Sivil toplum örgütü ya da sivil toplum kuruluşu sözlük anlamıyla “toplumdaki çeşitli sorunları bağımsız olarak ele alıp kamuoyunu bilgilendirme ve aydınlatma görevi yapan, öneriler sunan her türlü birlik” (TDK Online Sözlük) anlamına gelmektedir. Aktif ve iyi çalışan bir sivil toplum düzeni günümüzde demokrasinin olmazsa olmaz (sine qua non) koşullarından biri olarak kabul edilmektedir. Sivil toplumculuğun olumlu ve olumsuz yönlerine değinmeden, Türkiye’de Osmanlı’dan başlayarak sivil toplumculuğun nasıl geliştiği ya da gelişemediği üzerine kafa yoralım.
Sivil toplum hareketleri üzerine yapılan teorik çalışmalarda sivil toplumculuğu etkileyen faktörlerin genel olarak dört başlıkta toplandığını görüyoruz. Bunlar sosyoekonomik gelişme, siyasi kültür, devlet geleneği ve toplumda bulunan çeşitli (sınıfsal, etnik, mezhepsel vs.) bölünme ve çatlakların düzeyidir (cleavage). Batı harici modernizasyon hareketlerinde devlet geleneği ve siyasi kültürde devletçiliğin ağırlığı oldukça fazla olduğu için sivil toplumculuğun gelişmesi de devlete bağlı, onun denetiminde olmuştur. Profesör Metin Heper’in de belirttiği üzere dünyadaki sayılı güçlü devlet geleneklerinden birinin hâkim olduğu Türkiye, Jakoben bir yapısı bulunan Kemalist Devrim’in de etkisiyle sivil toplumculuğun gelişmesi açısından verimli olamamıştır. Aslında bu yetersizliğinin önemli bir nedeni de Osmanlı Devleti’nden alınan siyasal mirastır. Devlet-i âli’nin güçlü merkezi ve çevresel aktörlerden bağımsız konumu bunun ilk önemli nedenidir. Ayrıca Batı tipi modernleşmede olduğu gibi ekonomik gücü bulunan burjuvazinin devleti zorlaması ve yaptığı baskılar sonucu monarşik ve feodal düzeni yerle bir ederek siyasal güç elde etmesinin aksine, Osmanlı’da siyasal güç ekonomik güce açılan kapı olmuştur. Güçlü bir ticari sınıfın (burjuvazinin) bulunmaması ve devletin gölgesinde yetişen tüccarların tarihsel ilerici rollerinin bulunmayışı Osmanlı’da sivil toplumculuğun gelişememesindeki önemli etkenlerdir. Ticaretle uğraşan ve ekonomik gücü bulunan gayrimüslimlerin siyasal güçlerinin bulunmayışı ve Avrupalı devletlerin müdahaleleri sonucu sınırlı da olsa ortaya çıkan siyasal güçlerini ülkenin genel anlamda demokratikleşmesinden çok kendilerine çıkar sağlayacak konular için kullanmaları Osmanlı’da demokratikleşmeyi imkânsız kılan bir faktör olmuştur. Ayrıca tımar sistemi nedeniyle Osmanlı’da güçlü bir feodal toprak düzeni de gelişememiştir. Sipahi bir derebeyi değil, tımar sahibi bir sınıf atlı askerdir. Askeri (yönetici) sınıfla tebaa ya da reaya arasındaki büyük uçurum ve bu mesafenin Türk devlet geleneği paralelinde uzun yüzyıllar boyunca insanlar tarafından içselleştirilmesi sivil toplumculuğun gelişememesinin belki de en önemli nedenidir. Ayrıca bu noktada İslam dini hakkında da bir kaç söz söylemek gerekir. İslam’ın özünde ne vardır ya da demokrasiye uygun mudur tartışmalarına girmeden kabaca bir yorumda bulunursak, Osmanlı’da ulema ve din kurumları, birçok yazara göre Avrupa’daki ilk sivil toplum kuruluşu olan Kilise’nin yetkinliğine ulaşamamış ve daima devlet kontrolünde olmuştur. Halk İslam’ı (folk İslam, heterodoksi) olarak kabul edilen ve Ortodoks İslam’dan farklı olarak kimi yazarların çoğulculuk anlayışı içerisine dâhil ettikleri ahilik teşkilatları, tarikatlar, dergâhlar, mezhepler çerçevesinde bazı halk örgütlenmeleri ve hareketleri gelişmiş ancak hiç bir zaman sivil toplumculuk kategorisine girebilecek ölçekte olamamıştır. Zaten modern bir siyasal katılım unsuru olan sivil toplumculuğu premodern (modern öncesi) dönem halk örgütlenmeleriyle eşitlemek bir hata olacaktır. Halk diline fazlasıyla yerleşmiş “devlet baba, Allah devlete millete zeval vermesin, devlet-i âliye, hikmet-i hükümet, devletin âli menfaatleri, kutsal Türk devleti” gibi deyişler aslında sivil toplumculuğun gelişememesinde en önemli etken olan güçlü devlet geleneğinin bir yansımasıdır. Günümüzde çıkar grubu (interest group), bireycilik gibi kelimelerin dilimizde pejoratif bir anlamının bulunması da buna güzel bir örnek olabilir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra sivil toplum kuruluşlarının sayılarına değişik dönemlerde bakmak gerekirse; 1938 yılında tek parti döneminin otoriterleştiği dönemde bu sayı 205 ile sınırlıdır. 1946’da çok partili siyasal hayata geçilmesiyle beraber bu sayı 820’ye fırlamış, 1950 yılında ise 2000 sayısına ulaşmıştır. Bir kısım çevrenin hala önemini anlamadığı özgürlükçü 1961 anayasası sonrası sivil toplum kuruluşları 1960 yılı sonunda 17.000’e ulaşmış ve hızla açılmaya devam eden siyasal, kültürel ve çok çeşitli örgütler sayesinde 1970 yılında 42.000’i bulmuştur. 1961 anayasasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal bir devlet olduğu vurgulanmış ve siyasal-sendikal örgütlenmeler konusunda özgürlükçü bir anlayış benimsenmiştir. Zaten 27 Mayıs müdahalesini bir devrim olarak görenlerin ileri sürdüğü kanıtlar içinde, darbeyle yapılan anayasanın ilk kez grevli toplusözleşmeli sendikal haklara yer vermiş olması başta gelmektedir. Yeni anayasanın 157 maddesinin 19’u sosyal, ekonomik hak ve özgürlüklere ayrılmıştır.
Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarını üç yapıda incelemek gerekir. Dernekler çoğulcu, plüralist modele uygun olarak yapılanırken, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları korporatist modele, sendikalar ise korporatist ve plüralist model arasında ancak plüralist modele daha yakın olarak yapılandırılmıştır. Kısaca anlatmak gerekirse çoğulculuk ya da plüralizm daha çok liberal demokratik ülkelerde görülen sivil toplum kuruluşlarının hiyerarşik olmayan, özgür, rekabetçi, gönüllülük esasına dayalı, devletten bağımsız olarak örgütlenmesi esasıdır. Korporatizm ise zorunlu, rekabetçi olmayan, hiyerarşik, devlet kontrolünde gelişen sivil toplumcuğa tekabül etmektedir. Faşist ülkelerde görüldüğü için sıkça eleştirilen korporatist model (seçkinci korporatizm), aslında en gelişmiş demokrasi ülkeleri kabul edilen İskandinavya ülkelerinde de (İsveç, Norveç’te uygulanan demokratik korporatizm) görülen önemli bir sivil toplumculuk esasıdır. 12 Eylül sonrası ithal ikamesi ve devletçi, sosyal ekonomi politikalarının bırakılarak ihracata yönelik (export-oriented) liberal politikaların izlenebilmesi için gerekli olan depolitizasyon sürecini başlatmıştır. Ekonomik alanda 24 Ocak 1980 Kararları’nın tam ve kesin olarak uygulamaya sokulduğu 12 Eylül dönemi, ülke tarihinin en geniş ve kitlesel pasifizasyon ve depolitizasyon uygulamalarına sahne olmuştur. 12 Eylül sonrasında belediye başkanlarından ilçe kaymakamlarına kadar herkes görevlerinden alınmış ve yerlerine askeri atamalar yapılmıştır. Meclis dağıtılmış, tüm yetki Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde toplanmıştır. Ama tüm bunlar bir yana, askeri yönetim tüm sendikal faaliyetleri durdurmuş, grev yasaklanmış; ücretler dondurulmuştur. Türk-İş haricinde tüm sendika, dernekler ve siyasal partiler kapatılmış, DİSK’in bütün malvarlığına el konulmuştur. 12 Eylül döneminin en önemli gelişmelerinden biri de, 12 Mart döneminde kısıtlanmasına rağmen Türkiye için hala fazla özgürlükçü ve lüks bulunan 1961 anayasasının kaldırılarak 1982 anayasasının hazırlanması ve yürürlüğe konulmasıdır.
12 Eylül sonrası ise rejimin demokratikleşmesine paralel olarak Türkiye’de sivil toplumculuğun da giderek güçlenmekte olduğunu ve sivil toplum kuruluşlarının sayısının hızla arttığını görüyoruz. Ancak sivil toplum kuruluşlarının son yıllarda siyasal kutuplaşmaya paralel şekilde partizanca tavır alması ve Avrasya coğrafyasında yaşanan sivil toplum destekli renkli veya turuncu devrimler sivil toplumculuğu son yıllarda gölgeleyen olay olarak not edilebilir.
KAYNAKLAR
- Ergun Özbudun, “Contemporary Turkish Politics Challenges to Democratic Consolidation”
-TDK Online Sözlük
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilTürkiye'de "Sivil Toplumculuk" yeterince gelişmiş, herkes sivil toplumcu ama "Sivil Toplum"dan bihaberiz.
YanıtlaSilTDK nin de sivil toplumcu olduğunu da öğrendik.
Sivil toplumcular, ne yazık ki "Sivil Toplum" kelime çiftini ezbere konuşa konuşa, "sivil" in ne olduğunu unuttular/unutturdular. "Sivil" demek medeni demek, uygar demek, şehirli demek. Yani sivil demek, başkasının varlığını kabul etmek, birlikte yaşamak demek. Ama bizdeki sivil toplumculara göre sivil toplum, diğer gruplar, diğer topluluklar üzerinde devletin de desteğini alarak, bunlar üzerinde hegemonya kurmaktan öte bir şey ifade etmiyor. Devlet desteğini alan topluluk güçlenir, diğerleri üzerinde hegemonyasını kurar.
Bir çok organizasyon (örgüt), kendilerine sivil deyip, devletten ayrı oldukları mesajını veriyorlar ama devlete de göz kırpmadan edemiyorlar.
Diğer bir husus da, kendi içlerinde demokratik olamayan bir organizasyonun, diğer organizasyonlara karşı demokratik olmasını bekleyemeyiz.
Sivil toplumculuk oynayarak, idealize edilen demokrasiye ulaşamayız.
Sivil olmak bizde asker olmamak ile özdeş görüldükçe ve zihinlerde sivil in anlamı medeni olmak şeklinde anlaşılmadıkça biz daha çok sivil toplumculuk oynarız…
Dostlar kızmaz inşallah bu yazılanlara..