Sayfalar

28 Ekim 2010 Perşembe

Türk Siyasal Sistemi ve Sorunları



Türkiye Cumhuriyeti Devleti İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana kesintilere uğramasına rağmen -more or less- demokratik bir ülke olarak kalabilmiş tek Orta Doğu ülkesidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olan askeri-bürokratik elit Mustafa Kemal Atatürk'ün de büyük gayretleriyle çok partili rejime geçmek için 1924 (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) ve 1930 (Serbest Fırka) yıllarında iki başarısız deneme yapmış ve nihayetinde 1946 yılında Türkiye hileli bir seçimle de olsa demokrasiye yakın çok partili bir sisteme kavuşmuştur. 1950 yılında ise Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle İsmet İnönü’nün "bu yenilgi en büyük zaferimdir" dediği Türkiye'de gerçek bir demokrasinin uygulamaya konulması gerçekleşmiştir. Bu nedenle Türkiye “ikinci dalga” demokrasilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Türkiye'nin demokrasiye geçişi görüldüğü üzere CHP tarafından uygulamaya konulmuş ve bu nedenle karşılaştırmalı politikacıların “reforma” adını verdikleri erk sahiplerinin reformlar sonucu demokrasiye geçişine bir örnektir. Reforma dönüşümlerinin bir gereği hem iktidar hem de muhalefet kesiminde ılımanların kaba kuvvet yanlılarına üstünlük sağlamış olmalarıdır. Bu anlamda 12 Temmuz 1947 yılında İsmet İnönü’nün Recep Peker ve Celal Bayar arasındaki polemiklere son veren ve taraf tutmadığını gösteren deklarasyonu (12 Temmuz Beyannamesi) reforma varsayımlarının Türk demokratikleşmesi için geçerli olduğunun bir ispatı niteliğindedir. Kimi demokrasiye geçiş tecrübeleri ise "ruptura" adı verilen kesin kopmalar, ihtilal veya devrimlerle gerçekleşmiştir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat müdahalelerinden de görüldüğü üzere Türkiye'de demokrasi hala tam anlamıyla konsolide edilmiş (pekişmiş) değildir ve birçok problemi vardır. Bu yazıda gerçek bir demokrasinin özellikleri ve Türk siyasal sisteminin demokratik sorunlarını ele alacağım.
Demokrasi minimalist tanımıyla özgür, kısıtlamasız ve hilesiz (free and fair elections) seçimlerin yapılarak siyasal partilerin iktidar için halkın oylarıyla mücadele etmesi, halkın parlamentoda vekiller aracılığıyla temsil edilmesidir. Samuel Huntington ve Joseph Schumpeter gibi isimler demokrasinin bu minimalist tanımı üzerinde durmuş ve araştırmalarını bu doğrultuda yapmışlardır. Hatta Huntington “two turnover test (iki defa el değiştirme testi)”denilen mekanik düşüncesiyle bir ülkede siyasal iktidarın bir partiden diğerine iki defa geçmesinin, iktidarın sağlıklı bir şekilde el değiştirmesinin bu ülkede demokrasinin yerleştiği anlamına geleceğini savunur. Ancak daha kapsamlı tanımıyla demokrasi hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, sivil toplum örgütlerinin siyasete aktif olarak katılmaları ve adaletli gelir dağılımı gibi birçok unsuru içerir. Yine sivil ve siyasi hakların kısıtlanmaması, çoğunlukçuluğun yanında çoğulculuk, demokrasiyi hedef almadığı sürece farklı kimliklere yaşama hakkı verilmesi, devlet kurumlarının tarafsızlığı gibi özellikler Batı dünyasında demokrasinin daha kapsamlı tanımına dahil edilmiş konulardır.
David Collier ve Steven Levitsky yaptıkları bir araştırmada Karşılaştırmalı Politika uzmanları tarafından kategori olarak belirlenmiş 550 kadar değişik yönetim biçimi olduğunu belirlemişlerdir. Tabii ki bu kategorizasyon çılgınlığı demokrasinin nitelikleri hakkında bizi çıkmaza sürüklemektedir. Bu nedenle Andreas Schedler’in kullandığı belli başlı 4 çeşit yönetim tipi üzerinde durmakta fayda var. Schedler’e göre özgür ve hilesiz seçimlerin yapılamadığı rejimler otoriter kategorisine girmekte ve doğal olarak demokratik kabul edilmemektedir. İkinci kategori seçim demokrasisi ya da yarı demokrasi adı verilen özgür seçimlerin yapıldığı ancak siyasal haklar, sivil-ordu ilişkileri ve daha birçok konuda demokrasi kriterlerinin sağlanamadığı sistemlerdir. Huntington ve Schumpeter gibileri bu seçim demokrasilerini de demokratik olarak görmekte ve demokrasinin minimalist tanımı üzerinde durmaktadırlar. Üçüncü kategori liberal demokrasi adını verdiğimiz özgür ve hilesiz seçimlerin yanı sıra, gelişmiş insan hakları koşullarının sağlandığı ve bunların devletçe korunduğu, tartışmasız sivil hakimiyetinin var olduğu ve sivil toplum kuruluşlarının karar alma sürecine aktif olarak dahil oldukları rejimlerdir. Schedler bu noktada liberal demokrasi adını verdiği ülkeleri incelemek için Robert Dahl’ın “polyarchy (poliarşi)” kavramının faydalı olduğundan söz eder. Dahl’ın düşüncesinde “polyarchy” adı verilen demokrasilerin şu özellikleri bulunmaktadır;

- Seçimle iş başına gelen yöneticiler
- Özgür ve hilesiz seçimler
- Herkese tahsis edilmiş oy hakkı
- Ofislere, kurumsal pozisyonlara herkesin ulaşma hakkı
- İfade özgürlüğü
- Özgür basın
- Kurumsal otonomi
Bunlara ek olarak adaletli gelir dağılımını ekleyen Schedler liberal demokrasinin farklı ülkelerde farklı koşullara uyum gösterebileceğinin de altını çizmektedir. Dördüncü kategoriyse gelişmiş demokrasi adını verdiği demokrasinin tüm sosyal ve siyasi aktörler tarafından özümsendiği ve Adam Przeworski’nin meşhur tanımıyla “şehirdeki tek oyun” (only game in the town) haline geldiği sistemlerdir. Demokrasiyi John Rawls’un “overlapping consensus” adını verdiği görüşleri ne olursa olsun toplumun tüm kesimleri tarafından ortak olarak kabul edilmiş değerler sistemi olarak kabul edersek, Dahl’ın argümanı yapılacak birkaç eklemeyle demokrasinin çizgilerini gayet açık bir şekilde belirlemektedir. Burada eklenmesi gereken bazı hususlar kanımca güçler ayrılığı ilkesinin hatasız olarak işlemesi ve devlet kurumlarının birbirlerini kontrol edebilmesidir. Bu özelliğe Guillermo O’Donnell yatay sorumluluk (horizontal accountability) ismini vermektedir. Devlet kurumları yatay sorumluluk prensibi gereğince diğer kurum ve güçlerin işleyişini kontrol ederken, dikey sorumluluk (vertical accountability) anlayışı doğrultusunda halkın ve toplumun çeşitli kesimlerine karşı sorumluluklarını da yerine getirmelidir. Gelişmiş demokrasilerin bir diğer özelliği sosyal devlet özelliklerinin bulunması ve gelir dağılımını mümkün olduğunca eşit oranda ayarlamaya çalışmalarıdır. Günümüzde gelişmiş demokrasilere örnek olarak İskandinavya ülkeleri (Norveç, İsveç) örnek gösterilebilir.
Şimdi Türk demokrasisinin sorunları üzerine kafa yormaya başlayalım. Tabii ki bir rejimin temeli, ana hatlarıyla özelliklerinin belirli olduğu anayasasıdır. İngiltere gibi ülkelerde yazılı bir anayasa olmasa da, bu ülkelerde kökleşmiş teamüller anayasa işlevi görmektedir. Milli Mücadele döneminin bir ürünü olan 1921 Anayasası'nı görmezden gelirsek, Türkiye'nin ilk anayasası kabul edilebilecek 1924 Anayasası demokrasi açısından son derece sınıfta kalan bir yapıdadır. Ancak bu anayasa hazırlanırken ülkede olağanüstü koşulların var olduğunu ve bu aşamada (Avrupa'da sosyal darwinizm yükselirken, ülke savaştan ağır hasarla çıkmış ve gerici isyanlarla boğuşurken) anakronizm hatasına düşmemek için tam anlamıyla demokratik bir anayasanın asla beklenemeyecek olduğunu da belirtmeliyiz. 1924 Anayasası'nın en önemli anti-demokratik özelliği "devletin dini İslam'dır" şeklinde bir ibare içermesidir. Bilindiği üzere laiklik demokrasinin sine qua non (olmazsa olmaz) koşullarından birisidir ve demokratik bir devlet resmi bir din belirlemeden, din farkı gözetmeden tüm yurttaşlarına eşit haklar sunmak zorundadır. Nitekim ülkemizin düşük bir sayıda da olsa gayri-Müslim ve farklı mezheplerden oluşan mozaik bir yapısı vardır ve bu nedenle böyle bir madde demokrasi için asla kabul edilemezdir. Nitekim bu ibare daha sonra yapılan değişikliklerle anayasadan çıkarılmıştır. 1924 Anayasası'nın bir diğer anti-demokratik özelliği yürütme erkine çok daha fazla yetki tanıması ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir meclis hükümeti düzeniyle tamamıyla çoğunlukçu (majoritarian) Rousseau tipi bir demokrasi anlayışına sahip olmasıdır. Nitekim tek parti döneminde bu eksiklikler ciddi bir sorun yaratmasa da Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle bu anayasamız Adnan Menderes ve Celal Bayar'ın diktatörlüğe yakın bir yönetim kurmasına yardımcı olmuştur. Yürütmenin denetlenemeyen aşırı gücü DP'nin tahkikat komisyonlarıyla bağımsız yargının önüne geçebilmesine ve Cumhuriyet'in kurucusu olan muhalefet partisini kapattırmaya dahi teşebbüs etmesine yol açmıştır.
27 Mayıs ihtilali sonrası kabul edilen 1961 anayasası ise Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yüz akı niteliğinde bir anayasadır. ıÜü27 Mayıs ve 1961 anayasasının temel amacı milli iradeyi temsil etmeyi her istediğini yapma hakkı olarak gören yürütmenin gücünü, yargı ve yasamayı güçlendirerek azaltmak ve güçler ayrılığı ilkesini tam anlamıyla hayata geçirmektir. Bu nedenle 27 Mayıs sonrası Anayasa Mahkemesi kurulmuş ve yaptıkları hiç bir denetime tabi tutulmayan yürütme erkinin gücü sınırlandırılmıştır. Yine Milli Güvenlik Kurulu da, tavsiye veren bir kurum olarak 27 Mayıs sonrası yaratılmıştır. Ancak 12 Mart ve 12 Eylül'de MGK'nın yetkisinin aşamalı olarak yükseldiği görülecektir. Bu gelişmelere paralel olarak 1961 anayasasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sosyal bir devlet olduğu vurgulanmış ve siyasal-sendikal örgütlenmeler konusunda özgürlükçü bir anlayış benimsenmiştir. 1961 anayasası 12 Mart’la büyük bir tahribata uğratılmış ancak yine de hala lüks bulunmaktadır. Bu nedenle 12 Eylül rejiminin kendine uygun bir anayasası olacaktır. 12 Eylül'ün acımasız darbesi sonrası yürürlüğe sokulan 1982 anayasası 1961 anayasasının aksine demokratik ilkeler bazında oldukça geride kalmış bir anayasadır. Kısıtlayıcı hükümlerine rağmen % 91,37 oranıyla kabul edilen 1982 anayasasının bu denli desteklenmesinin öncelikli nedeni sivil siyasetin iç çatışmaları önleyememesi ve insanların tek çare olarak darbeyi görmeye başlamasıdır. Ayrıca 1982 anayasası kabul edilmezse ne yapılacağı belirli değildir. Askeri yönetimin görevde kalması ihtimaline karşın Türk halkı anayasayı büyük ölçüde desteklemiştir. Anayasanın geçici 15. maddesi ile Kenan Evren ve cuntanın ileride yargılanabilmesinin önü tıkanmış, kendilerine tanınan dokunulmazlık hakkı ile 1924 yasanın hukuki olarak denetlenememesine sebep olmuştur. 1982 anayasası ile yürütme erki diğer organlara göre daha güçlü hale getirilmiş, siyasal kararların alınmasındaki muhtemel tıkanmalara karşı çeşitli önlemler alınmıştır. İstikrarsızlığa neden olduğu düşünülen nispi temsil seçim sistemi kaldırılmıştır. Bunlara ek olarak sivil toplum kuruluşları politikadan men edilmiş ve sendikalara siyaset yasağı getirilmiştir. Kazuistik (detaycı) bir şekilde yazılmış olan 1982 anayasasında değiştirilemeyecek maddelerin de sayısı arttırılmış, daha baskıcı bir yönetim inşa edilmiştir. Anayasanın aslında temel amacı Türk halkının farklı bir sistem arayışının önüne set çekmek ve özellikle devrimci sol hareketlerin güçlenmesini önlemektir. Bu yasal değişikliklere ek olarak, devlet tarafından Türk-İslam sentezi ideolojisi eğitim kanallarıyla pompalanmaya başlamış ve başta gençlik olmak üzere tüm toplumsal kesimler siyasetten uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Avrupa Birliği üyeliği süreci Türkiye için dış politikada her ne kadar bazı haksızlıklara sahne olsa da, kabul etmek gerekir ki demokratikleşme açısından Türkiye için katalizör işlevi görmüştür. Günümüzde 1982 anayasasının anti-demokratik özellikleri büyük ölçüde giderilmiştir. Ancak yine de ülkemizin tüm siyasal, sosyal aktörlerinin katılımı ve uzlaşmasıyla hazırlanacak olan yeni ve sivil bir anayasa bu anlamda Türkiye’de demokratik pekişmenin üst noktası anlamına gelecektir.
Türk siyasal sisteminin anayasa dışındaki bir diğer önemli sorunu siyasal partilerin yapısıdır. Hemen belirtelim ki Türkiye’de siyaset, sivil toplum kuruluşlarının ve ideolojilerin çok ötesinde parti tavırlarına göre belirlenmektedir. Özbudun başta olmak üzere birçok yazara göre Türkiye’de siyasal rejim parti politikaları üzerine kuruludur. Türkiye’de siyasal partilerin getirim amacıyla işlev görmesi Türk siyasal sisteminin en ciddi sorunlarından biridir. Daha önemli bir sorun parti sisteminin fazlasıyla bölünmüş (fragmented) olmasıdır. Aslında hemen hemen aynı şeyleri söylemelerine rağmen bugün parti sisteminde sağ ve sol cenahta çok sayıda farklı siyasal oluşum bulunmaktadır. Dış politika ve ekonomi konuları söz konusu olduğunda ise yakın geçmişe kadar merkez partilerin sağ-sol fark etmeden tavırları hemen hemen birbirleriyle aynı çizgideydi. Türkiye’de siyasal parti sisteminin bölünmüş yapısını önlemek için anti-demokratik yüzde 10 seçim barajı uygulanmakta ancak bu uygulamada tepki doğurmaktadır. Daha önemli bir sorun partilerde lider sultası sisteminin bulunması ve partileri genelde tek adam ve çevresindekilerin yönetmesidir. Parti içi demokrasi eksikliği Batı tipi bir demokrasiyi Türkiye’de egemen kılmak isteyenlerin karşısındaki en önemli sorunlardan biridir. Diğer bir sorun oy oranlarındaki büyük değişmeler, dalgalanmalardır (volatility). Bir önceki seçimlerde en çok oyu alan bir parti Türkiye’de bir sonraki seçimlerde yüzde 1 oy oranında kalabilmektedir (1999-2002 seçimlerindeki DSP performansını hatırlayın). Böylesine yüksek bir volatilite (dalgalanma) oranı dünyanın başka bir ülkesinde görülmemektedir. Partiler ve parti sistemi 1960 ve 1970’lerde kutuplaşmayı körüklemiş ve 12 Eylül’e adeta davetiye çıkarmıştır. Bugün de hala siyasal partiler oy uğruna toplumu kutuplaştırmakta ve sorunları çözümsüz hale getirmektedirler. Türkiye’de demokratik pekişme açısından siyasal partiler kanunun değişmesi ve partilerin lider odaklı yapısının değiştirilmesi en önemli hususlardandır. Ayrıca partilerin finansmanı ve finansal şeffaflığı konusunda da ülkemizde çok ciddi sorunlar olduğu ortadadır. Bunlara ek olarak, parti sistemindeki bölünmüşlük yüzde 10 barajı dışında bir yolla düzeltilmeye gayret edilmelidir.
Türkiye demokrasisinin aslına bakılırsa en temel sorunu; köhnemiş toplum yapısını radikal bir şekilde değiştirmeyi amaçlamış Kemalist Devrim’in henüz kökleşmeden ve tabana tam anlamıyla yayılmadan ülkenin çok partili hayata geçmesi ve bu nedenle demokrasi meydanında ülkenin en temel meselelerinin (vatandaşlık tanımı, laiklik uygulamaları vs.) başka hiçbir ülkede görülmeyecek şekilde tartışma ve siyaset konusu olabilmesidir. Genel anlamıyla Türkiye’de siyaset bu en temel meseleler üzerinden yapılmakta dolayısıyla demokrasiyi derinleştirecek diğer meselelere zaman kalmamaktadır. Soğuk Savaş koşullarında bu meseleler Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasete müdahalelerine uygun bir zemin yaratırken, günümüzde de hala toplumu kutuplaştırmakta ve devlet kurumlarıyla sivil siyaset arasında Türkiye’nin gücünü zayıflatan bir gerilim yaratmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin parçalı toplum yapısını daha da kalıcı hale getirmeden bu en temel meselelerini bir an önce uzlaşma yolu ile halledip, diğer demokrasi sorunlarına ve ekonomi ve dış politika gibi önemli alanlara yoğunlaşması daha doğru bir adım olacaktır. Bu nedenle başta iktidar çevreleri olmak üzere Türkiye’de artık daha fazla kavga ve gözyaşı istemeyen kesimlerin toplumsal gerçeklikler ve devletin kuruluş ideolojisi ekseninde bu en temel meselelere makul çözümler üretmeleri, bunu yaparken de toplumu kutuplaştırmamaya dikkat etmeleri gerekmektedir. Bu noktada sosyolojik gerçeklikler mutlaka çeşitli araştırmalarla ortaya konulmalı ve dikkatli adımlar atılmalıdır. Örneğin, Kürt sorunu konusunda atılacak adımlarda olayın bir Türk sorununa dönüşmemesi bu anlamda sosyolojik gerçekliklere bakmak anlamında önemli bir husustur.
KAYNAKLAR
- Özbudun, Ergun, "Turkey: How Far From Consolidation?", Journal of Democracy, Vol 7, No: 3,1996
- Özbudun, Ergun, "Paradoxes of Turkish Democratic Development: The Struggle Between the Military-Bureaucratic "Founders" of Democracy and New Democractic Forces", H.E. Chehabi ve Alfred Stepan'ın "Politics, Society and Development" kitabından, Boulder: Westview Press, 1995
- Heper, Metin, "The European Union, the Turkish Military and Democracy", South European Society & Politics, Volume 10, No:1, 2005

Ozan Örmeci

4 yorum:

  1. Yaşamın her alanından seçtiğim çalışmaları, yazarlarının izniyle “Bloglardan Seçmeler” adlı sitemde yayınlıyorum.
    Sizin de izniniz olursa bloglarınızdan seçtiğim çalışmalarınızı, kaynak göstererek yayınlamak istiyorum.
    İyi günler dileğiyle.
    Sabahattin Gencal

    YanıtlaSil
  2. Sabahattin Bey teşekkürler, memnuniyet duyarım, elbette yayınlayabilirsiniz. Saygılar.

    YanıtlaSil
  3. Yazıda, gelişmiş demokrasi örneği olarak, Norveç verilmiş. Devamındaki paragrafta da devletin dininin anayasal çerçevede belirtilmesinin anti-demokratik olacağı vurgulanıyor. Lakin, Norveç anayasasında, devletin dini açıkça belirtilir.

    YanıtlaSil