Sayfalar

2 Ağustos 2018 Perşembe

Emmanuel Macron Dönemi ABD-Fransa İlişkileri


Giriş
Cumhuriyet rejimi ve devrim geleneğiyle birlikte insan hakları, anayasacılık ve hukuk alanlarında gerçekleşen tarihi gelişmelerin yaşandığı ilk ülkelerden olan Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa Cumhuriyeti, günümüzde de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yer alan ve küresel ekonomiye yön veren çok etkili devletlerdir. İki ülke, tarih boyunca 1798-1800 Savaşı (İngilizce Quasi-War, Fransızca Quasi-guerre) haricinde savaşmamış ve genelde müttefik çizgide olmuşlardır. Bu durum, 1945 sonrasında Fransa ve ABD’nin Birleşmiş Milletler (BM) ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyelikleriyle de tescil edilmiştir. Her iki ülke, BM ve NATO dışında G7, G20, IMF (Uluslararası Para Fonu), Dünya Bankası (WB), AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı-OSCE) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ-WTO) gibi uluslararası örgütlere de birlikte üyedirler. Dolayısıyla, Washington ile Paris’in iyi müttefikler olduklarını söylemek hatalı olmayacaktır. 2014-2017 döneminde ABD’nin Paris Büyükelçisi olarak görev yapan Jane D. Hartley de, iki devlet ve halkın ortak değerleri olduğunu vurgulamış ve zaman zaman yaşanan siyasi anlaşmazlıklara rağmen ilişkilerin güçlü olduğunu belirtmiştir.[1]

Lakin kâğıt üzerindeki bu mükemmel müttefiklik ilişkilerine karşın, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni dünya düzeninde Rusya ile birlikte bir süper güç haline gelen ve Batı bloğunun ve özgür dünyanın liderliğini üstlenen Washington’ın ardında ikincil derecede etkili bir devlet olmak, tarih boyunca dünyayı etkileyen büyük bir güç olduğunu düşünen ihtiraslı Fransız halkının hoşuna giden bir durum olmamış ve Soğuk Savaş süresince, Fransa, daha çok “Batı’nın sorun çıkaran ülkesi” olarak algılanmıştır.[2] Bu doğrultuda, Fransız dış politikası ve Fransa-ABD ilişkilerinde iki tip yaklaşım veya bir tür “ikili ruh hali”nden söz edilebilir. Atlantikçilik veya Batıcılık olarak tabir edilen ABD ve Batı yanlısı politikalar, Fransa’nın Batı dünyası ile her koşulda uyumlu hareket etmesini savunan çizgideyken, büyük ölçüde Charles De Gaulle ve kısmen de François Mitterrand ile özdeşleşen ulusalcı Gaullizm çizgisi, Fransa’nın ulusal çıkarlarını öne alan bir yaklaşımı savunur. Son aylarda ABD ile Avrupa Birliği arasında yaşanan ciddi gerginlikler ve görüş ayrılıkları nedeniyle, günümüzdeyse Atlantikçilik (Amerikancılık), Batıcılık (Avrupacılık) ve Gaullizm gibi Fransız dış politikasına kılavuzluk eden 3 ana eksenden bahsedilebilir. Bu yazıda, Fransa-ABD ilişkilerinin tarihsel kökenleri ve yakın geçmişte yaşanan önemli olaylar analiz edilerek, Emmanuel Macron döneminde yaşanan önemli gelişmeler doğrultusunda ABD-Fransa ilişkilerinin geleceği değerlendirilecektir.

Tarihsel Miras
1778 Anlaşması ile Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk müttefiki haline gelen Fransa, Amerikan iç savaşı boyunca bu ülkeye İngiltere’ye karşı ciddi mali ve askeri yardımlarda bulunmuştur. Hatta birçok tarihçiye göre, bu yardımlar nedeniyle ilerleyen yıllarda Fransa’nın ekonomisi iyice bozulmuş ve Fransa’nın sosyoekonomik ve siyasal sorunlar nedeniyle 1789 Fransız Devrimi’ne sürüklenmesinde Amerikan devrimcilerine verilen destekler de etkili olmuştur. Fransız yardımlarının Amerikan Devrimi’ndeki rolü, bizzat ABD Dış İşleri Bakanlığınca da sıklıkla vurgulanan bir husustur.[3] Ayrıca her iki ülke de Cumhuriyet rejimi esasları doğrultusunda kurulmuş ve devrimci geleneğin yeşerttiği devletlerdir. Bu anlamda demokratik ülkeleri sınıflandırmak gerekirse; gelişmiş demokrasiler arasında Birleşik Krallık reform yoluyla oluşan muhafazakâr demokrasi geleneğini, Fransa ve ABD ise devrim yoluyla kurulan isyankâr Cumhuriyet geleneğini temsil ederler. Hatta bu durumu ispatlar bir şekilde, ABD’nin sembolü olan Özgürlük Heykeli (Statue of Liberty) bile, Fransız hükümeti tarafından 1886 yılında bu ülkeye hediye edilmiştir. Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau’ya da bu noktada bir parantez açmak gerekir. Zira Rousseau, her ne kadar Fransız Devrimi’ni göremeden vefat etmiş olsa da, Du contrat social (Toplumsal Sözleşme) adlı eseriyle 1789 tarihli Büyük Fransız Devrimi'ne kaynaklık eden “toplumsal sözleşme” ve “genel irade” gibi kavramları yaratarak, hem Amerikan, hem de Fransız demokrasisine ilham kaynağı olmuştur.

Özgürlük Heykeli’nin açılışı (1886)

Bunun yanı sıra, ünlü Fransız düşünür ve tarihçi Alexis de Tocqueville’in (1805-1859) 1835 ve 1840 yıllarında iki cilt olarak yayımladığı De la démocratie en Amérique (Amerika’da Demokrasi) adlı kitapları, erken dönem Amerikan demokrasisi hakkında yazılmış en övgü dolu ve detaylı eserlerden biri olarak bugün bile üniversitelerde okutulmaktadır. Yıllarca Amerika’yı gezen Tocqueville, bu eserlerinde Amerikan tipi temsili demokrasinin faziletlerini bizzat yerinden gözlemlemiş ve bilimsel nitelikteki ilk Siyaset Bilimi ve Sosyoloji kitaplarından birini yazmayı başarmıştır. Ayrıca daha yakın tarihe gelinecek olursa, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa ve hatta genel olarak Avrupa’yı Nazi zulmünden kurtaran en önemli ülke ABD olmuştur. Normandiya Çıkarması ile başlayan ABD’nin Fransa ve Avrupa'yı kurtarma çabası, günümüzde de Hollywood yapımı popüler sinema filmlerinin ana konularından birisini oluşturmaktadır.[4] Bu nedenle, her iki ülkenin halkında da tarihsel olarak birbirlerine karşı olumlu bir bakış söz konusudur.

Alexis de Tocqueville

Amerikan dış politikasında genelde “özel ilişkiler” (special relationship) tabiri Birleşik Krallık’la ilişkiler için kullanılsa da, aslında ABD ile Fransa arasında da bir tür özel ilişki durumu vardır. Zira iki devlet, dilleri dışında birçok yönden birbirlerine benzemektedirler. Her iki ülke de hemen hemen aynı dönemlerde gerçekleşen halk devrimleriyle kurulmuş ve asırlardır Cumhuriyet rejimleriyle yönetilmektedirler (ABD'de aynı Cumhuriyet devam ederken, Fransa'da Cumhuriyet rejimi çeşitli kesintilere uğramış ve bugün Beşinci Cumhuriyet rejimi sürmektedir). Etnik aidiyeti dışlayan ulusal milliyetçilik ve üst kimlik anlayışı, her iki ülkede de fazlasıyla güçlüdür. Ayrıca her iki ülkede de büyük miktarda göçmen nüfus bulunmaktadır. ABD zaten bir göçmen toplumu olarak kurulmuşken, Fransa da -kolonici geçmişinin de etkisiyle- kökenleri Afrika, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya dayanan milyonlarca kişiye ev sahipliği yapmaktadır. Hıristiyan nüfus tarafından kurulmalarına karşın, her iki devlet de seküler geleneği temsil etmektedirler. Bu konuda Fransa daha katı laik çizgideyken, ABD’de daha liberal ve özgürlükçü bir din-devlet ilişkisi biçimi benimsenmiştir. Ayrıca Fransa nüfusu ağırlıklı olarak Katolik, ABD nüfusu ise Katolik oranı da hayli yüksek olmasına rağmen ağırlıklı olarak Protestan kökenlidir. Tarihsel süreçte ilişkilerde zaman zaman rekabet havası öne çıksa da, Paris ile Washington’ın zor zamanlarda hep müttefik olduklarını söylemek mümkündür; zira en Amerikan karşıtı algılanan Fransız lider olan Charles De Gaulle zamanında bile iki ülke karşı bloklarda yer almamış ve birlikte liberal demokratik değerleri savunmuşlardır.

İlişkilerin Güncel Seviyesi
Günümüzde de iki ülke ve toplum arasındaki ilişkiler gayet iyi düzeydir. Bu durum, özellikle Amerikan halkının Fransa’ya bakışında geçerlidir. Nitekim 2016 yılında GALLUP’un yaptığı bir araştırmada, Amerikan halkının Fransa’ya bakışı yüzde 87 seviyesinde rekor düzeyde olumlu hale gelmiş ve Fransa -Kanada ve Birleşik Krallık’ın ardından- Amerikan halkının en sevdiği 3. devlet haline gelmiştir.[5] Bu durum şaşırtıcı değildir; zira ABD’de milyonlarca Frankofon ve Frankofil ile birlikte yine milyonlarca Fransız asıllı Amerikalı ve Quebec asıllı Amerikalı bulunmakta[6] ve Fransız kültürü ve dili tüm dünyada olduğu gibi ABD’de de seçkin kabul edilmektedir. Bunların yanı sıra, ABD’de 300.000’in üzerinde Fransız vatandaşının yaşadığı tahmin edilmektedir.[7]

ABD ile Fransa’nın, uluslararası platformlarda, diplomasiden istihbarat ve güvenliğe kadar birçok yakın işbirliği projesi bulunmaktadır. Dolayısıyla, iki ülkeyi yakın müttefik olarak tanımlamak hatalı olmaz. Ayrıca her iki ülkenin siyasal sistemleri de insan hakları ve demokrasi anlayışları üzerine kuruludur ve Paris ve Washington diğer ülkelerde de benzer sistemleri teşvik etmektedirler. İki ülkenin siyasal sistemleri birbirlerinden farklı olmasına karşın, bu ortak değerler nedeniyle iki devlet birbirine benzerlik gösterir.[8] Ancak diplomatik ilişkilerin her dönem mükemmel olmadığını ve bunun zaman zaman toplumların birbirlerine karşı olan bakışlarını etkilediğini de burada belirtmek gerekir. Nitekim 2003 Irak Savaşı’nın yarattığı tepki nedeniyle Avrupa’da Amerikan karşıtlığı 2000’li yılların başında tavan yaparken, bundan fazlasıyla etkilenen ülkelerden birisi de Fransa olmuş ve bu yıllarda Amerikalı araştırmacılar “Neden bizden nefret ediyorlar?” araştırmalarına Fransızları da dâhil etmek zorunda kalmışlardır.[9] Günümüzde de, 1990’lar ya da 2000’lerdeki kadar olmasa da, Fransızların Amerikalılara bakışının Amerikalıların Fransızlara bakışından daha olumsuz olduğu iddia edilebilir. Bunun sebebi ise, daha önce de belirtildiği üzere, Fransa’nın ABD liderliğindeki 1945 sonrası düzende kendisini ikinci plana düşmüş ve gerileyen bir ülke olarak hissetmesidir. Ayrıca son birkaç on yılda tüm dünyanın Amerikanlaşması ve Amerikan standartları ve değerlerinin başta İngilizce dili olmak üzere tüm dünyaya hâkim olması, Fransızca ve Fransız kültürünü bir yumuşak güç unsuru olarak yaşatmak ve dünyaya yaymak isteyen Fransızlar için ABD’yi otomatik olarak bir rakip haline getirmektedir. Fransız yazar ve düşünür Jean-François Revel (1924-2006), 2002 yılında yayımladığı L'obsession anti-américaine (Amerikan Karşıtlığı Saplantısı) adlı kitabında Fransız zihin dünyasında ABD ve Amerikalılara dair oluşmuş önyargıları sıralamıştır. Bunlar; “sadece parayı önemserler, eğitimsiz ve şiddet eğilimlidirler, toplumsal sözleşmeleri yoktur ve sanatları beş para etmez” şeklinde özetlenebilir.[10]

Bunların yanı sıra, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de tarihsel süreçte hızla gelişmiştir. Nitekim günümüzde, Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık’tan sonra ABD’nin Avrupa’daki 3. büyük ticaret ortağıdır.[11] Fransız doğrudan yatırımları bağlamında, ABD, Paris için AB dışındaki en büyük pazardır ki, ABD açısından da, Fransa, doğrudan yatırımlarda 5. sırada yer alan önemli bir ülkedir.[12] Ayrıca 4.800 dolayındaki Fransız şirketi, ABD’de toplam 575.000 civarında insana iş sağlamaktadır. Benzer şekilde, 4.600 civarındaki Amerikan şirketi de Fransa’da yaklaşık 444.000 kişiye istihdam olanağı sunmaktadır.[13] Eurostat verilerine göre, iki ülke arasındaki ticaret hacmi yıllık 120 milyar dolar seviyesindedir.

Bilimsel ve kültürel ilişkilerde de durum hayli iyidir; zira Amerikalı üniversite öğrencilerinin yurtdışında eğitim için en sıklıkla tercih ettikleri (yılda ortalama 17.000 öğrenci) 4. ülke Fransa’dır. Transatlantik Dostluk ve Değişim Girişimi sayesinde, 2025’e kadar bu sayının iki katına çıkarılması öngörülmektedir. Ayrıca 2016 yılında yapılan 16.000 civarında ortak yayınla, Fransa, ABD’nin en büyük 5. bilimsel partneri durumundadır.[14] Ek olarak, yılda 1,25 milyon öğrenci ile, Fransızca, ABD’de en çok okutulan 2. yabancı dil durumundadır.[15] Ayrıca ABD’de 110 civarında Alliance Française şubesi bulunmaktadır. Turizm konusunda da ilişkiler son derece iyidir ve daha da gelişmektedir; 2015 yılında 2 milyona yakın Fransız turist ABD’yi ziyaret ederken, aynı yıl içerisinde Fransa’ya gelen Amerikalı turist sayısı da 3 milyonu aşmıştır.[16] Tüm bu verilerden kolaylıkla anlaşılabileceği üzere, ABD ve Fransa, Batı dünyasının çok önemli iki ülkesi ve yakın müttefiktirler.

Yakın Geçmiş
Eşref Hilmi Açık’a göre; ABD ile Fransa arasında zaman zaman gerilen ilişkiler ve yaşanan anlaşmazlıkların temelinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Sovyet Rusya öncülüğünde kurulan yeni düzende Fransa’nın Amerika lehine güç kaybetmesi bulunmaktadır.[17] Hakikaten de, bu süreçte Güneydoğu Asya, Doğu, Orta ve Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da Fransa’nın ABD karşısında siyasal ve askeri, Almanya karşısında da ekonomik gücü göreceli olarak azalmıştır. Bu nedenle, Paris, 1960’larda Charles De Gaulle’ün geliştirdiği “politique arabe” (Arap siyaseti) ile bilhassa Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yeniden ABD’den bağımsız bir güç olma hamlesi başlatmıştır. Soğuk Savaş koşullarında sınırlı başarı gösterebilen bu politika, özü itibariyle zaten hiçbir zaman bölgesel hâkimiyet esasına dayanmamış ve daha çok bölge ülkeleriyle ikili ilişkileri Paris lehine geliştirme amacı gütmüştür.[18] Bu süreçte, Fransa, zaman zaman anti-Amerikancı argümanları kendi lehine kullanma becerisi geliştirmiş ve NATO’nun askeri kanadından çekilmek gibi bazı cüretkâr hamleler yapmış olsa da, aslında hiçbir zaman Batı bloğundaki yerini ve ABD liderliğini direkt olarak karşısına almamıştır. Bu durum, Fransız düşünür Raymond Aron’un geliştirdiği “Aron paradigması” yaklaşımıyla da uyumludur; zira iki kutupluluğun keskin olduğu Soğuk Savaş gibi dönemlerde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük devlet kategorisinden orta boy devlet kategorisine gerileyen Fransa’nın ABD ile Sovyet Rusya arasında yaşanan sert mücadelede tamamen bağımsız politikalar geliştirmesi oldukça zordur. Yine de, De Gaulle döneminde (1959-1969) Fransa’nın uygulamaya çalıştığı bağımsız dış politika yönündeki çabalarını küçümsememek gerekir; zira bu dönemden başlayarak, Paris, Güneydoğu Asya, Afrika ve Orta Doğu başta olmak üzere birçok coğrafyada zaman zaman ABD ile karşı karşıya gelmeyi göze alarak politikalar geliştirmeyi sürdürmüş ve nükleer programını da eleştirilere rağmen devam ettirmiştir. Melek Fırat’a göre; bu dönemde, Fransa, kriz anlarında (Küba Füze Krizi vs.) samimi bir ABD müttefiki, yumuşama (detant) dönemlerinde ise iki kutuplu dünya düzenini sorgulayan çizgide bir dış politika anlayışı geliştirmiştir.[19]

Georges Pompidou döneminde (1969-1974), İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden kurulan Fransa’nın genel dış politika anlayışı olan Charles De Gaulle çizgisi (Gaullizm) büyük ölçüde devam ettirilse de, ülkedeki temel meselenin ekonomik gelişme ve ekonomik modernleşme olduğu anlayışı öne çıkarılmış ve özellikle Avrupa Topluluğu (AT) fikri doğrultusunda Avrupa’nın ekonomik ve siyasi entegrasyonu hedefine kanalize olunmuştur. Rothschild Bankası’nın Genel Müdürlüğünden gelen Pompidou, ekonomik gelişme anlayışı doğrultusunda Arap ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini geliştirmek ve Vietnam Savaşı nedeniyle prestiji sarsılan ABD’yi en sert şekilde eleştirmek gibi bazı hamleleriyle Washington’ın tepkisini de çekmiştir.[20] Bu şekilde, Pompidou, Batı bloğu içerisinde “Fransız farklılığı” veya “Fransız istisnası” denilebilecek olan De Gaulle çizgisini devam ettirmiştir. Pompidou, De Gaulle döneminde çıkılan NATO’nun askeri kanadına geri dönülmesi yönünde bir girişimde bulunmamış; ancak Almanya’yı dengelemek adına De Gaulle’ün “boş iskemle politikası” uyarınca karşı çıktığı İngiltere’nin AT üyeliğine izin vermiştir. 

Pompidou’nun vefatı sonrasında, “merkez, liberal ve Avrupalı” sloganıyla Devlet Başkanı sloganıyla seçilen Valery Giscard D’Estaing (1974-1981) döneminde, 1973 OPEC petrol krizinin de etkisiyle Fransa ve Avrupa genelinde ekonomik sorunlar su yüzüne çıkınca, Fransa-Almanya ittifakı daha önemli hale gelmeye başlamıştır. İyi bir Avrupacı olan D’Estaing, bir de ekonomik krizi aşmanın tek yolunun Bonn-Paris eksenini güçlendirmek olduğu düşüncesine kapılınca, Avrupa bütünleşmesi konusunda cesur adımlar atmıştır.[21] Federal Almanya’da Helmut Schmidt’in iktidara gelmesi de bu süreci hızlandırmıştır. Nitekim bu dönemde Avrupa Konseyi oluşturulmuş, Avrupa Parlamentosu’nun genel oyla seçilmesi ilkesi kabul edilmiş, Avrupa para sistemi yürürlüğe girmiş ve İspanya ve Portekiz’in üyeliği ve Avrupa genişleme süreci hızlandırılmıştır. D’Estaing açısından ABD ile yakın ilişkiler konusunda ilkesel bağlamda bir sorun olmasa da, 3 temel meselede Washington’la ikili ilişkilerde sorunlar yaşanmıştır. Birincisi, o yıllarda, Washington, Avrupa bütünleşmesinin derinleşmesi konusunda çok istekli değildi ve bunun zamanla Atlantikçilik-Avrupacılık ayrışmasına yol açabileceğini -doğru şekilde- öngörmüştü. İkincisi, Fransa, bu yıllarda petrol gereksiniminin 4/5’ini Orta Doğu ülkelerinden karşılıyordu[22] ve ABD’nin eleştirilerine rağmen bu ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmek zorundaydı. Nitekim bu yıllarda Paris tarafından Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tanındı ve İsrail’in tepkisine rağmen Arap siyasetine devam edildi. Üçüncüsü ise, Vietnam Savaşı’nın yarattığı büyük tepki ortamında, bu yıllarda ABD’nin prestiji dünya genelinde düşüşe geçmiş, Sovyetler Birliği ise yeniden önem kazanmış ve Fransa ve diğer Avrupa ülkeleriyle daha yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler kurmayı başarmıştı. Çok boyutlu dış politika anlayışının icra edildiği bu dönem, içeride ekonomik sorunların artması nedeniyle 1981 yılında sosyalist François Mitterrand’ın seçimi kazanmasıyla sonuçlandı.

François Mitterrand dönemi (1981-1995), ABD ile ilişkiler konusunda Beşinci Cumhuriyet’in yaşadığı klasik bocalama ve ikili ruh halinin devam ettiği yıllar oldu. Öyle ki, Mitterrand, Washington’a karşı 2 güçlü ve tezat duyguyu aynı anda yaşamanın gerginliğini sürekli hissediyordu: bir yandan Amerikan demokrasisinin sağladığı sınırsız özgürlüklere duyulan hayranlık, diğer yandan ABD’nin dünya hegemonyası kurmasına karşı duyulan rahatsızlık.[23] Yine de D’Estaing dönemine kıyasla ilişkiler ilerletildi. Bu dönemde Sovyet ajanlarının Fransa’dan gönderilmesi ve Amerikan Pershing füzelerinin yerleştirilmesi gibi konularda Amerikan yanlısı kararlar alan Mitterrand, Yıldız Savaşları Projesi (1983), İngiltere’den kalkarak Libya’yı bombalamaya gidecek ABD uçaklarına kendi hava sahasından geçme izni verilmesi (1986) ve Polonya ambargosu gibi konularda ise ABD’ye karşı çıktı. Hubert Védrine, Régis Debray ve Jacques Attali gibi kişisel dostlarıyla birlikte dış politikaya yön veren sosyalist Mitterrand, Avrupa bütünleşmesi konusunda ilk başta daha çekimser bir duruş sergilese de, zamanla Federal Almanya Şansölyesi Helmut Kohl ile yakaladığı uyumun da etkisiyle ateşli bir Avrupacı olmaya başladı. Nitekim bu dönemde yapılan 1985 Schengen Antlaşması, 1986 İber genişlemesi ve 1987 Avrupa Tek Senedi gibi Avrupa bütünleşmesi açısından tarihi gelişmeler, hep Fransa-Almanya işbirliği sonucunda gerçekleşebildi. Ayrıca Mihail Gorbaçov’un Devlet Başkanı olmasının ardından Sovyet Rusya ile de yakın ilişkiler kuruldu. Orta Doğu konusunda İsrail’i rencide etmeden Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye çalışan Mitterrand, özellikle silah satışları anlamında gözle görülür bir ilerleme kaydetti. 1988 yılında yeni seçilen Mitterrand, ikinci döneminde daha çok Avrupa sorunlarıyla uğraştı ve Almanya’nın yeniden güçleneceği endişelerine rağmen Almanya’nın birleşmesine destek verdi. Ayrıca Alman bütünleşmesi ve Sovyetler Birliği’nin yıkılması gibi köklü etkileri olan jeopolitik gelişmeler, bu dönemde Mitterrand’ın beklendiğinden çok daha hızlı gerçekleşmiş ve Fransa bu konularda tam hazırlıklı davranamamıştı. Yine bu dönemde yaşanan Körfez Savaşı ise, sosyalist hükümeti içeriden karıştırmayı başardı. Cumhurbaşkanı Mitterrand bu konuda daha askeri tedbirlere yönelmek ve ABD ile uyumlu hareket etmek isterken, Savunma Bakanı Jean-Pierre Chevènement buna şiddetle karşı çıkmış ve kabinedeki uyumsuzluk kamuoyuna ve basına da yansımıştı.[24] Neticede Mitterrand’ın istediği oldu ve oyunun dışında kalmak istemeyen Fransa ABD politikalarına katılmak durumunda kalırken, Chevènement da istifa etmek zorunda kaldı. Fransa’nın ABD’den bağımsız bir Orta Doğu politikası geliştirme girişimleri bu dönemde pek de başarılı olamadı. Hatta bu dönemde İsrail’i vuran Fransız yapımı bir füze nedeniyle İsrail-Fransız ilişkileri de yeniden bozulmaya yüz tuttu.[25] Mitterrand döneminde Fransa dış siyasetine yön veren en etkili isimlerden olan Hubert Védrine, bu dönemde ülkesinin ABD ile ilişkilerini tanımlarken “dost, müttefik ama aynı hizada değil” şeklinde ilginç bir söz kullanmış[26] ve tarihe geçen bu sözle Fransa’nın dış politikada ulusal çıkarlarını korumak için ABD ile mutlak uyumlu hareket etmek istemediğini açıkça ortaya koymuştur.

1990’larda da, De Gaulle dönemine benzer şekilde, Fransa’nın dış politikada Jacques Chirac döneminde (1995-2007) yeni bir atılım hamlesi başlattığı ve ABD’nin sorunlu ilişkilerinin olduğu İran, Irak ve Libya gibi ülkelerle siyasal ve ekonomik ilişkilerini geliştirmeye çalıştığı bilinen bir gerçektir. De Gaulle’ün “politique arabe” siyasetinin yeni bir denemesini yapan Chirac, özellikle Fransa’nın ekonomik nüfuzunu arttırma yönünde bazı ilerlemeler sağlamayı başarmıştır. Fransa ile ABD arasındaki çıkar çatışmasının en yakın tarihli örneklerinden birisini Chirac döneminde yaşanan 2003 Irak Savaşı veya İkinci Körfez Savaşı oluşturmuştur. Almanya ile birlikte Irak’taki Saddam Hüseyin yönetimiyle yakın ekonomik ilişkileri olan Chirac liderliğindeki Fransa, ABD’nin 11 Eylül saldırıları ve Afganistan Savaşı ardından başlattığı bu savaşa müdahil olmak istememiş ve ABD’nin geliştirdiği militarist politikalara karşı çıkmıştır. Bu dönemde Chirac’ın ABD’ye karşıt bir diğer tutumu da, Kosova Savaşı sırasında Belgrad’ın bombalanmasına karşı çıkması olmuştur.[27] Ayrıca yine bu dönemde, Avrupa Birliği’ne Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla üye olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ndeki Andreas Papandreu Baf Askeri Hava Üssü’nü ve Rum limanlarını kullanma hakkı kazanan Paris[28], bu şekilde NATO üyesi olmayan Kıbrıs’a da çıkarma yaparak ulusal çıkar odaklı siyasetini kısmen sürdürmek istemiştir. Chirac, bu hamlelerinin yanı sıra, Suriye’deki Hafız Esad rejimiyle de iyi ilişkiler kurmuş ve Hafız Esad’ın vefatı üzerine yerine geçen oğlu Beşar Esad da 2001 yılında Orta Doğu dışındaki ilk resmi ziyaretini Paris’e yaparak Fransa’ya verdiği önemi herkese göstermiştir.[29] Hatta bu yıllarda, Fransa, Suriye’nin en önemli ikinci ticari ortağı haline gelmiştir. Ancak 2005 yılındaki Refik Hariri suikastı sonrasında ilk kez Paris’in Şam’a bakışında olumsuz bir hava hâkim olmuş ve 2006 Lübnan Savaşı sürecinde de bu durum pekişmiştir. Bazı konularda Washington’a karşı çıkmasına rağmen, birçoklarına göre, Chirac, Fransa tarihinin en Amerika yanlısı liderlerinden birisi olmuştur.[30] Ancak 2003 yılında Fransa’nın ABD’yi Irak Savaşı konusunda yalnız bırakması ve hatta ciddi bir anti-Amerikancı dalgaya sebebiyet vermesi nedeniyle, Fransa’nın ABD’deki popülaritesi onun son yıllarında yüzde 34’e kadar düşmüştür.[31]

Nicolas Sarkozy (2007-2012) döneminde yaşanan en önemli gelişme ise, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönmesi ve bunun hemen ardından da Birleşik Arap Emirlikleri’nde Abu Dhabi’de bir askeri üs kurmasıdır.[32] NATO hamlesiyle, Sarkozy, o güne kadar başa geçen en Atlantikçi Fransız lideri gibi algılanmıştır; ancak bu kararında ABD'ye yaranmaktan daha çok, bu şekilde Fransa'ya avantaj sağlamak istemesi etkili olmuştur. Ayrıca Sarkozy döneminde Libya lideri Muammer Kaddafi başta olmak üzere Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki tartışmalı ve otokratik liderlerle Fransa’nın ulusal çıkarlarını önceler bir şekilde yakın ilişkiler geliştirilmiş ve bu nedenle Sarkozy’ye yönelik özellikle sol-liberal çevrelerde sert eleştiriler yapılmıştır. Tam bir Realpolitik yanlısı olan Sarkozy, politikalarını pragmatik ve Paris’in ulusal çıkarları doğrultusunda şekillendirmiş ve zaman içerisinde farklı politikalara yönelebilmiştir. Örneğin, ABD’ye karşıt olarak geliştirdiği politikalarla sınırlı başarılar kazanabilen Fransa, Chirac döneminde denenen Barcelona Süreci (1995) ve Sarkozy döneminde uygulanan Akdeniz Birliği (2008) gibi ulusal çıkarlarını önceleyen diplomatik hamlelerinin yetersiz kaldığını düşünerek, zamanla yeniden ABD yörüngesinde politikalar geliştirmeye başlamıştır.[33] Nitekim Arap Baharı sürecinde Tunus’ta gayet iyi ilişkilerinin olduğu Zeynel Abidin Bin Ali rejiminin Yasemin Devrimi ile devrilmesi sonrasında devrim hareketlerinin diğer Arap ülkelerine sıçramasıyla birlikte yeni bir anlayış geliştiren Sarkozy yönetimi, 2011 yılında yaşanan Libya müdahalesinde Birleşik Krallık’la beraber uluslararası koalisyona öncülük etmiş[34], ama Beşar Esad yönetimiyle yakın ekonomik ilişkiler kurduğu için Suriye’ye müdahale konusunda isteksiz davranmıştır. Libya müdahalesinin başarı kazanması ve Suriye’de büyük bir iç savaşın başlaması üzerine, Fransa, 2012 yılında Sarkozy’nin yerine geçen François Hollande döneminde ise giderek artan şekilde Orta Doğu siyasetinde ağırlığını hissettirmeye başlamış ve Batılı müttefikleriyle birlikte askeri politikalara yönelmiştir.

ABD-Fransa ilişkilerinde yaşanan rekabet ve işbirliği bağlamında Lübnan ve Suriye özelinde ayrıca durmak gerekir. Zira Lübnan ve Suriye gibi ülkeler, tarihsel olarak Fransa’nın etkili olduğu ve hatta bir dönem Fransız manda rejiminde bulunmuş devletlerdir. Hatta Suriye’de kurulan Baas rejimine entelektüel liderlik eden seküler milliyetçi çizgideki Mişef Eflak (Michel Aflak), Zeki el-Arsuzi (Zaki Al-Arzouzi) ve Selahaddin el Bitar (Salah Eddine Bitar) gibi kişiler Fransa’da ünlü Sorbonne Üniversitesi’nde eğitim almışlardır.[35] Bu bölgedeki gücünü yıllarca kültürel ilişkiler bağlamında korumayı başaran Fransa, geleneksel olarak bu ülkelerde daha laik ve milliyetçi güçleri desteklemiştir. Ancak Paris, zaman içerisinde ABD’nin “ılımlı İslami” hareketlere verdiği güçlü destek ve dengelerin değişmesi üzerine daha farklı politikalar geliştirmeye başlamıştır. Bunun en somut ve yakın tarihli örneği ise, François Hollande döneminde (2012-2017) Fransa’nın Suriye iç savaşının ilk yıllarında muhalif gruplara ABD, Türkiye, Birleşik Krallık (İngiltere) gibi ülkelerle beraber verdiği açık destektir. Nitekim Sarkozy’nin son döneminde uygulanan politikaların daha cesur şekilde devamı niteliğinde, Paris, Hollande döneminde Suriye’de Beşar Esad yönetiminin devrilmesi için uzun süre aktif politikalar uygulamış ve özellikle Esad rejiminin yaptığı iddia edilen kimyasal saldırıları şiddetle kınayarak dünya gündemine taşımıştır. Hatta Fransa, ABD ve İngiltere ile birlikte Suriye’de bazı askeri operasyonlar da (hava saldırıları) -sonuncusu 2018 Nisan’ında olmak üzere- düzenlemiştir. Bu süreçte Hollande yönetimi, askeri müdahalenin gerekliliği konusunda 2013 yılında istihbarat teşkilatı Dış Güvenlik Genel Müdürlüğü (Direction générale de la sécurité extérieure-DGSE) ve askeri istihbarat teşkilatı Askeri İstihbarat Şubesi (Direction du renseignement militaire-DRM) tarafından hazırlanan ve Suriye’deki kimyasal saldırıların Esad rejimince düzenlendiğini ortaya koyan önemli bir rapor da yayınlayarak dikkat çekmiştir.[36] Ancak Paris, Suriye iç savaşı sürecinde, zamanla IŞİD (DEAŞ) terör örgütünün ortaya çıkışı nedeniyle daha dengeli bir siyaset çizgisi takip etmeye başlamış ve Esad yönetimine destek vermese de, Suriye’deki muhalif grupların ılımlı İslami çizgide bir demokrasi kuramayacakları görüşünü savunmaya başlamıştır. Hollande döneminin sonlarında ortaya çıkan bu duruş, Emmanuel Macron döneminde (2017-) daha belirgin hale gelmeye başlamıştır. Zaten Fransız kamuoyu da, Suriye iç savaşının en kanlı günlerinde bile Suriye’ye yönelik bir askeri müdahalesinde fazla istekli olmamış ve kamuoyu desteği anketlere göre yüzde 36’ları aşmamıştır.[37] Cumhurbaşkanı Hollande bu konuda uzun süre ısrarcı davranmasına ve zaman içerisinde Mali operasyonunda olduğu gibi Suriye konusunda da Fransız kamuoyunun algısının değişeceğini düşünmesine rağmen, Suriye iç savaşına Rusya ve İran’ın dâhil olmasıyla olaylar tam ters bir istikamette gelişmiş ve bir dönem Şam’ı kuşatma noktasına gelen Suriyeli muhalifler, zaman içerisinde ancak belli bazı bölgeleri kontrol edebilecek konuma çekilmişlerdir.

Paris Uluslararası İlişkiler ve Stratejik İlişkiler Enstitüsü’nden (IRIS) Didier Billion’a göre, Cumhurbaşkanı Hollande’ı Suriye konusunda yanlışa sürükleyen 3 önemli konu bulunmaktadır. Bunlar; (1) Esad rejiminin gücünün doğru hesaplanamaması (aslında bu noktada Esad rejiminden ziyade Rusya’nın ve İran’ın gücünü belirtmek de gerekebilir), (2) Cumhurbaşkanı Hollande’ın etrafındaki sol gelenekten yetişmiş idealist diplomat ve bürokratların Suriye konusuna gerçekçi bir perspektiften ziyade ahlaki (moral) açıdan ve insan hakları bağlamında yaklaşmaları ve (3) Hollande döneminde Atlantikçilerin Gaullistlere (De Gaulle yanlıları) devlet kademesinde üstünlük sağlamaları nedeniyle Fransa’nın ABD ile aynı çizgide politikalar götürmek istemesidir.[38] Hatta yine Profesör Didier Billion’a göre, dördüncü bir neden olarak, iç politikada popülaritesini kaybetmeye başlayan Hollande’ın askeri politikalar ve diplomaside başarılar kazanarak iktidarını pekiştirme düşüncesinden de söz edilebilir. Ayrıca bu noktada Hollande’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde tüm dünyada genelde büyük destek gören Barack Obama gibi popüler bir ABD Başkanı’nın olduğunu ve ABD’nin politikalarının sadece Fransa değil, hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinden destek aldığını da belirtmek gerekir. Keza bu dönemde ABD’nin Avrupa bütünleşmesini aktif olarak desteklediği de bilinen bir husustur. Sonuçta, sol bir liderden beklenmedik ölçüde iyi bir ABD müttefiki ve aynı zamanda iyi bir Avrupacı olan Hollande, istediklerini tam anlamıyla gerçekleştirememiş ve içeride yaşanan terör eylemlerinin de etkisiyle ikinci dönem aday olamadan, yerini, bizzat kendisinin Ekonomi Bakanı yaptığı liberal siyasetçi Emmanuel Macron’a bırakmak zorunda kalmıştır.

Emmanuel Macron Dönemi (2017-)
Melek Fırat’a göre, Macron iktidarı öncesinde Fransa’nın son yıllardaki dış politikasına hâkim olan çizgiyi şu şekilde anlamak gerekir; bir yandan AB’yi arkasına alarak ve zaman zaman karşı bloktan ülkelerle işbirliği geliştirerek tek kutuplu bir dünya düzenine karşı çıkma eğilimi, ancak diğer yandan da AB içerisinde Almanya’nın ardında kalma tedirginliği içerisinde ve AB’nin yetersizliklerini de göz önünde bulundurarak ABD ile birlikte hareket etme arzusu.[39] İşte Emmanuel Macron, böyle bir ortamda ve sol gelenekten yetişmiş olmasına karşın -Orta Doğu ve birçok coğrafyada ABD Başkanı Barack Obama ile yakaladığı uyumun da sayesinde- hayli Atlantikçi bir dış politika çizgisi benimseyen François Hollande’dan sonra Fransa Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Hollande döneminde takip edilen idealist ve ahlaki dış politikanın Orta Doğu ve Rusya coğrafyasında karşılığının olmadığını gören Macron’un, bu nedenle daha pragmatik ve gerçekçi bir dış politika anlayışı benimsemesi doğaldır. Buna karşın, Macron, şimdiye kadar Hollande çizgisinden de fazla uzaklaşmamaya çalışmakta ve Obama-Hollande ikilisi tarafından bir dönem başarıyla icra edilen liberal-küreselci anlayışı sürdürmeye gayret etmektedir. Bu durumu Macron’un Paris İklim Sözleşmesi, İran nükleer anlaşması, TTIP (Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı) anlaşması ve diğer serbest ticaret anlaşmalarında gösterdiği tutumdan anlamak mümkündür. Macron’un uluslararası krizlerdeki tutumu ise savaştan ziyade diplomasiyi önceleyen çizgidedir. Bu bağlamda, Macron’u önceki Fransa Cumhurbaşkanlarından ziyade Bill Clinton ve Barack Obama gibi Demokrat ABD Başkanlarına benzetmek mümkündür. Seçim sloganlarına da yansıyan bu durum, Macron’un “özgür dünya”nın lideri olarak algılanmasına yol açtığı için, Fransız halkının da hoşuna gitmektedir.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Emmanuel Macron, ABD ile ilişkilerde, François Hollande’dan farklı olarak, karşısında Barack Obama yerine, ondan çok farklı ve hatta neredeyse taban tabana zıt bir siyasal anlayışı olan Donald Trump’ı bulmuştur. Milliyetçi ve küreselleşme konusunda kaygılı olan Trump karşısında, Macron, ABD’ye yönelik saygılı ama bazı konularda eleştirel bir tavır benimsemiş ve İran nükleer anlaşması, Paris İklim Sözleşmesi, serbest (liberal) ticaret düzeninin korunması, Kudüs’ün uluslararası hukuk görmezden gelinerek İsrail’in başkenti yapılması[40] ve ABD Büyükelçiliğinin buraya taşınması gibi konularda Trump’ı açıkça eleştirmiştir. Buna karşın, ABD ile ilişkileri bozmamaya, Trump’ı rencide edecek bir dil kullanmamaya ve ilişkilerde rekabet havası yaratmamaya da özen göstermiştir. Hatta German Marshall Fund uzmanı Alexandra de Hoop Scheffer’e göre, Macron, kısa sürede Trump’ın uluslararası krizlerde Avrupa’da muhatap aldığı en önemli ortağı haline gelmiştir.[41] Bu bağlamda, Trump’ın da Almanya lideri Angela Merkel’e kıyasla Macron’a daha sıcak yaklaştığı belirtilebilir. Bu durumu yorumlayan Nicholas Vincour, Macron’un Trump’ın psikolojisini anladığı için onunla kişisel ilişkilerini sıcak tutarak ABD-Fransa ilişkilerinde kriz yaşanmaması için gayret gösterdiğini iddia etmiştir.[42] Celia Belin ise, pragmatik bir lider olan Macron’un Trump’la iyi ilişkiler kurarak ve onun aşırılıklarını törpüleyerek Fransa’yı ABD’nin Avrupa’ya açılan kapısı yapabileceğini yazmıştır.[43] Macron’un şimdiye kadar Hollande dönemine kıyasla en belirgin farkı ise, Rusya ile ilişkilerde daha dikkatli ve yapıcı bir üslup ve anlayış geliştirmesidir. Nitekim Rus lider Vladimir Putin’i zaman zaman politikaları nedeniyle eleştiren Macron, buna karşın ülkesinin Rusya ile ekonomik ve siyasi ilişkilerini geliştirmeye gayret etmektedir. Bunun sebebi ise, Macron’un, Rusya’nın Suriye başta olmak üzere birçok coğrafyada -uluslararası hukuka uygun veya uygun olmasa da- güçlü bir devlet olduğunu fark etmesi ve bu durumun Fransa aleyhine bir unsur haline gelmesini önlemeye çalışmasıdır. Dahası, Suriye’de yaşananlar sonrasında, ABD’nin Rusya’ya yaklaşımı da -Trump Başkanlığında- Obama döneminden daha farklı olmuştur.

Trump ve Macron çiftleri Paris’teki görüşmelerinde


Trump ve Macron arasındaki ilk ciddi görüşme, ABD Başkanı Donald Trump'ın 2017 yılı Temmuz ayında Paris’i ziyaret etmesiyle gerçekleşmiştir. Trump’ın Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi ve milliyetçi çıkışlarıyla uluslararası basında sıklıkla eleştirildiği bir dönemde gerçekleşen bu 3 günlük ziyaret, bu -her açıdan- çok farklı siyasi liderler arasında bir tür kişisel dostluğun kurulması ve medya görünürlüğü anlamında epey başarılı olmuş, ancak Macron’un görüşmeleri süresince Trump’ı istediği çizgiye getirmeyi başaramadığı da açıkça anlaşılmıştır. İki lider arasında kişisel dostluğun gelişimi önemlidir; zira hatırlanmalıdır ki, Trump, Macron’un mağlup ettiği Fransız aşırı sağcı lider Marine Le Pen’e hayranlığını ve desteğini 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde birçok defa dile getirmiştir.[44] Buna karşın, Macron ile Trump’ın bu ziyaret sırasında iyi anlaşmaya başladıkları ve kimyalarının -farklı görüşlerine rağmen- tuttuğu görülmüştür.

Macron'un ABD Kongresi konuşması

Macron’un ilk resmi Washington ziyareti ise 2018 yılı Nisan ayı sonlarında olmuş ve uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştır. Ziyareti sırasında ABD Kongresi’ne de hitap eden Macron, Fransızca aksanlı ama iyi düzeydeki İngilizcesiyle -Napoleon III’den beri en iyi İngiliz konuşan Fransız lideri olduğu söylenmektedir- birçok kişiyi etkilemiş ve Tunku Varadarajan’a göre Amerikalılara “keşke bizim Başkanımız olsaydı” dedirtmiştir.[45] ABD Kongresi’ne hitabında, Macron, izolasyonizm, dünya siyasetinden geri çekilme ve milliyetçiliğe teslim olmamak gerektiğini vurgulamış ve bu durumun felakete sebep olabileceği uyarısını yapmıştır.[46] Amerikalı temsilcileri çok yanlılık (multilateralism) çizgisinde hareket etmeye davet eden Macron, böylelikle isim vermeden ABD Başkanı Trump’ı eleştirmiştir. Küreselleşme ve çevre sorunlarına da değinen Fransa Cumhurbaşkanı, ayrıca Amerikalılara kendi kurdukları liberal dünya düzenini korumaları konusunda destekleyici sözler söylemiş ve ABD Kongresi’nden büyük alkış almıştır. Bu noktada, Macron, 3 önemli uyarıda bulunmuştur.[47] İlk olarak, aşırı küreselleşmenin ehlileştirilmesi çağrısı yapmış ve bunun yolunun izolasyonizm değil, akılcı düzenlemeler olduğunu belirtmiştir. İkincisi, çevreciliğin önemine dikkat çekmiş ve ABD’nin Paris İklim Sözleşmesi’ne dönmesi gerektiğini vurgulamıştır. Üçüncü ve son olarak, Macron, propaganda ve sahte haberler sayesinde günümüzde demokrasinin nimetlerini kullanarak yükselen otoriter sistemlere karşı demokrasinin faziletini savunmuş ve Amerikalıları özgürlükler ve demokrasiye sahip çıkmaları konusunda teşvik etmiştir.

Trump ve Macron

Emmanuel Macron’un ABD ile ilişkilerde şimdiye kadar takındığı tutum ve genel dış siyasetini yorumlamak gerekirse; -bu kadar kısa sürede dış politika anlayışı tam olarak netleşmiş kabul edilemeyecek olsa da- Macron’un Avrupacı-Batıcı çizgisinin Atlantikçi (Amerikancı) çizgisinin daha önünde gözüktüğü belirtilebilir. Macron, Almanya ve diğer AB üyesi Avrupa ülkeleriyle müzakere ederek ve AB içerisinde kalarak Fransa’yı mümkün olduğunca en iyi konuma gayret etmektedir. Macron’un Gaullizm’i çağrıştıran ve Paris’in ulusal çıkarlarını önceleyen bazı yaklaşımları ise, daha çok AB çatısı içerisinde Almanya ve İngiltere gibi diğer büyük güçlerle müzakere ederken elini kuvvetlendirmeyi amaçlayan taktiksel hamleler gibi gözükmektedir. Celia Belin’e göre, Avrupacılığı Transatlantikçiliğinin önünde olan Macron ve onun sembolize ettiği yeni nesil Fransızlar için, Donald Trump’ın lideri olduğu ABD’nin 1990’lar ve 2000’lerde tek kutupluluk yönünde ilerleme kaydetmiş olan dünya düzenini tehdit etmesi bir sorun değildir[48]; zira Paris, zaten Soğuk Savaş döneminden beri tek veya iki kutupluluğa karşıt bir çizgi benimsemiş ve Avrupa bütünleşmesini de bu doğrultuda kendisi için faydalı bir unsur olarak görmüştür. Bu bağlamda, Fransa ve AB için, aslında Donald Trump’ın Başkanlığı, ABD gölgesinden kurtularak kendi başlarına bir blok olmaları için uygun bir ortam oluşturabilir. Ancak Rusya karşısındaki askeri kapasitesi, giderek küreselleşen dünyada Çin ve Hindistan gibi diğer büyük ekonomilerle rekabet edebilme gücü ve benzeri daha birçok konularda AB’nin gücü henüz kendi başına bir blok olmaya yeterli değildir. En önemlisi ise, AB’nin “yumuşak güç” kabul edilen dönüştürücü etkisini, -Avrupa kıtası, Balkanlar ve kısmen de Kuzey Afrika coğrafyası dışında- kaybetmeye yüz tutmasıdır. Türkiye-AB ilişkilerinden de kolaylıkla anlaşılabilen bu durum, Macron’u ve diğer Avrupalı liderleri ABD ile ilişkileri her zaman iyi seviyede tutmaya ve Trump’ın aşırılıklarını törpülemeye çalışmaya zorlamaktadır. Bu garip ve zor durum, aslında şaşılabilecek şekilde olumlu sonuçlar verebilir. Zira Jean Monnet’nin bir dönem “demokrasinin cephaneliği” (arsenal of democracy) olarak tanımladığı ABD’nin sert gücü ve Avrupa’nın yumuşak gücü uyumlu bir şekilde kullanılabilirse, dünyadaki demokratik rejimlerin sayısının arttırılması ve dünyada liberal demokratik değerlerin korunacağı daha iyi bir düzenin/dengenin kurulması pekala mümkün olabilir. Örneğin, ABD'nin İran'a yönelik tehditleriyle Fransa ve AB'nin yapıcı önerileri birleşirse, İran nükleer anlaşması başta olmak üzere birçok konuda yeni ve daha iyi anlaşmalar yapılması mümkün olabilir. Bu gibi konularda, Macron ve diğer Avrupalı liderlere büyük sorumluluk düşmektedir. Macron'un ve AB'nin ABD ile bu dengeyi kuramamaları durumunda ise, Atlantikçilik ve Avrupacılık artık Avrupa ve dünyada tamamen iki farklı akım haline gelebilir ve Batı dünyasında derin bir yarılma yaşanabilir. Bir diğer seçenek ise, böyle bir durumda -2003 Irak Savaşı sonrasında olduğu gibi- Avrupa'da Atlantikçilerin ağır basması ve Avrupa bütünleşmesinin Brexit sonrasında daha da gerilmesidir.

Macron ve Trump: İdeolojik olarak zıt ama yine de dostlar...

Ayrıca Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u dış politikada en çok zorlayacak konu, pragmatizm (realizm)-idealizm (liberalizm) ikileminde sınırı nereden çekmesi gerektiğidir. Nitekim Rusya’nın büyük gücü ve istikrarsızlaştırıcı etkisi nedeniyle bu ülkeyle ilişkileri koparmamaya ve hatta geliştirmeye gayret eden Macron’un, Kırım referandumu ve Doğu Ukrayna’daki olaylar gibi hamlelerin Kremlin tarafından başka ülkeler ve hatta Avrupa içerisinde yapılmaya başlaması durumunda sert tepki vermesi ve Moskova’yı geri adım atmaya zorlaması şarttır. Benzer şekilde, Avrupa istikrarı açısından başta Suriye kaynaklı yasadışı göç olmak üzere birçok konuda kritik değeri olan Türkiye’nin otoriterleşen yönetimi karşısında nasıl durması gerektiği de, Macron’un tutturması gereken zor dengeyi yansıtan bir diğer meseledir. Macron'un başarılı olamaması durumunda ise, Fransa, Marine Le Pen çizgisinin ve AB karşıtlığının daha da yükseleceği yeni bir döneme girebilir.

Sonuç
Sonuç olarak, halen devam eden Emmanuel Macron’un Cumhurbaşkanlığı döneminde Fransa’nın ABD ile ilişkileri gelişmeye devam edecek gibi gözükmektedir. Bu durum, iki liderin çok farklı siyasal görüşlerine rağmen mümkün ve hatta olasıdır. Bunun nedenleri ise, tarihsel süreç içerisinde iki toplumda birbirlerine karşı oluşan karşılıklı saygı-sevgi ve tabii ki büyük ölçüde örtüşen ulusal çıkarlardır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA

[1] “The Future of the French-American Relationship with Ambassador Jane Hartley” (2017), Georgetown Journal of International Affairs, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.georgetownjournalofinternationalaffairs.org/online-edition/2017/10/3/the-future-of-the-french-american-relationship-five-minutes-with-ambassador-jane-hartley.
[2] Pascal Boniface (1998), La France Est-Elle Encore Une Grande Puissance?, Paris: Presses de la Fondation Nationale des Sciences Politiques, ss. 15-28. Aktaran: Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 116.
[3] “U.S. Relations With France” (2018), U.S. Department of State, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3842.htm.
[4] Bu konuda bazı popüler filmler şunlardır: Casablanca (1942), The Longest Day (1962), Where Eagles Dare (1968), The Big Red One (1980), Saving Private Ryan (1998), Band of Brothers (2001), Storming Juno (2010).
[5] “France's Favorable Rating in U.S. Zooms to 87%, a New High” (2016), GALLUP, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://news.gallup.com/poll/189602/france-favorable-rating-zooms-new-high.aspx.
[6] ABD’de 10 milyon civarında Fransız Amerikalının yaşadığı iddia edilmektedir. Bunların 8 milyonu Fransa, 2 milyonu ise Kanada (Quebec) kökenlidir. Fransız Amerikalıların en yoğun yaşadığı eyalet ise Maine’dir. Ayrıca Cajun adı verilen Fransız Amerikalı etnik grup da yoğunlukla Louisiana eyaletinde yaşamaktadır.
[7] “France and United States”, France Diplomatie, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.diplomatie.gouv.fr/en/country-files/united-states/france-and-united-states/.
[8] ABD, 50 eyaletten oluşan ve Başkanlık sistemiyle yönetilen federal bir Cumhuriyet, Fransa ise, yarı-Başkanlık sistemiyle yönetilen üniter bir devlettir. Ancak demokrasi, insan hakları, anayasacılık ve sekülarizm (laiklik) gibi hususlar iki ülkenin ortak değerleridir.
[9] Chris Suellentrop (2003), “The French Why do they hate us?”, Slate, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: http://www.slate.com/articles/news_and_politics/assessment/2003/01/the_french.html.
[10] Tom McCarthy (2014), “A history of Franco-US relations: liberty, equality and frenemies”, The Guardian, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2014/feb/10/us-france-history-allies-hollande-obama.
[11] “U.S. Relations With France” (2018), U.S. Department of State, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/3842.htm.
[12] “France and United States”, France Diplomatie, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.diplomatie.gouv.fr/en/country-files/united-states/france-and-united-states/.
[13] “France and United States”, France Diplomatie, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.diplomatie.gouv.fr/en/country-files/united-states/france-and-united-states/.
[14] “France and United States”, France Diplomatie, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.diplomatie.gouv.fr/en/country-files/united-states/france-and-united-states/.
[15] “France and United States”, France Diplomatie, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.diplomatie.gouv.fr/en/country-files/united-states/france-and-united-states/.
[16] “France and United States”, France Diplomatie, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.diplomatie.gouv.fr/en/country-files/united-states/france-and-united-states/.
[17] Eşref Hilmi Açık (2008), Geçmişten Günümüze Türkiye Fransa İlişkileri, ss. 397-399.
[18] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, BİLGESAM Analysis / Middle East, No: 1131, 15 May 2014, s. 2.
[19] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 117.
[20] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 118.
[21] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 118.
[22] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 119.
[23] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 121.
[24] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, ss. 131-132.
[25] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 134.
[26] Celia Belin (2018), “Can France Be America's New Bridge to Europe? French Pragmatism Meets America First”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/france/2018-04-19/can-france-be-americas-new-bridge-europe.
[27] Frédéric Charillon (2017), “The ups and downs of Franco-American relations”, The Conversation, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://theconversation.com/the-ups-and-downs-of-franco-american-relations-81215.
[28] Cihat Yaycı (2012), “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilge Strateji, Cilt 4, Sayı: 6, Bahar 2012, Erişim Tarihi: 01.08.2018, Erişim Adresi: http://dergipark.gov.tr/download/article-file/43488, s. 7.
[29] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, BİLGESAM Analysis / Middle East, No: 1131, 15 May 2014, s. 3.
[30] Chirac, Harvard’da eğitim almış ve bir dönem Anheuser-Busch ve Howard Johnson gibi Amerikan firmalarında çalışmıştır. Bakınız; Tunku Varadajan (2018), Politico, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.politico.eu/article/macron-trump-may-move-over-britain-france-is-americas-bff-now/.
[31] “France's Favorable Rating in U.S. Zooms to 87%, a New High” (2016), GALLUP, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://news.gallup.com/poll/189602/france-favorable-rating-zooms-new-high.aspx.
[32] “Fransa, Körfez’deki İlk Askeri Üssünü Bugün Açıyor” (2009), Haberler.com, Erişim Tarihi: 01.08.2018, Erişim Adresi: https://www.haberler.com/fransa-korfez-deki-ilk-askeri-ussunu-bugun-aciyor-haberi/.
[33] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, BİLGESAM Analysis / Middle East, No: 1131, 15 May 2014, s. 1.
[34] “Libya’ya askeri müdahale başladı” (2011), DW Türkçe, Erişim Tarihi: 01.08.2018, Erişim Adresi: https://www.dw.com/tr/libyaya-askeri-müdahale-başladı/a-14924461.
[35] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, BİLGESAM Analysis / Middle East, No: 1131, 15 May 2014, s. 3.
[36] “Syrie : Paris publie ses documents, Assad menace la France” (2013), Le Monde, Erişim Tarihi: 01.08.2018, Erişim Adresi: https://www.lemonde.fr/proche-orient/article/2013/09/02/syrie-les-preuves-francaises-declassifiees-assad-menace-paris_3470082_3218.html.
[37] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, BİLGESAM Analysis / Middle East, No: 1131, 15 May 2014, s. 5.
[38] Aktaran: Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, BİLGESAM Analysis / Middle East, No: 1131, 15 May 2014, s. 5.
[39] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 116.
[40] “Macron'dan Kudüs açıklaması: Yanlıştı” (2018), Cumhuriyet, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/989867/Macron_dan_Kudus_aciklamasi__Yanlisti.html.
[41] Nicholas Vinocour (2018), “Trump’s French connection”, Politico, Erişim Tarihi 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.politico.eu/article/doanld-trump-french-connection-emmanuel-macron-love-in-washington-visit/.
[42] Nicholas Vinocour (2018), “Trump’s French connection”, Politico, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.politico.eu/article/doanld-trump-french-connection-emmanuel-macron-love-in-washington-visit/.
[43] Celia Belin (2018), “Can France Be America's New Bridge to Europe? French Pragmatism Meets America First”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/france/2018-04-19/can-france-be-americas-new-bridge-europe.
[44] Aidan Quigley (2017), “Trump expresses support for French candidate Le Pen”, Politico, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.politico.com/story/2017/04/21/trump-supports-marine-le-pen-237464.
[45] Tunku Varadajan (2018), Politico, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.politico.eu/article/macron-trump-may-move-over-britain-france-is-americas-bff-now/.
[46] Stewart M. Patrick (2018), “Emmanuel Macron and the Franco-American Ties That Bind”, CFR, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.cfr.org/blog/emmanuel-macron-and-franco-american-ties-bind.
[47] Stewart M. Patrick (2018), “Emmanuel Macron and the Franco-American Ties That Bind”, CFR, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.cfr.org/blog/emmanuel-macron-and-franco-american-ties-bind.
[48] Celia Belin (2018), “Can France Be America's New Bridge to Europe? French Pragmatism Meets America First”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 02.08.2018, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/france/2018-04-19/can-france-be-americas-new-bridge-europe.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder