinin en yoğun geçtiği dönem daima Kraliçe Victoria devri olmaktadır. Tesadüfi değildir ki, bu tezat ortamında İngiltere tarihinin ilk seri katili olan “Karındeşen Jack” (Jack the Ripper) figürü ortaya çıkmıştır. “Murder by Decree” (1979) ve “From Hell” (2001) gibi popüler filmlerde de işlenen bu konu, İngiltere’de devlete ve güvenlik güçlerine saygının oluşması ve muhafazakârlığın yaygınlaşmasında önemli rol oynamıştır.

“Jack the Ripper” (Karındeşen Jack) yarı-gerçek, yarı-efsane bir hikâyenin kahramanıdır

Kraliçe Victoria döneminde yaşananları edebiyat eserlerinden de takip etmek mümkündür. Charles Dickens’ın Hard Times (1854), Elizabeth Gaskell’in Mary Barton (1848) ve North and South (1855) eserleri, bu dönemde yaşanan endüstrileşmeyi ve işçi sınıfının yaşadığı zorlukları anlatması bakımından tarihsel açıdan da önemli kurgu eserlerdir. Yine Charles Dickens imzalı Little Dorrit eserinde (1855) ise aristokratlara tanınan ayrıcalıklar eleştirilmektedir. Bir diğer ilginç dönemsel yapıt, Anthony Trollope imzalı ve hizmet sektörü üzerindeki baskıları anlatan He Knew He Was Right (1868) eseridir. Bu dönemde ayrıca demiryolu (tren) ulaşımının iyice yaygınlaşması ve kırsal kesime kadar ulaşması, bu konunun edebi eserlere de yansımasına neden olmuştur. Örneğin, Oscar Wilde’ın “The Importance of Being Earnest” (1895) oyununda ve H. G. Wells’in Love and Mr. Lewisham (1900) romanında tren teması oldukça baskındır. Ayrıca Sir Arthur Conan Doyle tarafından hayat verilen Sherlock Holmes ve Agatha Christie’nin yarattığı Hercule Poirot karakterlerinin maceralarını konu alan dedektiflik romanlarında da bu durum kolaylıkla fark edilebilir. Demiryolu ulaşımının gelişmesinde etkili olan bir diğer faktör de, Greenwich Gözlemevi’nin (Greenwich Royal Observatory) belirlediği standart saatlerin kabul edilmesi ve tren seferlerinde de kullanılması olmuştur. Bu dönemde posta hizmetleri de gelişmiş ve ilk Penny Black pulu basılmıştır. Bu nedenle, İngiltere ve İrlanda’da posta yoluyla iletişim inanılmaz hızlı bir şekilde artmış ve bu da ulusal bilincin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Sanayileşmede ise önceki dönemden kalan tekstil ve maden arıtımı gibi sektörlerin yanında, gemi yapımı ve kimyasal madde gibi sektörlerde ilerlemeler kaydedilmiştir. Sanayinin geliştiği büyük şehirlerde yaşanan nüfus patlaması da toplumsal hayat ve siyaseti etkileyen bir diğer önemli unsurdu. İlk kez bu dönemde Britanya’da nüfusu 1 milyon civarındfa şehirler ortaya çıktı. Londra ise 1801’de nüfusu 1 milyonun biraz üzerinde bir şehirken, 1911’de 7 milyonu aşkın kişinin yaşadığı dev bir İmparatorluk başkentine dönüştü. Bu durum da birçok sosyal ve siyasal soruna yol açmıştır. Sonuçta, Victoria döneminde Britanya kimliği ve siyasi sistemi büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Greenwich Gözlemevi (Greenwich Royal Observatory)

1900’den Günümüze
Kitabın “1900’den Günümüze” adlı beşinci bölümünde, yazar Jeremy Black, Birleşik Krallık’ın 20. yüzyıl tarihini anlatmaktadır. İngiltere’nin bir süpergüç olarak başladığı ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Sovyetler Birliği gibi süpergüçlerin ardından önemli bir güç olarak kaldığı bu dönem, yine iki Dünya Savaşı ve birçok önemli siyasi gelişmeyi içermesi nedeniyle çok önemli bir dönemdir.

I-) Saxe-Coburg ve Gotha Hanedanı (House of Saxe-Coburg and Gotha)
Kraliçe Victoria ölünce, eşi Saxe-Coburg ve Gotha Prensi Albert’ten olan oğlu VII. Edward (Albert Edward) tahta çıkmış ve böylelikle tahra Saxe-Coburg ve Gotha Hanedanı’na geçmiştir. Kadınları, at yarışını ve kumarı seven ve ilginç bir şekilde halk tarafından da çok sevilen Kral VII. Edward döneminde (Edwardian Dönemi) (1901-1910)[10], İngiltere’de “elegance” (zarafet, şıklık) ruhu ve teması ön plana çıkmış ve üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nun büyüklüğüne yakışır bir görkem yaşanmıştır. Spora ve metreslerine düşkün olan Kral VII. Edward, Danimarka Prensesi Alexandra (Alexandra of Denmark) ile evlenmiş ve ondan 6 çocuğu olmuştur. Ayrıca 1905 yılında yapılan yasal değişikliklerle, Henry Campbell-Bannerman, bu unvanla (Başbakan) görev yapan İngiliz tarihinin ilk resmi yöneticisi olmuştur.

II-) Windsor Hanedanı (House of Windsor)
Kral VII. Edward ile Danimarka Prensesi Alexandra’nın çocuğu olan Kral V. George (1910-1936), aslında Kral olmayı beklememektedir. Ancak ağabeyi ölünce, ona taht yolu açılmıştır. Kral V. George, 1917 yılında Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaşan İngiltere’de Alman karşıtı duyguların tavan yapması nedeniyle soyadını değiştirmiş ve 17 Temmuz 1917’de Windsor soyadını alarak, Windsor Hanedanı’nın ilk Kralı olmuştur. Zor dönemlerde (Birinci Dünya Savaşı ve iki savaş arası dönem) görev yapan V. George, Türklerin Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda İngilizleri mağlup etmesini ve İrlanda Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını (1922) kabullenmek durumunda kalmıştır. V. George, Christmas günlerinde halka hitap etme geleneğini başlatan Kral da olmuştur. Özellikle ünlü yazar Rudyard Kipling tarafından yazılan ilk Christmas konuşması tarihe geçmiştir.[11] Ayrıca İngiltere’nin bugünkü resmi ismini (Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, kısaca Birleşik Krallık) alması da bu dönemde (1922) olmuştur. Bu dönemin en önemli gelişmesi ise, kuşkusuz kadınların 1918 (Representation of the People Act 1918) ve 1928 reformlarıyla (Representation of the People Act 1928) seçme ve seçilme haklarını kazanmalarıdır.

Wallis Simpson ve VIII. Edward

V. George ölünce tahta çıkan oğlu VIII. Edward (1936-1936) (Edward Albert Christian George Andrew Patrick David) ise, İngiltere tarihinin en sevilmeyen Kral’ı olmak gibi bir özelliğe sahiptir ve sadece birkaç ay tahtta kalmıştır. VIII. Edward’ın birkaç aylık Krallığı döneminde ilk yurtdışı gezisini Türkiye’ye yapması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’le görüşmesi ise ilginç bir detaydır. Edward, böylelikle Türkiye’yi ziyaret eden ilk Birleşik Krallık Kralı unvanını da kazanmıştır.

Kral VIII. Edward ilk yurtdışı gezisini Türkiye’ye yapmış ve Mustafa Kemal Atatürk’le görüşmüştür

O sıralar ikinci kocasıyla evli olan Amerikalı sosyetik karısı Wallis Simpson’la evlenebilmek ve birlikte hayatlarını sosyete partilerine katılarak eğlence içerisinde yaşamak için tahttan kardeşi VI. George lehine çekilen ve bu kararını bir radyo konuşmasıyla İngiliz halkına duyuran “romantik” VIII. Edward, Anglikan Kilisesi’nin gösterdiği tepkilerin de etkisiyle hayatını York Dükü olarak yurtdışında yaşamış ve İngiliz halkını hayalkırıklığına uğratmıştır. Aslında oldukça iyi görünümlü, karizmatik ve konuşkan bir Kral olan VIII. Edward, buna karşın dönemin bohem kültüründen fazlasıyla etkilenmiş ve kendisinde bir Kral sorumluluğu hissetmemiştir. 1937 yılında İngiltere dışında Wallis Simpson’la evlenen ve yurtdışında görkemli bir hayat yaşayan VIII. Edward, bu yıllarda Nazi diktatörü Adolf Hitler’le de tanışmış ve hatta İkinci Dünya Savaşı döneminde Naziler tarafından siyaseten kullanılmasına (Kral ilan edilmesine) izin vermiştir. Bunlar da, Edward’ın İngiliz halkınca olumsuz hatırlanmasında etkili olmuştur. Bu dönem sonrasında ise, çift, hayatlarını Paris’te geçirmişlerdir.

“The King’s Speech” filmine de konu olan Kral VI. George’un unutulmaz konuşması

Utangaç ve sinirli bir kişi olarak bilinen Kral VI. George (1936-1952) ise,  bu yönüyle yerine geçtiği VIII. Edward’ın tam zıttı bir kişiliğe sahip olmuştur. Kekeme olan Kral V. George’un halka saygısı nedeniyle konuşmasını geliştirmek için Avustralyalı uzman Lionel Logue’dan özel dersler alması ve kendisini geliştirmek için büyük azim göstermesi, 2010 tarihli “The King’s Speech” (Zoraki Kral) filminde detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Babası V. George’un erdemlerine sahip olan VI. George, bu özellikleri sayesinde İngiliz halkınca da çok sevilen bir Kral olmayı başarmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasında ikamet ettikleri Buckingham Sarayı’nın (Buckingham Palace) bombalanmasına rağmen buradan kaçmaması da VI. George ve eşi Kraliçe Elizabeth Bowes-Lyon’a duyulan saygıyı arttırmıştır. VI. George, muhafazakâr Başbakanı Winston Churchill’le uyumlu bir çizgi yakalamış ve 1851 Büyük Sergisi’nin (The Great Exhibition 1851) 100. yıldönümünde tüm İngilizlerin akın ettiği 1951 Britanya Sergisi’nin (The Festival of Britain 1951)[12] düzenlenmesine yardımcı olmuştur. Ancak dönemin koşulları nedeniyle, VI. George döneminde Birleşik Krallık bir süpergüç olma vasfını yitirmiş ve ABD ve SSCB’nin ardındaki büyük güçlerden biri haline gelmek zorunda kalmıştır. 20. yüzyılda Birleşik Krallık siyasetinde siyasal yetkilerin neredeyse tamamen sivil yöneticilerde (Başbakan ve kabinesi ile birlikte Avam Kamarası) olduğunu da bu noktada hatırlatmak gerekir.

Winston Churchill’in meşhur ‘zafer’ pozu

Bu yıllarda İngiliz siyasetine damgasını vuran kişi ise, son yıllarda hayatı “The Gathering Storm” (2002), “Into the Storm” (2008), “Darkest Hour” (2017) ve “Churchill” (2017) gibi birçok filme konu olan muhafazakâr siyasetçi Winston Churchill’dir. Churchill, bugün bile Muhafazakâr Parti siyasetçilerinin ilham aldıklarını en önemli rol modellerden birisidir. Nobel Edebiyat ödülü kazanmış ve fahri ABD vatandaşlığı armağan edilmiş çok önemli bir siyasetçi olan Winston Churchill’in hayatı ve siyaset anlayışı, son dönemde İngiliz muhafazakâr liderlerden Boris Johnson’ın yazdığı The Churchill Factor: How One Man Made History (2015) kitabında detaylı bir şekilde işlenmiştir. Liberal Parti’de başladığı kariyeri Çanakkale Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı aldığı beklenmedik yenilgiyle düşüşe geçen Churchill, buna rağmen yılmamış ve ilerleyen yıllarda Muhafazakâr Parti adına Başbakanlık koltuğuna oturmuş ve çok zor bir dönemde Başbakan olarak ülkesini ve Batı dünyasını (Batılılara göre komünizmin esaretine girmeyen “özgür dünya”) İkinci Dünya Savaşı (1940-1945) ve sonrası dönemde (1951-1955) oldukça iyi idare etmiştir. Her ne kadar savaş sonrasında yaşanan dekolonizasyon döneminde Birleşik Krallık küçülmek zorunda kalsa da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri ve yine dünyanın en büyük ekonomileri ve en gelişmiş demokrasilerinden biri olarak kalmayı başarmasında Churchill’in olumlu katkılarından söz edilebilir. Herşeyden önemlisi, Churchill, Birleşik Krallık Başbakanı olarak Nazilerin yenilmesinde önemli katkılar yapmıştır. 1874 doğumlu olan ve siyasetteki son yıllarında iyice yaşlanan Winston Churchill, 1955’te Başbakan olarak görevlerini aynı zamanda yeğeni Clarissa Churchill’in eşi olan Anthony Eden’e bırakarak siyasetten çekilmiş ve sanatsal çalışmalara ağırlık vermiştir. Churchill, 1965’te 91 yaşında vefat etmiştir. Churchill’in siyasal mirası, herşeyden önce saatlerce uğraşarak hazırladığı muhteşem konuşmaları ve kendi ürettiği ilginç politik terimlerdir. Bu terimler arasında en bilindik olanı kuşkusuz İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet hakimiyetine giren komünist ülkeleri nitelemek için kullanılan “Demir Perde” (Iron Curtain) sözüdür. Churchill’in unutulmaz konuşmaları arasında ise 1940 tarihli “We Shall Fight on the Beaches”, 1940 tarihli “Finest Hour”, yine 1940 tarihli “Blood, Toil, Tears and Sweat”, 1942 tarihli ve ABD Kongresi’nde yaptığı “Now We Are Masters of Our Fate”, 1946 tarihli “The United States of Europe” ve 1955 tarihli “Never Despair” ilk akla gelenlerdir.

 Churchill’in 1940 tarihli unutulmaz “Blood, Toil, Tears and Sweat” konuşması

Yıllar içerisinde Kraliçe II. Elizabeth

Halen devam etmekte olan Kraliçe II. Elizabeth (1952-) (tam ismiyle Elizabeth Alexandra Mary) dönemi ise, İngiltere tarihinin en ilginç dönemlerinden birisi olmuş ve olmaya devam etmektedir. 1926 doğumlu olan II. Elizabeth, halen tahtta oturmakta ve daha uzun yıllar sağlığını koruyacak gibi gözükmektedir. “James Bond” filmleri ve “The Crown” dizisi sayesinde son yıllarda beklenmedik bir popülarite yakalayan Elizabeth, buna karşın Kraliçeliği döneminde çok ciddi sıkıntılar yaşamak zorunda kalmıştır. Bunlar arasında oğlu Prens Charles’ın bir trafik kazası sonrasında ölen eşi Lady Diana’nın (Diana Francess Spancer) vefatı ardından Kraliyet ailesinin yaşadığı ve “The Queen” (2006) filminde anlatılan meşruiyet krizi ve Brexit sürecindeki belirsizlikler en güncel akla gelen örneklerdir. Özellikle Lady Diana’nın vefatı sonrasında İngiliz kraliyet ailesine ve Kraliçe II. Elizabeth’e yönelen tepkiler ve Diana’nın ölümü hakkında üretilen komplo teorileri[13], o yıllarda Kraliyet ailesini çok zor duruma düşürmüş ve iddialara göre iktidardaki İşçi Partisi Tony Blair’in karısı sol eğilimli (sosyalist) Cherie Blair’in kendisine karşı tavırları da onu kamuoyu nezdinde antipatik hale getirmiştir. 2006 tarihli “The Queen” filmi ve 2016 tarihli Tom Bower kitabı Tony Blair: Broken Vows’da bu konuda bazı bilgiler bulmak mümkündür. Bunlar öncesinde ise, Kraliçe II. Elizabeth’in henüz 26 yaşında genç bir kızken Kraliçe olarak tahta çıkması ve karşısında bir anda Winston Churchill gibi çok deneyimli politikacılar bulması onu zorlayan en önemli konu olmuştur. Bu konular da “The Crown” dizisinde detaylı bir şekilde işlenmektedir. Ayrıca İngiltere'nin ilk ve tek Dünya Kupası'nı Kraliçe II. Elizabeth döneminde 1966 yılında kazanmış olması, halkın Kraliçe'nin uğurlu bir hükümdar olduğu yönündeki inancını pekiştirmiştir. 

Kraliçe II. Elizabeth’in tahta çıkış töreni (1953)

Prens Charles ve Lady Diana’nın evlilik törenlerinden bir kare

Kraliçe II. Elizabeth 1947 yılında Yunan Prensi ve Kraliyet Donanması mensubu Edinburgh Dükü Philip Mountbatten ile evlenmiştir. Çiftin bu evlilikten 4 çocukları olmuştur: Prens Charles (1948-), Prenses Anne (1950-), Prens Andrew (1960-) ve Prens Edward (1964-). Kraliçe II. Elizabeth’in vefatı durumunda, tahtın birinci varisi 1948 doğumlu Galler Prensi Charles’dır (tam ismiyle Charles Philip Arthur George Mountbatten-Windsor). Charles’ın erken vefatı durumunda ise, tahtın ikinci sıra varisi 1982 doğumlu Prens William’dır (tam ismiyle William Arthur Philip Louis Windsor).

Prens William ve eşi Kate Middleton

Kraliçe II. Elizabeth, 1952’den bu yana tam 13 Başbakanla birlikte çalışmıştır. Günümüzde Birleşik Krallık siyasal sisteminde Kral veya Kraliçe’nin görevi daha çok seremonik nitelikte olsa da, bazı alanlarda halen Kraliyet ailesinin önemli sorumluluk ve etkisi bulunmaktadır. Elizabeth’in birlikte çalıştığı 13 Başbakan şunlardır:
  • Winston Churchill (1952-1955),
  • Anthony Eden (1955-1957),
  • Harold Macmillan (1957-1963),
  • Alec Douglas-Home (1963-1964),
  • Harold Wilson (1964-1970, 1974-1976),
  • Edward Heath (1970-1974),
  • James Callaghan (1976-1979),
  • Margaret Thatcher (1979-1990),
  • John Major (1990-1997),
  • Tony Blair (1997-2007),
  • Gordon Brown (2007-2010),
  • David Cameron (2010-2016),
  • Theresa May (2016-).
Margaret Thatcher

Bu Başbakanlar arasında en etkilileri sıralanırsa, -tarihsel açıdan uzak ara en önemli isim olan Winston Churchill’in ardından- Margaret Thatcher ve Tony Blair isimleri ön plana çıkmaktadır. Muhafazakâr kadın lider Margaret Thatcher, tam 12 yıl (1979-1990) süreyle görev yaparak, modern anlamda (bu unvanla) en uzun süre ofiste kalan Birleşik Krallık Başbakanı olmayı başarmıştır. Thatcher, 1979, 1983 ve 1987’de üstüste 3 genel seçim kazanmayı başarmıştır. Thatcher döneminde Birleşik Krallık baştan aşağı değişmiş ve özellikle ekonomik anlamda adeta yeniden kurulmuştur. Thatcher, kendisiyle aynı dönemde görev yapan ABD Başkanı Ronald Reagan ve Türkiye Başbakanı ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la birlikte dönemin neoliberalizmin reçetelerine uygun politik ve iktisadi hamleleriyle, “New Right” (Yeni Sağ) ve “Neo Conservatism” (Yeni Muhafazakârlık) akımının öncülerinden olmuştur. Falkland Savaşı’nda 1982 yılında Arjantin’e karşı bir askeri zafer de kazanan Thatcher, ayrıca IRA’ya ve komünizme karşı da sert duruşuyla sivrilmiş bir isimdir. Bu nedenle, kendisiyle “Demir Lady” (Iron Lady) lakabı takılmıştır.

Tony Blair

Birleşik Krallık tarihine damgasını vuran bir diğer önemli ve yakın tarihli politikacı ise İşçi Partisi (Labour) lideri Tony Blair’dir. Blair, “Yeni Sol” vizyonuyla 1997, 2001 ve 2005’te üstüste 3 genel seçim kazanmayı başarmış ve Thatcher’ın başarısını egale etmiştir. Yıllar sonra İşçi Partisi’ni yeniden popüler hale getiren Blair, buna karşın Irak Savaşı’na ABD ile birlikte destek verince kendi halkı ve dünyadan tepki görmüş ve yerini Gordon Brown’a bırakmıştır. Jeremy Black, Yeni İşçi Partisi (New Labour) ve Yeni Sol (New Left) projesini yüzeysel bulmakta ve Blair’in bu nedenle kalıcı olamadığını düşünmektedir.

David Cameron

Tony Blair sonrasında, İşçi Partili Gordon Brown (2007-2010) ve Muhafazakâr Partili David Cameron (2010-2015) dönemlerinde Britanyalı olmak ve ulusal tarihi öğrenmek üzerinde durulmuştur. Özellikle Muhafazakâr Partili David Cameron döneminde İngiltere’de dış politika ve ekonomide bir hareketlenme ve heyecanlanma görülmüş, ancak Cameron’ın Brexit kumarı, daha sonra koltuğunu kaybetmesine ve ülkesini belirsizliğe sürüklemesine neden olmuştur. 2015’ten beri ülkenin Başbakanı Theresa May’dir. Ancak Theresa May de, şimdilerde halen devam eden ve bir türlü sonuçlandırılamayan Brexit sürecinde oldukça zor günler geçirmektedir.

Theresa May

Sonuçlar
Kitabın “Sonuçlar” başlıklı 6. ve son bölümünde, Jeremy Black’in Birleşik Krallık’ın geleceğine dair yaptığı bazı çıkarımlara yer verilmektedir. Yazara göre, 2010’lu yıllarda Avrupa Birliği ile ilişkilerin belirsiz bir hâl almaya başlaması (ki Brexit sonrasında bu durum daha da karmaşık hale gelmiştir), İskoçya ve Kuzey İrlanda ile yaşanan anlaşmazlıklar (ki İskoçya’da 2014 yılındaki referandumdan az farkla Birleşik Krallık’a bağlı kalma kararı çıkmış ve Brexit sonrasında Kuzey İrlanda’da sorunlar artmıştır), Britanya’da son yıllarda artan göç ve terör olayları gibi sorunlar nedeniyle Birleşik Krallık’ın geleceği belirsiz bir dönemden geçmektedir. Hükümetlerin artan beklentileri ve gerçekler arasındaki çelişkiler ve bilinçlenen halkın başarısızlıkların farkına varması da Jeremy Black’e göre ciddi bir meseledir. Özellikle parlamenterlerin yer aldığı bazı yolsuzluk skandalları da halkın devlete duyduğu güveni sarsmıştır. Britanyalı şemsiye kimliğinin altında yer alan İngiliz, İrlandalı, İskoç, Galli, Protestan, Katolik gibi kimliklerin birbirleriyle zaman zaman çelişen unsurlarını yönetmek de Birleşik Krallık devleti açısından her zaman önemli bir konudur. Ekonomi yönetiminde de farklı görüşler birbirleriyle zaman zaman kıyasıya rekabete girebilmektedir. Örneğin, 1979-1990 döneminde iktidarı elinde bulunduran muhafazakâr Margaret Thatcher ve yandaşları, İngiliz ekonomist John Maynard Keynes’in İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uzun süre çok etkili olacak Keynesçilik yaklaşımlarına tamamen karşı çıkmaktaydılar. Ancak Thatcher’ın reformlarının bir kısmı (sendika yapısı, belli sanayi dallarının özelleştirilmesi, vergi ve harcamalarla ilgili önlemler) vefatı sonrasında Tony Blair gibi İşçi Partisi önde gelenlerince de benimsense de, Gordon Brown (2007-2010) döneminde yeniden Keynesçi politikalara bir dönüş yaşandı. Şimdilerde İşçi Partisi lideri olan Jeremy Corbyn’in de Keynesçi yaklaşımları ve hatta bunların da ötesinde olan bazı sol politikaları savunduğunu bu noktada Black’in sözlerine eklemek gerekir. Dolayısıyla, Birleşik Krallık’ta sağ ve sol ekonomi politikaları arasındaki anlaşmazlıklar halen devam etmektedir.

Jeremy Black, bu bölümde ayrıca Birleşik Krallık’ın geleceği ve Britanyalı kimliği konusunda 4 ana konunun değerlendirilmesi ve geleceğe yönelik olarak cevaplanması gerektiğini düşünmektedir. Bunlardan ilki, Britanya’nın ne ölçüde bir Avrupa ülkesi (Avrupalı) olduğudur. Bu durum Brexit referandumu sonrasında bir yanıt bulmuş olsa da, referandum sonuçlarının birbirine çok yakın olması, bu konuda toplumda yaşanan derin yarılmayı göstermektedir. İkinci önemli konu, İngiltere ile İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda arasındaki ilişkilerin düzenlenmesidir. Bu durum bir dengeye gelmiş olsa da, Brexit sürecinde yeni anlaşmazlık ve sıkıntıların yaşanması olası gözükmektedir. Üçüncüsü, Britanyalılara özgü özgürlük kavramı ve özellikle özgürlükler ile kolektivizm arasındaki dengenin sağlanmasıdır. Yazara göre, aşırı kolektivist düşünce, bireysel özgürlükler önünde bir engel oluşturabilir. Dördüncü ve son olarak, yazar Jeremy Black, dinin ulusal kimlik üzerindeki etkisini belirtmekte ve bunu etnik köken ve milliyetçilik bağlamındaki sorunlarla birlikte tartışmaya açmaktadır.

Yazar Jeremy Black, kitabının sonunda İngiltere ve Britanya tarihi adına okunması gereken detaylı bir kitap listesi de vermektedir. Sonuç olarak, İngiltere tarihini derli toplu ve gayet iyi bir şekilde özetleyen bu kitabın okunması, Birleşik Krallık’ın günümüz siyaseti ve dış politikasını anlamlandırmak açısından son derece gereklidir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKÇA

[1] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Jeremy_Black_(historian).
[2] Üniversite sayfası için; https://humanities.exeter.ac.uk/history/staff/black/.
[3] Bakınız; https://www.fpri.org/contributor/jeremy-black/.
[4] 17. yüzyıl İngiltere’sinde “Tory” adı verilen muhafazakâr grup Kral ve monarşinin, “Whig” adı verilen liberal grup ise parlamentonun yetkilerini savunmuş ve İngiltere’de bu şekilde iki eğilimli (muhafazakâr vs. liberal) bir siyasal yelpaze oluşmaya başlamıştır. Ancak 19. yüzyılda Marksizm, sol hareketler ve işçi sendikalarının güçlenmesiyle, Labour (İşçi Partisi) geleneği de oluşmaya başlamıştır.
[5] Bazı tarihçiler, Anjou Hanedanı dönemi ile Plantagenet Hanedanı dönemini birleştirerek, her ikisini de Plantagenet Hanedanı başlığı altında değerlendirmektedirler. Bakınız; http://www.intriguing-history.com/periods-history/.
[6] Erol Bilik (1993), “İngiltere’de 18. ve 19. Yüzyıllarda Parlamento Hükümeti ve Anayasa Islahatı”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 8, Sayı: 1, Erişim Tarihi: 01.02.2019, Erişim Adresi: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/275/2789.pdf, s. 445.
[7] Bakınız; http://www.intriguing-history.com/periods-history/.
[8] Bakınız; https://www.historic-uk.com/HistoryUK/HistoryofEngland/A-Victorian-Christmas/.
[9] Bakınız; https://www.historic-uk.com/HistoryUK/HistoryofEngland/Great-Exhibition-of-1851/.
[10] Bazı tarihçiler, Windsor Hanedanı’nın ilk Kralı olan VII. Edward iktidarına (1901-1910) “Edwardian Dönemi” ve “Edward Dönemi” adını vermektedir. Bakınız; http://www.intriguing-history.com/periods-history/.
[11] Buradan dinleyebilirsiniz; https://www.youtube.com/watch?v=Bf30P_PbcZo.
[12] Bakınız; https://www.historic-uk.com/HistoryUK/HistoryofBritain/The-Festival-of-Britain-1951/.
[13] Prens Charles’dan boşandıktan sonra Arap işadamı Dodi al Fayed ile aşk yaşamaya başlayan Lady Diana, 1997 yılında Fransa’da paparazzilerden kaçarken geçirdiği trafik kazası sonucu vefat etmiştir. Bazı komplo teorisyenleri, bu olayı İngiliz istihbarat teşkilatı MI 6’nın bir operasyonu olarak değerlendirmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder