Sayfalar

31 Ekim 2017 Salı

Türk Dış Politikası Literatürüne Yeni Bir Katkı: ‘Turkey’s Relations with the Middle East’


Türkiye’nin açılan yeni üniversiteleri, düşünce kuruluşları ve genişleyen vizyonuna paralel olarak, Türk Dış Politikası literatüründe de son dönemde birbiri ardına yeni ve önemli kitaplar yayınlanmaya başladı. Bu kitaplardan birisi de, Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hüseyin Işıksal[1] ile İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Göksel’in[2] editörlüğünde hazırlanan Turkey’s Relations with the Middle East adlı eserdir.[3] Tam ismi Turkey’s Relations with the Middle East: Political Encounters after the Arab Spring (Türkiye’nin Orta Doğu ile İlişkileri: Arap Baharı Sonrasında Karşılaşmalar) olan kitap, ünlü Springer yayınevi tarafından basılmıştır. Bu yazıda, İngilizce olarak ve yeni yayımlanan bu akademik kitapla ilgili bazı temel bilgiler verilecektir.

Turkey’s Relations with the Middle East

Toplam 220 sayfalık kitap, Oğuzhan Göksel’in kaleme aldığı giriş niteliğindeki “Introduction: The Politics of Power Amidst the Uprisings of Hope” (Giriş: Umut Ayaklanmaları Esnasında Güç Politikaları) bölümü dışında 3 bölümden oluşmaktadır. “The Turkish Model and Arab Spring” (Arap Baharı ve Türk Modeli) başlıklı birinci bölümde toplam 4 makale yer almaktadır. Bunlar; Hüseyin Işıksal’ın yazdığı “Turkish Foreign Policy, the Arab Spring, and the Syrian Crisis: One Step Forward, Two Step Backs” (Türk Dış Politikası, Arap Baharı ve Suriye Krizi: Bir Adım İleri, İki Adım Geri), Oğuzhan Göksel’in yazdığı “Eurocentrism Awakened: The Arab Uprisings and the Search for a ‘Modern’ Middle East” (Avrupamerkezciliğin Uyanışı: Arap Ayaklanmaları ve Modern Orta Doğu Arayışı), Stefano M. Torelli’nin yazdığı “The Rise and Fall of the Turkish Model for the Middle East” (Orta Doğu için Türkiye Modelinin Yükselişi ve Çöküşü) ve Cemal Burak Tansel’in yazdığı “Ties that Bind: Popular Uprisings and the Politics of Neoliberalism in the Middle East” (Zorlayıcı Bağlar: Orta Doğu’da Halk Ayaklanmaları ve Neoliberalizm Politikaları) kitap-içi bölümleridir.

“Turkey’s Relations with Middle Eastern Powers After the Arab Spring” (Arap Baharı Sonrasında Türkiye’nin Orta Doğu Güçleriyle İlişkileri) başlıklı ikinci bölümde de toplam 4 makale yer almaktadır. Bunlar; Hüseyin Işıksal’ın yazdığı “Political Chaos in Iraq, ISIS, and Turkish Foreign Policy: The High Cost of the Westphalian Delusion” (Irak’ta Siyasi Kaos, IŞİD ve Türk Dış Politikası: Vestfalyen Aldatmacanın Ağır Bedeli), Süleyman Elik’in yazdığı “The Arab Spring and Turkish-Iranian Relations, 2011–2016” (Arap Bahar ve Türkiye-İran İlişkileri: 2011–2016), Konstantinos Zarras’ın yazdığı “Assessing the Regional Influence and Relations of Turkey and Saudi Arabia After the Arab Spring” (Arap Baharı Sonrasında Türkiye-Suudi Arabistan İlişkilerinin Bölgesel Etkilerini Değerlendirmek) ve Nikos Christofis’in yazdığı “Turkey, Cyprus, and the Arab Uprisings” (Türkiye, Kıbrıs ve Arap Ayaklanmaları) bölümlerdir.

Kitabın “Turkey’s Domestic Politics and Relations with Non-State Actors of the Middle East” (Türkiye’nin İç Politikası ve Orta Doğu’da Devlet Dışı Aktörlerle İlişkiler) başlık üçüncü bölümünde ise toplam 5 bölüm yer almıştır. Bunlar; Michelangelo Guida ve Oğuzhan Göksel’in birlikte yazdıkları “Reevaluating the Sources and Fragility of Turkey’s Soft Power After the Arab Uprisings” (Arap Ayaklanmaları Sonrasında Türkiye’nin Yumuşak Gücünün Kırılganlığını ve Kaynaklarını Yeniden Değerlendirmek), Hakan Köni’nin yazdığı “Comparing the Political Experiences of the Justice and Development Party in Turkey and the Muslim Brotherhood in Egypt” (Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in Siyasi Deneyimlerini Karşılaştırmak), Nathaniel Handy’nin yazdığı “Turkey’s Evolving Relations with the Kurdish Regional Government (KRG) of Iraq Since the Arab Spring” (Arap Baharı’ndan Beri Türkiye’nin Irak’a Bağlı Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Kademeli Olarak Gelişen İlişkileri), Şeref Kavak’ın yazdığı “The Arab Spring and the Emergence of a New Kurdish Polity in Syria” (Arap Baharı ve Suriye’de Yeni Kürt İdaresinin Kurulması) ve Hüseyin Işıksal’ın yazdığı “Conclusion: Turkey and the Middle East in an Age of Turbulence” (Sonuç: Çalkantılar Çağında Türkiye ve Orta Doğu) başlıklı kitap-içi bölümleridir.

Doç. Dr. Hüseyin Işıksal ile Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Göksel

Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Göksel, “Introduction: The Politics of Power Amidst the Uprisings of Hope” (Giriş: Umut Ayaklanmaları Esnasında Güç Politikaları) başlıklı kitabın giriş bölümünde, kitap hakkında önemli bilgiler vermektedir. Göksel’e göre, Arap Baharı sürecinde hızla değişen ve uluslararası medya ve akademinin yeniden dikkatini çeken Orta Doğu’dan artık “Yeni Orta Doğu” (New Middle East) veya “Devrim Sonrası Orta Doğu” (Postrevolutionary Middle East) olarak söz etmek gerekmektedir. Çünkü bu süreçte Tunus ve Mısır gibi ülkelerde rejim değişiklikleri yaşanmış (üstelik Mısır’da iki defa), Suriye, Libya, Yemen ve Irak gibi bazı ülkelerde de iç savaşlar ortaya çıkmıştır. Bu süreçte, ayrıca, genelde Orta Doğu politikasında müdahaleci olmayan bir devlet olarak bilinen Türkiye de Orta Doğu politikalarına fazlasıyla müdahil olmuştur. Türkiye’de iktidardaki AK Parti’nin özellikle 2011-2013 döneminde Mısır’a yönelik olarak izlediği aktif politika, Suriye iç savaşında aldığı tutum, İran nükleer programı konusundaki tavrı ve İsrail-Filistin krizi, Sünni-Şii rekabeti ve IŞİD’le mücadele gibi konularda gösterdiği tepkiler bunun en somut ispatıdır. 2011 yılında Arap Ayaklanmaları başladığında, Türkiye, bölge ülkelerine siyasal ve ekonomik modernleşme açısından model bir ülke olarak sunulmuş, ama ilerleyen yıllarda Türkiye’nin kendi demokratik ve sosyoekonomik gelişiminde yaşadığı sorunların da gösterdiği üzere, bu modelin etkisi sınırlı kalmıştır. Göksel’e göre, titiz ve özel bir araştırmayı gerektiren bu konuda yazılı olan kitap, bu bağlamda Türk Dış Politikası ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konulu diğer çalışmalardan ayrışmaktadır.

Doç. Dr. Hüseyin Işıksal ise, “Conclusion: Turkey and the Middle East in an Age of Turbulence” (Sonuç: Çalkantılar Çağında Türkiye ve Orta Doğu) başlıklı kitabın son bölümünde, kitapta yer alan bazı önemli bilgileri derlemiş ve kitabın son sözlerini kaleme almıştır. Işıksal’a göre, 1923 yılından beri Batılılaşma, güç dengesi ve statükoyu koruma gibi prensipler üzerine inşa edilen Türk Dış Politikası, 21. yüzyıl başında bu izolasyonist tutumundan vazgeçmeye başlamış ve bir bakıma şartlar da bunu zorunlu kılmıştır. ABD’nin Irak’tan çekilmesi sonrasında ortaya çıkan güç boşluğu, dış politikada Sünni ve Şii dini esaslarına dayalı olarak hareket eden bazı devletlerin Orta Doğu’yu karıştırmaları ve Rusya’nın bölge politikalarında görece pasif davranması sonucunda, Ankara, Orta Doğu politikasına daha fazla müdahil olmak durumunda kalmıştır. Bu bağlamda, Türk Dış Politikası, AK Parti iktidarı döneminde 2002’den başlayarak büyük bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu yeni dönemde, Osmanlı döneminden kalan tarihsel bağlara ve komşu ülkelerdeki iç politik olaylara daha yakın ilgi gösterilmiş ve çok boyutlu, proaktif ve daha iddialı bir diplomasi yapılmaya gayret edilmiştir. “Komşularla sıfır sorun” sloganıyla başlatılan bu yeni dönemde, Türkiye, tüm komşularıyla ilişkilerini düzeltmeye ve siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. Ayrıca yine bu dönemde, Ankara, belki de ilk kez “yumuşak güç” unsurlarını daha etkin biçimde kullanmaya çalışmıştır. Türkiye’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile geliştirdiği yakın ilişkiler ve bu bölge üzerinde askeri yöntemler dışında da söz sahibi olmayı başarabilmesi, işte bu dönemin somut bir sonucudur. Ancak Orta Doğu’nun kaotik yapısı ve Arap Baharı’nın yol açtığı gelişmelerin Türkiye’yi halklar ve devletler arasında taraf tutmaya zorlaması, Türkiye’nin bu süreçte birçok ülke ve aktörle ilişkilerinin bozulmasına neden olmuştur. Arap Baharı, aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı ülkeleri tarafından Orta Doğu’da kurulan ve sosyopolitik gerçeklerle örtüşmeyen rejimlerin değiştirilmesi adına önemli bir şans olmasına karşın, Batılı ülkelerin de desteğiyle bu sürecin yönetiminin Batı karşıtı radikal grupların kontrolüne geçmesi, Orta Doğu halkları için büyük bir fırsatın kaçmasına neden olmuştur. Özellikle Suriye’de iyi hesaplamalar yapılmaması nedeniyle, Türkiye’nin demokrasi yanlısı iyi niyetli girişimleri, bu ülkede kanlı bir iç savaşın derinleşmesi sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle, Arap Baharı, bir bakıma Türk Sonbaharı’na dönüşmüştür. İşte bu kitap, bu süreci farklı boyutlarıyla ve akademik bir gözle analiz eden özgün bir çalışmadır.

Sonuç olarak, Işıksal ve Göksel’in editörlüğünde ve birçok yerli ve yabancı akademisyenin katılımıyla hazırlanan bu kitap, üniversiteler ve araştırma merkezlerinin kütüphanelerinde mutlaka yer alması gereken öncü bir çalışmadır. Akademide, genelde Çin Halk Cumhuriyeti’nin efsanevi kurucu lideri Mao Zedong’la özdeşleştirilen önemli bir söz vardır. Mao’ya 1950’lerde Fransız Devrimi hakkında ne düşündüğü sorulduğunda, Mao, “yorum yapmak için henüz çok erken” yanıtını vermiştir. Bu bağlamda, Arap Baharı’nı tüm boyutlarıyla değerlendirmek için henüz gerçekten çok erken olsa da, bu çalışma ve benzeri çalışmalar, tarihe tanıklık eden ve bize fikir zenginliği sunan faydalı girişimlerdir. Bu nedenle, akademisyenlere ve araştırmacılara sınırsız özgürlük ve iyi imkânlar sunulmalı ve bu gibi kişilerin çalışmaları devlet ve sivil toplum kuruluşlarınca desteklenmelidir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

30 Ekim 2017 Pazartesi

İngiliz Siyasi Kültürü


Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri, dünya tarihinin en önemli ülkelerinden birisi ve dünyanın 5. en büyük ekonomisi olan Birleşik Krallık (İngiltere)[1], siyasi kültürü itibariyle de son derece ilginç ve özgün bir ülkedir. Bu yazıda, Michael G. Roskin’in Çağdaş Devlet Sistemleri: Siyaset, Coğrafya, Kültür[2] eserinden özetle, Birleşik Krallık’ın siyasal hayatına yön veren İngiliz siyasal kültürü açıklanmaya çalışılacaktır. Yazıda, Roskin’in kitabındaki bilgilere tarafımdan güncel gelişmeler doğrultusunda yapılan bazı eklemeler de mevcuttur.

Roskin’e göre, İngiliz siyasi kültürünün en önemli özelliklerinden birisi sosyal sınıflar arasındaki gücendirici ayrımlar ve üst sınıfların alt sınıflara yönelik züppe (ukala) yaklaşımlarıdır. Bu ayrım, özellikle işçi-emekçi sınıflar ve orta sınıflar arasında kendini gösterir; bu doğrultuda gelir düzeyi ve komşuluk iki temel parametredir. Ancak zaman içerisinde sınıfsal farklılıklar hayli azaltılmış ve Benjamin Disraeli’nin Britanya’nın zengin ve fakir Britanya olmak üzere iki farklı ulus olduğunu belirtmesinin[3] üzerinden epey zaman geçmiştir. Bu süreçte emekçi ve orta sınıflar zenginleşmiş ve büyümüş, çok zengin üst sınıf ise yoksullaşmıştır. Ancak psikolojik açıdan üst ve alt sınıflar arasındaki ayrım hala etkindir. Roskin’e göre, ilginç bir şekilde İngilizler bu ayrımdan memnundurlar ve bunu kültürlerinin bir parçası olarak kabul ederek korumaya çalışmaktadırlar. Alman sosyolog Ralf Dahrendorf, İngiltere’de yaptığı araştırmalar sonucunda, bu ülkede sınıfsal kimliklere dayalı dayanışmanın çok güçlü olduğunu keşfetmiştir. Sınıfsal dayanışma ve büyük bir gruba ait olma duygusu, İngiliz kültüründe hala bireysel başarının önündedir. Bu durum, siyasal hayata da fazlasıyla yansımıştır. Geleneksel olarak işçi-emekçi sınıfların Labour (İngiliz İşçi Partisi) yanlısı olması, sınıfsal dayanışmanın somut bir sonucudur.

Her ülkede olduğu gibi, Britanya’da da meritokrasi praktiği sınırlıdır. İyi bir aile ve ebeveynin çocuğu olmak, her ülkede olduğu gibi İngiltere’de de büyük bir şanstır. İyi ailelerden yetişen çocuklar genelde kamu okullarına gitmektedir ki, bu okullar -isminin aksine- son derece pahalı ve kaliteli özel eğitim kurumlarıdır. Eton, Harrow, Rugby, St. Paul’s, Winchester ve benzeri birçok akademi, nesillerdir orta ve üst sınıf Britanyalı ailelerin çocuklarını geleceğin elitleri olmak adına gönderdikleri kurumlardır. Bu tarz okullarda Britanyalı gençlere iyi bir müfredattan fazlası sunulur; Roskin’in deyimiyle, onlara alt sınıflara ve diğer milletlere karşı küstahlık noktasına varabilen bir özgüven, özdisiplin ve yönetme arzusu öğretilir. Casus romanlarıyla bilinen ünlü İngiliz yazar John Le Carré, bir keresinde kamu okulunda okuyan arkadaşlarının köylülere nasıl küçümseyici şekilde yaklaştıklarını anlatmıştır. “Kamu Okulları” denilen İngiliz özel okul sisteminin bir diğer önemli sonucu da, geleceğin elitleri arasında genç yaşlardan başlayarak bir tür “network” (arkadaş ağı) üretmeyi başarabilmesidir. Özellikle Conservative Party (Muhafazakar Parti) geleneğinde bu okulların büyük rolü vardır; bugün bile bu partinin vekillerinin neredeyse yarısı bu tip okullardan yetişmiştir. Muhafazakar Bakanlar açısından bu oran daha da yüksektir; örneğin Margaret Thatcher kabinesinde bu oran yüzde 90, John Major kabinesinde ise yüzde 64’tü. İşçi Partisi’nden ise az sayıda kişi bu tarz okullara gidebilir; örneğin eski Labour lideri Tony Blair, bu az sayıdaki seçkin kişilerden biridir. Blair’in kabinesindeki bu tarz okullar mezunu Bakanların sayısı ise yüzde 39’du. 1970’lere kadar İngiliz eğitim sisteminde 11 yaşında girilen ürkütücü bir orta öğretim sınavı vardı. Ancak bu sistem aşamalı olarak ortadan kaldırıldı. Yine de eğitimdeki ikili yapı bugüne kadar devam etti ve zengin çocukları yatılı ve özel “kamu okulları”na, orta ve alt sınıf çocukları ise sıradan devlet okullarına gitmeye devam ettiler.

Oxbridge

İngiliz üniversiteleri arasında da belirgin kalite farklılıkları vardır; “Oxbridge” olarak bilinen Oxford ve Cambridge gibi elit üniversiteler, diğer üniversitelerin önünde bir şöhrete ve eğitim kalitesine sahiptirler. Bu üniversitelerin mezunlarının milletvekilleri arasındaki oranı Muhafazakar Parti’de yüzde 50, İşçi Partisi’nde ise yüzde 25 civarındadır. Kabinede ise bu oranlar daha da yüksektir. Başbakanlar ise istisnalar dışında genelde ya Oxford, ya da Cambridge mezunu olurlar. Nitekim Thatcher ve Blair Oxford’luydu. Oxbridge mezunlarının sahip oldukları özgüven ve network, onları profesyonel yaşamlarında da iyi noktaya taşımaktadırlar. Üstelik bu kurumlar sadece Britanya’da değil, yurtdışında da çok başarılı mezunlara sahiptirler; örneğin ABD eski Başkanı Bill Clinton, Rhodes Bursu ile Oxford’da okumuştur.

İngiltere’de sınıfsal oy verme çok yaygındır. Emekçi sınıflar genelde Labour’a oy verirken, üst ve orta üst sınıflarda Torrie’lere (Muhafazakar Parti) oy verme geleneği vardır. Ancak bu durumu genellemek de zordur; örneğin İşçi Partisi’nin uzun süre liderliğini yapan Tony Benn, aslında aristokrat bir kişidir. Keza göçmenlere yönelik sert tedbirleri ve düşük vergiler nedeniyle Muhafazakarlara destek veren işçi sınıfı mensupları da ülkede azımsanmayacak orandadır. Sınıfsal oy verme son yıllarda giderek azalmaktadır ve siyasetin konusu çeşitlenmektedir. Ancak yine de işçi sınıfının Labour eğilimi halen daha fazladır, keza üst sınıfların Muhafazakar Parti eğilimleri de belirgindir. Ayrıca kırsal yerler ve taşra semtlerinde Torrie’ler hala çok güçlüdür. Labour kimliğini içselleştirmiş bazı şehirleşmiş ve işçi sınıfı ağırlıklı bölgelerde ise İşçi Partisi girdiği her seçimi kazanmaktadır. Bu nedenle, İngiltere özelinde, sınıf değişkeni yanında bölgeleri de incelemeye almak gerekir.

İngilizler konusunda eski bir stereotipi, onların itaatkar olduğu yönündedir. Bu, günümüzün sosyolojisini açıklayan bir durum değildir; ancak elbette İngiliz muhafazakarlığı ve reformistliği, örneğin Fransız devrimciliğiyle kıyaslandığında daha belirgindir. İngilizler değişimlerin yavaş yavaş ve gelenekten beslenerek olmasını tercih ederler. Bu durum, özellikle Muhafazakar Parti’de çok net olarak görülebilir. İngiliz kibarlığı da bir diğer önemli stereotipidir. Birbirlerini çok sert şekilde eleştiren farklı partideki ve görüşteki İngiliz siyasetçiler bile, bir noktada kendilerini tutar ve hakaret yerine alaycı sözleri tercih ederler. Ancak İngiliz tartışma geleneğinde laf kesme de vardır ve zaman zaman hararetli tartışmalarda hakaret sözleri bile duyulabilir. İngiliz pragmatizmi de İngilizlere dair bir diğer önemli iddiadır. İngiliz siyasi kültürü, bazı ülkelerin siyasi kültürleriyle kıyaslanınca bariz şekilde pragmatiktir, yani işe yarayanı kullanmaya dayalıdır. Her iki büyük partide de pragmatik eğilimler vardır, ancak Muhafazakar Parti’de özellikle Thatcher sonrasında bu durum daha baskın hale gelmiştir.

İngiltere siyasi kültüründe gelenekler ve semboller konusu da önemlidir. Yazılı anayasası bile olmayan bir ülkede, gelenekler ve teamüller, özellikle siyasette çok geçerlidir. İngiliz muhafazakarlığı, semboller ve geleneklerin toplumun istikrarı ve sürekliliğini sağladığına dair katı bir inanç besler. Bunların altüst olması durumunda ise, kendilerini kaybolmuş ve özgüvensiz hissetmeye başlarlar. Nitekim gençlerin burun kıvırdığı İngiliz Kraliyet ailesi, bugüne kadar hiçbir zaman ciddi bir meşruiyet krizi içerisine girmemiştir.[4] Faytonlar ve kırmızı ceketli süvarilerin yer aldığı törenler, iyi yetişmiş İngilizler için yalnızca turistik atraksiyon olarak değil, siyasi gelenek açısından da önem teşkil eder. İngiliz toplumunda geleneklerin siyasi radikalleri ve genel olarak radikalizmi bastırdığı inancı da yaygındır. İngilizler, özellikle İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) deneyimini de göz önünde bulundurarak, radikal akımları tasvip etmez ve bunlara karşı siyasette gelenekleri ve muhafazakarlığı ön plana çıkarırlar. Buna karşın, ülkenin futbol kültüründe yaygın “holiganizm” önemli bir tezat teşkil eder; yakın zamana kadar İngiliz taraftarları, dünyada en fazla olaya karışan taraftar grupları olarak kötü bir şöhrete sahiptiler.

Britanya siyasi kültürünün ortak özelliklerine karşın, “Ulster” adı verilen Kuzey İrlanda’nın siyasi kültürüne burada bir parantez açmak gerekir. Zira Kuzey İrlanda, adanın geri kalanından epey farklı bir siyasi kültüre sahiptir. Bu kültürün temelleri Katolikliğin yasaklandığı ve İrlandalılara kötü muamele edildiği devirlere kadar uzanır. Nitekim 1846-1854 döneminde yaşanan patates kıtlığında bir milyon İrlandalı açlıktan ölürken, bol gıda stokları olan İngilizler bunu seyretmiştir. Bu dönemde milyonlarca İrlandalı ABD’ye göç etmiştir. İrlanda’da Protestan ve Katolik rekabeti hala yaygındır. Katolikler genelde İngiliz hükümetine muhalif ve Cumhuriyetçi yapıda, Protestanlar ise daha Kralcı ve İngiliz yanlısıdırlar. 1972’deki Kanlı Pazar (Bloody Sunday) olayı[5], edebiyat ve sinemada çeşitli eserlere de konu olan çok önemli bir çatışma vakasıdır ve bu sorunun hala potansiyel bir siyasal tehdide dönüşebileceğini göstermektedir. İskoçya da son dönemde önemli bir sorun haline gelmiştir; her ne kadar 2014 referandumundan Londra’ya bağlılık kararı çıksa da, İskoç ayrılıkçılığı da İngilizleri ilerleyen yıllarda zorlamaya devam edecektir.

Bunların dışında, Roskin’e göre Fransızların aşırılık, İngilizlerin ise ılımlılık ve sükûnetle özdeşleştirilerek sunulması siyaset bilimciler açısından bir gelenek olsa da, bu durum gerçekte bu kadar basit değildir. Bu genellemenin en önemli sebebi ise, son yıllarda akademiye hakim olan Amerikalıların genelde Anglofil (İngiliz yanlısı) ve Frankofob (Fransız karşıtı) olmalarıdır. Bu nedenle, Amerikan ders kitaplarında Kuzey İrlanda Sorunu genelde geçiştirilirken, Fransa’nın ya da başka ülkelerin siyasi sorunlarına daha fazla yer verilir. Bir diğer önemli sebep ise, İngiltere ve onun muhafazakar ve ılımlı kültürü hakkında yapılan çalışmaların 1950’ler ve 1960’larda yapılmış olmasıdır. Nitekim Gabriel Almond ve Sidney Verba’nın The Civic Culture araştırmaları[6] bu dönemin bir ürünüdür ve hala sıklıkla referans yapılan bir teoridir. Oysa günümüz İngiltere’sinin siyasi kültürü bu döneme kıyasla çok daha farklıdır. Herşeyden önce, artık İngiltere’de çok fazla sayıda Afro İngiliz ve Pakistan-Hindistan kökenli nüfus ve yine giderek artan bir Müslüman nüfus bulunmaktadır. Hatta Londra Belediye Başkanı olan Sadık Han, Pakistan kökenli Müslüman bir İngilizdir.[7] Bu artan göçmen ve Müslüman nüfus, İngiltere’de son dönemde daha aşırıcı ve farklı bir milliyetçiliğin doğmasına yol açmış ve UKIP’in (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) ve lideri Nigel Farage’ın yükselişine neden olmuştur. Dolayısıyla, günümüz İngiltere’sinde yapılacak siyasal kültür araştırmalarında, popüler siyasal kültürde sınıfsal farklılıkların yerini etnik ve dini kimliklerin almaya başladığı kolaylıkla fark edilebilecektir. Ancak İngiliz devleti, bugüne kadar laik bir devlet olmanın hakkını teslim etmiş ve tüm dinlere özgürlük sağlamıştır. Bu sayede, toplumsal gerginlikler fazla büyümemiş ve ulusal siyasete etki etmemiştir. Ancak Brexit kararının da gösterdiği üzere, İngiltere’de yeni bir sürece girilmiş olabilir ve bu sürecin etkileri ancak ilerleyen yıllarda anlaşılabilecektir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ





[3] Tam ifade şu şekildedir; “Two nations between whom there is no intercourse and no sympathy; who are as ignorant of each other's habits, thoughts, and feelings, as if they were dwellers in different zones, or inhabitants of different planets. The rich and the poor.”
[4] Bu noktada, Prenses Diana’nın ölümü sonrasında yaşanan sürecin aslında Kraliyet ailesi açısından oldukça zorlu geçtiği belirtilmelidir.  

28 Ekim 2017 Cumartesi

Le Bon Parti est établi


Un nouveau parti politique est établi en Turquie il y a quelques jours par Madame Meral Akşener et ses compagnons. Il est possible que İyi Parti (Le Bon Parti) peut créer un nouveau enthousiasme dans la vie politique turque qui est devenue très ordinaire et aussi dangereuse dans les dernières années à cause de la stratégie d’intimidation envers l’opposition, organisé par le gouvernement islamo-conservateur de la Turquie, Monsieur le Président Recep Tayyip Erdoğan et son parti l’AKP (Parti de la Justice et du Développement).

Le logo de Bon Parti

Madame Meral Akşener (61) est une femme politique assez connue et expérimentée.[1] Elle vient de la tradition de l’extrême droite (le MHP- Parti d’Action Nationaliste) mais il semble qu’elle a modéré ses idées ultranationalistes pendant sa vie politique et devenue la ministre des affaires intérieures en Turquie en 1996. Ainsi, elle est devenue députée et ministre de la partie centre droit DYP (Parti de la Voie Juste) dirigé par Süleyman Demirel et Tansu Çiller. Elle était une ministre connue car elle était la remplaçante de Monsieur Mehmet Ağar, un homme de politique très connu en Turquie qui est toujours accusé d’organiser l’Etat profond (derin devlet) turc pendant la lutte contre le PKK. Cependant le gouvernement de coalition de Refah Partisi (Parti de la Prospérité) et DYP (Parti de la Voie Juste) a provoqué un coup d’état postmoderne en Turquie en 1997 (le procès de février 28) à cause des politiques islamistes de Premier Ministre Necmettin Erbakan. Akşener a toujours défendu le sécularisme portant elle a aussi critiqué l’intervention de l’armée turque à la vie politique civile. Pendant le procès de février 28, elle était devenue un symbole de la démocratie pour les électeurs de centre-droit et de l’extrême droite (les ultranationalistes et les islamistes). Elle était un membre de parlement turc pour le DYP en deux termes (1995 et 1999). Elle a procédé à sa carrière politique dans le nouveau millénium en MHP. Elle a contribué aux efforts de la transformation de MHP sous le leadership de Monsieur Devlet Bahçeli en un parti de centre-droit. Elle était élue député pour le MHP trois termes (2007, 2011 et 2015). Mais après non-réussite électorale de MHP avec Bahçeli, elle a commencé une fraction d’opposition dans le parti. Après son exclusion de MHP d’une manière antidémocratique, elle a établi le Bon Parti (İyi Parti), une formation nationaliste et laïque dont la base est constituée de dissidents et d’exclus de MHP. Meral Akşener est marié avec Tuncer Akşener et le couple a un fils (Fatih Akşener).


Madame Akşener avec le turban pendant sa visite en Hacı Bayram Veli

Madame Akşener est une politicienne intelligente et populiste. Même si elle défend sécularisme, pendant ses visites aux monuments sacrées, elle se met en turban. Elle est une femme musulmane moderne et elle s’habille très chic et moderne d’autre part. Elle est aussi nationaliste. On peut dire qu’elle vient d’une tradition assez radicale et nationaliste. La revue politique Politico une fois a caractérisé Akşener comme « Marine Le Pen de la Turquie ».[2] C’est vrai que son prénom était « Asena » (un surnom utilisé en Turquie pour les filles ultranationalistes) pendant ses études universitaires à cause de ses idées ultranationalistes et son engagement en MHP. Elle était aussi une anticommuniste radicale mais elle n’a pas fait de scandale pendant ces années. Mais son nationalisme est plus civile et moins raciste comparé à Le Pen. Elle a assez support dans la bureaucratie de la sécurité en Turquie particulièrement en Sûreté Nationale grâce à son identité ultranationaliste et sa carrière de ministre des affaires intérieures. Elle a des idées et des tactiques rigides contre le terrorisme. Amanda Paul et Demir Murat Seyrek ont comparé Akşener à Margaret Thatcher à cause de ses idées conservateurs.[3] Selim Sazak d’autre part a dit qu’elle ressemble plus à Hillary Clinton car elle a une carrière politique assez longue et vétuste.[4] Son parti a déjà déclaré qu’elle va devenir un candidat pour l’élection présidentiel en 2019 contre Recep Tayyip Erdoğan.

Ümit Özdağ

L’équipe de Meral Akşener est composée des politiciens ultranationalistes qui sont d’origines de MHP. Monsieur Ümit Özdağ est la personne la plus importante à l’intérieur l’équipe. Il a des liens forts avec l’armée et les autres organisations de la bureaucratie de sécurité turque. Il est aussi un professeur des sciences politiques très connu en Turquie. Le Bon Parti a 5 députés dans le parlement turc maintenant. Ümit Özdağ, Yusuf Halaçoğlu, Nuri Okutan et İsmail Ok sont des députés venant de MHP. Aytun Çıray aussi est un député de parti mais il vient de CHP (Parti Républicain du Peuple). Koray Aydın est un politicien connu qui était un ministre de MHP autrefois. Ahat Andican est aussi un intellectuel connu dans l’intelligentzia turc avec sa connaissance et ses liens avec des pays turcs de l’Asie Centrale. Ersönmez Yarbay est un transfert venant de l’AKP. Kazım Ataoğlu et Cevher Cevheri représentent la fraction kurde dans le Bon Parti. Néanmoins Madame Akşener n’a pas beaucoup de chance avec des électeurs kurdes car elle est déjà marquée par les kurdes comme une politicienne antikurde. La journaliste Ruhat Mengi et le playboy Mehmet Arslan sont des gens populaires de parti. Cette équipe ne semble pas très forte contre l’AKP; mais s’il y aura des nouveaux transferts dans les mois prochains, le Bon Parti peut devenir un parti prétentieux. Le parti peut fasciner particulièrement les femmes car Akşener est le deuxième leader féminin en Turquie après Tansu Çiller. C’est vrai que le féminisme est compris seulement comme la solidarité des femmes en Turquie et alors plusieurs femmes qui votent normalement pour le CHP, peuvent voter pour le Bon Parti dans l’élection prochain. Les électeurs de MHP peuvent aussi supporter le nouveau parti facilement parce qu’il y a une réaction grossissante dans le parti contre le leader Monsieur Devlet Bahçeli qui est toujours en faveurs des décisions de Monsieur Erdoğan et de l’AKP.

Le nom de parti aussi calligraphiquement représente le clan turc Kayı

Le Bon Parti attire l’attention avec son succès et assiduité pour les symboles. Le logo de parti représente une soleille qui éclaire comme l’état kémaliste modernisant le peuple turc. En plus, le nom de parti (IYI) calligraphiquement représente le clan turc « Kayı » qui a établi l’Empire Ottoman, l’Etat turc qui est vécu le plus longtemps dans l’histoire turc.  Le nom aussi apparaît comme une lettre de « M », l’abréviation pour Meral. Ces efforts de maquillage sont bons, mais ne sont pas suffisant pour un grand succès dans la vie politique actuelle. Alors, Madame Akşener doit préparer un programme concret et simple avec des objectifs concernant la politique étrangère et l’économie de la Turquie. Jusqu’à maintenant elle est connu comme une politicienne occidentale, mais son Atlantisme peut créer un contrecoup dans une période ou les Etats-Unis arment les milices kurdes en Syrie. Les relations entre l’Union Européenne et la Turquie aussi ne sont pas en bonne condition dans les années dernières et ça ne va pas être facile pour le Bon Parti de trouver des alliés stratégiques. Les pays turcs dans la Caucasie et l’Asie Centrale peuvent être un choix dans la politique étrangère mais on peut dire que c’est encore très difficile de traverser les barrières géopolitiques comme la Russie, l’Arménie et l’Iran pour qu’on accède au monde turcophone.

Finalement, je dois dire que Madame Akşener et son parti ont réussi de créer un enthousiasme en Turquie mais c’est encore très tôt pour que tous ces efforts deviennent à un succès électorale.         



Dr. Ozan ÖRMECİ

27 Ekim 2017 Cuma

Good Party is established in Turkey


A new right-wing political party was established few days ago in Turkey by the former Minister of Interior and the Vice Speaker of the Turkish Grand National Assembly Mrs. Meral Akşener with the name Good Party (İyi Parti in Turkish). In this piece, I am going to give some information about this new party and I will try to assess Good Party’s chance in Turkish politics.

Good Party logo

We should start with the party’s leader. Mrs. Meral Akşener (1956-) is a famous female Turkish politician who previously served as the Minister of the Interior (1996-1997) and the Vice Speaker of the Turkish Grand National Assembly (2007-2015).[1] Coming from an émigré family from Balkans (Salonica), Akşener studied History and became a doctor of Turkish Republican History. Starting from her youth, Akşener became a politicized figure within the right-wing circles. She joined into anti-communist struggle in the 1970s as a member of the Turkish nationalist (ülkücü) movement. Since his older brother was an influential figure in Turkish nationalist MHP (Nationalist Action Party), young Akşener had her first political socialization and experience in the far-right MHP circles. After the 1980 military coup, she became a more moderate right-wing political figure and entered into active politics in the early 1990s from Süleyman Demirel and Tansu Çiller’s center-right DYP (True Path Party). She became a candidate for Kocaeli municipality in 1994, but lost the elections. She first became a deputy in 1995 from DYP in Kocaeli. She served as Turkey’s first female Minister of the Interior (1996-1997) during Necmettin Erbakan’s Prime Ministry as part of the problematic DYP-Refah Partisi (Welfare Party) coalition (Refahyol) government after the Susurluk accident[2]. She was a popular Minister because she replaced Mehmet Ağar, a hardliner right-wing politician who was harshly criticized as a key figure in Turkey’s “deep state” (derin devlet) organization. She became famous during her ministry and was reelected Kocaeli deputy in 1999, but lost her parliamentary seat in 2002 since her party (DYP) could not pass 10 % electoral threshold in the election. In 2001, she had formal contacts for joining into the newly establishing moderate Islamist Justice and Development Party (AK Parti), but later chose to become a member of her former party MHP instead of AK Parti by saying that this party was not able to reform its Islamist National Outlook (Milli Görüş) ideology.[3] She also became an advisor for the party leader Devlet Bahçeli after joining MHP. She became MHP’s candidate for Istanbul municipality in 2004, but lost the election once again.[4] Later she was elected Istanbul deputy from MHP in 2007, 2011 and 2015 (in the first election) elections. She was also elected the Vice Speaker of the Turkish Parliament (TBMM) in 2007 and kept this duty until 2015. She became an influential opposition figure in her party and a leadership candidate against Devlet Bahçeli after MHP’s poor electoral performance in 2015. However, the party congress was not convened and Akşener was expelled from the party. So, she decided to work for establishing a new party and recently found İyi Parti with his friends. Akşener is married to Tuncer Akşener and has a son named Fatih Akşener.

Akşener wearing Islamic headscarf during her visit to Hacı Bayram Veli Shrine

There is no question about Meral Akşener’s skills as a right-wing politician. She is a Turkish nationalist and she represents modern conservative Muslim Turkish woman. Although she does not cover her head in ordinary times, similar to Turkey’s first and only female Prime Minister Tansu Çiller, she wears an Islamic headscarf (türban) when she visits holy places (most recently in Hacı Bayram Veli Shrine). She is also a hadji (hacı) and she went to Muslim pilgrimage before.[5] She has close contacts with Turkish security bureaucracy and especially with Turkish Police Agency. There is no doubt about her loyalty to secularism although she was a minister during the controversial Erbakan-Çiller (RP-DYP) coalition. She is also a democrat in terms of civil-military relations. She became a popular right-wing figure in the Islamist circles due to her opposition to 28 February 1997 “post-modern coup” process.[6] Akşener can be a female politician, but she is also a nationalist figure; so her approach to Kurdish statehood in Syria and Iraq as well as Kurdish rights in Turkey might not be very soft. Some even consider her as “Turkish Marine Le Pen”[7], but her nationalism is not race-based and similar to Mustafa Kemal Atatürk’s civic nationalism rather than Le Pen's ethnic nationalism. In that sense, she does not want to send Kurds from Turkey or forcefully make them Turks, but rather she wants to create a civic, national and constitutional upper identity under which all ethnic groups (Kurds, Circassians, Alevis etc.) can protect their own primordial identities. But still, her approach towards Turkey's Kurdish Question is hawkish and she might not take too much support from Kurdish voters.[8] Some others call her as the “Iron Lady of Turkey”[9] with reference to British female Prime Minister Margaret Thatcher due to her conservatism. Selim Sazak on the other hand claims that Akşener is “Turkey’s Hillary Clinton” and people do not consider her as an appetizing figure due to her long career in politics.[10] Akşener’s party already announced that she will become a candidate against President Recep Tayyip Erdoğan in the 2019 Presidential election.[11]

Akşener’s team mostly consisted of former MHP members. Professor Ümit Özdağ is a key figure and a well-known Turkish nationalist political scientist and politician. He was an independent member of the parliament after his resignation from MHP. There are 3 other former MHP deputies in the parliament that joined Akşener’s party; Professor Yusuf Halaçoğlu (Professor of History), Nuri Okutan and İsmail Ok in addition to Aytun Çıray (originally a center-right figure) from the social democrat CHP (Republican People's Party).[12] So, the party has already 5 seats in the Turkish Parliament. In addition, Ersönmez Yarbay is a former AK Parti deputy that joined into Good Party ranks. Kazım Ataoğlu and Cevher Cevheri seem to be party’s only Kurdish members, as two important names coming from feudal tradition and still having some support in densely Kurdish populated southeastern Anatolia due to their tribes. Koray Aydın is another important and experienced politician coming from MHP background and had ministry experience before. Medical doctor Ahat Andican, known with his great knowledge on the Turkic world, is also an important name of the party and has a lot of political experience due to his State Ministry years as part of Mesut Yılmaz’s ANAP (Motherland Party) government. Pro-secular female journalist Ruhat Mengi and young Turkish playboy and celebrity Mehmet Arslan are other popular names of the new party.

In my opinion, this list of members is not enough for establishing a popular grassroot party, but it also shows that the party has a good potential and considerable support. If there will be more transfers coming from the ruling AK Parti (at this point, popular municipal leaders that were forced to resign by Erdoğan and former AK Parti members could be influential) and other parties in the next months, the party could gradually become a popular center-right party in accordance with the catch-all party typology. Otherwise, only with MHP-originated members, the party will probably be evaluated as a far-right organization by Turkish people and will not reach high voting percentages. It is a fact that MHP voters are angry towards their leader Devlet Bahçeli because of his support to Islamist Erdoğan regime and they can easily vote for Akşener in the next election.[13] But the problem is that MHP is not a populist movement and the party’s strict ideological references appeal only to maximum 20-25 % of Turkish people. So, Akşener had to differentiate her party from MHP and take votes from center-right and center segments in addition to far-right MHP voters. Akşener also has an advantage as a female politician; many female voters could vote for her just because of her sex. She knows this and she wants to allocate more place for female politicians in her party. For instance, Ayfer Yılmaz is an experienced female politician in Turkey and was one of the founding members of Good Party.[14]

Good Party’s name also symbolizes Turkish Kayı dynasty that established the Ottoman Empire

The party’s logo and name have striking references. First of all, other than meaning “good”, “IYI” calligraphically represents the symbol of Turkic Kayı dynasty that established the longest-living and territorially largest Turkish state Ottoman Empire in the early 14th century. "IYI" also looks like a “M” letter that is used as an abbreviation for Meral Akşener's first name "Meral". This represents the secular and modernizing Kemalist state tradition in Turkey as a response to increasing Islamist authoritarian practices of the governing AK Parti. The party seems to be very successful and careful in these image issues, but in real politics there are more important matters. Akşener is known as a pro-Western politician but due to United States’ recent decision to arm Kurdish militia (YPG-PYD) in Syria and European Union’s failure to keep its promise to financially help Syrian immigrants living in Turkey, nationalist and anti-Western sentiments are again on the rise in Turkey. As a nationalist right-wing politician, Akşener had to be carefully design her party’s foreign policy. Good Party’s economic policy is also very important. The party has to find original projects and creative ideas to convince voters that it could govern Turkey better than ruling AK Parti. In addition, Good Party defends parliamentary system and in that sense they can efficiently work as part of a coalition government with pro-secular and pro-EU CHP (Republican People’s Party) if Turkey returns to its classical parliamentary system. 

In conclusion, I can say that Akşener and her party’s entry into politics creates excitement in Turkey, but their political success is not certain due to AK Parti’s dominating position in Turkish politics. One good news is that Akşener's presence might force President Erdoğan to act more carefully about implementing Islamist policies since a strategic mistake that will create a blank space in the center-right politics might mean the failure of Erdoğan and AK Parti. So, from now on, Erdoğan will probably try to appeal to both secular conservative center-right voters and Islamist and Turkish nationalist far-right voters.

Assist. Prof. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] For her website; http://www.meralaksener.com.tr.
Twitter account; https://twitter.com/meral_aksener.
Wikipedia; https://en.wikipedia.org/wiki/Meral_Ak%C5%9Fener.
[2] Susurluk accident was a scandal involving the close relationship between the Turkish government, Turkish Armed Forces and organized crime groups. It took place during the peak of the PKK-Turkey conflict, in the mid-1990s. The relationship came into existence after the National Security Council (MGK) posited the need for the marshaling of the nation's resources to combat the terrorist Kurdistan Workers' Party (PKK). The scandal surfaced with a car crash on 3 November 1996, near Susurluk, in the province of Balıkesir. The victims included a deputy chief of the Istanbul Police department (Hüseyin Kocadağ), a member of the Turkish Parliament (Sedat Bucak) and Abdullah Çatlı, a former leader of Turkish nationalist Grey Wolves organization and a prominent crime figure. See; https://en.wikipedia.org/wiki/Susurluk_scandal.
[3] http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-41750673.
[4] http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-meral-aksener.
[5] http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-meral-aksener.
[6] See; http://www.yenisafak.com/arsiv/2000/kasim/05/g4.html and http://www.aljazeera.com.tr/portre/portre-meral-aksener.
[7] https://www.politico.eu/article/the-turkish-marine-le-pen-meral-aksener-president-erdogan-politics/.
[8] http://time.com/4856463/turkey-meral-aksener-iron-lady-recep-tayyip-erdogan/.
[9] http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2016/06/turkey-iron-lady-thwart-erdogan-game-plan-160607120543716.html.
[10] http://time.com/4856463/turkey-meral-aksener-iron-lady-recep-tayyip-erdogan/.
[11] http://www.internethaber.com/iste-meral-aksenerin-partisinin-2019-cumhurbaskani-adayi-1802246h.htm.
[12] http://haber.sol.org.tr/toplum/iste-aksenerin-kadrosu-214730.
[13] http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-41762479.
[14] http://www.internethaber.com/ayfer-yilmaz-kimdir-nereli-iyi-parti-eski-devlet-bakanina-bakin-1817875h.htm.

25 Ekim 2017 Çarşamba

C. Fred Bergsten’den G2 Vizyonu


ABD-Çin ilişkileri, benim de daha önce yazılarımla sıklıkla işlediğim ve birçok Uluslararası İlişkiler düşünürüne göre 21. yüzyıl dünya düzenine damgasını vuracak olan stratejik bir konudur. 1941 doğumlu Amerikalı İktisat Profesörü ve siyasi danışman C. Fred Bergsten[1], genelde rekabet temelinde ve çatışma potansiyeli yüksek riskli bir ilişki olarak görülen ABD-Çin ilişkilerinin geleceği hakkında 2005 yılında “Group of Two” (G2) adlı yeni bir vizyon geliştirmiştir.[2] Temelde ekonomik bir vizyon ortaya koyan Bergsten’in yaklaşımı, geçen yıllar içerisinde ABD’nin dünya siyasetindeki gücünü korumayı başarması ve Çin’in de hızlı gelişimini sürdürmesi nedeniyle daha da dikkat çekici olmaya başlamıştır. Öyle ki, bu yaklaşıma destek veren ve gelişimine katkı koyanlar arasında ünlü Amerikalı stratejist Zbigniew Brzezinski, ünlü İskoç tarihçi Niall Ferguson, Dünya Bankası eski Başkanı Robert Zoellick ve Çinli ekonomist Justin Yifu Lin gibi çok etkili kişiler olmuştur.[3] Bu yazıda, Bergsten’in bu konudaki yaklaşımı kısaca özetlenecek ve G2 vizyonunun geçerliliği sorgulanacaktır.

C. Fred Bergsten

C. Fred Bergsten, günümüzde büyük önem kazanan G2 vizyonunu ilk kez 2005 tarihli The United States and the World Economy adlı kitabında[4] ortaya koymuştur. 2009 yılında, Bergsten, dünya ekonomisinin geleceğinde ABD ve Çin’in en büyük söz sahibi olacak iki ülke olmasından hareketle oluşturmaya başladığı stratejik vizyonuna dair daha detaylı açıklamalar yapmıştır.[5] Buna göre; yakında Japonya’yı geçerek dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olacak Çin (bu, çoktan gerçekleşmiştir, hatta Çin’in yakında ABD’yi de geçmesi öngörülmektedir), ABD ile birlikte 2008 küresel ekonomik krizi öncesinde dünyada yaşanan ekonomik patlama döneminde küresel büyümenin yarısını kendi başlarına yaratmış olan çok önemli aktörlerdir. Dünyada en çok ticaret yapan ve en fazla çevre kirliliğine neden olan bu iki dev, aynı zamanda kendi bloklarının da lideri durumundadırlar. ABD, yüksek gelirli endüstrileşmiş serbest piyasa devletlerinin en ileri noktasını temsil ederken, Çin de gelişmekte olan ekonomilerin en başarılı temsilcisidir. Ayrıca ABD dünyanın en borçlu ve dış ticaret açığı veren ülkesi, Çin ise dünyanın en büyük dolar rezervlerine sahip ve en fazla dış ticaret fazlası yaratan ülkesidir. Bu bağlamda, her konuda anlaşmaları/uzlaşmaları gerekmese de, ABD ile Çin’in küresel ekonominin iyi gitmesi ve -ekonomik gücün siyasi güce de fazlasıyla etki ettiği günümüzde- küresel istikrarın korunması adına büyük sorumlulukları bulunmaktadır. Bu nedenle, Bergsten, bu iki ülkeye birlikte çalışmaları ve diplomatik kanalları açık tutmalarını tavsiye etmiştir. Bu doğrultuda yapılabilecek faydalı bir girişim ise, G2 adlı ABD ve Çin ortaklığında kurulacak yeni bir platform yaratmaktır. Bergsten’e göre; bu platform, ABD ile Çin’in hâlihazırda birlikte yer aldıkları G7, G20, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi uluslararası kuruluşların yanında, ikili ilişkilerini ve küresel düzeni olumlu yönde etkilemelerine olanak sağlayabilecektir.

The United States and the World Economy

Pekin, ABD’nin liderliğini yaptığı Batı merkezli kurumların bazı uygulamalarına uyum sağlamakta zorluk çekmektedir. Çin yönetimi, kendilerinin dâhil olmadığı ve kendisine söz hakkı verilmediği bir dönemde kurulan bu kurumlara neden uyum sağlamak zorunda olduğu konusunu -haklı olarak- anlamamaktadır. Ayrıca geriden gelip dünyanın zirvesine oturan devletlerin tarihsel süreçte yerleşik güçlerle çatışmacı ilişkiler içerisine girdiği de bilinen bir gerçektir.[6] Bu nedenle, Bergsten’e göre, öncelikle ABD ile Çin arasında S&ED (Strategic and Economic Dialogue – Stratejik ve Ekonomik Diyalog) platformu kurulmalı ve karşılıklı iletişim arttırılmalıdır. Bu platform, küresel ısınma ile mücadele, küresel ekonomik sistemin reforme edilmesi ve küresel ekonomik krizin etkilerinin tam olarak aşılması gibi konularda Pekin ile Washington’ın dayanışmasına yardımcı olmalıdır.

ABD siyasi çevrelerinden (Henry Kissinger, Barack Obama, Hillary Clinton, Zbigniew Brzezinski) büyük destek almasına karşın, Elizabeth Economy ve Adam Segal gibi bazı kişiler Bergsten’in G2 vizyonuna karşı çıkmışlar ve ABD ile Çin’in ilişkilerini bir üst seviyeye çıkarmaya hazır olmadığını iddia etmişlerdir.[7] Bergsten ise, Economy ve Segal’ın görüşlerini yanlış anladıklarını söylemiş ve G2’yi mevcut uluslararası işbirliği platformları ve kuruluşlara alternatif olarak değil, onları tamamlayıcı nitelikte bir yapı olarak önerdiğini belirtmiştir.[8] Bergsten’e göre; ABD ve Çin’in birlikte hareket etmedikleri bir dünya düzeninde istikrarsızlıkların ve ekonomik krizlerin sona ermesi çok zordur. Dahası, bu durumun gerçekleşmemesi, uluslararası işbirliği gerektiren diğer konularda da olumsuz bazı gelişmeler yaşanmasına neden olabilir. Zbigniew Brzezinski ve Niall Ferguson gibi önemli düşünürlerin G2 vizyonuna destek verdiklerine ve G2’nin ekonomik alandan başlayarak diğer alanlara da yayılması gerektiğini söylediklerine dikkat çeken Bergsten, Barack Obama döneminde atılan bazı adımları da bu yönde cesaret verici bulduğunu yazmıştır.

Formasyonu itibariyle bir İktisatçı olan Fred Bergsten’in henüz 2000’lerin başında Çin ile ABD’nin domine edeceği yeni küresel ekonomik düzeni işaret etmesi ve buna uygun yeni bir vizyon ortaya koyması son derece başarılı bir entelektüel çabadır. Lakin küresel siyasette, ekonomi, belirleyici ana unsurlardan yalnızca bir tanesidir. Güvenlik politikaları ve askeri güç, kriz zamanlarında kolaylıkla öncelik haline gelebilmekte ve Mao’nun ünlü sözüyle söylersek “politics take command” (siyasetin kontrolü sağlaması) durumları halen bile ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle, ABD ile Çin’in G2 vizyonlarının ekonomi politikalarıyla sınırlı kalması durumunda, kriz zamanlarında başarılı sonuçlar üretmesi oldukça zor olabilir. Bu bağlamda, G2’ye siyasi bir boyut eklemek ise sanıldığı kadar kolay değildir. Kuzey Kore nükleer programına bağlı olarak gelişen krizin ve Tayvan Sorunu’nun gösterdiği üzere, iki ülkenin ulusal çıkarları siyasi meselelerde çelişmektedir. Bu noktada yapıcı siyaset ise, hem Çin’in ideolojik devlet aygıtı, hem de ABD’de iktidarda olan milliyetçi görüşler nedeniyle kısa vadede kolay gözükmemektedir. Ancak orta ve uzun vadede, elbette Kuzey Kore ve Tayvan gibi sorunların çözümü ve terörle mücadele ve iklim değişikliği gibi konularda ABD ile Çin’in daha yakın işbirliği gereklidir ve bu durum dünya kamuoyu tarafından da olumlu karşılanacaktır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
                                                                                                                              





[3] Bakınız; “Group of Two”, Wikipedia, Erişim Tarihi: 25.10.2017, Erişim Adresi: https://en.wikipedia.org/wiki/Group_of_Two.
[5] Bakınız; C. Fred Bergsten (2009), “The United States–China Economic Relationship and the Strategic and Economic Dialogue”, Peterson Institute for International Economics, Erişim Tarihi: 25.10.2017, Erişim Adresi: https://web.archive.org/web/20100624222446/http://www.iie.com/publications/papers/paper.cfm?ResearchID=1291.
[6] Bu konuda Graham Allison’ın çalışmasına bakılabilir; http://politikaakademisi.org/2017/08/16/graham-allisona-gore-abd-cin-rekabeti/.
[7] Bakınız; Elizabeth C. Economy & Adam Segal (2009), “The G-2 Mirage”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 25.10.2017, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/east-asia/2009-05-01/g-2-mirage.
[8] C. Fred Bergsten (2009), “Two’s Company”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 25.10.2017, Erişim Adresi: https://www.foreignaffairs.com/articles/americas/2009-09-01/twos-company