Sayfalar

18 Mart 2017 Cumartesi

Prof. Dr. Emre Kongar'dan 'Tarihimizle Yüzleşmek'


Prof. Dr. Reşit Emre Kongar (d. 13 Ekim 1941, İstanbul), ünlü bir Toplumbilimi (Sosyoloji) Profesörüdür.[1] Kitapları, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan köşeyazıları, zaman zaman katıldığı ve sunduğu televizyon programları ve renkli kişiliğiyle Türkiye’deki seküler muhalefetin sembol isimlerinden olan Kongar, 15 Ocak 1996’da Federal Almanya Devleti tarafından “Üstün Hizmet Madalyası Büyük Liyakat Haçı”yla, 1 Şubat 1996’da İtalya Devleti “Commandatore Madalyası”yla ve 15 Şubat 1996’da Polonya Devleti “Commandor Nişanı”yla ödüllendirilmiş dünya çapında tanınan bir bilim insanıdır. Türk siyasal tarihi ve Türk toplumunun birçok farklı yönünü eserlerinde inceleyen Kongar’ın en önemli eserlerinden birisi de, Remzi Kitabevi'nden piyasaya sürülen ve geçtiğimiz yıllarda müthiş bir satış grafiği yakalayan popüler tarih kitabı “Tarihimizle Yüzleşmek”tir.[2] Bu eser, Türk siyasal tarihindeki birçok tartışmalı tarih olayına çok detaya girmeden resmi tarih tezlerinin dışında açıklamalar getiren ve bu açıklamaları önemli kaynaklara (İslam Ansiklopedisi ve Türk Ansiklopedisi gibi) dayandırarak yapan önemli bir çalışmadır. Prof. Emre Kongar, bu değerli çalışmasını, tarihi doğru ve nesnel gerçeklere dayandırmak ve özellikle 12 Eylül sonrası taraflı ve gerçekten uzak bir şekilde yazılan resmi tarihi ve “ezber bozmak” retoriği arkasında gizli emperyal siyasi planlar doğrultusunda hazırlanan ısmarlama tezleri çürütmek için yazdığını ifade ediyor. Ayrıca Kongar, 11 Eylül saldırıları sonrasında Büyük Orta Doğu Projesi bağlamında hızla yükselen siyasete ve tarihe din perspektifinden bakışı ve etnik milliyetçiliği (özellikle ayrılıkçı ırkçılık) de şiddetle eleştiriyor ve modernizm düşmanlarının teokrasi veya faşizm bataklığına düşme tehlikelerini gözler önüne seriyor. Şimdi kitapta yer alan önemli iddialara göz atalım.

Tarihimizle Yüzleşmek

Kongar, kitabına resmi tarih yazımına ilişkin üç temel hatayı saptayarak başlıyor. Birinci hata, tarihin insanların benimsedikleri ideoloji doğrultusunda saptırılmasıdır. Ülkemizde resmi tarih, özellikle 12 Eylül sonrası Aydınlar Ocağı’nın etkisiyle Türk-İslam sentezi çizgisinde yazılmış ve buna tepki olarak gelişen gayri resmi tarih tezlerinde de din ve milliyetçiliğin Osmanlı Devleti’nin çöküşündeki rolü abartılarak ortaya konulmuştur. Nasıl resmi tarih Osmanlı Devleti’ni dünyanın en hoşgörülü, yardımsever devleti gibi takdim ediyorsa, gayri resmi tarih tezlerinde görülen “İslamofobi” ve Osmanlı’nın çöküşünü Türklerin ve İslam’ın geri kalmaya mahkum olmasına bağlamak gibi saçma düşünceler de Kongar için aynı derecede tehlikelidir. Tarih yazımında ikinci temel hata, insanların tarihteki olay ve olguları tarih ve dünya bağlamı dışında, dünya konjonktüründen ve tarihsel süreçlerden yalıtarak incelemesidir. İşte bu hata nedeniyle, Ermeni Sorunu, Türk-Rus ilişkilerinden ve Avrupa emperyalizminden bağımsız bir şekilde irdelenmeye çalışılmakta ve tarihsel süreçler görmezden gelinmektedir. Üçüncü temel hata ise, geçmişin bugünkü kavramlar ve terimlerle irdelenmesi ve değerlendirilmesi, yani anakronizm yapılmasıdır. İşte bu hata nedeniyle de, Avrupa’da faşizm ve anti-Semitizm’in dorukta olduğu 1920 ve 1930'larda ortaya çıkan Kemalist milliyetçiliğin sivil boyutu görmezden gelinmekte, dünyadaki benzer ulus-devlet yaratma süreçleri incelenmemekte ve garip bir şekilde Mustafa Kemal “faşist” ilan edilebilmektedir.

Kitabın başlarındaki ve en çok tartışma yaratan iddia, “Türkler Müslümanlığı kılıç zoruyla kabul etti” tezidir. Kongar, bu bölümde İslamiyet'i küçümsemek ya da kötülemek gibi bir amaçtan ziyade, Türklerin İslamiyet öncesi de bir tarihleri olduğunu ve İslam’a geçişlerinin resmi tarihte anlatıldığı gibi basit bir süreçten oluşmadığını göstermek istemiştir. Mesela resmi tarih yazımındaki birinci hatalı nokta, Talas Savaşı’nda Türklerin Arapların yanında savaştığı iddiasıdır. Oysa her ne kadar Türklerin önemli bir bölümü Araplarla beraber Çinlilere karşı savaşmış olsalar da, birçok Türk boyu da Çinlilerin yanında savaşa girmiştir. Ayrıca 700’lü yıllarda Horasan’da birçok Arap komutanı Türkleri kılıçtan geçirmiştir. Kongar’a göre; yapısal-tarihsel koşullar incelendiğinde, Türklerin İslam’a geçişlerinin kılıç zoruyla olması ne Türkleri, ne de İslam’ı küçültmez ve bu durum tarihsel bir koşul ve gerçekliktir. Zira Orta Çağ, dinlerin siyasal parti işlevi gördüğü bir dönemdir ve tek tanrılı dinlerin en belirgin yayılma özelliği de savaştır. Bu noktada Kongar’ın iddialarını kanıtlamaya çalışırken kullandığı eserler ise Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk” kitabı ve İslam Ansiklopedisi’dir.

Kongar'ın kitabının başlarında yer alan bir diğer önemli iddiası, “İslam'da ilk laiklik tohumlarını Türklerin ekmesi” üzerinedir. Kongar, önce İslam tarihinde yer alan mezhep ve liderlik savaşlarının aslında bir iktidar kavgası olduğunu göstermeye çalışmakta, daha sonra ise Selçuklular’dan başlayarak Türklere özgü Müslümanlık anlayışında ortaya çıkan dünyevi-uhrevi ayrımına dikkat çekmektedir. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Büveyhoğulları’nın zulmünden bıkmış halife Kaaim Biemrillah’a sahip çıkması, Kongar’a göre bir anlamda din işlerinin başkanı ve dünya işleri yönetiminin başkanının ayrılmasının Türk Müslümanlığındaki ilk önemli ispatıdır. Laiklik, hiçbir semavi dinin özünde yer almamasına karşın, gelişen dünya ve değişen koşulların etkisiyle yaygın Türk-İslam geleneği Kongar’a göre daima laikliğe yakın bir çizgide olmuştur. Osmanlı’da Şer’i hukukun yanı sıra örfi hukukun bulunması buna örnek gösterilebilir. Günümüzde Türkiye’nin yüzde 99 oranındaki Müslüman halkıyla beraber laik ve modern bir devlet olarak ayakta durmaya çalışması, “Müslümanlık laikliğe uygun değildir” iddialarına en güzel cevaptır. Kısaca Kongar’a göre; “Türk Müslümanlığı Arap Müslümanlığından farklıdır”. Türkler Müslüman olduktan sonra Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaşi Veli’nin, Mevlana’nın, Yunus Emre’nin hümanist yaklaşımlarından etkilenmişler ve daha hoşgörülü, daha az dogmatik bir inanç anlayışı benimsemişlerdir. İslam’ın hoşgörüsünü ve eleştiriye dönük yüzünü yansıtan Bektaşilik de, Osmanlı’nın dâhice kullandığı ancak Yeniçeri Ocağı’nın yozlaşması sonrası ortadan kaldırılmasıyla yeniden zulme uğramış Türk-İslam geleneğine özgü bir mezhep ve inanıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Vahdettin’in Şeyhülislamı Dürrizade Abdullah’ın Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öldürülmelerinin meşru ve farz olduğuna dair verdiği fetvaya karşın, Alevi Dedesi Cemalettin Çelebi’nin kardeşi Veliyettin Çelebi’nin Kurtuluş Savaşı’na verdiği destek de bu noktada görmezden gelinemez. Günümüzde Türkiye’de Lacan’cı bir yokluk hissi çerçevesinde dogmatik inanışlar ve teokratik bir yönetim peşinde koşanlar siyasal İslam’ın Türkiye’de oldukça yeni bir hareket olduğunu ve Türk Müslümanlığının Arap Müslümanlığı'ndan farklılıklarını anlamalıdırlar.

Kongar’ın bir diğer dikkat çektiği nokta “Türklerin Anadolu'ya girmesinde dördüncü Haçlı Seferi'nin oynadığı rol”dür. Dördüncü Haçlı Seferi sonrası Katolik-Latin kökenli Batı Avrupa güçleri Ortodoks Bizans’ı fethetmiş ve Bizans, tam 57 yıl boyunca işgal altında yaşamıştır. Bizans’ın zayıflaması, Osmanlı Beyliği’nin yükselmesinde direk bir rol oynamış ve buna da Dördüncü Haçlı Seferi neden olmuştur. Yine Kongar’a göre, Bizans istemeyerek de olsa Osmanlıların yükselişine en büyük desteği veren devlet olmuştur. Taht kavgalarıyla uğraşan Bizans hükümdarı Kantakuzen’e yardım eden ve karşılığında kızıyla evlenen Orhan Bey, Çimpe Kalesi’ni bu yolla almış ve bu sayede Osmanlı Beyliği’ne Trakya’da genişleme yolu açılmıştır. Dördüncü Haçlı Seferi sonrası Bizans’ın Vatikan’la yaşadığı mezhep sorunları ve kötü ilişkiler, Kongar’a göre İstanbul'un fethinde de Osmanlı Devleti’ne yardımcı olan en önemli faktördür. Papaz Georgios Scholarios ya da sonraki ismiyle "Gennadius", ünlü "Konstantinople'da kardinal şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim" sözünü işte o dönemlerde söylemiştir.

Prof. Dr. Emre Kongar’ın üzerinde durduğu bir diğer çok önemli konu Fatih Sultan Mehmet’in tarihteki rolüdür. Kongar’a göre; Fatih, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bir Rönesans figürü ve çağdaşlaşmanın kurumsallaşmasını sağlamış büyük bir ilerici liderdir. Profesör Kongar’ın düşüncesinde, Osmanlı-Türk tarihinde üzerinde durulması gereken iki büyük dahi lider Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk’tür. Fatih Sultan Mehmet, Kongar’a göre küçük bir beylikten dünyanın ve tarihin akışını değiştirebilen büyük ve güçlü bir imparatorluk yaratmıştır. Fatih, bunu başarmak için öncelikle Osmanlı İmparatorluğu ve Anadolu’da Osmanlı ailesine rakip olabilecek Müslüman-Türk ailelerinin gücünü sınırlamış ve İstanbul’un fethi sonrası Ortodoks Hıristiyanları koruması altına almıştır. Bu sayede, Fatih, Hıristiyanların mezhep kavgalarından yararlanarak ve Ortodokslarla bir ittifak yaparak imparatorluğu Katolik güçlerden korumayı başarmıştır. Taht kavgalarını önlemek adına şehzade katlini meşrulaştırmış, devlet yapısını kurumsallaştırmış, merkezi yapıyı güçlendirmiş ve getirdiği yeniliklerle adeta bir kültürel devrim yapmıştır. İşte tüm bu nedenlerle, Emre Kongar’a göre, Türk modernleşmesinin sekteye uğratılmış tarihi Fatih Sultan Mehmet ile başlar.

Kongar’ın tarihimizle yüzleşmek kitabında işlediği bir diğer önemli konu ise Osmanlı’yı çökerten dış borç sürecinin Kırım Savaşı ile başlaması üzerinedir. 1853-1856 yılları arasında cereyan eden bu savaş, resmi tarihte bir zafer olarak anlatılmasına karşın, Kongar’a göre Osmanlı’nın mali, siyasi ve fiili çöküşünü yaratan dış borç mekanizmasını başlatan gerçek bir felakettir. Kırım Savaşı’nın esas sebebi, Osmanlı’nın yani "hasta adam"ın paylaşılması olarak da nitelendirilebilecek "Doğu Sorunu"dur. 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret antlaşması ile İngiliz kontrolüne giren Osmanlı üzerinde kendi hâkimiyetini kurmak isteyen Rusların Ortodoks tebaanın haklarını savunmak bahanesiyle Eflak ve Boğdan’ı işgal etmesiyle başlayan Kırım Savaşı, Florence Nightingale’in yer aldığı ve ilk kez fotoğraf makinesinin kullanıldığı savaş olarak da hatırlanabilir. 19. yüzyıla kadar dış borç almamayı kendine ilke edinmiş Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı süresince büyük bir dış borç batağına saplanmış ve bu borçlar ancak 1954 yılında Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından tamamıyla ödenebilmiştir. Bu noktada Kongar’ın dikkat çektiği bir diğer önemli konu ise, İsmet İnönü’nün büyük gayretleriyle Lozan’da Osmanlı borçlarının Türkiye Cumhuriyeti dışında kalan ülkelere de paylaştırılması, ancak Yunanistan, Suudi Arabistan ve Arnavutluk gibi ülkelerin bu borçları hiç ödememiş olmalarıdır. Kırım Savaşı’nın Osmanlı’nın yıkılmasındaki rolü büyük de olsa, Profesör Emre Kongar, esas yıkılışın 1881 yılında Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasıyla gerçekleştiğini düşünmektedir. Zira borç batağına giderek saplanan Osmanlı, bu gelişmeyle beraber yönetimini de tamamen yabancı finans kaynaklarının denetimine bırakmıştır.

Osmanlı’nın çöküşünü bu ekonomik gelişmelerle anlatan Kongar, bir takım tezleri de çürütmektedir. Bu konuda birinci garip iddia, İmparatorluğun doğal sınırlarına ulaşmış olmasıdır. Ancak Budapeşte ve Viyana’ya kadar uzanan sınırların neden Berlin’den geçmediği açıklanabilir bir olgu değildir. Kongar’a göre; İslam’ın dogmatik ve reaksiyoner yapısı üzerinde duran tezler, Hıristiyanlığın yapısını görmezden gelmektedir. Unutulmamalıdır ki, Galile’yi yargılayan bir engizisyon mahkemesidir. Bir diğer saçma iddia ise, Osmanlı Padişahlarının yabancı ve gayrimüslim kadınlarla evlenmesi ve Osmanlı soyunun kirlenmesi konusundadır. Kongar’a göre; bu saçma iddiaların ötesinde Osmanlı’nın çöküşüne tarihsel diyalektikte Amerika’nın keşfi ve bu sayede Batı’nın başlattığı büyük ilerleme projesine (Aydınlanma, Endüstri Devrimi) Osmanlı’nın ayak uyduramaması neden olmuştur. Osmanlı devlet yapısında bulunan "değişmezlik" de, bireylerin ve sosyal grupların iktidara ortak olmalarını kolaylaştıracak mekanizmaları (mesela toprak mülkiyeti) engellediği için, Osmanlı'nın çöküşündeki en önemli etkenlerden biridir. Bu ekonomik nedenlerin sonucunda oluşmuş milliyetçilik akımları da doğal olarak Osmanlı’nın çöküşündeki başlıca aktörlerden birisidir. Yani Kongar’a göre; Osmanlı Devleti’nin çöküş sebebi tarihin acımasız diyalektiğinin doğal bir sonucudur ve spesifik bir nedene ve tarihsel aktörlere bağlanamaz.

Kongar’ın kitabında yer verdiği bir diğer önemli konu da "Ermeni Sorunu"dur. Kongar, dünya üzerindeki birçok tarihçinin de reddettiği "Ermeni Soykırımı" tezini, kitabında hukuki, tarihsel ve siyasi yönlerden çürütmektedir. Konunun tarihsel arka planını anlamak açısından Osmanlı-Rus ilişkileri konusundaki birkaç noktaya parmak basalım. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı-Ermeni ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. Bu antlaşmanın 7. maddesi uyarınca, Rusya, Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan tebaanın koruyuculuğunu üstleniyordu. Rusya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzunu arttıran bu madde nedeniyle, Batılı güçler Kırım Savaşı’nı çıkarıp Osmanlı'ya Rusya karşısında destek vererek, 1856 Paris Antlaşması ile Rusya’nın bu imtiyazını kaldırdılar. Böylece, Avrupalı güçler Ermeni tebaanın korunması yetkisini de kendi üstlerine almış oldular. Yani Osmanlı Devleti’nin üzerindeki Rus nüfuzu Avrupa devletleri lehine kırılıyor ve Osmanlı’nın yıkıma gidecek kaçınılmaz sonu sahne almaya başlıyordu. Bu senaryoda Ermeni Sorunu da Avrupa tarafından mükemmel bir şekilde kullanılacaktı. Avrupalı güçler ve Rusya, bu süreçte aykırılıkçı Ermeni gruplarını kışkırtmış ve aktif olarak desteklemiş, bu yolla Osmanlı’yı işgal etmek için meşru bir sebep yaratmak istemişlerdir. Buna ek olarak, Ermeni Devleti’nin kurulması amacıyla 16. yüzyıldan bu yana bir Türk şehri olan Erivan ve çevresinde nüfus yapısını da değiştirmeye çalışmışlardır. Erivan’da 1897 yılında nüfusun yüzde 52’si Türk ve yalnızca yüzde 37’si Ermeni iken, 1932 yılında tüm yaşananlar sonrası Türk nüfusu yüzde 6,3’e kadar düşmüştür. Bunlara ek olarak, Ermeni Sorunu’nu körükleyen bir de Amerikalı misyonerler olayı vardır. Ermeni çeteleri, yalnızca 1895 yılı Eylül ve Aralık ayları arasında Amerikan misyonerlerin yönettiği 24 isyan çıkartmışlardır. Ermeni terörizmi öyle boyutlara ulaşmıştır ki, 1896 yılında Galata’da Osmanlı Bankası bu çetelerce basılmış ve 1905 yılında Sultan İkinci Abdülhamit’e bombalı bir suikast düzenlenmiştir. Birinci Dünya Savaşı’na umduğundan erken giren Osmanlı Devleti, üç cephede (batıda İngiliz ve Fransızlar, doğuda Ruslar ve güneyde İngilizler) savaşırken, Ermeni çeteleri de Anadolu’da birçok yerde isyan başlatmış ve Müslüman halkı Türk-Kürt demeden katletmiştir. İşte “tehcir kanunu” olarak bilinen zorunlu göç yasası, bu koşullar içerisinde çıkarılan ve devletin ayakta kalması için son derece gerekli bir karardır. Zaten İngilizler tarafından Malta’ya sürülmüş Osmanlı idarecileri de, tehcir kanununun soykırıma yorulabilecek bir yönü bulunmadığı ortaya çıktığı için daha sonra serbest bırakılmak durumunda kalmışlardır. Asala terörizmi ile 1980’lerde yeniden ortaya çıkan ve şu an Avrupa parlamentolarında yasalaşma sürecini yaşayan Ermeni Soykırımı iddiaları, Kongar’a göre gayet planlı ve sistematik bir şekilde Türkiye’yi zayıflatmak ve küçültmek için ortaya sürülmektedir. 28 Ocak 2006 tarihinde Taşnaksütyun Partisi sözcüsü Giro Manoyan’ın "Türkiye’den ileride toprak talebinde bulunabiliriz" sözü, Kongar’a göre herşeyi ortaya koymaktadır. Kongar, ayrıca Ermeni yanlısı “Mavi Kitap” (Blue Book) ve Henry Morgenthau’nun anılarının sahte ve taraflı kaynaklar olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, Kongar’a göre Ermeni Soykırımı iddiası gerek çıkışı, gerekse kullanılışı itibariyle Anadolu’nun paylaşılması mücadelesinden bağımsız açıklanamaz ve Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanmış olaylar karşılıklı trajik bir “mukatele” olayı olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla, soykırım iddiaları tamamen politik ve tarihsel gerçekliğe aykırıdır.

Emre Kongar'ın kitabında yer verdiği bir diğer önemli konu ise İkinci Abdülhamit hakkındadır. Kongar’a göre; genelde “Ulu Hakan” ya da “Kızıl Sultan” perspektiflerinden anlatılan Abdülhamit, aslında ne Kızıl Sultan, ne de Ulu Hakan’dır. Abdülhamit, istibdat rejimini yaratan baskıcı uygulamalarına ve Meşrutiyet’e karşı tavrına karşın, birçok modernleşme projesine de imza atmış ilginç bir liderdir. Kongar’a göre; Abdülhamit, çökmekte olan bir İmparatorluğu yönetmeye çalışan ve dönemsel koşulların etkisiyle başarısız kalmaya mahkûm bir Padişahtır. Kitapta yer alan en önemli bölümlerden birisi de, “Vahdettin hain miydi” tartışmaları üzerinedir. Kongar’a göre; Vahdettin İstanbul’dan savaş gemilerine binerek kaçtığı için İngilizler için hain değil bir müttefik, ancak Kurtuluş Savaşı’nı yapanlar ve destekleyenler için bir hain olmak durumundadır. Vahdettin’in böyle bir son istememiş olması, onun içine düştüğü koşulları ve durumu değiştirmez. Emre Kongar’a göre; Kurtuluş Savaşı öncesi ülkenin içinde bulunduğu umutsuz ve çok sefil durum Vahdettin’i İngiltere’den medet ummaya yönlendirmiş olabilir, ancak İngilizlere bütünüyle boyun eğmesi ve Kurtuluş Savaşı’na karşı mücadeleye girişmesini affetmek mümkün değildir. Kongar, kitabında belgelerle ve kronolojik olarak Vahdettin’in Milli Mücadele’ye ihanetini gözler önüne sermektedir.

Kitabın son bölümleri ise Mustafa Kemal'in devrimci kişiliğine ve yalnızlığına ve ülkemizdeki sivil-ordu ilişkilerine ayrılmıştır. Kongar, bu bölümde Kurtuluş Savaşı kahramanlarının önemli bir bölümünün hilafetçi olduğunu samimiyetle ve dürüstçe ortaya koyarken, Kemalist Devrim’in Jakoben yapısını da kabul etmektedir. Ancak bu modernleştirici üstten inmeciliği şiddetle eleştirenler, feodal bir düzen içerisinde demokratik bir cumhuriyet kurmanın başka türlü imkânsız olduğunu görmezden gelmektedirler. Osmanlı Devleti’nin 300 yıllık geri kalmışlığının dönemin diğer entelektüelleri gibi farkında olan Mustafa Kemal, genç yaşlarından itibaren yeni bir devlet modeli peşinde olmuştur. Kurtuluş Savaşı sonrası önünde çok uygun hilafet seçeneği ve komünizm ve faşizm gibi seçenekler varken Cumhuriyet rejimini seçmiş olması, Kongar’a göre Cumhuriyetçilerin gerçek hedeflerinin bir demokrasi kurmak olduğunun bir ispatıdır. Kongar’ın da belirttiği gibi, işte Türkiye’de sivil-ordu ilişkilerini şekillendiren olay, Anadolu’nun bu birkaç asırlık geri kalmışlığını 20 yılda değiştirmeyi büyük ölçüde başarmış mucizevî Kemalist Devrim’dir. Türkiye’de sosyal sınıflar gelişmediği ve Kemalist Devrim tarihin yasalarına uygun şekilde gerçekleşmediği için, Cumhuriyet ve demokrasi karşıtı güçler günümüzde olduğu gibi her zaman azımsanmayacak ölçüde var olmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri, böyle bir ortamda demokrasiyi ve Cumhuriyet’i koruması için görevlendirilmiş; ancak 1950’lerden başlayarak ülkenin her alanında olduğu gibi hızlı bir Amerikancılaşma sürecine boyun eğmiştir. Kongar’a göre; bu Amerikanlaşma sürecinde Soğuk Savaş’ın etkileri ve Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’ye yönelik düşmanca tavırları da gözlerden kaçırılmamalıdır. Kongar, ayrıca bir demokrasi şehidi olarak anılan Adnan Menderes’in (oysa demokrasiyi ülkeye CHP kendi isteği ve yetkisiyle getirmiştir) idam edilmesinin çok yanlış bir karar olduğunu, ama Menderes’in gerçekte ülkesinde demokrasiye dair önemli adımlar atmadığını, tam tersine demokrasiyi yok etmek isteyen gerici dinamikleri harekete geçirdiğini ve diktatörlük benzeri despotik bir yönetim kurduğunu ortaya koymaktadır. Menderes’in anti-demokratik uygulamalarının en bilineni ise, yargının gücünü elinden alan ve anayasal güçler ayrılığı ilkesine aykırı olan Tahkikat Komisyonu’nun kurulması olayıdır.

Prof. Dr. Emre Kongar’ın düşüncesinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bağımsızlıkçı, ilerici ve Kemalist yapısı, 12 Mart ile beraber anti-komünist dünya koşulları içerisinde erimiş ve 12 Eylül de bu sürecin son noktası olmuştur. Oysa bir süre bayram olarak kutlanan 27 Mayıs’ın amacı ülkeyi faşist diktatörlükten kurtarmak ve demokratik bir ülke yaratmaktır. Zaten hazırlanan 1961 anayasası da bunun en güzel ispatıdır. Yani bir anlamda, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en demokratik ve özgürlükçü anayasayı siviller değil, TSK hazırlatmıştır. Ancak 27 Mayıs sonrası orduda hızla güçlenen Amerikancı-sağcı kanat, 12 Eylül'de Atatürkçülük adı altında İslamcı politikaları uygulamaya koymuşlardır. İşte 12 Mart ve 12 Eylül ile demokrasi konusundaki öncü rolünü yitiren TSK, Türk-İslam sentezi görüşünü 12 Eylül sonrasında ülkede hâkim kılmıştır. Ancak aynı ordu, güçlenen siyasal İslam tehlikesine karşı 28 Şubat’ta bir tavır ortaya koymuş; büyük halk ve medya desteği olan Susurluk sürecine denk gelen bu müdahale de toplumun geneli tarafından sevgiyle karşılanmıştır. Kongar, sonuç olarak, demokrasilerde ordu müdahalelerine yer olmadığını açıkça belirtirken, yine de birilerinin demokrasinin her türlü özgürlük anlamına gelmediğini öğrenmeleri gerektiğini ve özellikle demokrasi için olmazsa olmaz koşullardan olan laiklik ve ulusal egemenlik gibi ilkelerin mutlaka demokrasi düşmanlarından korunmaları gerektiğini vurgulamaktadır. Kongar’ın son bölümde dikkat çektiği bir diğer nokta ise, 1970’ler ve 1990’larda yaşanan iki ayrı süreçte Kemalist ve solcu aydınların öldürülüyor olmasıdır.

Prof. Dr. Emre Kongar’ın önemli bölümlerine değinmeye çalıştığım kitabı “Tarihimizle Yüzleşmek”, tarihte uzmanlaşmamış kişiler için kesinlikle alınması/okunması gereken bir kitaptır. Kitap, önemli tarihsel olaylara kısa kısa ve biraz yüzeysel bir bakış sunmasına karşın, oldukça bilgilendirici ve akademik bir kitleden ziyade halk için yazılmıştır. Sonuç olarak, Kongar’ın kitabı çok iyi bir temel bilgi içeren kaynaktır ve ileride klasikleşmiş bir eser olacaktır. Ayrıca bu kitap, daha şimdiden yüze yakın baskı yapmıştır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Emre_Kongar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder