Sayfalar

30 Ekim 2017 Pazartesi

İngiliz Siyasi Kültürü


Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri, dünya tarihinin en önemli ülkelerinden birisi ve dünyanın 5. en büyük ekonomisi olan Birleşik Krallık (İngiltere)[1], siyasi kültürü itibariyle de son derece ilginç ve özgün bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür[2] eserinden özetle, Birleşik Krallık’ın siyasal hayatına yön veren İngiliz siyasal kültürü açıklanmaya çalışılacaktır. Yazıda, Roskin’in kitabındaki bilgilere tarafımdan güncel gelişmeler doğrultusunda yapılan bazı eklemeler de mevcuttur.

Roskin’e göre, İngiliz siyasi kültürünün en önemli özelliklerinden birisi sosyal sınıflar arasındaki gücendirici ayrımlar ve üst sınıfların alt sınıflara yönelik züppe (ukala) yaklaşımlarıdır. Bu ayrım, özellikle işçi-emekçi sınıflar ve orta sınıflar arasında kendini gösterir; bu doğrultuda gelir düzeyi ve komşuluk iki temel parametredir. Ancak zaman içerisinde sınıfsal farklılıklar hayli azaltılmış ve Benjamin Disraeli’nin Britanya’nın zengin ve fakir Britanya olmak üzere iki farklı ulus olduğunu belirtmesinin[3] üzerinden epey zaman geçmiştir. Bu süreçte emekçi ve orta sınıflar zenginleşmiş ve büyümüş, çok zengin üst sınıf ise yoksullaşmıştır. Ancak psikolojik açıdan üst ve alt sınıflar arasındaki ayrım hala etkindir. Roskin’e göre, ilginç bir şekilde İngilizler bu ayrımdan memnundurlar ve bunu kültürlerinin bir parçası olarak kabul ederek korumaya çalışmaktadırlar. Alman sosyolog Ralf Dahrendorf, İngiltere’de yaptığı araştırmalar sonucunda, bu ülkede sınıfsal kimliklere dayalı dayanışmanın çok güçlü olduğunu keşfetmiştir. Sınıfsal dayanışma ve büyük bir gruba ait olma duygusu, İngiliz kültüründe hala bireysel başarının önündedir. Bu durum, siyasal hayata da fazlasıyla yansımıştır. Geleneksel olarak işçi-emekçi sınıfların Labour (İngiliz İşçi Partisi) yanlısı olması, sınıfsal dayanışmanın somut bir sonucudur.

Her ülkede olduğu gibi, Britanya’da da meritokrasi praktiği sınırlıdır. İyi bir aile ve ebeveynin çocuğu olmak, her ülkede olduğu gibi İngiltere’de de büyük bir şanstır. İyi ailelerden yetişen çocuklar genelde kamu okullarına gitmektedir ki, bu okullar -isminin aksine- son derece pahalı ve kaliteli özel eğitim kurumlarıdır. Eton, Harrow, Rugby, St. Paul’s, Winchester ve benzeri birçok akademi, nesillerdir orta ve üst sınıf Britanyalı ailelerin çocuklarını geleceğin elitleri olmak adına gönderdikleri kurumlardır. Bu tarz okullarda Britanyalı gençlere iyi bir müfredattan fazlası sunulur; Roskin’in deyimiyle, onlara alt sınıflara ve diğer milletlere karşı küstahlık noktasına varabilen bir özgüven, özdisiplin ve yönetme arzusu öğretilir. Casus romanlarıyla bilinen ünlü İngiliz yazar John Le Carré, bir keresinde kamu okulunda okuyan arkadaşlarının köylülere nasıl küçümseyici şekilde yaklaştıklarını anlatmıştır. “Kamu Okulları” denilen İngiliz özel okul sisteminin bir diğer önemli sonucu da, geleceğin elitleri arasında genç yaşlardan başlayarak bir tür “network” (arkadaş ağı) üretmeyi başarabilmesidir. Özellikle Conservative Party (Muhafazakar Parti) geleneğinde bu okulların büyük rolü vardır; bugün bile bu partinin vekillerinin neredeyse yarısı bu tip okullardan yetişmiştir. Muhafazakar Bakanlar açısından bu oran daha da yüksektir; örneğin Margaret Thatcher kabinesinde bu oran yüzde 90, John Major kabinesinde ise yüzde 64’tü. İşçi Partisi’nden ise az sayıda kişi bu tarz okullara gidebilir; örneğin eski Labour lideri Tony Blair, bu az sayıdaki seçkin kişilerden biridir. Blair’in kabinesindeki bu tarz okullar mezunu Bakanların sayısı ise yüzde 39’du. 1970’lere kadar İngiliz eğitim sisteminde 11 yaşında girilen ürkütücü bir orta öğretim sınavı vardı. Ancak bu sistem aşamalı olarak ortadan kaldırıldı. Yine de eğitimdeki ikili yapı bugüne kadar devam etti ve zengin çocukları yatılı ve özel “kamu okulları”na, orta ve alt sınıf çocukları ise sıradan devlet okullarına gitmeye devam ettiler.

Oxbridge

İngiliz üniversiteleri arasında da belirgin kalite farklılıkları vardır; “Oxbridge” olarak bilinen Oxford ve Cambridge gibi elit üniversiteler, diğer üniversitelerin önünde bir şöhrete ve eğitim kalitesine sahiptirler. Bu üniversitelerin mezunlarının milletvekilleri arasındaki oranı Muhafazakar Parti’de yüzde 50, İşçi Partisi’nde ise yüzde 25 civarındadır. Kabinede ise bu oranlar daha da yüksektir. Başbakanlar ise istisnalar dışında genelde ya Oxford, ya da Cambridge mezunu olurlar. Nitekim Thatcher ve Blair Oxford’luydu. Oxbridge mezunlarının sahip oldukları özgüven ve network, onları profesyonel yaşamlarında da iyi noktaya taşımaktadırlar. Üstelik bu kurumlar sadece Britanya’da değil, yurtdışında da çok başarılı mezunlara sahiptirler; örneğin ABD eski Başkanı Bill Clinton, Rhodes Bursu ile Oxford’da okumuştur.

İngiltere’de sınıfsal oy verme çok yaygındır. Emekçi sınıflar genelde Labour’a oy verirken, üst ve orta üst sınıflarda Torrie’lere (Muhafazakar Parti) oy verme geleneği vardır. Ancak bu durumu genellemek de zordur; örneğin İşçi Partisi’nin uzun süre liderliğini yapan Tony Benn, aslında aristokrat bir kişidir. Keza göçmenlere yönelik sert tedbirleri ve düşük vergiler nedeniyle Muhafazakarlara destek veren işçi sınıfı mensupları da ülkede azımsanmayacak orandadır. Sınıfsal oy verme son yıllarda giderek azalmaktadır ve siyasetin konusu çeşitlenmektedir. Ancak yine de işçi sınıfının Labour eğilimi halen daha fazladır, keza üst sınıfların Muhafazakar Parti eğilimleri de belirgindir. Ayrıca kırsal yerler ve taşra semtlerinde Torrie’ler hala çok güçlüdür. Labour kimliğini içselleştirmiş bazı şehirleşmiş ve işçi sınıfı ağırlıklı bölgelerde ise İşçi Partisi girdiği her seçimi kazanmaktadır. Bu nedenle, İngiltere özelinde, sınıf değişkeni yanında bölgeleri de incelemeye almak gerekir.

İngilizler konusunda eski bir stereotipi, onların itaatkar olduğu yönündedir. Bu, günümüzün sosyolojisini açıklayan bir durum değildir; ancak elbette İngiliz muhafazakarlığı ve reformistliği, örneğin Fransız devrimciliğiyle kıyaslandığında daha belirgindir. İngilizler değişimlerin yavaş yavaş ve gelenekten beslenerek olmasını tercih ederler. Bu durum, özellikle Muhafazakar Parti’de çok net olarak görülebilir. İngiliz kibarlığı da bir diğer önemli stereotipidir. Birbirlerini çok sert şekilde eleştiren farklı partideki ve görüşteki İngiliz siyasetçiler bile, bir noktada kendilerini tutar ve hakaret yerine alaycı sözleri tercih ederler. Ancak İngiliz tartışma geleneğinde laf kesme de vardır ve zaman zaman hararetli tartışmalarda hakaret sözleri bile duyulabilir. İngiliz pragmatizmi de İngilizlere dair bir diğer önemli iddiadır. İngiliz siyasi kültürü, bazı ülkelerin siyasi kültürleriyle kıyaslanınca bariz şekilde pragmatiktir, yani işe yarayanı kullanmaya dayalıdır. Her iki büyük partide de pragmatik eğilimler vardır, ancak Muhafazakar Parti’de özellikle Thatcher sonrasında bu durum daha baskın hale gelmiştir.

İngiltere siyasi kültüründe gelenekler ve semboller konusu da önemlidir. Yazılı anayasası bile olmayan bir ülkede, gelenekler ve teamüller, özellikle siyasette çok geçerlidir. İngiliz muhafazakarlığı, semboller ve geleneklerin toplumun istikrarı ve sürekliliğini sağladığına dair katı bir inanç besler. Bunların altüst olması durumunda ise, kendilerini kaybolmuş ve özgüvensiz hissetmeye başlarlar. Nitekim gençlerin burun kıvırdığı İngiliz Kraliyet ailesi, bugüne kadar hiçbir zaman ciddi bir meşruiyet krizi içerisine girmemiştir.[4] Faytonlar ve kırmızı ceketli süvarilerin yer aldığı törenler, iyi yetişmiş İngilizler için yalnızca turistik atraksiyon olarak değil, siyasi gelenek açısından da önem teşkil eder. İngiliz toplumunda geleneklerin siyasi radikalleri ve genel olarak radikalizmi bastırdığı inancı da yaygındır. İngilizler, özellikle İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) deneyimini de göz önünde bulundurarak, radikal akımları tasvip etmez ve bunlara karşı siyasette gelenekleri ve muhafazakarlığı ön plana çıkarırlar. Buna karşın, ülkenin futbol kültüründe yaygın “holiganizm” önemli bir tezat teşkil eder; yakın zamana kadar İngiliz taraftarları, dünyada en fazla olaya karışan taraftar grupları olarak kötü bir şöhrete sahiptiler.

Britanya siyasi kültürünün ortak özelliklerine karşın, “Ulster” adı verilen Kuzey İrlanda’nın siyasi kültürüne burada bir parantez açmak gerekir. Zira Kuzey İrlanda, adanın geri kalanından epey farklı bir siyasi kültüre sahiptir. Bu kültürün temelleri Katolikliğin yasaklandığı ve İrlandalılara kötü muamele edildiği devirlere kadar uzanır. Nitekim 1846-1854 döneminde yaşanan patates kıtlığında bir milyon İrlandalı açlıktan ölürken, bol gıda stokları olan İngilizler bunu seyretmiştir. Bu dönemde milyonlarca İrlandalı ABD’ye göç etmiştir. İrlanda’da Protestan ve Katolik rekabeti hala yaygındır. Katolikler genelde İngiliz hükümetine muhalif ve Cumhuriyetçi yapıda, Protestanlar ise daha Kralcı ve İngiliz yanlısıdırlar. 1972’deki Kanlı Pazar (Bloody Sunday) olayı[5], edebiyat ve sinemada çeşitli eserlere de konu olan çok önemli bir çatışma vakasıdır ve bu sorunun hala potansiyel bir siyasal tehdide dönüşebileceğini göstermektedir. İskoçya da son dönemde önemli bir sorun haline gelmiştir; her ne kadar 2014 referandumundan Londra’ya bağlılık kararı çıksa da, İskoç ayrılıkçılığı da İngilizleri ilerleyen yıllarda zorlamaya devam edecektir.

Bunların dışında, Roskin’e göre Fransızların aşırılık, İngilizlerin ise ılımlılık ve sükûnetle özdeşleştirilerek sunulması siyaset bilimciler açısından bir gelenek olsa da, bu durum gerçekte bu kadar basit değildir. Bu genellemenin en önemli sebebi ise, son yıllarda akademiye hakim olan Amerikalıların genelde Anglofil (İngiliz yanlısı) ve Frankofob (Fransız karşıtı) olmalarıdır. Bu nedenle, Amerikan ders kitaplarında Kuzey İrlanda Sorunu genelde geçiştirilirken, Fransa’nın ya da başka ülkelerin siyasi sorunlarına daha fazla yer verilir. Bir diğer önemli sebep ise, İngiltere ve onun muhafazakar ve ılımlı kültürü hakkında yapılan çalışmaların 1950’ler ve 1960’larda yapılmış olmasıdır. Nitekim Gabriel Almond ve Sidney Verba’nın The Civic Culture araştırmaları[6] bu dönemin bir ürünüdür ve hala sıklıkla referans yapılan bir teoridir. Oysa günümüz İngiltere’sinin siyasi kültürü bu döneme kıyasla çok daha farklıdır. Herşeyden önce, artık İngiltere’de çok fazla sayıda Afro İngiliz ve Pakistan-Hindistan kökenli nüfus ve yine giderek artan bir Müslüman nüfus bulunmaktadır. Hatta Londra Belediye Başkanı olan Sadık Han, Pakistan kökenli Müslüman bir İngilizdir.[7] Bu artan göçmen ve Müslüman nüfus, İngiltere’de son dönemde daha aşırıcı ve farklı bir milliyetçiliğin doğmasına yol açmış ve UKIP’in (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) ve lideri Nigel Farage’ın yükselişine neden olmuştur. Dolayısıyla, günümüz İngiltere’sinde yapılacak siyasal kültür araştırmalarında, popüler siyasal kültürde sınıfsal farklılıkların yerini etnik ve dini kimliklerin almaya başladığı kolaylıkla fark edilebilecektir. Ancak İngiliz devleti, bugüne kadar laik bir devlet olmanın hakkını teslim etmiş ve tüm dinlere özgürlük sağlamıştır. Bu sayede, toplumsal gerginlikler fazla büyümemiş ve ulusal siyasete etki etmemiştir. Ancak Brexit kararının da gösterdiği üzere, İngiltere’de yeni bir sürece girilmiş olabilir ve bu sürecin etkileri ancak ilerleyen yıllarda anlaşılabilecektir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ





[3] Tam ifade şu şekildedir; “Two nations between whom there is no intercourse and no sympathy; who are as ignorant of each other's habits, thoughts, and feelings, as if they were dwellers in different zones, or inhabitants of different planets. The rich and the poor.”
[4] Bu noktada, Prenses Diana’nın ölümü sonrasında yaşanan sürecin aslında Kraliyet ailesi açısından oldukça zorlu geçtiği belirtilmelidir.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder