Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden bugüne kadar süregelmiş olan Kürt sorunu veya daha resmi bir söylemle Güneydoğu sorunu; çeşitli sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik ve uluslararası boyutları bulunan çok karmaşık bir konudur. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti devleti; ulu önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm diyene” sözünde vücut bulan ilerici ve bütünleştirici milliyetçilik anlayışı ile Kürt kökenli yurttaşlarımızı Cumhuriyet’in asli unsuru ve birinci sınıf vatandaşları kabul etmişse de, gerek kimi ırkçı kişiler, ön yargılı toplumsal gruplar ve devlet görevlilerinin Türkiye Kürtlerine yönelik ayrımcı ve dışlayıcı tutumları, gerekse de bölgenin geri kalmışlığı ve feodal yapısına dayalı olarak gelişen Kürt milliyetçiliği ve din temelli isyanlar karşısında ürken devletin uyguladığı baskıcı politikalar nedeniyle Kürt sorunu özellikle son 30 yıldır çok şiddetli bir şekilde kendini göstermektedir. Bugünlerde Kürt sorunu hükümetin yapmayı planladığı ancak çerçevesini iyi belirlemediği için toplumda büyük bir kutuplaşma ve endişe yaratan Kürt açılımı ile yeniden gündemdedir. Bu açılımın Amerika Birleşik Devletleri ordusunun Iraklı Kürt grupların desteğiyle işgal ettiği Irak’tan çıkmasına yalnızca birkaç ay kala alelacele hazırlanıyor olmasının garipliği bir yana, hükümetin bu konuda kendine kılavuz olarak gerçekte Kürt sorununun dış politik boyutu hakkında hiçbir bilgi sahibi olmayan ve tamamen 12 Eylül acımasızlığının yarattığı travma altında yaşayan (dolayısıyla ölçülü-mantıklı düşünemeyen) eski Stalinist, yeni liberal uçuk-lunatik aydınları seçmesi toplumda olan endişeleri misliyle arttırmaktadır. Kürt sorununun devasa bir konu olması sebebiyle o konuya fazla girmeden bu yazıda hükümetin yapmaya çalıştığı Kürt açılımıyla ilgili endişelerimi ve düşüncelerimi belirtmeye çalışacağım.
Öncelikle Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ve Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli’nin sözlerinde görebildiğimiz bu projenin dışarıdan yönlendiriliyor olduğu fikrine yoğunlaşalım. Her ne kadar hükümet, Amerika’nın Ankara Büyükelçisi ve liberal entelijensiyamız aksini iddia etse de, bu projenin tamamen dışarıdan kaynaklanan bir süreç sonucunda geliştiğini görmek zor değil. Zira 7 senedir bu konuda çeşitli çabaları olmasına karşın somut ve kapsamlı bir adım atmaktan kaçınan ve hatta daha önce terör örgütünü kınamaması nedeniyle Demokratik Toplum Partisi ile görüşmeyi reddeden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, ABD ordusunun Iraklı Kürt grupların desteğiyle işgal ettiği Irak’tan çıkmasına yalnızca birkaç ay kala Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün birden ortaya attığı “Kürt sorununda güzel şeyler olacak” açıklaması sonrası aniden düğmeye basması ortada bir gariplik olduğunu gösteriyor. Afganistan’dan sonra Irak’ta da büyük bir hüsrana uğrayan Amerika Birleşik Devletleri, bölgeyi terk etmeden önce en azından Kuzey Irak bölgesinde kurdurduğu ve enerji kaynaklarını da içeren Kürt federe bölgesini Türkiye’nin kontrolüne bırakarak güvence altına almak ve Kürt bölgesini göstererek Irak’a demokrasi götürdüğünü iddia edebilmek istiyor. Ancak Kuzey Irak Kürt yönetimi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yaptığı vahşice eylemler nedeniyle sık sık savaş durumuna getiren PKK terör örgütü nedeniyle ABD bölgenin ileride Arap grupların saldırılarının yanı sıra Türk ordusunun da hedefi olabileceğini düşünüyor ve işte tam da bu nedenle PKK’nın tasfiyesini daha doğrusu siyasallaşmasını ve Kuzey Irak-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesini öngören bir süreci hükümetimize empoze ediyor. Son seçimlerde “tek bayrak, tek vatan, tek millet” sloganlarıyla Anadolu’nun dört bir yanından milliyetçi-muhafazakâr oyları toplayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 7 sene sonunda bu ani kararını başka türlü yorumlamak gerçekten mümkün değil. Ayrıca hükümetin görevlendirdiği İç İşleri Bakanı Beşir Atalay’ın “bu süreç yılbaşına kadar bitecek” gibi açıklamaları da 80 yıldır çözülemeyen bu sorunun bu kadar acele ile halledilmek istenmesinin arkasında ABD’nin bölgeden çekilecek olmasının yattığını gösteriyor. Yani Dış İşleri Bakanı Ahmet Davudoğlu’nun tüm hayalci değerlendirmelerine ve enerji politikalarında atılan bazı doğru adımlara karşın hükümetin ABD’ye olan göbek bağı olanca gücüyle devam ediyor ve ABD’nin emrettiği bir süreç Türk iç politikasını tamamen şekillendirebiliyor.
Ancak bu sürecin dışarıdan yönlendiriliyor olmasının çok büyük hatalara yol açabilecek bir tarafı var. Bugün ABD silahları arkasına saklanarak kendilerine gerçekte olandan çok daha büyük bir güç vehmeden Kuzey Iraklı Kürt gruplar, ABD’nin bölgeden çekilmesi sonrası oluşacak yeni güç dengelerinde şimdiki güçlerinden önemli bir bölümünü kaybetmek zorunda kalacaklar. İşte tam da bu nedenle şu an bölgenin gerçek güç dengeleri oluşmadan atılmaya çalışılan bu adım aslında Kürt tarafını daha avantajlı bir konuma geçirmek için tasarlanmış gibi gözüküyor. Zira ABD’nin bölgeden çıkışı sonrası Sünni ve Şii Arap grupların saldırılarına ve tehditlerine maruz kalacak olan Kuzey Irak yönetimi bu durumda yakın bir gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik meydan okur tavrından caymak (bu konuda Talabani’nin PKK’lı teröristleri isteyen Türkiye’ye yönelik “Size bir Kürt kedisi bile vermem” açıklaması hala hafızalardadır) ve iç savaş tehlikesine karşı ülkemizle çok daha iyi geçinmek durumunda kalacaktır. Öyleyse ülkemizin menfaatleri bu durumda “bekle ve gör” politikasını daha makul kılıyorsa hükümetin bu konudaki aceleci tavrının mantığı nedir? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti hükümeti kendi ülke çıkarlarından, kendi halkının çıkarlarından ziyade Iraklı Kürt grupların çıkarlarını mı savunmak için iktidardadır? Bu soruyu bugün hangi etnik kökenden gelirse gelsin tüm vatandaşlarımızın sormaya hakkı vardır. Zira Türkiye Kürtlerini bu projede sadece bir araç olarak ele alan ABD ve AKP hükümetinin bu açılımla esas amacı Kürt kökenli yurttaşlarımızı daha iyi bir yaşama kavuşturmak değil, ABD’nin kontrol ettiği ve enerji kaynaklarını sömürdüğü Kuzey Irak bölgesini güvence altına almaktır. Ayrıca bu konuda Henri J. Barkey ve David Phillips gibi Amerikalı uzmanların hazırladıkları raporların hükümetin söylemleriyle benzeşmesi bu projenin dışarıdan yönlendirildiği izlenimini güçlendirmektedir.
Elbette bunu yorumları yaparken tamamen Türkiye halkının menfaatleri doğrultusunda bir değerlendirme yapıyor ve Kürtlere yönelik herhangi bir düşmanca tavır içine girmiyoruz. Zaten büyük önderimiz Mustafa Kemal’in de Afet İnan’la beraber hazırladığı “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı eserinde Türklerin “ırk kardeşi” olarak nitelendirdiği Kürtlerimizi sevmek ve onların yaşam koşullarını geliştirmekten başka bir düşüncemiz olamaz. Ancak Irak’ta katledilen 1 milyon insanın vebalini boyunlarında taşıyan Iraklı Kürt gruplar elbette ki ABD’nin bölgeden çekilmesi sonrası elde ettikleri ve ülkemizi Şemdinli ve Ergenekon Operasyonları gibi kimi girişimlerle istikrarsızlaştırmak için kullandıkları aşırı gücün en azından bir bölümünü Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Iraklı Arap gruplara devretmek zorunda kalacaklardır. Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken acele etmek değil, son derece sakin olmak ve beklemektir. Hükümetin bu acelesi sürecin dışarıdan yönlendirildiği görüşünü doğrulamakta ve Türk milletinde büyük tepkiye yol açmaktadır. Süreci doğru okuyan CHP ve MHP de hükümete bu yolla yüklenerek oylarını hızla arttırmaktadırlar. Bu süreç sonunda AKP’nin iktidarını kaybetmesi hatta AKP’nin süreci yönlendiren önemli isimlerinin sonraki dönemde Yüce Divan’lık olmaları gibi riskler bulunmaktadır. Bu anlamda son oluşan dengeler incelendiğinde büyük olasılıkla 2010 Kasım’ında yapılacak olan genel seçimlerde ortaya çıkacak olan bir CHP-MHP koalisyonu çok uzakta gözükmemektedir. CHP bu koalisyonun büyük ortağı olmak için şu an hala daha avantajlı olmasına karşın (bu noktada Sarıgül’ün ortaya çıkışı CHP oylarını azaltabilir), MHP’nin AKP’den de kopan oylarla tarihinde bir ilki gerçekleştirerek yüzde 20’leri aşabileceğini öngörmekteyim (Ancak MHP’nin de oylarının bir bölümünü Osman Pamukoğlu’nun partisine kaptırma riski bulunmakta). Yine AKP’den kopan oyların Abdüllatif Şener, Demokrat Parti ve Saadet Partisi’ne akabilme olasılığı gözükmekte. Bu nedenle AKP’nin yüzde 40’lardan yüzde 20'lere dahi düşebileceği bir süreci dışarıdan dayatılması nedeniyle kendi eliyle başlattığı iddia edilebilir. (Elbette bu tahminler sürecin şu anki kontrol dışı ve halktan büyük tepki çeken şekilde devam etmesi durumunda geçerli olabilecek olan senaryodur.)
Yine de bu aşamadan sonra vazgeçilmesi daha tehlikeli olabilecek olan bu sürecin ulus-devlet ve üniter yapımızı bozabilecek noktalara gitmemesi için hükümetimize yapılabilecek bazı tavsiyeler mevcuttur. Öncelikle hükümetin, bugün gerek Kürt sorunu gerek tüm diğer meselelerde sorunların temel kaynağının ekonomik olduğunu görerek bir an önce neo-liberal saplantılarından vazgeçerek bölgede devlet eliyle yatırımlar yapması ve bölgenin işsiz ve radikalleşmeye müsait gençlerine iş temin etmesi gerekmektedir. Terör örgütüne yönelik toplumda büyük bir öfke uyandıran sempatik yaklaşımlardan vazgeçilmeli ve bölge halkına DTP aracılığı ile değil direkt olarak hükümetin kendisi ulaşmaya çalışmalıdır. Sorunlarının çözüleceğine, iyi bir iş ve yaşam imkânı bulunabileceğine inanan bölge halkı siyasal fikirleri ne olursa olsun bu noktada DTP-PKK çizgisinden rahatlıkla uzaklaşabilecektir. İkinci olarak hükümet sonradan büyük hayal kırıklıkları yaratabilecek aşırı isteklerin önüne geçmek için bir an önce bu açılımın çerçevesini belirlemeli ve milli kimliği orta ve uzun vadede bozmayacak ölçüde Kürt kökenli yurttaşlarımıza kültürel-bireysel haklar temin etmelidir. Bu anlamda bazı üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin kurulması ve Kürtçe seçmeli derslerin üniversite dil dersleri müfredatına sokulması atılabilecek olumlu adımlardır. Ancak hükümetin Taraf Gazetesi’nde ifade edildiği gibi Kürtçe’yi eğitim dili olarak kabul etmesi ya da bir üst milli kimlik olarak kabul ettiğimiz Türklüğü anayasadan kaldırması gibi durumlar Türkiye’nin orta ve uzun vadede bölünmesini garanti altına almak olacaktır. Dil birliğini koruyamayan bir millet mutlaka günü geldiğinde çözülecektir. Türklüğün bir üst kimlikten alt kimliğe indirgenmesi (özellikle sandıkta güçlendikçe kendini bir Padişah olarak görmeye başlayan Başbakan bu konuda çok yanlış açıklamalar yapmaktadır) tarihsel süreç içerisinde doğal olarak oluşmuş Türk milleti kavramını anlamsızlaştıracak ve Türkiye’yi yine orta ve uzun vadede bölünmeye ya da federatif bir devlet olmaya zorlayacaktır. Üçüncü önemli nokta, 1 Eylül’de sözde ateşkes için verdiği süre dolacak olan PKK’nın, sınır askeri birliklerce çok iyi kontrol edilerek Kuzey Irak’ta Kandil-Mahmur bölgesinde hapsedilmeye devam etmesi ve süreç netleşene kadar eylem yapmasının engellenmesidir. Zira PKK’nın bu aşamada yapacağı yeni eylemler toplumda yaratacağı öfke nedeniyle süreci baltalayabilir ve hükümeti çok zor durumlara düşürebilir. Dördüncü olarak, bu açılımları bireysel-kültürel haklar ve Diyarbakır Cezaevi’nin kapatılması gibi sembolik adımlarla ölçülü bir şekilde götürecek olan hükümetin ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrası Kuzey Iraklı Kürt gruplarla masaya oturması ve PKK’nın tasfiyesi için bir plan yapması gerekmektedir. Bu noktada Iraklı Kürt yerel yönetiminin ABD’nin bölgeden çıkışı sonrası düşeceği dezavantajlı durumdan istifade edilmeli ve kendi istikrarlı durumlarının Türkiye’nin tavrına bağlı olacağı ifade edilmelidir. Hoş olmasa da dış siyaset ülkelerin kendi çıkarlarına uygun olarak planlar yaptıkları kirli bir oyun alanıdır dahası 1 milyon insanın ölümüne ortak olmuş Iraklı Kürt grupların bugün medyamızca sunulan mağdur imajından artık vazgeçmemiz gerekmektedir. Beşinci olarak, hükümet Cumhuriyet’in temel prensiplerine yönelik düşmanca açıklamaları ve tutumlarıyla rejim karşıtı grupları güçlendirmekten vazgeçmeli ve kucaklayıcı bir siyasetle toplumun tamamına hitap etmeye çalışmalıdır. Başbakan Erdoğan’ın artık öfke nöbetlerine yenik düşmeyerek, laik, sol, Kemalist, milliyetçi seçmenleri de kucaklayabilecek ılımlı bir söylem tutturması ve ortamı daha fazla germemesi gerekmektedir.
Hükümetin dışarıdan dayatılan bu zorlu sürece girmek zorunda kalması eğer devlet kurumları uyumlu ve yakın bir geleceği hesap ederek çalışırsa hayırlı sonuçlara vesile olabilir. Kuzey Iraklı Kürt grupların zayıflaması ülkemizdeki bugünkü hukuki ve siyasal birçok anormalliklerin düzelmesi ve olağan dengelerin oluşması anlamına gelebilir. Yine açılım sonucu Kürt kökenli yurttaşlarımıza sunulacak olan makul haklar artık Türkiye Kürtlerinin (tabii ki aşırıcı-ölçüsüz olanların değil) kendilerini daha mutlu ve sistemle barışık hissetmelerine yol açabilir. Ancak hükümetin ucu açık ve sınırları belirlenmeyen bir süreçte ısrar etmesi ve bu konuda ABD’nin baskısına boyun eğerek acele etmesi Türkiye’yi iç çatışmaların ve toplumsal gerginliklerin yaşanacağı olağanüstü dönemlere de götürebilir. Türk milliyetçiliğinin tarihsel olarak aynı bugünkü gibi reaksiyoner-tepkisel olarak geliştiği ve Misak’ı Milli sınırlarına varoluşsal bir anlam yüklediği düşünülürse, hükümetin yanlış adımları MHP lideri Devlet Bahçeli’nin kontrol altında tutmaya çalıştığı milliyetçi öfkenin sokaklara taşmasına yol açabilir. Bu nedenle hükümet bir an önce bu açılımın sınırlarını makul bir ölçüde belirlemeli ve topluma açıklamalı ve bunlara ek olarak muhalefet partilerini de mutlaka sürece dâhil etmelidir. Bu son süreçle beraber maskeleri iyice düşen ve özgürlükçü-solcu-liberal etiketlerinin ardında Washington ve Brüksel’den aldıkları talimatları yerine getirdikleri ispatlanan medya tetikçilerinin de toplumu kutuplaştıracak ve Türkiye’yi bir iç savaş ve darbe ortamına sürükleyecek olan aşırı söylemleri ve kışkırtıcı açıklamalarını hükümetin bir an önce durdurması akıllıca olacaktır.
Ozan Örmeci