Sayfalar

20 Mart 2017 Pazartesi

Prof. Dr. İlber Ortaylı’dan ‘Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek’


Prof. Dr. İlber Ortaylı (1947-)[1], Türk Tarih Kurumu (TTK) şeref üyeleri arasına girmiş önemli ve şöhretli bir Tarih Profesörüdür. 1970 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Tarih bölümünü bitiren Ortaylı, Viyana Üniversitesi Slavistik ve Orientalistik bölümündeki eğitiminin ardından, yüksek lisans çalışmasını Chicago Üniversitesi’nde Prof. Dr. Halil İnalcık ile yapmıştır. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Tanzimat Sonrası Mahallî İdareler” adlı tezi ile 1974 yılında Doktor, “Osmanlı İmparatorluğu'nda Alman Nüfuzu” adlı çalışmasıyla 1979’da Doçent olan Ortaylı, 1982 yılında devletin akademik politikalarına tepki olarak görevinden istifa etmiştir. Bu dönemde Viyana, Berlin, Paris, Princeton, Moskova, Roma, Münih, Strazburg, Yanya, Sofya, Kiel, Cambridge, Oxford ve Tunus üniversitelerinde misafir öğretim üyeliği yapan ve buralarda seminerler ve konferanslar veren Ortaylı, 1989’da Türkiye’ye dönerek Profesör olmuştur. Ankara Üniversitesi, Chicago Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi gibi üst düzey yüksek öğrenim kurumlarında ders veren ve bir dönem Topkapı Sarayı Müzesi müdürü olarak görev yapan Ortaylı, son yıllarda katıldığı televizyon programları ve popüler tarih kitaplarıyla bir akademisyen için istisnai derecede popüler bir kimse haline gelmiştir. En çok okunan günlük yayınlardan Hürriyet gazetesinde köşeyazıları[2] yayınlanan Ortaylı, ayrıca en çok satan Tarih kitaplarının yazarı olarak da dikkat çekmektedir.[3] Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek”[4] adlı kitabı ise, Timaş Yayınları tarafından ilk kez 2006 yılında piyasaya sürülmüş ve halktan büyük ilgi görerek bugüne kadar yaklaşık 50 baskı yapmış popüler bir eserdir. “Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek”; bilgisinden ve fil hafızası olarak da adlandırılan müthiş hafızasından şüphe edilmeyen Prof. İlber Ortaylı’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Osmanlı devlet idaresinin çok iyi bilinmeyen ya da yanlış bilinen bazı noktalarına değindiği ve dipnotlu akademik bir çalışmadan ziyade sohbet eder gibi herkesin anlayabileceği bir şekilde yazılmış bir eserdir. Bu yazıda, kitapta yer alan bazı önemli noktaları size aktarmaya çalışacağım.

Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek

Kitabın başlarında, Ortaylı, son yıllarda Türk ve Yunan takımları arasındaki spor karşılaşmaları nedeniyle gündeme gelen “Konstantinopolis” kelimesine ve bu konudaki kompleksimize değiniyor ve bunun ne kadar gereksiz olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ortaylı’ya göre; bu konuda Türk milleti gereksiz bir alerji göstermektedir, zira Osmanlı kayıtlarında, İstanbul, yüzyıllar boyunca Konstantiniyye ya da “be makam-ı Konstantiniyye el Mahmiye” yani “Konstantiniyye; korunmuş makam” şeklinde geçmiştir. Osmanlı döneminde, devlet, Büyük Konstantin’in adını taşımaktan dolayı asla yüksünmüş değildir. Ancak Yunanlıların 20. yüzyılda kendi kralları Konstantin ile Büyük Konstantin arasında bir ilişki kurmaya çalışmaları ve “Megali İdea” düşüncesiyle bu muhteşem şehre göz dikmeleri üzerine, bu konuda Türklerde bir hassasiyet oluşmuştur. Ancak Ortaylı’ya göre, günümüzde böyle bir komplekse gerek yoktur ve İstanbul yerine peki hala Konstantinopolis ya da Konstantiniyye kelimeleri kullanılabilir. Osmanlı Devleti’nin bu muhteşem baş şehri, tarihsel süreçte Stinpoli, İslambol, Der-Saadet, Asitane gibi değişik isimlerle anılmış olabilir; ancak sonuçta, her halükarda son Roma İmparatorluğu olan Osmanlı’nın başkentidir ve büyük bir mirasın sahipçisidir.

Kitabın ikinci bölümü Mimar Sinan üzerinedir. Ortaylı’ya göre, devşirme olduğu bilinen ve Hassa Mimarları Ocağı’ndan yetişmiş olan Mimar Sinan, büyük yeteneğinin yanı sıra, farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan Anadolu ve Osmanlı coğrafyasının verimli kültürel atmosferinde yetişmesi sayesinde bugün dünyada ismi hala anılan çok büyük mimar olmayı başarmıştır. Mimar Sinan, aslında bağımsız bir dehadan öte, bir ekolün ve bir medeniyetin temsilcisi ve çok başarılı bir ustasıdır. Yeniçeri Ocağı’na bağlı olan Hassa Mimarları Ocağı’nda tam bir Osmanlı kültürüyle yetişen Sinan ve ölümsüz eserleri, bir anlamda Osmanlı medeniyetinin ulaştığı noktanın kusursuz bir şekilde estetize edilmiş halidir.

Kitabın bir sonraki bölümü Osmanlı’daki devşirme sistemi üzerinedir. Devşirme, kısa bir tarifle, devletin Kapıkulu Ocakları olan Sipahilerle, Yeniçerilerin yenilenmesini temin etmek için ortaya çıkmış bir sistemdir. Devşirme işleminde en çok Hıristiyan köyleri tercih edilmiştir. Ancak Müslüman devşirmelerin sayısı da az değildir. Osmanlı’nın Musevi kompartımanından devşirme aldığı ise görülmemiştir. Bunun anti-Semitizmle ya da Yahudilerin ayrıcalıklı olmasıyla bir alakası yoktur. Osmanlı Yahudileri, çok büyük ölçüde medenileşmiş bir şehir toplumudur ve devşirme işleminde kilit nokta henüz gözü açılmamış köy çocuklarının tercih edilmesidir. Bu nedenle, köylerde yaşayan Hıristiyan ve Müslüman çocukları devşirme sistemi için tercih edilmiştir. Devşirme işlemi birkaç yılda (2-3 yılda) bir yapılır ve devşirme çocuk sayısı beş-altı bini geçmezdi. Yalnızca Balkanlar’dan değil, Orta Anadolu’dan ve Kafkasya’dan da devşirme çocuklar alınmıştır. Tek çocuklu ailelerin ve tek erkek çocuğu olan ailelerin çocukları ise devşirme olarak alınmaz. Dahası, devşirme işlemi öncesi mutlaka köy cemaatinin izni alınırdı. Yani İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” romanındaki gibi 3-5 yaşındaki Hıristiyan çocukları sepete alınıp götürülmezdi. Sağlıklı ve fizyonomisi düzgün parlak gençler (9-15 yaş arası olur genelde), ailelerin rızası alınarak kendi istekleri doğrultusunda devşirmeye alınırdı. Devşirme işlemi yapılırken, çocuğun hangi etnik kökenden olduğuna da bakılmazdı. İlginç bir şekilde aileler de devşirme sistemine sıcak bakmaktaydı. Zira bu yolla çocukları iyi bir eğitim alacak, iyi imkânlarda yaşama şansı olacak ve kendilerine de yardımcı olacaktı. Çok zeki ve güzel olan devşirme çocuklar ise Enderun mektebine alınırlardı. Ancak Enderun’la alakalı olarak çıkarılan “oğlanlar” sözü, Ortaylı’ya göre gerçek değildir. Birçok Avrupalı gözlemcinin de ifade ettiği gibi bu çocukların seçiminde gösterilen özen nedeniyle, dünya tarihinde hiçbir devletin protokolü Osmanlı kadar göz alıcı olmamıştır. Kısaca, devşirme bir hayat tarzı ve imparatorluk sistemidir. Devşirilen çocuklara Türkçe ve İslam dini öğretilir. Din eğitimi, İlber Ortaylı’ya göre rafine bir medrese eğitimi değildir; daha çok bir köylü dindarlığı düzeyindedir. Devşirmelik, 17. yüzyıldan itibaren azalmış ve daha sonra yavaş yavaş tamamen ortadan kalkmıştır.

Osmanlı’daki aile kurumu da Ortaylı’nın bu kitapta yer verdiği konular arasındadır. Osmanlı’nın heterojen toplumsal yapısında doğal olarak çok farklı yapılanmalar var olmuştur. Ancak Ortaylı’ya göre, aile kurumu her şeye rağmen bu toplumda bir yeknesaklık arz etmiştir. Müslüman-Hıristiyan-Yahudi, Türk-Kürt-Arap-Rum-Ermeni fark etmeden, Osmanlı’da aile daima toplumun temel taşı olmuştur. Bunun iki önemli sebebi vardır. Birincisi, devlet nezdinde, aile, esas üretim dolayısıyla vergilendirme birimidir. Dolayısıyla, devletin tebaa ile temasa geçtiği idari ünite ailedir. İkincisi, toplum nezdinde de aile toplumun temel taşıdır. Her ne kadar Osmanlı toplumunda kadın daima ikincil durumda olsa da, toplumsal yaşamda aile daima temel ünite ve asıl mektep olmuştur. Bireyler ailede yetişir, toplumsal normları, ananeleri ve devlet kaidelerini ailede öğrenirler. Osmanlı ailesi, sosyolojik değerlendirmelerde “cemaat tipi aile” olarak tanımlanmasına karşın, İlber Ortaylı’nın belirttiği üzere, 19. yüzyıldan itibaren büyük şehirlerde “çekirdek aile” daha ön planda ve yaygındır. Osmanlı ailesi, mahalli kültürün ve folklorun yaşadığı bir yerdir. Osmanlı toplumunda hangi dinden olursa olsun, her cemaat, masallarla, perilerle, masallarla büyür ve bunlar büyük ölçüde birbirine benzer. İmparatorluk mirası her ailenin ve her bireyin içine işlemiştir. Zor zamanlarda ilk sığınılacak kapı yine aile evi yani baba ocağıdır. Osmanlı ailesinin değişmesi Tanzimat’la başlar. Kadının yavaş yavaş hayata girmesi, tahsil görmesi ve çalışması nedeniyle ekonomik roller ve dolayısıyla aile yapısı değişmeye başlamıştır. Aile kurumunda başlayan bu modernleşme, İttihat ve Terakki döneminde çıkarılmaya çalışılan aile hukuku ve kadınların cephedeki erkeklerin yerine fabrikalarda çalışmaya başlaması ile devam etmiş, Cumhuriyet döneminde kabul edilen Medeni Kanun ile de kadın yasal olarak erkekle eşit konuma yükseltilmiştir.

İlber Ortaylı’nın “Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek” kitabında üstünde durduğu bir diğer konu ise Bab-ı Ali’dir. Aslında daha çok matbuat için kullanılan bu söz, Osmanlı’da doğrudan doğruya hükümeti ifade etmek için kullanılırdı. Bab-ı Ali, 19. asırda talebelerin, yani bir nevi devlet kapısına yönelen insanların yetiştiği muhitti. Divan-ı Hümayun ve Bakanlıklar buradaydı. Normalde sefaretlerin Bab-ı Ali’de olması beklenirken, şaşırtıcı bir şekilde bir tek İran sefareti buradadır. Avrupalı devletler, Büyükelçilikleri için Beyoğlu tarafını tercih etmişlerdir. Bab-ı Ali, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli olaylara sahne olmuştur. Örneğin, Bab-ı Ali Baskını ve Tan Gazetesi Baskını burada yaşanmıştır. Cağaloğlu olarak da bilinen Bab-ı Ali’nin diğer ismi ise Çağalazade Sinan Paşa’dan gelmektedir.

Kitabın en ilgi çekici bölümlerinden birisi de Fatih Sultan Mehmet üzerine yazılan kısımdır. 30 Mart 1432’de Sultan 2. Murat’ın oğlu olarak dünyaya gelen veliaht olması bile şüpheli genç çocuk, ağabeyinin ölümü ve gelişen olaylar üzerine çok genç yaşta tahta çıkmak zorunda kalmıştır. Yerini babasına terk ederek Saruhan Sancak Beyliğine çekilen Fatih, gerçekten de ileride tahta yeniden çıktığında tarihin akışını etkilemiş çok önemli bir kişidir. Fatih, 21 yaşında o zamanlar dünyanın metropolü sayılan İstanbul’u fethetmiştir. Bu amacına ulaşmak için, Boğazkesen Hisarı’nı yani Rumeli Hisarı’nı dört ay içinde inşa ettirmiştir. İstanbul’un fethi, yalnızca Türkler ve Müslümanlar açısından önemli bir olay değildir. Tarihte yeni bir sayfa açmış ve modern ateşli silah ve askeri tekniklerin kullanıldığı Rönesans tipi bir savaşın doruk noktası olmuş insanlığa mal olmuş bir olaydır. 53 gün süren bu savaş, gerçekten de Orta Çağ’ı kapatmış ve Yeni Çağ’ı başlatmıştır. Bu savaşla daha sonradan Bizans İmparatorluğu olarak anılmaya başlayan Doğu Roma İmparatorluğu silinmiş, yerini Büyük Roma İmparatorluğu’nun son mirasçısı kabul edilebilecek Osmanlı İmparatorluğu’na bırakmıştır. Daha önce Katoliklerden ve Haçlılardan çok çekmiş Doğu Roma’nın Gennadios gibi ruhani liderleri, fetih sonrası “bu memlekette Frenk’in ekmeğindense Türk’ün sarığını ve kılıcını tercih ederiz” demiştir. Fatih, şehir teslim edilmediği için, fetihten sonra ganimet amacıyla şehrin üç gün yağmalanmasına müsaade etmiştir. Ancak son İmparator Konstantin Paleologos’un anısına dini bir tören düzenlemiş ve kendisine gereken saygıyı göstermiştir. Osmanlı Devleti bu fetih ile bir imparatorluk yani arbiter mundi (dünya hâkimi, dünya hakemi) olmuştur. Osmanlı’nın devlet ve toplum nezdinde imparatorluk şuuruna ulaşması da ancak İstanbul’un fethi ile mümkün olabilmiştir. İlber hocanın üzerinde durduğu bir diğer konu da Fatih Sultan Mehmet’in dini tercihleri üzerinedir. Çeşitli kaynaklarda Fatih’in Hıristiyan ve Hurufi olduğu yönünde iddialar vardır. Fatih’in Papa 2. Pius’un mektubuna iltifat ettiği ve Fazlullah’ın Hurufileri ile yakın ilişkileri olduğu doğrudur; ancak bunların nedeni Fatih’in dini eğilimlerinden çok onun kozmopolit davranışlara meyil eden büyük bir imparator, büyük bir politikacı ve büyük bir kültür adamı olmasından kaynaklanmaktadır. Ortaylı’ya göre, Fatih Sultan Mehmet, tam bir Rönesans senyörüdür. Kendisi Arapça ve Farsça’nın yanı sıra Rumca ve Latince de bilen çok kültürlü bir insandır. Coğrafya ve tarihle ilgilenmiş, hatta Troya’ya merak sarmıştır. İtalya’yı ve İtalyan kültürünü de çok iyi bilmektedir. Kısaca, Fatih, Batı’ya karşı kompleksi olmayan bir doğuludur. Doğuludur, ancak aynı zamanda Batı’yı bilir ve sever. Bu nedenle, aynı Mustafa Kemal Atatürk gibi Batı’da en çok korkulan ve nefret edilen liderlerden biri olmuştur. Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı kültürel ve bilimsel hayatını da oldukça geliştirmiştir. Osmanlı tarih yazıcılığı onun döneminde gelişmiş ve kurumsallaşmıştır. Saray protokolünü de yeniden düzenleyen Fatih, bir Roma imparatoru mirasçısı olarak Rum Patrikhanesi’ne çeşitli imtiyazlar vermiş ve gerçek bir imparatorluk şuuru ile siyaset yapmıştır. Onun evrensellik düşüncesinin temelleri, “gökteki güneş nasıl tekse dünyada da tek devlet, tek din olmalı” sözünden anlaşılabilir.

Prof. Dr. İlber Ortaylı, Osmanlı Padişahlarına ve çeşitli özelliklerine de kitabında bir bölüm ayırmıştır. Ortaylı’nın da belirttiği üzere, Padişahların her biri zanaat ve fen sahibi kimselerdir. Mesela cihan hâkimi Kanuni Sultan Süleyman, çok becerikli bir kuyumcudur. Üçüncü Murat en büyük ve en uzun divan sahibi olan şairlerdendir. Dördüncü Murat, büyük bir sporcudur. Çok iyi güreşir, ok atar ve şaşırtıcı şekilde sporculuğunun yanı sıra güzel yazı yazan bir hattattır. Dördüncü Mehmet’in ise avcılığı meşhurdur. Üçüncü Ahmet büyük bir hattattır. Üçüncü Selim, bilindiği gibi çok önemli bir bestekârdır. İkinci Mahmut da iyi bir müzisyendir. İkinci Abdülhamit ise ince bir marangozdur. Beşinci Murat da çok iyi bir piyanisttir. Osmanlı Padişahları ve hatta Osmanlı Paşaları, büyük ölçüde çeşitli konularda yetenekleri olan kimselerdir. Ancak devlet idaresi tabii ki bambaşka bir meziyettir.

Kitabın önemli bulduğum bir diğer kısmı Divan-ı Hümayun üzerinedir. Divan-ı Hümayun, Farsça bir tabir olup, ”İmparatorluk kurulu” şeklinde dilimize çevrilebilir. Divan-ı Hümayun, Osmanlı Devleti’nin başlangıcından beri Osmanlı hükümdarlarının başkanlığında toplanan bir kurul olmuştur. Rivayetlere göre, eskiden (devletin kuruluş döneminde) bu toplantılar halkın önünde yapılmaktadır. Ancak devlet büyüdükçe, hükümdarların halkla yüz göz olması sorun yaratmış, bu nedenle Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren kurul halkın içinden çekilmiş ve hükümdarlar toplantıları ayrı bir hücreden takip etmişlerdir. Toplantı dağıldıktan sonra Vezir-i Azam ve ilgili kurul üyeleri Babüssaade’yi geçerek arz odasına girmekte ve Padişah’a konuşulanları iletmektedirler. Telhis adıyla bilinen evrak, başvezirin Padişah’a yazılı olarak verdiği ve Padişah’ın Hatt-ı Hümayun şeklinde bildirdikleri Divan-ı Hümayun’dan çıkmış önemli yazılı emirlerdir. Divan-ı Hümayun, imparatorluğun yönetildiği kurumdur. Burada alınan kararlar hukuken olmasa da fiiliyatta geçerlidir. Divan-ı Hümayun üyeleri sırayla Vezir-i Azam, 1., 2., 3., 4. vezirler, Anadolu ve Rumeli Kazaskeri Efendileri, Yeniçeri Ağası, Kaptan-ı Derya ve Nişancı’dır. Şeyhülislam, Divan’ın üyesi değildir. Divan, Cuma günleri toplanmaktadır. Divan, 18. asırdan itibaren önemi kaybetmeye başlamıştır.

Kitapla ilgili önemli bulduğum son bölüm ise Enderun üzerinedir. Enderun, Farsça anlamıyla “iç kısım” demektir. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde Babüssade’den girince arz odasının sağ ve solunu ve oradaki avluyu içeren kısma “Enderun avlusu” denmektedir. Burada kapıdan girince, sağda kalan kısım Enderun’un ilk odalarıdır. Enderun, sivil saray ağalarının yetiştirildiği ve hizmet gördüğü yerdir. Bir kapısı da Harem’e açılmaktadır. Enderun’a alınan çocuklar, fiziksel ve zekâ olarak özenle seçilmiştir. Edirne Sarayı ve Galata Sarayı gibi kurumlardan seçilerek saraya getirilirler. Enderun’da çetin bir hayat yaşanmıştır. Buraya gelen çocuklar, Türk-İslam kültürüyle sıkı bir eğitime tabi tutulur, ilim, sanat ve adab-ı muaşeret kurallarını öğrenirler. Her hareketleri zarif ve imparatorluk ihtişamına uygun nitelikte olmalıdır. Bu nedenle, her hizmetleri bir çetin bir sınavdır. Birçok Osmanlı mareşali Enderun’dan çıkmadır. Enderun, bir anlamda aristokrasinin ırsi olmasa da eğitimle, liyakatle yaratılabileceğini gösteren bir okuldur. Bu nedenle, “imparatorluk okulu” benzetmesi Enderun’a çok yakışacaktır. 19. yüzyılda modern teknik okullarının açılmasıyla Enderun’un önemi azalmıştır.

İlber Ortaylı, kitapta bu konuların yanında Osmanlı mutfağı, Osmanlı seyahatnameleri, İstanbul’da ulema semtleri, Osmanlı Paşaları, Osmanlı kadısı, Sultanahmet, Osmanlı idare sisteminde bağımsız eyaletler ve Asar-ı Atika gibi konulara değinmiştir. Kitabın son bölümünde ise, Ortaylı, son Roma İmparatorluğu olarak nitelendirdiği Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasına günümüzde yeterince sahip çıkamamamızı eleştirerek tarihi semtlerin ve binaların korunması gerektiğini ve arkeolojik çalışmalara önem verilmesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Bir diğer eleştiri konusu da Osmanlı Devleti ve sistemi hakkında yeterince iyi araştırma yapmamamız ve bilgi sahibi olmamamızdır. Sonuç olarak, Tarih bilimini sevdirmek ve yanlış bilgilerden arındırmak adına Ortaylı’nın sohbet diliyle yazılmış bu tarz kitaplarının faydalı olduğu söylenebilir. Ancak bu tarz kitapların yeterince iyi denetimi yapılmadan basılan ve birçok imla ve maddi hatası olan baskıları da bulunabilmektedir. Bu nedenle, bu tarz kitapları kitapçılardan veya internet sitelerinden almak gerekmektedir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder