Sayfalar

23 Ekim 2018 Salı

Latin Amerika’nın Seçimler Yılı


ABD merkezli ünlü düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (CFR), 11 Ekim 2018 tarihinde “Latin America's Year of Elections” (Latin Amerika’nın Seçimler Yılı) başlıklı bir oturum düzenlemiştir.[1] Kezia F. McKeague’in yönettiği oturuma, konuşmacı olarak, Latin Amerika uzmanları Cynthia J. Arnson, Michael J. Camilleri ve Luisa Palacios katılmışlardır. Bu yazıda, bu oturumda konuşulanlar özetlenecektir.

Oturumun video kaydı

Oturumun açılış konuşmasını yapan moderatör Kezia F. McKeague, 2018’in birçok ülkede düzenlenen seçimler nedeniyle Latin Amerika’da kritik bir yıl olduğunu belirterek söze başlamaktadır. McKeague, oturumlarında, bu seçimlerden en önemlileri olan Kolombiya, Meksika ve Brezilya Devlet Başkanlığı seçimlerinin analiz edileceğini belirtmekte ve 2018 yılındaki seçim maratonunun Kolombiya’da muhafazakâr ve genç aday Ivan Duque’nin Başkan seçilmesiyle başladığını hatırlatmaktadır. Bunun hemen ardından, Meksika’da kısaca AMLO olarak bilinen solcu aday Andrés Manuel López Obrador’un seçimi kazanarak Meksika Devlet Başkanı seçildiğini anımsatan McKeague, Brezilya’da ise 28 Ekim 2018 tarihinde Başkanlık seçimi ikinci turunda sosyal demokrat aday Fernando Haddad ile aşırı sağcı aday Jair Bolsanaro’nun yarışacaklarını ve Bolsanaro’nun seçimi kazanmasının beklendiğini söylemektedir. Bu açılışın ardından, konuşmacılar, sırayla değerlendirmelerini yapmaya başlamaktadır.

İlk sözü alan konuşmacı olan Wilson Center uzmanı Cynthia J. Arnson[2], Latin Amerika siyasetinde son dönemde iki siyasal trendin (eğilimin) dikkat çektiğini söylemekte ve bunlardan ilkini, son yapılan kamuoyu araştırmalarının da ortaya koyduğu üzere, Latin Amerika halklarının son yıllarda demokrasiden uzaklaşmaya başlamaları olarak açıklamaktadır. Demokrasiye desteğin Güney Amerika kıtası genelinde sadece yüzde 35 dolaylarında olduğunu belirten Arnson, bu yıl içerisinde Başkanlık seçimleri yapılan 3 önemli ülkede ise bu oranların şaşırtıcı bir şekilde kıta genelinden de daha düşük olduğunu (Brezilya’da % 13, Kolombiya’da % 17 ve Meksika’da % 18) söylemektedir. Latin Amerika siyasetindeki ikinci önemli güncel siyasal trendi büyük yolsuzluk olaylarının son dönemde açığa çıkması ve büyük yolsuzluk operasyonlarının düzenlenmesi olarak not eden Amerikalı konuşmacı, birçok ülkede bu yolsuzluk skandallarıyla birlikte artık siyasal elitlerin sarsılmaya başladığını ve özellikle Brezilya’daki “Lava Jato Operasyonu” sürecinin eski Devlet Başkanı Lula da Silva’nın hapse girmesine yol açacak kadar önemli sonuçlar doğurduğunu kaydetmektedir. Kolombiya’da uyuşturucu trafiği (narkoterörizm) ve organize suç örgütlerinin varlığı nedeniyle eskiden beri yolsuzluğun temel bir siyasal sorun olduğunu söyleyen Arnson, “Cartel de la Toga” olarak bilinen uyuşturucu kartelinin Kolombiya’da Yüksek Mahkeme üyelerini satın alacak kadar büyük güce ulaştığını iddia etmektedir. Meksika’da da durumun farklı olmadığını belirten Arnson, önceki Devlet Başkanı Enrique Peña Nieto’nun Bakanları ve karısının adının karıştığı yolsuzluk olaylarını sıralamaktadır. Bunların yanında, adı geçen bu ülkelerde son yıllarda şiddet olayları ve cinayetlerin de rekor seviyeye ulaştığını belirten Amerikalı konuşmacı, siyasal eliti itibarsız hale getiren yolsuzluk skandallarıyla birlikte bu tarz şiddet olaylarının yol açtığı güvensizlik ortamının Latin Amerika’da siyaset sahnesini dönüştürdüğünü ve Andrés Manuel López Obrador gibi istikrar ve düzen vadeden adayların bu sayede yeni dönemde başarılı olabildiklerini sözlerine eklemektedir.

Daha sonra söz alan CSIS Latin Amerika uzmanı Michael J. Camilleri[3], 2018’in Latin Amerika siyaseti açısından bir yenilenme yılı olmasının beklendiğini, ancak Meksika ve Kolombiya’da tamamlanan seçimler ve Brezilya’da Başkanlık seçimi ikinci turundan beklenen sonuç nedeniyle bu dönüşümün beklenildiği gibi olmadığını anlatmaktadır. Latin Amerika’da son dönemde halkların, Amerikan halkının Donald Trump’a yöneldiği gibi, sistem dışından gelen ve sistemi sarsan anti-elitist adayları desteklemeye başladığını kaydeden konuşmacı, Brezilya’da halkın % 97’sinin, Meksika’da % 90’ının ve Kolombiya’da % 85’inin siyasetçilerin ülkeyi zengin insanların çıkarları için yönettiklerine inandıklarını iddia etmektedir. Böyle bir ortamda Latin Amerika’daki seçmenlerin geleneksel partiler ve siyaset tarzı yerine popülist ve radikal hareketlere yönelebildiğini belirten Camilleri, ABD’deki Trump yönetiminin bu süreçteki ilgisiz ve isteksiz tavrının da kıta siyasetindeki eksen kaymasını kolaylaştırdığını söylemektedir. Konuşmacı, ayrıca, bu sürecin ilerleyen yıllarda da devam edeceğini düşündüğünü sözlerine eklemektedir.

Üçüncü konuşmacı olan Luisa Palacios[4] ise, Meksika’daki seçimlerin piyasaların beklediği ve istediği şekilde sonuçlanmadığını ve solcu aday AMLO’nun seçimi büyük farkla kazandığını, ancak piyasaların belirsizlik ortamının ortadan kalkması nedeniyle bu sürece olumlu tepki verdiğini söylemektedir. Brezilya’da aşırı sağcı aday Jair Bolsonaro’nun seçimi kazanmasına da piyasaların çok olumlu bir tepki vermeyeceğini iddia eden Palacios, ayrıca Kongre seçimlerinin ve Kongre’deki güç dağılımının da Başkanlık seçimleri kadar önemli olduğunu, zira 1980’lerden beri Latin Amerika ülkelerinde görev sürelerini tamamlayamayan hükümetlerin birçoğunun askeri darbeler nedeniyle değil, Kongre’de çoğunluğu kaybetmeleri nedeniyle zora girdiklerini anlatmaktadır. Latin Amerika’da azınlık hükümetlerinin başarılı olamadığını da kaydeden Palacios, Kolombiya’da kâğıt üzerinde merkez sağ çizgide bir Başkan ve merkez sağ çizgide bir Kongre çoğunluğu olmasına karşın, birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi Kolombiya’da da siyasal sistem ve Kongre’nin parçalı yapıda (fragmented) olduğunu söylemektedir. Ayrıca Latin Amerika’da yaşanan değişim/dönüşüm süreci nedeniyle yeni dönemde siyasal risklerin çok yüksek seviyede olduğunu belirten konuşmacı, Meksika’da solcu aday AMLO’nun Kongre’de çoğunluğu sağlamasına karşın nasıl bir yasama gündemi oluşturacağının henüz bilinmediğini de ifade etmektedir.

İkinci turda yeniden söz alan Cynthia J. Arnson, Meksika’da Andrés Manuel López Obrador’un Başkan olarak yeni dönemde neler olabileceği sorulduğunda, ilk olarak AMLO’nun Meksiko City (Mexico City) Belediye Başkanı olarak görev yaptığı dönemde pragmatik ve özel sektörle barışık bir kişi olduğunu ispatladığını söylemektedir. Ancak Obrador’un seçim kampanyası döneminde öne çıkardığı temalar olan güvenlik ve yolsuzlukla mücadele konusunda neler yapacağının henüz bilinmediğini söyleyen Amerikalı konuşmacı, uyuşturucu kartellerinin 2014 yılında Iguala’da 43 öğrenciyi kaçırıp, yakarak öldürebildiği bir ülkede güvenlik ve adalet mekanizmasının güçlendirilmesinin farz, ama bir o kadar da zor bir iş olduğunu belirtmektedir. Arnson, ayrıca NAFTA anlaşması konusunda ABD, Kanada ve Meksika arasında anlaşmaya varılmasının AMLO’yu rahatlattığını, buna karşın yasadışı göç konusunda Başkan Donald Trump başta olmak üzere Amerikalı yetkililerin yaklaşımlarının (örneğin ABD-Meksika sınırına yasadışı göçü önlemek için parasını Meksika hükümetinin ödeyeceği bir duvar dikmek) Meksika’da büyük tepki yarattığını ve bu durumun ABD ile ilişkileri olumsuz yönde etkileyebileceğini söylemektedir.

Michael J. Camilleri, ikinci turda, ilk olarak, Meksika’da 12 yıldır Başkanlık için yarışıp sonunda seçilen AMLO’nun açık fikirli bir kişi olduğuna ve takip edeceği politikalar hakkında kamuoyunda demokratik tartışmalar yaptırdığına vurgu yapmaktadır. Camilleri, AMLO’nun yolsuzlukla mücadele konusunda kendisinin temiz bir kişi olması nedeniyle topluma bir rol model olabileceği argümanını öne çıkardığını, ancak sokak çeteleri ve uyuşturucu kartelleriyle uğraşan Meksikalı sokak polisleri için bu tarz bir yaklaşımın yeterli olmayabileceğini belirtmektedir. Yolsuzluk olaylarıyla mücadele için yasal süreçlerden sonuç alınabildiğinin topluma gösterilmesi durumunda ülkedeki algının değişebileceğini ve devlet otoritesine olan güvenin artabileceğini belirten konuşmacı, ayrıca ABD ile ilişkiler konusunda Cynthia J. Arnson’a hak vermekte ve yasadışı göçle mücadele ve Meksikalıların durumu konusunda Trump ile Obrador’un polemiğe girmelerinin çok olası olduğunu söylemektedir.

Luisa Palacios ise, ikinci turda, AMLO’nun Latin Amerika’da yıllardır aşina olunan solcu popülist Başkan ve hükümetler gibi davranması durumunda piyasaları ve uluslararası olumsuz yönde etkileyebileceğini söylemektedir. Daha sonra Meksika iç siyasetine dair bilgiler veren konuşmacı, AMLO ile birlikte Kongre’de çoğunluğa ulaşan partisi Morena’nın (Movimiento Regeneración Nacional-Ulusal Yenilenme Partisi) içerisindeki aşırı sol eğilimli grupların makroekonomik dengeleri gözetmeyen politikalarda ısrar etmeleri durumunda piyasaların AMLO hükümetinden desteğini çekebileceğini iddia etmektedir. Palacios, ayrıca Venezuela konusunda bazı uyarılarda bulunmakta ve hiper-enflasyonun tarihte görülmediği kadar yüksek seviyelere ulaştığı bu ülkede Hugo Chavez’in yarattığı Chavismo ideolojisi ve Nicolas Maduro iktidarının hem iç, hem de dışarıdan (komşu ülkelerden) gelen baskılar nedeniyle çok zor bir durumda olduğunu söylemektedir.

Oturum daha sonra soru-cevap bölümüyle devam etmektedir. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; oturumun faydalı, ancak kapsamlı ve doyurucu bilgi ve değerlendirmelerden uzak olduğu söylenebilir. Zira ABD’de son yıllarda çok artan ve ilerleyen yıllarda daha da artacak olan Hispanik (Latino) nüfus nedeniyle bu ülkenin Orta Amerika ve Güney Amerika çalışmalarında çok daha ileri düzeye ulaşması beklenirken, bu yöndeki akademik literatürün 1970’ler ve 1980’lerde yapılan ve daha çok asker-sivil ilişkilerini konu alan akademik literatürün pek de ötesine geçemediği görülmektedir. Oysa Latin Amerika’da 1990’lar ve 2000’lerde istikrarlı olarak yükselen sol siyaset veya günümüzde yeniden kıtaya dönen ve yükselmeye başlayan sağ muhafazakâr ve aşırı sağ siyasetin teorik temellerinin açıklanması konusunda ciddi akademik araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu noktada ekonomi-siyaset ilişkisi ve yaygın fakirlik en temel parametrelerden biri olarak her zaman gündemdeki yerini korurken, mutlaka bu faktörlere bağlı olarak gelişen sağ popülizm ve sol popülizm trendleri ve ABD’nin ve ABD karşıtlığının bu kıtadaki kültürel ve ekonomik etkilerini kapsayan ciddi araştırmalar da yapılmalıdır. Bir diğer önemli konu, Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu’nun bu bölgedeki ekonomik ve siyasi etkileri ve anti-Amerikanizm’i yayma ve bir ideolojiye dönüştürme konusundaki üstün maharetleridir. Oturumda yer alan kanımca en ciddi akademik saptama ise, Cynthia J. Arnson'un ilk turdaki konuşmasında belirttiği, Latin Amerika siyasetinde son yıllarda görülen demokrasiye duyulan güvenin azalması ve üstüste yolsuzluk operasyonlarının yapılması nedeniyle siyasal sisteme ve merkezi aktörlere duyulan tepkinin artması yönündeki trendlerdir. Bu noktalardan yola çıkılarak yapılabilecek Latin Amerika siyasetine dair bir kavramsallaştırma ve teorik modelin, ilerleyen yıllarda bu dalganın kıtada yükselmeye devam etmesi durumunda akademik araştırmacılar ve siyasal analistlere yol göstermesi muhtemeldir. Son olarak, Latin Amerika siyaseti tartışılır ve araştırılırken, mutlaka Katolisizm ve Hıristiyanlığın da siyasal denkleme alınması ve özellikle kültürel etkilerinin masaya yatırılması gerekmektedir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Bakınız; https://www.cfr.org/event/latin-americas-year-elections.
[2] https://www.wilsoncenter.org/person/cynthia-j-arnson.
[3] https://www.csis.org/people/michael-camilleri.
[4] https://energypolicy.columbia.edu/luisa-palacios.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder