Sayfalar

16 Ekim 2008 Perşembe

Ruanda Soykırımı


Yakın tarihte yaşanmış en büyük insanlık trajedilerinden biri olan Ruanda soykırımı; Batı dünyasının bu olaydaki sorumluluğuna ve yaklaşık 1 milyon insanın bu olay sonucunda katledilmesine rağmen büyük olasılıkla Batı dünyası için büyük bir kayba yol açmadığı ve bu olayda Batının gösterdiği ahlaksız tutum hatırlanmak istemediği için üzerinde fazla durulan bir konu değildir. Olay daha çok her yerde gösterime sokulmayan ve aday olmasına karşın hiçbir Oscar ödülüne layık görülmeyen muhteşem film Rwanda Hotel’in çekilmesinden sonra dünya kamuoyunun gündemine taşınmıştır. Bu yazıda kısaca Ruanda soykırımının nasıl geliştiğini ve Avrupalı devletlerin bu olaydaki rolünü sorgulayacağım.


Ruanda soykırımının temelleri aslında emperyalist Avrupalı güçler Belçika ve Almanya’nın Ruanda ve Burundi’den ayrılırken yaptıklarına dayanmaktadır. Bu iki ülkede yaşayan en iki kabileden biri olan Hutular; Etiyopya’dan 500 yıl kadar önce gelerek Ruanda ve Burundi’ye yerleşmişlerdir. Hutular tarımla uğraşırken kendilerinden daha önce bu bölgeye yerleşmiş Tutsi kabilesi ise büyükbaş hayvancılıkla geçinmektedir. Yüzyıllılar içerisinde iki kabile birbirine yakınlaşmış ve kabile mensupları arasındaki farklar neredeyse tanınmaz, bilinmez hale gelmiştir. Zira kabileler arası evlilik ve bir arada yaşam daima üst düzeyde olmuştur. Ancak özellikle Belçikalılar ülkede hâkimiyeti sağlamak için (böl ve yönet politikası) kabile farklılıklarını körüklemeye çalışmış ve azınlıkta olmasına karşın bölgenin esas sahibi olarak nitelendirdikleri Tutsileri avantajlı, elit azınlık durumuna geçirmişlerdir. Bu dönemde Tutsiler nüfusun yüzde 85’ini oluşturan Hutulara karşı yüzde 15’lik oranlarına karşın daha iyi eğitim alma şansı yakalamış ve devlet kademelerinde görev almışlardır. Belçikalılar Ruanda’dan, Almanlar ise Burundi’den çekildikleri 1962 yılında ise artık kabile farklılıkları sosyal yaşamı ciddi bir biçimde etkiler hale gelmiştir.


1962 yılında başlayarak çoğunluk olmalarına karşın devlet yönetiminde söz sahibi olamayan Hutular Tutsilere karşı ayaklanmış ancak bu ayaklanma ve etnik çatışmalar iki kabilenin yakınlığı ve sağduyulu tavırları sayesinde bir iç savaşa dönüşmemiştir. 1965 yılında seçimle iş başına gelen Hutu liderinin Tutsi teröristleri tarafından öldürülmesi ise etnik çatışmaların başlamasında önemli bir yer tutar. 1972 yılındaki Hutu ayaklanması nedeniyle Burundi’de çok sert önlemler almaya giden Tutsi kabilesi mensubu askerler 250.000 Hutu’yu öldürmüşlerdir. Olaylar artık çığırından çıkmış ve gözle görülür bir şekilde etnik soykırıma doğru ilerlemesine karşın insan haklarını her şeyin önünde tutan (!) Batı dünyası o sıralarda CİA darbeleriyle meşguldür ve kendi yarattıkları bu pisliği temizlemek konusunda bir çaba göstermezler. Karşılıklı adam öldürmeler, katliamlar sonucu yüzlerce yıllık dostluk bir kenara bırakılarak her iki taraf da birbirinden korkar ve bu korku nedeniyle birbirini dışlar olmuştur. Burundi’deki Tutsi kontrolü 1993 yılına kadar sürmüş ancak bu tarihte Melchior Ndadaye’nin başkan seçilmesiyle daha önce Ruanda’da da olduğu gibi Burundi’de de Hutu çoğunluk iktidarı ele geçirmeyi başarmıştır. Ancak olaylar Burundi’den önce Ruanda’da, hem de çok şiddetli bir şekilde başlayacaktır.


1973 yılından beri Ruanda’yı yöneten Hutu lideri başkan Juvenal Habyarimana’nın binlerce Tutsi’yi Zaire’ye sürgüne göndermesi sonrası Tutsiler kendi para-militer örgütlerini kurarak Hutu kontrolündeki polis ve askerle çatışmaya başlamışlardır. Bu çatışmalarda kullanılan silahları Batılı silah tüccarlarından elde eden Tutsi gruplarına karşı başkan Habyarimana da “Hutu Power” olarak bilinen bir kampanya başlatmış ve çatışmalar şiddetlenmiştir. 1994 yılı Nisan’ında ise başkan Habyarimana’nın başkent Kigali’de vurularak düşürülmesi sonrası Hutuların agresyonları artmış ve kısa sürede soykırımına dönüşen vahşi katliamlar Hutular tarafından başlatılmıştır. Askeri geçmişleri daha parlak olan Tutsiler de kısa sürede silahlanarak Hutulara karşılık vermiş ve birkaç ay içerisinde ülkede 1 milyon kişi hayatını kaybetmiştir. Olaylar bu vahşi soykırımla sona ermemiş ve Ruanda’dan Zaire ve Etiyopya’ya kaçmaya çalışan 1,5 milyon insan uzun süre yollarda, sınır kapılarında çok güç şartlarda yaşamaya mecbur kalmıştır. Birleşmiş Milletler tüm bu olaylar yaşanırken gerek askeri müdahale, gerekse tıbbi ve yiyecek yardımı konularında oldukça geç kalmış ve büyük bir felakete neden olmuştur. Bu etnik çatışmalar daha sonraları Zaire’ye de sıçrayacak ve burada da büyük toplu katliamlar yaşanacaktır. Birleşmiş Milletler’in geç müdahalesi sonrası Ruanda’da kontrol sağlandıktan sonra İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Nürnberg Mahkemeleri’ni örnek alan İnsan hakları mahkemeleri kurulmuş ve binlerce kişi insanlığa karşı işledikleri suçlar nedeniyle hapsedilmiştir.


Ruanda soykırımı birçok konuda insanlığa büyük dersler vermektedir. Öncelikle bugün Lübnan’a asker göndermek için Amerika’nın teşvikleriyle büyük çaba gösteren ancak Irak işgali konusunda hiçbir şey yapamamış olan Birleşmiş Milletler’in aslında son derece sembolik bir kurum olduğu ve dünya politikasının hala ulusal çıkarlara göre ulus-devlet temelinde ve realizm anlayışı doğrultusunda şekillendirildiği karşımıza çıkan bir gerçektir. Ruanda’da bir soykırımın yaşanabileceği 1970’lerde belli olmasına karşın ABD ve Birleşmiş Milletler bu konuda hiçbir çaba göstermemiş ve Belçika’nın temellerini attığı kabileye dayalı etnik ayrımcılık kısa sürede bu noktalara kadar gelmiştir. İkinci önemli gerçek emperyalizmin ve emperyalist ülkelerin izlediği taktikler hakkındadır. Belçikalıların Ruanda’da yaptıkları uygulamanın kökeninde emperyalizmin böl ve yönet stratejisi yer almaktadır. Yugoslavya’nın parçalanması ve sonrasında yaşananlardan hala bir ders çıkarmamış olan komprador özgürlükçüler bugün aynı şeyi Irak ve Türkiye’de gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Kuşkusuz ki bir ülkede yaşanan etnik çatışma dışarıdan yapılabilecek insani görünümlü emperyal amaçlı müdahalenin meşru dayanağı olmaktadır. Bugün ABD ile kayıtsız şartsız işbirliği yapan Kürtlerin başlarına ABD’nin bu bölgeden çekilmesi veya kovulması sonrasında Türkiye’de değilse bile Irak’ta neler gelebileceği hepimizin aklında olması ve bölgesel güçler tarafından önlem alınması gereken konulardır. Bu olaydan çıkarılabilecek üçüncü ve belki de en önemli ders günümüzde küresel sermayenin yönlendirdiği dünyada insani değerlerin ve genel olarak insanlığın sıfırı tüketme noktasında olduğudur. Ruanda’da 1 milyon kişi katledilmiştir ancak olay Batı dünyasında neredeyse hiç bilinmemekte ve önemsenmemektedir. Felluce’de yaşananlar, Irak’ta ve Lübnan’da bugün hala devam eden katliamlar sanki başka bir dünyada yaşanıyormuşçasına insanlığın umurunda, bilgisinde, aklında, kalbinde değildir. Belki de bu konuyu en iyi şekilde Hotel Rwanda filminde Joaquin Phoenix’in canlandırdığı karakter ifade etmiştir; " I think if people see this footage, they'll say Oh, my God, that's horrible. And then they'll go on eating their dinners". Bu görüntüleri görüp, bu yazıyı okuyup yemek yemeye bir önceki şekilde devam edemeyecek tüm gerçek insanlara…


Ozan Örmeci


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder