Sayfalar

31 Aralık 2013 Salı

UPA Yazarlarından Türk Dış Politikasına Dair 2014 Öngörüleri


Yeni yıla gireceğimiz şu günlerde Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarlarından 2014 yılında Türk dış politikasında yaşanabilecek gelişmelere dair öngörülerini kısaca yazmalarını istedik. İşte aldığımız yanıtlar;
ozan-ormeci
Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: 2014 yılı Türkiye açısından dış politikadan daha çok iç politikanın konuşulduğu bir yıl olacaktır. Zira ülkede en az iki (yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri), belki de bir erken seçimle üç önemli seçim yaşanacaktır. Toplumsal kutuplaşmanın oldukça yüksek olduğu -Huntington’ın ifadesiyle “bölünük (torn)”- bir ülke olan Türkiye’de seçimler maalesef her zaman siyasal rekabetin aşırı boyutlara ulaştığı olumsuz süreçler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle ülkenin enerjisi ve halkın dikkati daha çok iç politikaya yönelecektir.
2014 yılının Türk dış politikası açısından en önemli konusu kuşkusuz, ertesi sene 100. yılına gireceğimiz 1915 olaylarıyla ilgili Ermenistan ve Ermenilerin soykırım iddialarına karşı Türkiye’nin aktif mücadele unsurlarını devreye sokması olacaktır. Türkiye ne kadar liberalleşirse liberalleşsin tarihine yönelik böyle ağır bir suçlama karşısında asla geri adım atmayacak ve her türlü tedbiri alacaktır. Ayrıca bir süredir durgunluğa giren Türkiye-AB ilişkilerinde sene sonunda başlayan canlanmanın devam etmesi mümkün gözükmektedir.
Türkiye’nin 2014 yılı ve sonrasında en çok zorlanacağı konu; enerji ve ekonomi anlamında giderek artan düzeylerde Rusya’ya, siyasal ve askeri anlamda ABD (NATO) ve Avrupa Birliği’ne bağlı olması sebebiyle yaşayacağı bocalamalar olacaktır. 2015 yılında Rusya’nın Avrasya Birliği’ni hayata geçireceği düşünülürse, Türkiye ve Azerbaycan üzerindeki Rus baskısı artacaktır. Türkiye’nin bu konuda paniğe kapılmadan dengeli bir siyaset izlemesi ve mevcut durumunu koruması gerekmektedir.
Ayrıca Batı’nın İran’la yaptığı geçici nükleer anlaşmanın devam etmesi ve bölgede tansiyonun düşmesi halinde, Türkiye’de son yıllarda kurgulanan “ılımlı İslam” modeline gereksinim azalacak ve yeniden laik Türkiye modeli önplana çıkacaktır. Bu nedenle seçimlerde iktidar değişikliği olmasa bile, önemli oranda oy kaymalarına hazır olunmalıdır. Ancak İran’la Batı’nın güvenlik tehditlerine sebep olabilecek gerginliğinin devam etmesi durumunda, Türkiye’deki “Müslüman demokrat” modelin devamı yüksek ihtimal gözükmektedir.
Son olarak Kıbrıs sorunu konusunda zor ancak imkânsız olmayan ve enerji eksenli politikaların tetikleyeceği bir çözüm sürecinin yaşanması mümkün gözükmektedir. Her ne olursa olsun, Türkiye’nin demokrasi, insan hakları gibi değerleri önceleyen idealizm temelli politikalarını reel politik dengelerle harmanlayan yeni bir dış politikaya yönelmesi zorunlu gözükmektedir.
Ahmet Erdi ÖZTÜRK
Ahmet Erdi ÖZTÜRK
Ahmet Erdi Öztürk: 20. yüzyılın değişen, dönüşen ve küreselleşen yapısı doğası itibariyle dış politika konusunu da etkilemiştir. Bu etkileşim elbette Türkiye'yi hem Avrupa, hem dünyanın en kaotik bölgesi olan Ortadoğu, hem de dünyanın tek kutuplu olması dengesini bozan Asya ile komşu olması sebebiyle etkisi altına almıştır.
Hiç kuşkusuz Türkiye dünya politikası adına önemli bir ülkedir. Buna karşın ya da diğer bir değiş ile kendi özgül ağırlığına karşın Türkiye, özellikle AKP iktidarı ile birlikte iki noktada bu önemine yakışır hareket etmemektedir. Bunlardan ilki; dış politikanın iç politikada bir oy toplama aracı olarak kullanılmasıdır ki bu yapısı ile popülist bir karaktere bürünmektedir. İkinci problemli alan ise; Türkiye’nin temel olarak tarihsel geçmiş ve dengeler üzerine kurulu olması gereken dış politika stratejisini, idealizm ile açıklanamayacak bir hayalcilik ve duygusallık ile yönetmeye başlamasıdır ki yapılan yanlış tercihlerin en temel nedenleri de kanımca bu iki irrasyonel davranış biçimidir.
Bu noktada 2014 yılı, Ermeni meselesinin 100. yıldönümüne bir yıl kalması ve bütün lobi faaliyetlerinin bu yıl yapılacağını düşünürsek, oldukça büyük bir öneme sahiptir. Bütün bu durumları göz önünde tutarsak, benim temennim realist politikalara geri dönülmesi olacaktır. Bu geri dönüş hem Türk dış politikasının tarihsel karakterine uygun olacaktır, hem de belirli süredir bizzat gözlemlediğim ve giderek pejoratifleşen dışarıdaki Türkiye algısını da düzeltecektir.
hmk1
Yrd. Doç. Dr. Hakan Mehmet Kiriş: Türkiye’de 2013 yılı pek çok tartışmayla geride kalırken, bu eski yılın yeni yıla yani 2014’e devrettiği tartışmalardan biri de, iç politikada değişen koşulların Türk dış politikasına nasıl yansıyacağı olacak gibi görünüyor. Kaldı ki, hâlihazırda uygulanagelen dış politika formunun küresel siyasetteki değişimlere ayak uyduramadığı, bu politikanın esnekliğinin tutarlılığını kaybettiği bir dönem zaten 2013 geneline hâkim görünmekteydi. Oysa ki, son on yılda güçlü liderlik ve hâkim parti yapısı ile pekişen politika tasarım süreci, dış politika açısından da daha tutarlı kullanılabilirdi.
Türkiye’de 2014 yılının bir “seçimler dönemi” olacağı ve bugünlerde Türk siyasetinde ana gündem olan ve görece istikrarsızlık ortaya çıkaran koşulların devam etmesi halinde, Türk dış politikasının yeni yılda küresel ve bölgesel siyasette ortaya çıkması muhtemel durumlara karşı teşhisi, oluşturulması, muhafazası, yeniden oluşturulması süreçlerinin de oldukça zorlaşacağı öngörülebilir. Yine seçim sonuçlarının parti dengelerini değiştirmesi durumunda dış politikanın da değişeceğini söylemek zor değil, zira diğer partilerin AKP’nin (ya da AK Parti’nin) dış politika tercihlerini, özellikle bölgesel düzeydekileri, benimsemeyecekleri malum.
Sonuç olarak 2014 yılı elbette ki küresel siyasetle birlikte, Türkiye’de iç dinamiklerin de Türk dış politikasında önemli kırılmalar ortaya çıkarabileceği bir yıl olacak gibi görünüyor. Ancak Türk dış politikasının uygulanması konusunda “tutarlı esnekliğe dayanan sürekli bir politika tasarımı”na her dönem gereksinim olduğu gerçeği başlıca kurumsal sorun olarak ortada duruyor, “yeni Türkiye” söyleminin, tıpkı “eski Türkiye”de de olduğu gibi, en önemli eksiklerinden biri budur. 
P1300103
Yrd. Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu: Önümüzdeki yıl Türk Dış Politikası’na yön verecek en önemli husus, İran’ın P5+1 ile yaptığı “geçici anlaşmanın” kalıcı bir hale dönüşüp dönüşmeyeceği olacaktır. Zira anlaşmanın kalıcı bir hale gelmesi halinde, İran uluslararası sisteme yeniden entegre olacak ve bölgede yaşanan sorunların çözümü noktasında Batı dünyası nezdinde muteber bir aktör olarak görülebilecektir. Bu durum, Türkiye’nin bölgedeki önemini ve ağırlığını azaltacak bir gelişme olacaktır. Eğer İran Batı ile ilişkilerini düzeltirken, Rusya’dan uzaklaşırsa, İran’ın Batı ile yakınlaşması girişiminden olumsuz yönde etkilenebilecek olan Türkiye ile Rusya arasında siyasal/bölgesel bir yakınlaşma girişimine tanıklık edebiliriz. Yani ekonomik, ticari ve enerji eksenli ilerleyen Türkiye-Rusya işbirliği, İran’ın tercihlerine bağlı olarak siyasal işbirliğine de evrilebilir.
Türk Dış Politikası’nın gündeminde önemli bir yer tutması beklenen bir diğer husus ise Ermeni diasporası ve Ermenistan’ın 2015 için yaptıkları çalışmalara karşılık verebilmek olacaktır. Son dönemde ABD ile arası çok iyi olmayan ve AB üyelik süreci de donma noktasına gelmiş bir Türkiye’nin, özellikle ABD Kongresi ile Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde ortaya çıkacak soykırım odaklı manipülasyonlara karşı koyması oldukça güç olacaktır.
2014 yılında, Türkiye’nin, özellikle Ortadoğu’ya yaklaşım noktasında daha edilgen bir konuma sürükleneceğini söyleyebiliriz. Zira Türkiye’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefikleri, ABD ile Rusya’nın Suriye özelindeki yatıştırma stratejisine eklemlenmiş durumdadır. Bunun yanı sıra, Mısır’da askeri yönetim Türkiye’yi tamamen dışlamıştır. Türkiye’nin mevcut söylemini/politikalarını sürdürmeye devam etmesi halinde bölgeden izole olacağı da ortadadır. İran’ın yükselişine paralel olarak, herhangi bir Filistin saldırısı gerçekleştirmediği takdirde, Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinin de bugünkünden daha iyi bir noktaya taşınması beklenebilir. Türkiye, dış politikasını çok boyutluluk ve geniş bir coğrafi kapsam çerçevesinde kurumsallaştırdığını göstermek için başta Güney Kafkasya ve Orta Asya olmak üzere komşu coğrafyalara ilişkin sembolik girişimlerde bulunabilir. Bu noktada özellikle Rusya’da, Soçi’de düzenlenecek olan “Kış Olimpiyatları” çerçevesinde Türkiye’ye ciddi bir güvenlik sorumluluğu yüklenebilir. Zira Olimpiyatlara yönelik saldırı planlayan kişi ve grupların Türkiye üzerinden çeşitli stratejiler geliştirmeleri beklenebilir.
AB müzakere süreci konusunda çok da iyimser olmamak gerekir. Zira AB dönem başkanlığı Yunanistan’a geçmektedir ve Kıbrıs Meselesi’nde herhangi bir ilerleme yoktur. Toplumsal olaylardan yıpranarak çıkan ve Ortadoğu’dan izole edilmek istendiğini hissedecek Türk Hükümeti, AB yönünde adımlar atarak meşruiyetini sağlamaya çalışabilir. Ancak muhtemelen bu adımlar sembolik düzeyde kalacaktır. AB’nin yaşadığı ekonomik krizin Avrupa halkları ve hükümetleri üzerindeki etkilerinin sürüyor olması da Türkiye’nin aleyhine olacaktır.
Dış politikanın çok yönlülüğünün altını çizebilmek için Afrika açılımı çerçevesinde bazı adımlar atılabilir. Ne var ki, Türkiye’nin attığı adımlar büyük ihtimalle Müslümanlık ortak paydasında birleşilen Kuzey Afrika ve Somali ekseninde sıkışıp kalacak ve Çin, Brezilya, Hindistan, Fransa ve tabii ki ABD gibi ülkelerin kıyasıya rekabet ettiği Afrika’nın geri kalan kısmı ile ilişkiler geri planda kalacaktır. Önümüzdeki sene, şimdilik kaydıyla, 2 adet seçim yaşayacak olan Türkiye’de, hükümetin kapsamlı ve etkin bir şekilde dış politika ile ilgilenmesi pek mümkün olmayacaktır. Hatta oy toplaması muhtemel bazı eylemlere girişilerek çok da akılcı olmayan adımların atılması da beklenebilir.
Deniz_Tansi
Yrd. Doç. Dr. Deniz Tansi: Türk Dış Politikası'nda 2014 beklentilerini anlatmak için, 2013'te gelinen finali iyi görmek gerekmektedir. Suriye'de hem Batı, hem de İran'la ters düşme "becerisini" gösteren dış politikamız, Irak'ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Batı'ya koşut geliştirdiği ilişkilerde "fazla ileri giden" yaklaşımı yüzünden Irak Merkezi Yönetimi, İran ve ABD'nin tepkisini çekmiştir. İran-ABD yakınlaşmasında dışlandığını hisseden "muhafazakar demokrat" iktidar, son yolsuzluk soruşturmalarında da kendi yargısı, İran yargısı ve ABD yönetimiyle ters düşmüştür. Kafkasya'da Azerbaycan'la TANAP ve TAP projeleri geliştirilse de, Ermenistan konusundaki açmazlar, onaylanmayan protokoller "çelişkiler zinciri"ni ortaya koymaktadır. Balkanlar ve Orta Asya'da somut çatışmalar gözükmese de, daha fazla inisiyatif beklenmektedir. Kıbrıs'ta yeni geliştirilen süreçte, soru işaretleri yerinde durmaktadır. İsrail'le gerçekleştirilen "kontrollü iyileşme" ise çok ağır işlemektedir. Rusya ile yakınlaşmada "Şangay'a girmek" gibi abartılı sözler dikkat çekse de, doğal gaz alımı, gıda ve müteahhitlik hizmetleri gibi karşılıklı ticari süreç ilerlemektedir. ABD ile ters düşen siyasal iktidar, Batı karşıtı söylemi yüzünden ABD ve AB'nin merceği altında ve kuşku uyandırmaktadır.
2014'te bu bağlamda umutlar beslemek hayli zor bir gayreti ortaya koymaktadır. Türkiye, ABD laboratuvarlarında tükenen Ilımlı İslam vizyonundan bir sonuç alamamıştır. Komşularla "sıfır sorun", büyük bir hayal kırıklığı ile "herkesle siyasal çatışma"ya dönüşmüştür. O yüzden gelinen nokta, dış politikada yeniden derlenme-toparlanma zamanını işaret etmektedir. Bu yüzden yeni bir yaklaşıma, yeni bir yönetim zihniyetine gereksinim vardır.
furkankayanew
Furkan Kaya: 2014 yılına Türkiye yeni umutlar ile girerken, iç ve dış politikada birçok gelişme eski yıldan yeni yıla miras kalıyor. Türkiye’nin iç ve dış politikasının birbirine paralel ilerlediğini göz önünde bulundurduğumuzda, özellikle dış politika olaylarının seyri önem kazanacaktır. Türkiye’nin yeni yılda dış politika ajandasında yer alacak önemli konu başlıkları; yıl içerisinde gerçekleşecek Suriye seçimleri ve Esad rejiminin akıbeti, İran’da Ruhani dönemiyle birlikte revize edilen dış politika imajının Türkiye ile olan ilişkilerine yansıması, Kuzey Irak Kürt yönetimi ile imzalanan enerji anlaşmasının Türkiye’nin merkezi Irak hükümeti ile olan politikalarına izdüşümü, çıkmaza giren Türkiye-İsrail ilişkilerinin geleceğine yönelik ABD’nin tavrı, Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinin yeniden hız kazanıp kazanmayacağı ve son olarak 2014 yılı içerisinde Türkiye’nin enerji politikasının seyri olacaktır.
Özellikle Türkiye açısından sınır komşusu Suriye’nin geleceği büyük önem taşıyor. Demokratik geçişin seçimler yoluyla sağlanabilmesi ve ülkenin yakın dönemde istikrara kavuşması son derece zor. Suriye’nin peteksi çok parçalı yapısı, Esad rejimine karşı muhalif bloğun ortak çizgide buluşmasına imkân vermiyor. Dolayısıyla siyasi entegrasyonun sağlanamadığı Suriye, Türkiye için potansiyel tehdit olmayı sürdürecektir. Fakat Cenevre görüşmelerinin sürece ne oranda katkı sağlayacağını hep birlikte göreceğiz. Bir diğer önemli konu, Türkiye’nin enerji konusunda ortaya koyacağı yeni stratejiler olacaktır. Kuzey Irak Kürt yönetimiyle imzalanan yeni enerji anlaşmasının merkezi Irak hükümetini rahatsız etmesi ve ABD’nin de konuyu yakından takip etmesi karşısında Ankara’nın tavrı büyük önem taşıyor. Ayrıca Batı pazarına enerjinin sevkiyatına yönelik alternatif projelerin altında yeni dönemde de Türkiye’nin imzası bulunmaya devam etmelidir. Ankara’nın dış politika gündemini meşgul edecek diğer mesele, yeni dönemde İran ile olan diyalogun hangi yönde gelişeceğidir. Bilindiği üzere Ruhani’nin göreve gelmesi ile Ahmedinejad dönemi şahin politikaları bir kenara bırakıldı ve karşımıza uluslararası sistemde kendine yer arayan bir İran çıktı. Nükleer enerji konusunda ABD ile restleşmenin yerini yumuşamaya bırakması ve İsrail de dahil olmak üzere çevre ülkeleri ile köprü kurma gayreti, İran’a en az enerji kartının gücü kadar motivasyon sağlamaktadır. Dolayısıyla bölgesel güç olmak isteyen Türkiye ve İran 2014 yılında da “rakip işbirliği” içinde olmaya devam edecektir.
Görüldüğü üzere Türkiye’yi 2014 yılında da en az 2013 yılı kadar yoğun bir dış politika trafiği bekliyor. Son dönem iç politikadaki gelişmeler büyük olasılıkla 2014 yılına da yansıyacağından dolayı kuvvetle muhtemel medyada dış politika haberlerine daha az yer ayrılacak fakat yeni dönemde Türk dış politikasının stratejik derinliğini ortaya koyan ölçekli bir Türkiye için dinamik ve istikrarlı bir süreç takip etmesi zaruridir.
sina
Sina Kısacık: Türkiye, çok zor bir coğrafyada yer almaktadır. Bulunduğu coğrafyada, yalnızca bölgesel güçlerin değil, aynı zamanda küresel güçlerin de önemli çıkarları mevzubahistir. Böyle bir ortamda dış politika yürütmek gerçekten çok büyük bir ustalık gerektirmektedir. İpin üzerinde cambaz gibi dış politikada dengeleri göz önünde bulundurmak gereklidir. Komşularla sıfır sorun politikası teorik açıdan doğru ve hepimizin arzu ettiği bir durum olsa da, mevcut şartlarda bu politikayı sürdürmek gittikçe zorlaşmaktadır. Hassas dengeler dikkate alınmadan yürütülmeye çalışılan dış politika çoğu zaman başarısızlığa uğramaktadır.
Son yıllarda, bir zamanlar bölgesel sorunların çözümünde arabuluculuk/kolaylaştırıcılık bakımından aranılan ülke olan Türkiye’nin tüm komşularıyla kavgalı hale gelmesi dikkat çekicidir. Özellikle Suriye politikasında yapılan hatalardan en kısa sürede geri dönülmesi öncelikli beklentilerim arasında yer almaktadır. Mevcut politikanın sürdürülmesi, Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler arasında değerlendirilmesine neden olacaktır. Devletlerin toprak bütünlüğü prensibini geleneksel dış politikasının en önemli ilkelerinden birisi yapan Türkiye’nin, Irak’a yönelik olarak Kuzey Irak temelli izlediği politika da bu ilkenin ihlalidir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik yeni politikaların geliştirilmesi doğru olacaktır. Ermenistan konusunda, yaklaşan 1915 olaylarının 100. yıldönümüne yönelik ciddi politikalar geliştirilmelidir. Diğer ülkelerle olan ilişkilerde ise karşılıklı saygıya ve hassasiyetleri göz önünde bulundurmaya yönelik yeni bir söylem oluşturulması ve bunları uygularken azami dikkat gösterilmesi 2014 yılı için Türk Dış Politikası konusundaki en önemli beklentimdir.
baris-tinay
Barış Tınay: Her yeni yıl, yeni umutları da beraberinde getirmektedir. 2013 yılı için söylenecek çok söz, yazılacak çok şey bulunmaktadır. İşin aslında 2014 yılını, unutmak istediğimiz bir 2013 yılı ile açıyoruz. Tam bağımsızlığı esas alarak belirlemeye, belirli ölçüde etkileyerek yönlendirmeye çalıştığımız Türk Dış Politikası, ne yazık ki 2013’ün sorunlarını 2014 yılına devrederek bir başlangıç yapıyor.
2014 yılında Türkiye’yi bekleyen en önemli sorun, şüphesiz 100. yılına girecek olan Ermeni iddialarıdır. Soykırımın tanınması için olağanüstü bir çaba sarfedecek olan Ermeni diyasporası, Türkiye’nin mevcut karışık durumundan ve dış politikamızda yaşanan açmazlardan faydalanarak bir başarı elde etmek isteyecektir. Amerika ile bozulan ilişkiler ise bu ihtimali daha da arttırmaktadır. Umuyoruz ki, ülkemizin değerli bürokratları bu tehlikeyi savuşturabilecek politik argümanları ortaya koyacak ve Türkiye’yi böylesi bir felaket senaryosundan koruyacaklardır.
2013 yılının Kasım ayında AB ile olan tam üyelik müzakerelerinde, yaklaşık üç sene sonra açılan “Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” faslı, 2014 yılında daha hareketli bir üyelik süreci yaşanacağına işaret etmektedir. Gezi Direnişi’nde yaşanan polis şiddeti, sonrasında yaşanan büyük yolsuzluk operasyonu ve yargıya yönelik ciddi müdahaleler, Türkiye’nin demokrasi konusundaki önemli eksikliklerini ve ciddi bir otoriterleşmeye yöneldiğini dünya kamuoyuna göstermiştir.  Türkiye’nin siyasi kriterlerden uzaklaşmış görüntüsü ve dünyada oluşan diktatörlük algısı, hızlı bir AB süreci ve demokratikleşme programları ile aşılmaya çalışılabilir.
Suriye ve Orta Doğu’daki sıkıntılar ise 2013’de hiçbir çözüme ulaşamamış, aksine sorunlar daha da artarak 2014’e taşınmıştır. Türkiye’nin politikalarındaki başarısızlık, Türkiye’yi bölgesinde yalnızlaştırmış ve sorun çözen değil, sorun yaratan bir ülke hüviyetine büründürmüştür. Bu noktada hem Orta Doğu ülkeleriyle, hem de Batı ile ters düşülmüştür. Türkiye’nin 2014 yılında Ortadoğu konusunda aktif bir politikadan ziyade, içerideki seçimler düşünülerek pasif fakat popülist uygulamalara başvurabileceğini göz ardı etmemeliyiz.
Türkiye’nin artık özüne uygun olarak, yayılmacı bir anlayıştan hızla uzaklaşması ve demokrasi, insan hakları ekseninde, tam bağımsız bir dış politika belirlemesi gerekmektedir. Bunun da mevcut kadrolarla sağlanamayacağı açıktır. Yeni bir vizyon ve yeni bir yönetim anlayışı, sanıyorum bizlerin 2014 yılındaki en büyük temennisini oluşturmaktadır.

30 Aralık 2013 Pazartesi

2014 Yılına Dair Türk Dış Politikası Tahminleri


2014 yılı Türkiye açısından dış politikadan daha çok iç politikanın konuşulduğu bir yıl olacaktır. Zira ülkede en az iki (yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri), belki de bir erken seçimle üç önemli seçim yaşanacaktır. Toplumsal kutuplaşmanın oldukça yüksek olduğu -Huntington’ın ifadesiyle “bölünük (torn)”- bir ülke olan Türkiye’de seçimler maalesef her zaman siyasal rekabetin aşırı boyutlara ulaştığı olumsuz süreçler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle ülkenin enerjisi ve halkın dikkati daha çok iç politikaya yönelecektir.

2014 yılının Türk dış politikası açısından en önemli konusu kuşkusuz, ertesi sene 100. yılına gireceğimiz 1915 olaylarıyla ilgili Ermenistan ve Ermenilerin soykırım iddialarına karşı Türkiye’nin aktif mücadele unsurlarını devreye sokması olacaktır. Türkiye ne kadar liberalleşirse liberalleşsin tarihine yönelik böyle ağır bir suçlama karşısında asla geri adım atmayacak ve her türlü tedbiri alacaktır. Ayrıca bir süredir durgunluğa giren Türkiye-AB ilişkilerinde sene sonunda başlayan canlanmanın devam etmesi mümkün gözükmektedir.

Türkiye’nin 2014 yılı ve sonrasında en çok zorlanacağı konu; enerji ve ekonomi anlamında giderek artan düzeylerde Rusya’ya, siyasal ve askeri anlamda ABD (NATO) ve Avrupa Birliği’ne bağlı olması sebebiyle yaşayacağı bocalamalar olacaktır. 2015 yılında Rusya’nın Avrasya Birliği’ni hayata geçireceği düşünülürse, Türkiye ve Azerbaycan üzerindeki Rus baskısı artacaktır. Türkiye’nin bu konuda paniğe kapılmadan dengeli bir siyaset izlemesi ve mevcut durumunu koruması gerekmektedir.

Ayrıca Batı’nın İran’la yaptığı geçici nükleer anlaşmanın devam etmesi ve bölgede tansiyonun düşmesi halinde, Türkiye’de son yıllarda kurgulanan “ılımlı İslam” modeline gereksinim azalacak ve yeniden laik Türkiye modeli önplana çıkacaktır. Bu nedenle seçimlerde iktidar değişikliği olmasa bile, önemli oranda oy kaymalarına hazır olunmalıdır. Ancak İran’la Batı’nın güvenlik tehditlerine sebep olabilecek gerginliğinin devam etmesi durumunda, Türkiye’deki “Müslüman demokrat” modelin devamı yüksek ihtimal gözükmektedir.     

Son olarak Kıbrıs sorunu konusunda zor ancak imkânsız olmayan ve enerji eksenli politikaların tetikleyeceği bir çözüm sürecinin yaşanması mümkün gözükmektedir. Her ne olursa olsun, Türkiye’nin demokrasi, insan hakları gibi değerleri önceleyen idealizm temelli politikalarını reel politik dengelerle harmanlayan yeni bir dış politikaya yönelmesi zorunlu gözükmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci

28 Aralık 2013 Cumartesi

2014 Yılında Dış Politikada Dünya Trendleri Neler Olabilir?


2013 yılının son günlerini yaşarken, dış politika alanında faaliyet gösteren çeşitli kurum ve kuruluşlar 2014 yılına dair öngörülerini içeren raporlar yayınlamaya başladılar. “2014 yılında dünyada yaşanabilecek önemli gelişmeler nelerdir?” sorusuna yanıt arayan bu raporlardan önemli gördüğüm bölümleri bu yazıda size aktarmaya çalışacağım.
Raporlara Amerikalı özel istihbarat kuruluşu Stratfor ile başlayalım. Stratfor kayıtlı üyelerine email yoluyla gönderdiği analizde 2014 yılında yaşanması muhtemel dış politika trendlerini şöyle özetledi;
  1. İran İslam Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri arasında kalıcı bir yumuşama (detant) süreci[1](Buradan kurumun 6 aylık geçici nükleer anlaşmanın devam edeceği görüşünde olduğunu görüyoruz),
  2. Aşırı milliyetçi-sağ partilerin Avrupa’da hızlı yükselişi[2] (Özellikle Avrupa’daki Müslümanlar açısından oldukça tehlikeli bir gidişata dikkat çekiyorlar),
  3. Enerji politikaları ve Orta-Doğu Avrupa’daki hâkimiyet konusunda Rus-Alman pazarlığı[3],
  4. Çin Halk Cumhuriyeti’nin güç politikalarına dönüşü (Burada seçilen “strongman politics” ifadesiyle iç politikadan çok dış politika alanında bir tahmin yapıldığını düşündüğüm için bu durumun Senkaku Adaları başta olmak üzere Güney Çin Denizi’nde yeni gerginlikler anlamında olduğunu tahmin ediyorum)[4],
  5. Hindistan ve Türkiye’de iç karışıklıklar ve ekonomik sorunlar (Burada da hızlı büyüyen ekonomileriyle dikkat çeken bu iki ülkede olumsuz bir sürece girileceği tespiti yapılıyor).
Önemli ekonomi dergilerinden The Economist ise, her sene düzenli olarak yayınladığı sosyal kargaşa beklentileri listesinde 2014 yılında[5] sosyal sorunlara en açık ülkeler olarak Arjantin, Bahreyn, Bangladeş, Bolivya, Bosna-Hersek, Mısır, Yunanistan, Gine, Irak, Lübnan, Libya, Nijerya, Sudan, Svaziland, Suriye, Özbekistan, Venezuela, Yemen ve Zimbabve’yi gösterdi. Dergiye göre en risksiz ülkeler ise Avusturya, Danimarka, Japonya, Lüksemburg, Norveç ve İsviçre. Listede ülkemiz Türkiye de en riskli kategorisinin bir altında yer alan “yüksek riskli” kategorisinde kendisine yer buldu. Bu da 2014’ün sosyal anlamda da Türkiye açısından oldukça zorlu geçeceğini gösteriyor.

Önemli bir kuruluş olan Council on Foreign Relations (CFR) ise ekonomik alanda yaptığı değerlendirmede şu görüşlere yer verdi[6];
- IMF’nin yaptığı değerlendirmeye paralel olarak 2013 yılında % 2,9 büyüyen dünya ekonomisi 2014 yılında % 3,6 büyüme oranı yakalayacak,
- Bu büyüme daha çok gelişmekte olan ülkelerde yaşanırken, Avrupa ekonomileri çok yavaş genişleyecek,
- ABD’de esnek özel sektörün başını çektiği reel ekonomik büyüme % 1,5-2 oranlarında devam edecek,
- Çin yeni açıkladığı agresif reform programı doğrultusunda yeni ve daha yüksek gelir seviyesine uygun bir şekilde ekonomik büyümesine devam edecek,
- Yabancı sermayenin girişi ve iyi yönetim sayesinde son yıllarda oldukça başarılı olan Latin Amerika ülkelerinde tüketim, yatırım ve kamu harcamalarında yeni bir ayarlama gerekli olacak,
- Afrika ülkelerinde son dönemde yaşanan olumlu gelişmeler devam edecek.
European Council on Foreign Relations (ECFR) ise 2014 tahminlerinde[7] şu görüşlere yer verdi;
- İran’la Batı dünyası arasında nükleer enerji konusunda bir uzlaşı (ancak bu noktada Suudi Arabistan’ın ikna edilmesi gerektiği vurgulanıyor),
- Arap Baharı sürecinde Batılı karar alıcıları açısından “nasıl demokratikleştiririz” şeklinde ortaya çıkan meselenin giderek “nasıl istikrarlı hale getiririz” sorusuna dönüşmesi,
- Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Rusya’nın yakın çevresinde giderek artacak düzeyde iddialı politikalar izlemesi,
- AB ile Rusya Federasyonu arasında Ukrayna krizi ile başlayan yeni süreçte tek ses veren bir Avrupa (Burada enerji açısından Rusya’ya ihtiyacı olan Almanya’nın yeni koalisyon hükümetinin tavrı belirleyici olacaktır).
2014 yılında dünyada neler yaşanacağını hep beraber göreceğiz. Herkese şimdiden mutlu yıllar dilerim…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı

[1] Bu konuda bir yazı için; Örmeci, Ozan (2013), “İran’la Nükleer Anlaşma?”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 28.12.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/iranla-nukleer-anlasma/.
[2] Bu konuda bir çalışma için; Örmeci, Ozan (2013), “Avrupa’da Aşırı Sağın Önlenemez Yükselişi”,Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 28.12.2013, Erişim Adresi:http://politikaakademisi.org/avrupada-asiri-sagin-onlenemez-yukselisi/.
[3] Bu konuda kapsamlı bir analiz için; Kısacık, Sina (2012), “Putin Döneminde Rus-Alman Siyasi ve Ekonomik İlişkileri”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 28.12.2013, Erişim Adresi:http://politikaakademisi.org/putin-doneminde-rus-alman-siyasi-ve-ekonomik-iliskileri/.
[4] Bu konuda güncel bir analiz için Örmeci, Ozan (2013), “Asya’da Rekabet Artıyor”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 28.12.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/asyada-rekabet-artiyor/.
[5] Bakmak için; “Social unrest in 2014: Protesting predictions”, The Economist, Erişim Tarihi: 28.12.2013, Erişim Adresi: http://www.economist.com/blogs/theworldin2014/2013/12/social-unrest-2014.
[6] “Prospects for he Global Economy in 2014”, CFR, Erişim Tarihi: 28.12.2013, Erişim Adresi:http://www.cfr.org/international-finance/prospects-global-economy-2014/p32068.
[7] “ECFR’s World in 30 minutes: Trends 2014”, ECFR, Erişim Tarihi: 28.12.2013, Erişim Adresi:http://ecfr.podhoster.com/index.php?pid=39213.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu GAÜ'deydi


Dün Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu mensubu olduğum Girne Amerikan Üniversitesi’nde 300 kişilik Milenyum Kongre Salonu’nun Hukuk ve İşletme ve Ekonomi Fakültesi öğrencilerince tıka basa doldurulduğu yoğun katılımlı bir konferans gerçekleştirdi. Bir buçuk saat süren konferanstan satırbaşlarını sizlere iletmek isterim.

Feyzioğlu’nun biyografisi ile başlamak isterim. 1969 doğumlu genç ve başarılı bir hukuk adamı sergileyen Feyzioğlu eski ünlü siyasetçilerimizden Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu’nun torunudur. Vikipedi’de yer alan biyografisine göre; Feyzioğlu 1986 yılında TED Ankara Koleji’nden, 1990 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. 1992 yılında Kamu Hukuku yüksek lisansını tamamlamıştır. Kamu Hukuku alanında 1995 yılında doktor unvanını almıştır. 1996 yılında mezun olduğu fakülteye Ceza Hukuku alanında Yardımcı Doçent olarak atanmıştır. Columbia Üniversitesi’nde Hukuk İngilizcesi sertifikasını almıştır. 2000 yılında Doçent, 2005 yılında Profesör olmuştur. 2007 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı olmuş ve bu görevi bir yıl sürdürmüştür. 1991 yılından beri kayıtlı olduğu Ankara Barosu’nun 10 Ekim 2010 tarihinde Başkanlığına seçilmiştir. 18 Temmuz 2012 tarihinde Bilim Yönetim ve Kültür Platformu kontenjanından CHP Parti Meclisi üyesi olmuştur. 26 Mayıs 2013 tarihinde yapılan Türkiye Barolar Birliği 32. olağan genel kurulunda Türkiye Barolar Birliği’nin 8. Başkanı seçilmesinin ardından CHP Parti Meclisi üyeliğinden istifa etmiştir. Feyzioğlu evli ve iki kız çocuğu babasıdır.   

Feyzioğlu’nun bu başarılarla dolu ve hızlı bir yükselişe sahne olan biyografisi nedeniyle eskiden beri halkımızca çok yakından tanınan bir kişi olduğu düşünülebilir. Ancak Feyzioğlu’nun geniş halk kitleleriyle gerçek anlamda buluşması sanıyorum geçtiğimiz aylarda 2013-2014 adli açılış yılı töreninde Başbakan Erdoğan’ın yüzüne bakarak yaptığı eleştirilerle[1] ve sonrasında üniversite üniversite gezerek öğrencilerle buluşmasıyla olmuştur. Nitekim Feyzioğlu’nun 2 günlük kısa KKTC gezisinde de tüm önemli siyasi aktörlerle görüşmesi ve üç üniversitede (Yakın Doğu Üniversitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi ve Girne Amerikan Üniversitesi) konferans programına katılması, bu yönde son dönemde gösterdiği yoğun çabanın ispatıdır. Elbette daha önce CHP Parti Meclisi üyeliği yapan Feyzioğlu ileride siyasete girmek istediğini gizlemiyor, ancak bunun için doğru zaman ve koşulları beklediğini belirtiyor. Öğrencilerden gelen bir soru üzerine kendisi “halkımız uygun görürse” 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP adayı olabileceğinin de sinyallerini verdi. Genç bir danışman ekibiyle yola çıkan Feyzioğlu, muhakkak ki üstün hukuk bilgisiyle elbette son dönemde çok ihtiyaç duyduğumuz hukuk alanında topluma güven verebilecek bir isim. Ancak demokrasilerde sandığın “kutsal inek” olması sebebiyle partilerin popülist ve halktan çok oy alabilecek yönelmesi de son dönemde tüm dünyada karşımıza çıkan bir durum. Bu nedenle normalde halkımız ve gençlerin biraz sıkıcı bulduğu klasik hukukçu figürlerinden farklı bir profil sergileyen Feyzioğlu’nun Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ya da ilerleyen aylarda yapılacak genel seçimlerde CHP’den adaylık anlamında yüksek şansının olduğunu düşünüyorum. Elbette bunu zaman gösterecek…

Feyzioğlu’nun Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak son dönemde yaşanan ve hukuki garabetler ile devlette yaşanan “kavga” görüntüsüne yapacağı yorumlar herkesin merak ettiği bir husustu. Bu nedenle kendisi konuşmasında buna değinmesine rağmen, sorular kısmında da öğrencilerden bu yönde çok sık talep geldi. Metin Feyzioğlu son yaşanan gelişmelerle ilgili dengeli bir pozisyon alıyor ve “iki kötüden birini seçmek zorunda değiliz” diyor. Feyzioğlu HSYK’nın açtığı dava sonucu adli kolluk yönetmeliği değişikliğinin yürütmesinin durdurulmasını olumlu bir gelişme olarak görüyor. Buna karşın Feyzioğlu’na göre Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “milli orduya kumpas kuruldu” ve Başbakan Erdoğan’ın “paralel devlet” açıklamaları da aslında geçmişte kendi yaptıkları bir suçun itirafı niteliğindedir. Feyzioğlu, çok ciddi kanıtları olan yolsuzluk davalarının engellenmesinin açıkça hukukun engellenmesi ve yargının yürütme kontrolüne alınması olduğunu belirtse de, devlet içerisinde kendisine özgü ayrı hiyerarşisi olan bir yapının da asla kabul edilemeyeceğini belirtiyor. TBB Başkanı geçtiğimiz yıllarda Ergenekon, Balyoz ve Oda Tv davalarında yaşanan hukuk rezaletlerini eleştirdiği gibi, bugün de “masumiyet karinesi” ve benzeri temel hukuk prensiplerini ayaklar altına alan uygulamaları eleştirdiğini ve bu konuda bir hukuk adamı olarak daima “aynı çizgide” olduğunu belirtiyor. Feyzioğlu’na göre aynı çizgide olmayan taraf, geçmişte bu gibi uygulamalara sessiz kalan ancak olaylar Bakan çocuklarının başına gelince bir anda demokratlığı hatırlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP kadrolarıdır. Bu nedenle Feyzioğlu bu iki tarafın dışında hukuka dayalı üçüncü yolu temsil ettiğini belirtiyor. Atatürkçü bir isim olarak bilinmesine karşın Feyzioğlu’nun -yine hukuka saygısı gereği- uzun tutukluluk süreleri nedeniyle gazeteci Mustafa Balbay’ın tahliyesiyle oluşan durumun, tutuklu BDP’liler de dâhil olmak üzere tüm siyasetçilere ve hatta tüm vatandaşlara uygulanması gerektiğini söylediğini de belirtelim.

Daha önce CHP’den milletvekilliği ve Genel Başkan Yardımcılığı teklifleri aldığını belirten Feyzioğlu’nun siyasete göz kırptığı kolaylıkla anlaşılabiliyor. Bakalım önümüzdeki aylarda kendisini ne gibi görevlerde göreceğiz? Ancak ne olursa olsun şu bir gerçek ki, son yaşanan krizlerle bir kez daha ne kadar önemli olduğu anlaşılan hukuku halkımıza ve gençlerimize sevdirmek ve öğretmek için siyasi partilerde hukukçu kadrolara da önemli oranlarda yer vermemiz gerekiyor. Kıbrıs’tan sevgilerle…

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci

25 Aralık 2013 Çarşamba

Güney Sudan İç Savaşa Sürükleniyor


2011 yılında düzenlenen referandum neticesinde bağımsızlığını kazanan Güney Sudan’da bir süredir sular durulmuyor. Ülkede bir haftadır süren çatışmalarda 200 kadar kişinin kurşuna dizildiği ve olayların giderek etnik temizlik boyutuna ulaştığı iddia ediliyor. Bu yazıda Güney Sudan’da yaşanan siyasi krizi ele alacağım.
Güney Sudan’da yaşanan siyasi krizin temelinde ülkedeki farklı etnik gruplar arasındaki mücadelenin rol oynadığı görülüyor. Oldukça heterojen bir nüfus yapısı olan Güney Sudan’da Dinka, Nuer, Bari, Zande ve Şilluk başta olmak üzere farklı dillere sahip birçok etnik grup bulunuyor.[1] Kesin olmamakla birlikte 8 ile 10 milyon arasında bir nüfusunun olduğu tahmin edilen ülkedeki 60’a yakın farklı etnik gruptan en önemlileri arasında gösterilen ve kuzey bölgelerinde yoğunluklukla yaşayan Dinkaların toplum nüfus içerisinde oranı % 15, yine kuzeyde yoğun olarak yaşayan bir diğer etnik grup olan Nuerlerin toplam nüfusa oranı ise % 10 olarak ifade ediliyor.[2] Ülkedeki tek demografik farklılaşma etnisite ile alakalı değil; zira ülkede % 60’la çoğunluğu oluşturan Hıristiyanlar dışında, % 6-7 oranlarında bir Müslüman nüfus bulunmaktadır.[3] Kalan nüfus içerisinde de animizm ve farklı yerel Afrika dinlerinin etkili olduğu söylenmektedir.
_54145841_south sudan_map
Güney Sudan’da siyasi krize ve sonrasındaki çatışmalara neden olan olay; Güney Sudan siyasal sistemi sayesinde aynı zamanda Genelkurmay Başkanı ve kabinenin başı da olan Devlet Başkanı Salva Kiir Mayardit ve geçen Temmuz ayında görevinden alınan yardımcısı Riek Macher arasındaki iktidar kavgasıdır.[4] Kısa bir süre önce Devlet Başkanı Kiir’in eski yardımcısı Macher’in kendisine başarısız bir darbe girişiminde bulunduğunu açıklamasının ardından[5] başkent Cuba’da (Juba) başlayan olaylar kısa sürede diğer bölgelere de sıçradı. Perde önünde yaşanan iki siyasetçi arasındaki iktidar kavgası gibi gözükse de, arka planda Kiir ve yakınlarının Dinkalara, Macher ve çevresinin ise Nuerlere mensup olmasının esas kavga sebebi olduğu belirtiliyor.[6] Zaten tam da bu nedenle kavganın topyekün bir mezhepsel savaşa dönüşmesinden endişe ediliyor.[7]
 Salva_Kiir_Mayardit
Salva Kiir Mayardit
Son gelen haberlere göre, olaylar geçtiğimiz günlerde ülkenin güneyine de sıçradı ve başkent Cuba’da Nuer kabilesi üyesi 200 kişi kurşuna dizildi. Daha önce iç savaşta da 1 milyon insanın öldüğü Güney Sudan’da olayların büyümesi üzerine harekete geçen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun, BM Güvenlik Konseyi’nden Güney Sudan’a 5500 ek barışgücü personeli gönderilmesini istedi. Güney Sudan’daki sivillerin korunmasının hayati önemde olduğunu belirten Ban Ki-mun, bunun için 7000 kişilik askeri güce takviye olarak 5500 asker, 3 saldırı helikopteri, 3 çok maksatlı helikopter, bir C130 askeri nakliye uçağı ve polis gücünün geçici olarak Güney Sudan’a nakledilmesini talep etti.[8] Petrol zengini olmasına karşın halkın büyük bir fakirlik içerisinde yaşadığı ülkede son olarak üç toplu mezarın bulunması uluslararası kamuoyunu şoka uğrattı.[9]
Güney Sudan’da olaylar büyürken Batı’nın bu ülkede yaşanan insan haklarına ihlallerine geçmişte Ruanda’da olduğu gibi sessiz kalması beklenmiyor, zira ülkede  İsrail, Kanada, ABD, Norveç, Çin ve Almanya gibi önemli ülkelerin petrol, sulama ve tarım başta olmak üzere birçok alanda çok büyük yatırımları var.[10] Umuyoruz ki, bu kâr eksenli düşünce dışında gerçekten insan hakları da bir gün dünya siyasetinde rol oynayabilsin.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı



[1] “Güney Sudan”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi:http://tr.wikipedia.org/wiki/Güney_Sudan.
[2] “South Sudan”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/South_sudan.
[3] “Global Religious Landscape – Religious Composition by Country”, Pew Research, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi: http://features.pewforum.org/grl/population-percentage.php.
[4] “Güney Sudan’da iç savaş korkusu”, DW, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi:http://www.dw.de/güney-sudanda-iç-savaş-korkusu/a-17317590.
[5] “Political Fight in South Sudan Targets Civilians”, The New York Times, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi: http://www.nytimes.com/2013/12/25/world/africa/south-sudan-crisis.html?_r=0.
[6] “Güney Sudan’da iç savaş korkusu”, DW, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi:http://www.dw.de/güney-sudanda-iç-savaş-korkusu/a-17317590.
[7] “Güney Sudan’da ‘toplu katliam’”, BBC Türkçe, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi:http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/12/131224_gsudan_katliam.shtml.
[8] “Güney Sudan’da tehlike büyüyor”, Milliyet, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi:http://dunya.milliyet.com.tr/guney-sudan-da-tehlike-buyuyor/dunya/detay/1812393/default.htm.
[9] “South Sudan: three mass graves discovered, UN says”, The Guardian, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi: http://www.theguardian.com/world/2013/dec/24/south-sudan-mass-graves-discovered-un.
[10] “Güney Sudan iç savaşa sürükleniyor”, Dünya Bülteni, Erişim Tarihi: 25.12.2013, Erişim Adresi:http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/284193/guney-sudan-ic-savasa-surukleniyor.

24 Aralık 2013 Salı

Devlette Kavga Var!


17 Aralık'ta başlayan ihale ve rüşvet operasyonu; İran'ın ticaret ambargolarını delen altın ticaretinden ayakkabı kutularında saklanan milyon dolarlara, sahne dünyamızın önemli isimlerinden birinin eşinden bakan çocuklarına kadar uzanan ve ancak romanlara konu olabilecek ilginç gelişmelere sahne oldu. Elbette bu süreçte hükümetin yalnızca görevlerini yapmakta olan kolluk kuvvetlerine ve adli sürece müdahale etmesi, Türkiye'nin dış kamuoyundaki imajı ve demokratik rejimine çok büyük bir darbe vurdu. Ben bu müdahalelerin Adalet ve Kalkınma Partisi'nin oy oranına da yansıyacağını tahmin ediyorum. Kanımca ortalaması merkez sağ olan Türk seçmeni, 1990'lardan sonra merkez sağdan İslamcı siyasete kaydıysa, burada merkez sağ partilerin yaptıkları ayyuka çıkmış yolsuzlukların büyük etkisi vardır. Şimdi de benzer bir sürecin AKP için geçerli olması mümkündür. Bu açıklamanın ardından bu yazıda Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı süreçleri küresel siyasi denklem içerisinde analiz etmeye çalışacağım.

1950'lerden beri bir Batı müttefiki olan Türkiye'nin potansiyel gücünün yüksekliği, başta bölgedeki komşu ülkeler olmak üzere tüm ülkeleri hatta müttefiklerini dahi daima korkutmuştur. İşin bir diğer boyutu ise, demokrasi geleneğine oldukça yabancı olan Türklerin, iktidar yoğunlaşması yaşanılan dönemlerde sık sık otoriter rejimlere ve yolsuzluklara yönelmesidir. Maalesef ülkemizde kalkınmacı, ekonomik büyümeyi başarıyla uygulayan hükümetler, kısa sürede bu başarılarından cesaret alarak yolsuz ve kendi halkının bir bölümünü düşman gören otoriter yönetimler kurmuşlardır. Bu trend AKP döneminde de devam etmiştir. Başarılan onca proje, yakalanan yüksek ekonomik büyüme oranları ve diğer tüm hizmetler işte bu yolsuzluk dalgası ve otoriterleşen yönetim üslubu içerisinde kaybolmaya mahkumdur. Zira insanlar için özgürlük ve adalet, ekonomik gelişmişlikten bile daha kıymetli ve en temel değerdir. Hükümetin gözgöre adaletsiz davranması, toplumun sadece bir kesimine hizmet eden partizan anlayışı ve "benim hırsızım iyidir" politikaları, umuyorum halkımız tarafından da en ağır şekilde cezalandırılacaktır.

Konuya daha güvenlik eksenli baktığımızda ise, tüm gelişmiş ülkelerde var olan ve "devlet aklı"nı temsil eden yapının Türkiye'de 2000'lere kadar daha çok askeriye içerisinde teşkilatlandırıldığını görmekteyiz. Oysa ordunun, geçmişte bu yapıyı kullanarak ülkeyi artık halkın tepki gösterecek bilince ulaştığı demokrasi dışı müdahalelere sürüklemesi ve en son 2003 Irak Savaşı'nda gördüğümüz Batılı müttefiklerine karşıt tutumunun son birkaç yılda Batılı karar alıcılarını farklı bir modele yönlendirdiği anlaşılıyor. Bu modelde anlaşıldığı kadarıyla yeni devlet aklı, daha adliye ve polis merkezli ve gevşek bir cemiyet görünümü arz eden bir yeni seçkin (elit) grupta toplanmıştır. Fethullah Gülen'in sembolik liderliğinde oluşan bu grubun, aslında 21. yüzyılda Türk devlet aklını temsil ettiğini düşünüyorum. Demokrasiye inanan bir akademisyen olarak bunu söylemek çok hoşuma gitmese de, devletlerin güvenlik politikalarını yönlendiren bu gibi mekanizmalar dünyanın hiçbir yerinde demokrasiye uygun değildir ve de olmamalıdır. Halkın, bir devletin güvenlik politikalarına yön verebilmesi çok sağlıksız sonuçlar doğurabilir. Bu Amerika Birleşik Devletleri'nde de, Avrupa ülkelerinde de böyledir. Türkiye'de de böyle olmalıdır. Köy-kasaba dolaşıp oy isteyen siyasetçilerin hiç anlamadıkları askeri-güvenlik sorunları ve istihbarat konularında devlete rota çizmeleri o ülkeyi kaçınılmaz bir şekilde felaketlere sürükleyecektir. İşte bu nedenle Türkiye'de yeni devletin inşa süreci, bu gibi yolsuzlukları açığa çıkaran ve eski devleti tasfiye eden adli operasyonlarla halen etmektedir.

Bu süreçte elbette herşey güllük-gülistanlık değildir ve birçok hukuksuzluk yaşanmaktadır. Bu yaşanılan haksızlıklar da sağlıklı bir geçiş için en kısa sürede düzeltilmelidir. Aksi takdirde yeni Türkiye eskisini bile aratan kötü bir model oluşturabilir. Darbe olmaması ve ordu üzerinde sivil denetim demokrasinin ön şartıdır ancak tek şartı değildir. Nasıl sivil iktidarların demokratik bir düzen içerisinde denetlenmesi gerekiyorsa, güvenlik birimlerinde de adil bir güç paylaşımı yapılarak salt bir kurumun devlette hakimiyetinin kurulması engellenmelidir. Yakında dış politikada ve Kürt sorununda çok zorlu bir sürece gireceğimiz düşünülürse, bu dönüşüm en kısa sürede ve en adaletli şekilde tamamlanmalıdır. Son olarak şunlar söylenmelidir; devletler tank gibidirler ve dolayısıyla hamleleri ağır olur. Ancak hamle kararı alındığı zaman sonuna kadar giderler. Olayları salt analiz amacında olan objektif bir gözlemci olarak baktığımda, bu yaşanılan olaylar şahsıma kaçınılmaz bir sürecin parçaları gibi gelmektedir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci

21 Aralık 2013 Cumartesi

Asya'da Rekabet Artıyor


2000’li yıllarda güçlenen ekonomisine paralel olarak dünya siyasetinde de ağırlığı hızla artan Çin Halk Cumhuriyeti’nin sessiz ancak derinden yükselişi, çeşitli siyasal sorunlar yaşadığı Asya’daki bir diğer önemli güç olan Japonya’yı ve dünya lideri pozisyonunu korumak isteyen Amerika Birleşik Devletleri’ni bir süredir ciddi anlamda rahatsız ediyor. Senkaku Adaları ya da Diaoyu Adaları krizi ile su yüzüne çıkan bu rekabet, ilerleyen yıllarda daha da kızışacağa benziyor. Bu yazıda Asya’da artan rekabeti ele almaya çalışacağım.
Asya’nın iki önemli gücü Çin ve Japonya’nın örtülü rekabetlerini açığa çıkaran olay, Doğu Çin Denizi’nde Japonya’ya bağlı Okinawa Adası’nın 370 km güneybatısında, Çin ana karasının ise 350 km doğusunda yer alan ve üzerinde insan yaşamayan adaların sahipliği meselesi oldu. Tarihsel bir boyuta sahip olan ve Japonların Senkaku, Çinlilerin ise Diaoyu adını verdiği 5 ada ile 3 kaya parçasından oluşan adaların yarattığı problem aslına bakılırsa 100 yıldan fazla bir süredir devam ediyor. Yrd. Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu’nun ifadesiyle “Pekin Yönetimi, adaların 1400’lü yılların ortalarından bu yana kendisine ait olduğunu iddia edip bu yönde haritalar yayınlarken, Japonya 1900’lü yılların başında Japon balıkçıların adalarda çektirdikleri fotoğrafları ve Japon İmparatorluğu’na bağlı Okinawa Yönetimi’nin bölgede yaptığı çalışmaları, Senkaku Adaları’nın sahipliğinin kendisine ait olduğunu gösteren birer delil olarak sunuyor.”[1] Elbette Senkaku Adaları’nın iki ülke arasında bu kadar ciddi bir gerginliğe neden olması, adanın tarihsel mülkiyetine dair rekabetten daha büyük bir anlam ifade ediyor.
Bu mülkiyet meselesi ardında gizlenen rekabetin iki önemli dayanak noktası bulunmaktadır. Bunlardan birincisi daha çok jeopolitik olarak değerlendirilebilecek boyuttur. Konu üzerine çalışan Uluslararası Politika Akademisi uzmanı Yrd. Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu’na göre “Çin, Senkaku/Diaoyu Adaları’na yerleşecek Japonya’nın bölgeyi kendisine karşı bir askeri güvenlik bölgesi haline getirmesinden endişe etmektedir. Nitekim Çin, ABD’nin, Japonya ve Güney Kore eliyle doğudan, Filipinler, Malezya ve Endonezya eliyle de güneyden kendisini çevrelemeye çalıştığının farkındadır. Hatta ABD’nin son dönemde Vietnam, Myanmar ve Kamboçya gibi Çin-Hindi ülkeleri ile yakınlaşması ve Hindistan ile olan stratejik işbirliği anlaşması da Çin’i tedirgin etmektedir. Japonya’nın Senkaku/Diaoyu Adaları’na yerleşmesi ve Çin’in bu durumu tanıması, sadece kâğıt üzerinde kendisine bağlı bulunan Tayvan’ın ardından, ABD’nin, Doğu Çin Denizi’nde ikinci bir sıçrama taşına sahip olmasını beraberinde getirecektir.”[2]
senkaku map
Konunun ikinci önemli boyutu ise adaların bulunduğu bölgenin yakınlarında çok zengin petrol ve doğalgaz yataklarının bulunmasıdır. Bu bölgede yer alan petrol ve doğalgaz rezervlerinin Basra Körfezi ile yarışacak düzeyde olduğu belirtilmektedir.[3] Bu zenginlik, adalar 1972 yılında Japonya’ya devredilmeden önce de ABD’liler tarafından biliniyordu ve hatta bu bölgede yapılan ilk araştırmaları ABD şirketleri gerçekleştirmişti.[4] Tüysüzoğlu’na göre; “Adaların Japonya’ya teslim edilmesi, bu enerji zenginliğinin ABD’nin siyasal, askeri ve sistemik müttefiki olan Japonya’nın elinde kalmasının istendiğini gösteriyor. Zira böylece ABD’li şirketler Japon devleti ile yapacakları karlı antlaşmalar ile ABD’nin çıkarlarının korunmasını sağlayabileceklerdi. Nitekim ABD ile Japonya arasında 1960’ta imzalanmış olan Karşılıklı İşbirliği ve Güvenlik Antlaşması’na göre ABD, yabancı saldırılara karşı Japon topraklarının güvenliğini sağlayacağını da kaydetmişti. Çin ise, bu denli büyük bir zenginliğin tam ortasında yer alan ve bu zenginliği kontrol etme şansı tanıyan Diaoyu Adaları’nı kontrol edebilmenin ne denli önemli olduğunun farkındadır. Çin’in içerisinde bulunduğu ekonomik büyüme ve bu büyümenin ihtiyaç duyduğu enerji ihtiyacı göz önünde bulundurulduğunda, küresel manada lider ülke olabilmeyi amaçlayan bu ülkenin Diaoyu ve çevresinde yer alan enerji zenginliğine nasıl yaklaşması gerektiği rahatlıkla ortaya çıkmaktadır.”[5]
china-japan senkaku dispute
Elbette bu sorunun büyümesinde önemli bir etken de hali hazırda dünya lideri konumunda olan ve bu konumunu 21. yüzyılda korumakta kararlı gözüken Amerika Birleşik Devletleri’nin Çin’in yükselişiyle ilgili endişeleridir.[6] Amerikan Başkanı Barack Obama’nın ikinci defa Başkan seçilmesinin üzerinden 48 saat geçmeden ilk ziyaretlerini Asya’da Kamboçya, Myanmar ve Tayland’a yapacağını açıklaması ve sonrasında bu ziyaretleri gerçekleştirmesi bunun ispatıdır.[7] Dünyanın dengesinin Asya’ya doğru kayacağının ifade edildiği bir yüzyılda elbette Amerika Birleşik Devletleri işini şansa bırakmak istememekte ve dış politikasında önemli bir kırılma yaşamak pahasına ağırlığını bu bölgeye kaydırmaya çalışmaktadır. “Asia Pivot”[8] adı verilen bu politikanın amacının Çin’i çevrelemek olmadığı Amerikalı yetkililerce açıklansa da[9], görülen gerçek ABD’nin yegâne amacının İkinci Dünya Savaşı sonrasında George Kennan’ın Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği başarılı politikalarının[10] bir benzerini Çin üzerinde gerçekleştirmektir.
Şu an Asya’daki ittifaklara bakıldığında karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır;[11]
- ABD-Hindistan İttifakı: 2006 yılında önceki ABD Başkanı George W. Bush döneminde başlayan bu yakınlaşma bir nükleer anlaşma ile de desteklenmiştir.[12] Ancak Hindistan’ın son dönemde Çin’le artan ekonomik ilişkileri (bu ülkenin en önemli ticaret partneri Çin’dir) bu ittifakı zayıflatmaktadır.
- ABD-Japonya-Avustralya İttifakı: Üç ülkenin birbirleriyle güvenlik anlaşmaları imzalamasıyla ortaya çıkan bu ittifak, Çinli bazı devlet yetkilileri tarafından “küçük NATO” olarak değerlendirilmektedir.[13] Ancak Avustralya’nın Çin’le artan ekonomik ilişkileri bu noktada sorun çıkarabilecek bir boyuta ulaşmış ve ülkeyi ilerleyen yıllarda bir seçime zorlamaktadır.[14]
- ABD-Japonya-Avustralya-Hindistan İttifakı: Quadrilateral Security Dialogue (Dörtlü Güvenlik Diyaloğu) adı verilen ittifak uyarınca dört ülke Mayıs 2007’de stratejik güvenlik anlaşması imzalamışlardır.[15] 2008’de Kevin Rudd’ın Başbakanlığı döneminde Avustralya anlaşmadan ayrılmış ancak Julia Gillard döneminde yeniden ABD ile yakınlaşmaya başlamıştır. Yeni seçilen Tony Abbott’ın daha önce Rudd’ı çok sert eleştirdiği bu konuda ABD ile daha da yakınlaşması ve ittifaka ağırlık vermesi beklenmektedir.
Görüldüğü üzere ABD zaten Cumhuriyetçi Parti döneminde ağırlığını bu bölgeye kaydırmaya başlamıştır ve Obama döneminde de bu trend devam etmektedir. Ancak Çin son derece doğru bir politika ile ABD’nin bölgedeki partnerleriyle ekonomik ilişkilerini hızla güçlendirmekte, bu sayede bu ülkeleri kendisine bağımlı hale getirmektedir. Çin’in hızlı ekonomik büyümesinin devam edeceği düşünülürse, Amerikan karar alıcılarının bu rekabeti askerileştirmesi riski ilerleyen yıllarda giderek artacaktır. Özellikle barış yanlısı bir Başkan olarak öne çıkan ve sevilen Obama’nın gidişinin ardından şahin bir Cumhuriyetçi adayın seçimi kazanması bu sorunun askerileşmesi riskini beraberinde getirecektir.
Asya’daki rekabete dair güncel gelişmeler ise şöyle özetlenebilir; Kasım ayı sonunda ABD, Çin’in kısa bir süre önce hava savunma sahası ilan ettiği bölgenin üzerinde B-52 bombardıman uçaklarını uçurmuş ve daha önce bunun “acil savunma tedbirleri” ile karşılaşacağını belirten Çin’den buna yönelik herhangi bir tepki gelmemiştir.[16] Bu girişim ABD’den Çin’e yönelik ilk gözdağıdır ve Türk basını tarafından neredeyse haber dahi yapılmasa bile bir savaşı tetikleyebilecek ölçüde riskli bir olaydır. Çin tarafının tepkisizliği bu ilk tehlikeli girişimin şimdilik atlatılmasını sağlamıştır. Kısa bir süre önce gerçekleşen bir diğer önemli gelişme, bölgenin önemli ülkelerinden Güney Kore’nin Çin’e karşı hava savunma sahasını genişlettiğini açıklamasıdır.[17]Bugün gerçekleşen bir olay ise, Çin’in devlet haber ajansı Xinhua’nın yaptığı haberde milliyetçi kimliğiyle bilinen Shinzo Abe’nin seçilmesinin ardından askeri harcamalarını arttırması ve Çin’e yönelik bir güvenlik politika geliştirmesi beklenen Japonya’nın yeni güvenlik stratejisinin Çin tarafından kınanmasıdır.[18] Bu son gelişme  de, ABD uçaklarına karşı sessiz kalan Çin’in Japonya’ya yönelik bir karşı hamlesi olarak okunmalıdır.
Son tahlilde durum değerlendirilirse, İran nükleer krizinin geçici bir anlaşma ile atlatılması ve Suriye krizinde kimyasal silahların yok edilmesi konusunda mutabakat sağlanmasının ardından gözlerin çevrildiği Asya’da gerilim hızla artmaktadır. Bu noktada ABD’yi agresif yapan faktörler; Çin’in hızlı ekonomik büyümesi, dünyadaki farklı pazarlara açılması ve halen tek partili komünist rejimini muhafaza etmesidir. Bu konuda bir süredir ekonomik krizle boğuşan ABD’nin çılgınca bir girişim yapmasını engellemek adına Çin’in atabileceği en akıllı adım; dünya liderliği konusunda ABD’ye meydan okumak niyetinde olmadığını ilan ederek bölgede askerileşmesi mümkün olan sorunları barışçıl ve diplomatik yollarla çözmeye çalışmaktır. Bu anlamda Çin’den gelebilecek diplomatik jestler dünyada bu ülkenin prestijini arttıracak ve ABD’yi de temkinli davranmaya itecektir. Çin’in Dış İşleri Bakanı Wang Yi’nin daha önce Japonya’da Büyükelçilik yapmış olması ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in ABD’yi bilen bir lider olması bu açıdan bir fırsattır. Bunun olmaması durumunda ise, kovboy ruhunu ve demokrasinin cephaneliği (arsenal of democracy) özelliğini her daim koruyan ABD’nin ilerleyen yıllarda askeri politikalara yönelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Girne Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Başkanı

[1] Tüysüzoğlu, Göktürk (2013), “Senkaku (Diaoyu) Krizi ve Çin-Japonya İlişkileri”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/senkaku-diaoyu-krizi-ve-cin-japonya-iliskileri/.
[2] Tüysüzoğlu, Göktürk (2013), “Doğu Çin Denizi’nde Gerginlik Artıyor”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/dogu-cin-denizinde-gerginlik-artiyor/.
[3] Tüysüzoğlu, Göktürk (2013), “Senkaku (Diaoyu) Krizi ve Çin-Japonya İlişkileri”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/senkaku-diaoyu-krizi-ve-cin-japonya-iliskileri/.
[4] “Why Are China and Japan Sparring Over Eight Tiny, Uninhabited Islands?”, National Geographic Daily News, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi:http://news.nationalgeographic.com/news/energy/2012/10/121026-east-china-sea-dispute/.
[5] Tüysüzoğlu, Göktürk (2013), “Senkaku (Diaoyu) Krizi ve Çin-Japonya İlişkileri”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/senkaku-diaoyu-krizi-ve-cin-japonya-iliskileri/.
[7] Bower, Ernest Z. (2012), “Obama Trip Shows Purposeful Asia Focus in Second Term”, CSIS, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://csis.org/publication/obama-trip-shows-purposeful-asia-focus-second-term.
[8] Bush III, Richard C. (2012), “The Response of China’s Neighbors to the U.S. “Pivot” to Asia”, Brookings, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://www.brookings.edu/research/speeches/2012/01/31-us-pivot-bush#.
[9] Daozu, Bao (2012), “US denies China ‘containment’”, China Daily, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://www.chinadaily.com.cn/world/2010-11/11/content_11531103.htm.
[10] “Containment policy (Çevreleme politikası)” adı verilen bu politika ve George Kennan hakkında bilgi sahibi olmak için; http://www.foreignaffairs.com/features/collections/the-legacy-of-george-f-kennan vehttp://www.foreignpolicy.com/articles/2011/12/23/the_man_who_got_russia_right#sthash.dII7KFvl.dpbsadreslerindeki dosyalara bakılabilir.
[11] “China containment policy”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/China_containment_policy.
[12] “U.S.-India Civil Nuclear Agreement”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/U.S.–India_Civil_Nuclear_Agreement.
[13] Jain, Purnendra (2006), “A ‘little NATO’ against China”, Asia Times Online, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://www.atimes.com/atimes/China/HC18Ad01.html.
[14] White, Hugh (2013), “Australia’s Choice”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi:http://www.foreignaffairs.com/articles/139902/hugh-white/australias-choice.
[15] “Quadrilateral Security Dialogue”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi:http://en.wikipedia.org/wiki/Quadrilateral_Security_Dialogue.
[16] Tanış, Tolga (2013), “ABD, Çin’e meydan okudu”, Hürriyet, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi:http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25217387.asp.
[17] “Güney Kore’den Çin’e Askeri Rest”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/guney-koreden-cine-askeri-rest/.
[18] “China denounces Japanese military strategy”, BBC, Erişim Tarihi: 21.12.2013, Erişim Adresi:http://www.bbc.co.uk/news/world-asia-25475418.