Sayfalar

19 Eylül 2017 Salı

Ernst E. Hirsch’ten ‘Anılarım’


Ernst Eduard Hirsch (1902-1985)[1], ünlü bir Alman-Türk Hukuk Profesörüdür. 1933 yılında Yahudi olduğu için Nazi Almanyası’ndan Türkiye’ye iltica eden Hirsch, Ankara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nde 20 yıl süreyle ders vermiş ve Türkiye’de büyük izler bırakmıştır. Hirsch, Türk hükümetine çeşitli hukuki konularda danışmanlık da yapmış ve bazı kanunların hazırlanmasına öncülük etmiştir. Hirsch’in özellikle Türk Ticaret Kanunu’nun oluşmasında büyük katkıları olduğu söylenir. Hirsch’in orijinal Almanca adı Aus des Kaisers Zeiten durch die Weimarer Republik in das Land Atatürks. Eine unzeitgemäße Autobiographie olan hatırat kitabı, Kayzer Dönemi Weimar Cumhuriyeti Atatürk Ülkesi Anılarım adıyla Türkçe’ye de çevrilmiştir.[2] Bu yazıda, Hirsch’in kitabından Türk Siyasal Hayatı öğrencileri ve Türk akademisinin gelişimini merak eden araştırmacılar için faydalı olabilecek bazı önemli bölümler özetlenecektir.

Anılarım

Başarılı bir kariyeri olmasına karşın, Ernst Hirsch, 1933 yılında Almanya’daki işlerini kaybetmiş ve yasal bir şekilde Türkiye’ye göç etmiştir. Hirsch, o dönemde birçok Yahudi kökenli Alman vatandaşının aksine kendisinin kesinlikle tehdit edilmediğini ve aktif politikaya dâhil olmamasının da etkisiyle olsa gerek, ülkesini zorunluluktan değil, isteyerek terk ettiğini yazmaktadır. Bu noktada, Hirsch’in, Nazi rejiminin oluşturduğu anti-Semitizm duygusu üzerine kurulu baskıcı ve faşist rejimin ilerleyen yıllarda neler yapabileceğini öngörebildiği için erkenden ve henüz kendisi aleyhine somut bir tehdit oluşmadan yurtdışına gitme kararı aldığı söylenebilir. O dönemde Hirsch’in Türkiye’de iş bulmasına yardımcı olan kurum ise, Nazi Almanyası’ndan kaçan çoğu Yahudi kökenli akademisyene iş bulmalarında yardımcı olmak amacıyla Zürih’te kurulan “Notgemeinschaft deutscher Wissenschaftler im Ausland” (Yurtdışında Alman Bilimadamları Yardımlaşma Cemiyeti) olmuştur.[3] Bu kurum aracılığıyla Türkiye’de iş bağlantısı yapan Hirsch, Almanya’dan uzakta bulunmasının daha güvenli olduğunu da düşünerek, Amsterdam’daki bir iş teklifini reddetmiş ve Türkiye’de İstanbul Üniversitesi’ndeki işi kabul etmiştir. Hirsch, Türkiye’den 1933 Eylül’ünde gelen resmi yazı sonrasında, sözleşmeyi 4 Ekim 1933’te Türkiye’nin İsviçre Büyükelçisi Ekselansları Cemal Hüsnü'nün karşısında imzalamış ve İstanbul Üniversitesi’ne atanmıştır. Hirsch ve benzeri birçok Yahudi bilimadamına Atatürk’ün kurduğu yeni Türkiye Cumhuriyeti tarafından o dönemde sunulan sözleşmeler 5 yıllıktır ve 550-750 Türk Lirası arasında aylık maaşlar öngörmektedir. Türkiye’nin ucuz bir ülke olduğu da düşünüldüğünde, Hirsch’e göre o dönemde yabancı bilimadamlarının maaşları gayet iyidir. Dahası, Türk devleti, Yahudi ve muhalif akademisyenlerin kütüphanelerinin nakil masraflarını da üstlenmiştir. Hirsch’e göre, her yıl devlet bütçesinin görüşüldüğü ay dışında, Türkiye'de maaşları muntazam olarak ödenmiştir. Ayrıca 5 yıllık sözleşmelerin çoğu otomatik olarak yenilenmiş ve Türkiye’ye göçen akademisyenler uzun süre bu ülkede rahat şekilde ve iş güvencesi korkusu olmadan görev yapmışlardır. Yabancı akademisyenlerin iş yükü de o dönemde şimdiyle kıyaslandığında oldukça rahattır; haftada 6 saat amfi dersi, 2 saat pratik alıştırma ve 2 saat seminer (tamamı hocanın uzmanlık alanı olan derslerde) iş yapmaları yeterlidir.

Hirsch, Türkiye’ye gelmeden önce Viyana’dan Almanlara Türkçe öğreten ve yeni çıkmış olan bir kitap satın almıştır. Uzun tren yolculuğu sırasında bu kitabı okumuş ve en azından birkaç önemli Türkçe cümleyi öğrenmiştir. Hirsch, sözleşmesine göre ilk 3 yılda Almanca ders verecektir; ancak 4. yıldan itibaren Türkçe ders verebilmek zorundadır. Bu nedenle, vakit kaybetmeden Türkçe’yi öğrenmek istemiştir. Zira Türkçe hiç de sanıldığı kadar kolay bir değildir ve Türkiye’de büyüyen Ermeni, Rum, Yahudi ve Levanten gibi azınlıklar bile Türkçe’yi aksanlı konuştukları için halk arasında alay konusu olmaktadırlar. O nedenle, Türkçe’yi kusursuz konuşabilmesi için öncelikle vakit kaybetmeden bu dili iyice öğrenmeli, sonra da kendisini geliştirerek aksansız bir Türkçe konuşmalıdır. Bunun içinse, öncelikle Türkçe düşünmeyi öğrenmesi gerekmektedir. Ancak Almanca ile Türkçe arasında ciddi farklılıklar vardır. Örneğin, “haben” fiilinin Türkçe bir karşılığı yoktur. O yıllarda Hirsch’e göre Türk entelektüelleri ve devlet adamları daha ziyade Fransızca dilini bilmektedirler ve Almanca bilenlerin sayısı son derece azdır.

Hirsch’i uzun yolculuğu sonrasında Sirkeci Tren Garı’nda aile dostu ve eski öğrencisi Hans Kitzinger karşılamıştır. Kitzinger de Hitler’den kaçarak İstanbul’a gelmiş olan bir Alman Yahudisidir. Paradan tasarruf etmek için, Kitzinger, Hirsch’e bir süre kendi evinde bir odada kalmasını teklif etmiştir. Hirsch, Türkiye’nin o dönemdeki biyolojik çeşitliliğinden etkilenmiştir. İstanbul’da dolaşırken karşılaştığı insanların birbirlerinden farklı olması ve canlılıkları, adeta Nasyonal Sosyalizm’in dayandığı ırk teorisini çürütür niteliktedir. O yıllarda, Hirsch’e göre, Atatürk’ün tüm laiklik çabalarına karşın, İslam dininin sıradan Türk halkının yaşamındaki rolü hala çok güçlüdür ve Müslüman İstanbul’da azınlıklar içlerine kapalı bir hayat sürmektedirler. Kozmopolit ve gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı semtler ise elbette mevcuttur. Örneğin, yabancıların Pera dedikleri Beyoğlu böyle bir semttir. Bu semtte neredeyse herkes Fransızca bilmektedir ve çok sayıda yabancıyı görmek mümkündür. Bebek ve Moda da dönemin diğer önemli kozmopolit semtleridir. Hirsch, o dönemde ülkesinden kaçmak zorunda olan bir bilimadamı olarak ziyaret gittiği Dolmabahçe Sarayı’nda yaşadığı ruh halini şöyle anlatmaktadır: “Kendi Alman vatanında Yahudi olduğu için hor görülen, ‘aşağılık’ ırka mensup olduğu için işgal ettiği mevkilerden kovulan, evini yurdunu terk edip, yabancı ülkelere kaçmak zorunda bırakılan ben, ‘mülteci’ ben, ‘dünyanın bir ucundaki Türkiye’de’, nice billûrlarla, mermerler, somaki taşı, su mermeri, paha biçilmez kakma işlerinin ihtişamıyla parıldayan, nice değerli mobilyayla, halıyla, resimle süslü, bir zamanların taht salonu olan bu mekânda, ülkenin ilk bin seçkininden sayılan, saygıdeğer bir Alman Profesör sıfatıyla hazır bulunmaktaydım!”…

Ernst Hirsch Türkiye’de ders anlatırken

1933-1934 eğitim-öğretim yılında, Türk Bağımsızlık Savaşı Profesörü Hikmet Bayur’un yaptığı konuşmayla başlayan akademik açılış töreni ardından, Hirsch’in Türkiye’deki akademik kariyeri başlamıştır bile. Hirsch’e göre, o dönemde Türkiye’deki modernist yönetimin etkisiyle, üniversiteler, gerçeği araştıran ve derinleştiren, bilgi toplayan, düzenleyen, çoğaltan ve yayan kurumlar olarak yapılandırılmakta ve bilimsel araştırmalara büyük önem verilmektedir. Ancak Hirsch’e göre, önceki dönemden kalan ve İslami düşünceye bağlı akademisyenlerle Atatürk’ün yeni Türkiye’sine bağlı akademisyenler arasında hala bir gerginlik bulunmaktadır. Dahası, Türkler her işe ne kadar şevkle başlasalar da, Hirsch’e göre zamanla gevşer ve disiplinsizlik nedeniyle beklenen ilerlemeyi kat edemez ve hayal kırıklığına uğrarlar. Zaten bu nedenle, ülkedeki en ünlü deyişlerden biri “Türk gibi başla, Alman gibi sürdür, İngiliz gibi sebat et” şeklindedir. Hatta bu nedenle, Hirsch’e göre bazı Türk akademisyenlerde yabancılara yönelik kıskançlık (futterneid) duygusu da hâkimdir. Bunun maddi bir temeli de vardır; zira yabancı akademisyenler, Türklere kıyasla çok daha fazla maaş almaktadırlar. Hirsch, ilerleyen yıllarda Türkçe’yi öğrenmiş ve hatta Türkçe’sini -hazırlandığı ve düzenli olarak verdiği dersler sayesinde- çok ilerleterek, ülkedeki en iyi Türkçe bilen yabancı akademisyen kabul edilmeye başlanmıştır. Ancak Hirsch’in öğrenmeye çalıştığı dil (Türkçe), o yıllardaki yoğun dil reformları nedeniyle hızla değişmektedir. 1932, 1934 ve 1936 kongrelerinde Türk dilini Arapça ve Farsça’dan arındırmak ve öz Türkçe sözcükler kullanmak için çalışmalar yapılmıştır. Bunlar çok radikal reformlar olmasına ve Türkiye’nin geçmişiyle bağlarını zedelemesine karşın, bir yandan da çok düşük olan okuma seviyesini hızla yüksek oranlara ulaştırmayı başarmış etkileyici hamlelerdir. 

Ernst Hirsch, bu yıllarda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde bazı sorunlarla da karşılaşmıştır. Türkiye’nin çok hızlı ve büyük bir değişimden geçmesi ve bunun doğal olarak üniversitelere de yansıması ilk ciddi sorundur. Nitekim Hukuk Fakültesi derslerinde İslam Hukuku (Şeriat) hala çok önemli bir kaynak durumundadır. Ancak bu durum, yeni rejimin ideolojisiyle hiç uyuşmamaktadır. Hukuk alanındaki akademisyenlerin çoğunun İslam Hukuku’nu bilmeleri ve buna göre formasyon yapmış olmaları da bir diğer önemli sorundur. Bu bağlamda, Hirsch’e göre, Türk Hukuku’nda bugün bile ciddi bir terminoloji (dil) sorunu vardır. Fransız ve Alman eğitim ve sınav sistemleri arasında yaşanan farklılıklar da bir diğer ciddi meseledir. Türk akademisyenlerin birçoğu Fransız eğitim sistemine uygun hareket eder ve böyle bir sınav sistemi oluştururken, gelen yabancı akademisyenlerin çoğu Alman oldukları için Alman eğitim ve sınav sistemini bilmektedirler. Ancak bu tip sorunlar, üniversite içerisinde ve akademisyenler arasında kolaylıkla halledilebilmiştir. Kütüphanelerin zayıf olması da bir diğer ciddi sorundur. Hirsch’e göre, o dönemde Türk üniversitelerinde doğru düzgün bir kitaplık yoktur ve ciddi bilimsel çalışmalar bulmak hiç de kolay değildir. Neyse ki, Türk devletinin masrafları üstlenmesi neticesinde birçok bilimadamı kendi kitaplarını Almanya’dan getirtebilmişlerdir. Yeni oluşmakta olan Türk Hukuk sistemi nedeniyle, o yıllarda ders kitabı bulmak da imkânsızdır. Bu nedenle, Hirsch ve benzeri yabancı akademisyenler, kendi Almanca ve diğer dillerdeki kaynaklarını Türkçe’ye çevirerek öğrencilerine kaynak yaratmaya çalışmışlardır. Ders verme tekniği de ciddi bir kriz konusu olmuştur. Hirsch, derslerini simültane tercüman aracılığıyla ve öğrencilerle etkileşim içerisinde (soru sorarak ve soru alarak) yapmak istemiş, ancak mevcut Dekan, akademisyenlerin kendi ders metinlerini önceden tercümana vermelerini ve tercümanın derste hoca masasında otururken bu metinleri okumasını istemiştir. Hirsch, öğrencilerle kişisel bağ kurmasını engelleyecek bu sistemi benimsememiş ve sonunda istediği şekilde ders vermeye hak kazanmıştır.

Recep Peker

Ernst Hirsch’in o dönem Türk siyasetine dair gözlem ve tanıklıkları da oldukça önemlidir. Öncelikle, Hirsch’in, CHP’nin etkili isimlerinden ve katı devletçiliğiyle bilinen Recep Peker’i “Hitler’i sevmeyen bir Alman dostu” olarak değerlendirmesi dikkat çekicidir. Almanca ve Fransızca bilen Peker, Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve Atatürk’ün sonsuz güvenine sahip bir kişidir. Peker, sert bazı fikirleriyle tanınsa ve iriyarı fiziğiyle korku salsa da, aslında halka yakın ve babacan bir kişi olmuştur. Ayrıca bahçe işleriyle ilgilenmeyi seven ve Almanya’dan getirdiği özel fidan ve tohumlarla Sultanahmet Camii’nin bitişiğindeki bahçeyi canlandırmak için kişisel gayret gösteren renkli bir insandır. CHP’nin Genel Sekreterliğine kadar yükselen ve hatta 1946-1947 yıllarında Başbakan bile olan Recep Peker, o dönemde yabancı akademisyenlere en çok yardım eden ve kol kanat geren siyasetçilerden birisi olmuştur. Ayrıca Hirsch’in bu dönemde Türkiye'nin resmi ideolojisi olan Kemalizm’le ilgili tespitleri de oldukça manidardır. Hirsch, Kemalizm’i dünyevi işleri kavrayışı bağlamında Avrupalı, ama temeli bağlamında Türk olarak değerlendirmiştir. Ona göre, Kemalizm, Türk devletini İslam dininin zincirlerinden kurtarmak ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak için oluşturulmuş modernist bir ideolojidir. Kemalizm, Burhan Belge’nin La Turquie Kemaliste’in bir sayısında yazdığı gibi, “Anadolu’yu yeniden kültür ve medeniyet kalesi yapmak” amacındadır. Ancak Kemalizm’in iddialı devrimci programı Hirsch’in de endişeye kapılmasına neden olmuştur. Zira ona göre, Atatürk’ün yaptığı çok hızlı ve kapsamlı reformlar (özellikle laiklik bağlamında), daha çok seçkin dar bir zümre tarafından kabul görmüş ve halkın büyük çoğunluğu tarafından dirençle karşılanmıştır. Bu anlamda, Hirsch, Kemalizm’in bir süreç olduğunu ve Kemalist Türkiye eserinin henüz tamamlanmadığını yazmıştır. Bu değişim, ona göre Atatürk’ün koyduğu hedeflere varıncaya kadar sürecek ve Türkiye’yi geliştirmeye devam edecektir.

Ernst Hirsch’in o dönemde yaptığı geziler de anılarında önemli bir yer tutar. Hirsch, anılarında özellikle Büyükada ve Heybeliada’ya yaptığı gezilerden söz etmiştir. Ayrıca Yalova’da zaman zaman gittiği kaplıcalar da Alman bilimadamının anılarında yer etmiştir. Anadolu şehirlerine yaptığı geziler de Hirsch’i son derece etkilemiştir. Ancak Hirsch ve karısı, İstanbul’daki sosyal hayata fazla karışamamışlardır. Bunun nedeni, Alman akademisyenin evinde müzikle ya da bilimle ilgilenmekten daha fazla keyif almasıdır. Bu nedenle, karısının zaman zaman gittiği sinema dışında, dışarıya sadece toplu olarak gidilen yemekler için çıkmışlardır. Bu gibi aktivitelere ise kendisi gibi Almanya’dan gelen akademisyenlerle birlikte çıkmış ve daha çok onlarla sosyalleşmiştir.

Hirsch, 1943 yılında Ankara Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış ve İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştır. Bu dönemde Türk vatandaşlığına da geçen Hirsch, bu şehirde de İstanbul’daki gibi ilginç gözlemler yapmıştır. İstanbul Üniversitesi’ndeki yoğun çalışmaları sayesinde geliştirdiği Türkçesi ve oluşturduğu ders müfredatı sayesinde, Hirsch, Ankara Üniversitesi’nde daha ilk günden itibaren öğrencilerine ve diğer akademisyenlere büyük katkı sağlayabilmiş ve önceki emeklerinin ödülünü almaya başlamıştır. Ankara’dayken ayrıca oğlu Enver Tandoğan doğmuştur. Enver adı, elbette Almanya-Türkiye (Osmanlı) tarihi açısından çok önemli bir figür olan Enver Paşa’dan gelmedir; “nur” sözcüğünden türetilmiş ve “aydınlanmış” anlamına gelen bir isimdir. “Tandoğan” ise öz Türkçe bir kelimedir ve “şafak vakti doğan” anlamına gelmektedir. Bu yıllarda iyi Almanca bilen ve sonradan Başbakan bile olan Sadi Irmak ve Prof. Dr. Hüseyin Avni Göktürk’le tanışan ve İşçi Sigortaları Kanunu ile ilgilenen Hirsch, daha sonra ise Türk Hukuk Lûgatı’nın hazırlanmasına katkı yapmıştır.

Hirsch’in anılarının genel bir değerlendirmesi yapıldığında, o yıllarda Türkiye’deki modernist ve devrimci ruhun yoğunluğu ve hızından etkilendiği ve bu ülkede kendisini Yahudi bir Alman olarak son derece rahat hissettiği anlaşılmaktadır. Türkiye’de bilimin gelişimine katkı yapması da Hirsch’i son derece memnun etmiş ve bir devletin sıfırdan yeniden oluşum sürecine katkı yapmak ona büyük heyecan vermiştir. Türkiye’nin bu dönemde teknolojik ve ekonomik açıdan geri bir ülke olmasına karşın Batı dünyasında makbul görülmesi ise, kuşkusuz Büyük Atatürk ve devrimci arkadaşlarının diplomasideki başarısına işaret etmektedir. Ayrıca kanımca bu gibi anı-hatırat eserleri, Türk Siyasal Hayatı yazılırken ve anlatılırken daha fazla değerlendirilmeli ve bu eserlerden edinilen izlenimler ve dönemin ruhu da akademik şablon ve bilgiler dışında öğrencilere sunulmalıdır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[3] Bu kurumun Başkanlığını kendisi de bir dönem Türkiye’de çalışan ünlü Macar akademisyen ve nöropatolog Philipp Schwartz üstlenmiştir. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder