Prof. Dr. Baskın Oran (1945-)[1], kısaca Mülkiye olarak bilinen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde uzun yıllar öğretim üyesi olarak çalışmış entelektüel ve alanında birikimli bir sosyal bilimcidir.[2] Oran, Ermeni meselesi ve Türklük tanımı konusunda resmi görüşten epey farklı çizgisiyle zaman zaman siyasal açıdan zor zamanlar da geçirmiş ve 2007 genel seçimlerinde bağımsız aday olarak girdiği seçimlerde İstanbul 2. bölgeden az bir farkla seçilemeyerek şanssız bir siyasal kariyer denemesi de yapmıştır. Baskın Oran’ın Türkiye’de bilime en önemli katkılarından birisi, editörlüğünü yaptığını 3 ciltlik “Türk Dış Politikası” eseri olmuştur. Bu yazıda, bu 3 ciltlik kitabın ilk cildinde[3] yer alan “Türk Dış Politikası’nın Kuramsal Çerçevesi” başlıklı bölüm özetlenecektir.
Prof. Dr. Baskın Oran
Prof. Dr. Baskın Oran’a göre; Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde birçok alanda yaşanan keskin kopuş ve dönüşümlere karşın, Türk Dış Politikası’nda bazı hususlar kurumsallaşmış ve bugüne kadar kopmadan devam ederek güçlü bir gelenek oluşturmuştur.
Bunlardan birincisi “Kültürel Boyut”tur. Oran’a göre; Osmanlı İmparatorluğu’nun ardılı olan Türkiye, çok yönlü bağlantılara ve kültürlere sahiptir. Bunları kabaca Asya, Orta Doğu/İslam ve Batı olarak sınıflandırmak mümkündür.
Asya: Topraklarının büyük bölümü Asya kıtasında yer alan Türkiye, tüm modernleşme/Batılılaşma çabalarına karşın, Asyatik yerel kültüründen izleri bugün bile hala taşımakta ve bunun etkileri dış politikada da görülmektedir. Siyasete yön veren güçlü liderlik isteği ve rakipleri yok etme eğiliminden tutun, mutfak kültüründe görülen ve göçebe toplum izleri taşıyan kebap ve pide egemenliğine ve sosyolojik bir hadise olan gerginlik ve küsme gibi tepkilere, Türk toplumu ve devlet sisteminde “Doğu” etkisini bulmak o kadar da zor değildir. Bu durumun etkileri dış politikada bile görülebilir; zaman zaman masadan çekilme ve öfkeyle hareket etme gibi davranış kalıpları, Türkiye’nin devlet yönetimine bile sirayet etmiştir.
İslam/Orta Doğu: Türkiye’de halkın yüzde 98’i Müslüman olduğu ve Türkiye Orta Doğu coğrafyasının hemen yanı başında yer aldığı için, Türkiye’deki Orta Doğu/İslam etkisi de yadsınamaz boyuttadır. Bu nedenle, Müslüman halklara yapılan baskılar Türk toplumunda büyük tepki doğurur ve tarihsel olarak Müslüman coğrafyasını zapt eden Rusya’ya yönelik olumsuz bir bakış yaratır. Bunun yanında, Müslüman kimlik içselleştirilmesine karşın, Türklerin Arap olmadıkları konusunda da net fikirleri vardır ve halk, ülkelerini bir Orta Doğu devleti olarak değerlendirmez.
Batı: Her ne kadar Türkiye topraklarının yalnızca yüzde 3’ü Avrupa’da yer alsa da, Türkiye’deki Avrupa/Batı etkisi çok yoğundur. Türkiye, İsrail’le birlikte Orta Doğu coğrafyasındaki en demokratik ve laik devlettir. Laiklik uygulamaları açısından, Türkiye, yakın zamana kadar en katı düzenlemeleri yapan ülke olarak görülmüştür. Atatürk’ün gerçekleştirdiği Cumhuriyet Devrimi, Osmanlı Batılılaşma mirasının üzerine Türkiye’yi ve Türk toplumunu radikal bir şekilde modernleştirmiştir. Bu nedenle, Türkiye’de -özellikle seçkinler ve sıradan halk arasında daha yoğun olarak hissedilen- ikili bir kültürel yapı ortaya çıkmıştır. Bir diğer önemli husus, Türkiye’nin özellikle laik/seçkin kesimlerinin kendilerini Batılı kabul etmelerine karşın, Batı dünyasının Türkiye’yi Batılı olarak görmemesidir. Batı ve Doğu (İslam) kültürleri arasında yaşanan bocalamalar ve sentezler de Türkiye’yi biricik bir ülke haline getirmektedir.
Türk Dış Politikası cilt 1
Türk Dış Politikası’nın kuramsal çerçevesini oluşturan ikinci önemli unsur “Tarihsel Boyut”tur. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devleti’ni yıkarak kurulsa da, aslında bu devlete özgü birçok unsuru da sürdürmüştür. Osmanlı Devleti, hiç şüphesiz bir Avrupa devletidir. Osmanlı Vezirlerinin -Duraklama Dönemi’ne kadar- çok büyük çoğunluğu Rumeli, yani Avrupa kökenlidir. Özellikle İstanbul’un alınmasından hemen sonraki dönemde Anadolu kökenli Sadrazam pek görülmez; örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın 9 Veziriazamından 7’si Hıristiyan kökenlidir. Osmanlı Devleti, yüzyıllar boyunca Avrupa güç dengesi sisteminin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Ayrıca Osmanlı’da şeriat düzeni egemenmiş gibi gözükse de, aslında Padişah’ın dünyevi otoritesi sistemde daha önemliydi. Gerçi Padişah fermanlarının şeriata uygunluğu dinin başı olan Şeyhülislam’ın vereceği fetva ile saptanıyordu; ama bu en yüksek mertebedeki din adamı, Padişah tarafından atanarak getirilen ve dolayısıyla azledilebilen bir devlet memurundan ibaretti. Dahası, toplumda yaygın bir kesimi de gayrimüslimler oluşturuyordu. Türk Dış Politikası’nda Osmanlı döneminde kurumsallaşan ilişkilerin ve geleneklerin devamı niteliğindeki birçok unsuru görmek mümkündür. Dinin Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla devlet kontrolünde olması (laiklik anlayışı), bunun en belirgin örneğidir. Diğer ülkelerle kurulan dış münasebetlerin büyük bölümü de Osmanlı birikimi üzerine şekillenmiştir. Oran’a göre; iki devlet arasındaki en önemli fark ise, Osmanlı diplomasisine verilen görevin çok-uluslu ve çok dinli/mezhepli bir imparatorluğun, Türk diplomasisine verilen görevin ise ulus-devletin ayakta tutulmasıdır.
Türk Dış Politikası’nın kuramsal çerçevesini oluşturan üçüncü önemli unsur “Stratejik Boyut”tur. Bu boyutu 3 bağlamda incelemek doğru olur: Coğrafi Faktör, Bölgesel Güvenlik Çemberleri ve Dünya Güç Eksenleri.
Coğrafi Faktör: Bu faktörün Türkiye’ye olumlu ve olumsuz birçok etkisi vardır. Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle Batı ile Doğu arasında yer alır ve birçok önemli coğrafyanın (Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Karadeniz) ortasında kalır. Bu konum, Türkiye’ye kendine özgü çok özel bir pozisyon kazandırır. Nitekim günümüzde enerji politikaları ve ulaşım projeleri açısından bu durum bir avantaj olarak kullanılmaktadır. Ancak bu bölgenin Doğu-Batı eksenli göç hattı üzerinde kurulu ve istikrarsız bir coğrafya olması, Türkiye açısından aynı zamanda büyük risklerin kaynağı haline de gelmektedir. Tesadüfi değildir ki, Türkiye, dünyada terör olaylarının en sık yaşandığı ve en fazla göçmen nüfusa ev sahipliği yapan ülkelerden birisidir. Türkiye’nin komşuları da coğrafyasının ayrılmaz bir parçasıdır ve Türkiye açısından birçok soruna kaynaklık etmektedirler. İran, Irak, Suriye, Ermenistan, Yunanistan, Bulgaristan ve hatta deniz yoluyla komşu olunan Kıbrıs ve Rusya, Türkiye’nin az veya çok sorunlar yaşadığı komşularıdır. Azerbaycan (Nahcivan dolayısıyla) ve Gürcistan’la birlikte, deniz yoluyla komşu olunan Romanya ve Ukrayna ise, Türkiye’nin bugüne kadar neredeyse hiç sorunsuz ilişkiler kurabildiği yegane komşularıdır. Kabahatin kimde olduğundan bağımsız şekilde ele alırsak, Türkiye’nin birçok komşusuyla ciddi sorunlarının olması, Türkiye’yi geçmişte farklı ittifak arayışlarına yönlendirmiştir. Özellikle Soğuk Savaş süresince geçerli olan Sovyet Rusya tehdidi, bugün de komünizm çökmesine rağmen Rusya’nın yayılmacı politikaları nedeniyle halen daha kısmen devam etmektedir. Türkiye’nin coğrafi açıdan en önemli özelliği ise Boğazların kontrolüne sahip olmasıdır. Boğazlar, savunması son derece zor ve yalnızca Türkiye’nin güvenliği değil, uluslararası güvenlik açısından da çok önemli bir bölgedir. Bu nedenle, 1. Ordu burada konumlanmıştır ve geçmişte Boğazların durumu Türkiye ve Rusya arasında ciddi krizlere neden olmuştur.
Bölgesel Güvenlik Çemberleri: Türkiye, birbirinden farklı birçok güvenlik çemberinin kesiştiği bir coğrafyada kuruludur. Bu nedenle, bu zor coğrafyada dış politikada bütüncül bir yaklaşım oluşturmak da haliyle oldukça zordur. Oral Sander’in de vurguladığı gibi, bu güvenlik çemberleri arasında bir dingil görevi yapan Türkiye, bunları birbirleriyle uyumlu hale getirmek konusunda geçmişte de günümüzde de büyük zorluklar yaşamıştır/yaşamaktadır. Bu konuda 5 bakış açısından söz edilebilir. Avrupa perspektifi, Türkiye’nin Batı askeri bloğunda (NATO) yer alması ve dolayısıyla Rusya ve doğudaki komşu tehditlere karşı bir pozisyon almasını zorunlu kılmaktadır. Ancak Rusya ile Soğuk Savaş sonrasında gelişen derin siyasi ve ekonomik ilişkiler nedeniyle, Türkiye, zaman zaman zor durumlara düşebilmektedir. Bu durumun bir benzeri aslında Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler için de geçerlidir. Tam üyesi olunmaya çalışılan bu birlik, Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki mevcut konumuyla birçok açıdan tezata düştüğü bir siyasi yapıdır. İkinci perspektif olan Balkan perspektifi de Türkiye açısından çok önemlidir. Çünkü Balkanlar, Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapısıdır. Buradaki Boşnaklar gibi halklara ulaşmak için Yunanistan ve Bulgaristan’la aynı anda kavgalı olmamak ise Türkiye açısından en önemli husustur. Üçüncü bakış açısı olan Akdeniz perspektifi, temelde Türk-Yunan ilişkilerinin domine ettiği bir alandır. Ege adaları ve Kıbrıs konusunda Yunanistan’la yaşanan gerginlikler, Türkiye’nin Batı dünyasındaki konumunu zayıflatmış ve AB üyeliğini de daha zor hale getirmiştir. Buna karşın, Türkiye, güvenlik ve deniz ticareti açısından çok önemli olan bu konuda ulusal menfaatlerini de korumak zorundadır. Dördüncü bakış açısı olan Orta Doğu perspektifi ise, dünyanın bu en zorlu coğrafyasında hem gelişmelere dahil olmak, hem de gelişmelerin girdabına kapılmamak isteyen Türkiye için -adeta cambazlığa benzetilebilecek- çok zorlu bir dış politikayı mecburi hale getirir. Terörizmin dünyadaki ana kaynaklarından birisi olan bu coğrafya, aynı zamanda Kürtler gibi çok geniş nüfusu olan ve devletsiz bir halkın devletleşme yolundaki mücadeleleri nedeniyle de Türkiye’yi çok zorlamaktadır. Türkiye, resmi belgeleri itibariyle Kürt Devleti olgusuna halen daha sıcak yaklaşmamaktadır. Beşinci ve son perspektif ise Kafkasya (Kafkas) perspektifidir. Rusya’nın başat güç olduğu ve enerji politikaları açısından Türkiye ve Avrupa için son derece önemli olan bu coğrafya, güç dengeleri nedeniyle Türkiye’nin çok boyutlu bir dış politika izlemesini zorunlu kılar.
Dünya Güç Eksenleri: Türkiye için kullanılan “köprü” ifadesi, birçok açıdan haklıdır. Türkiye, hem Doğu-Batı, hem de Kuzey-Güney ekseninde hakikaten de bir köprü ülkesidir. Türkiye, siyasal ve stratejik olarak tercihini Batı dünyasından yana yapmış olmasına karşın, siyasi ve ekonomik çıkarlar ve Batı ile yaşanan çekişmeler nedeniyle 1960’lardan itibaren çok boyutlu bir dış politikaya yönelmiş ve Batı ile müttefik kalarak ilişkilerini çeşitlendirmeye çalışmıştır. İslam İşbirliği Teşkilatı’na (İslam Konferansı Örgütü) üyelik, bunun somut bir göstergesidir. Keza Rusya ile gelişen ekonomik ilişkiler de buna iyi bir örnektir.
Türk Dış Politikası’na kuramsal bir çerçeve kazandıran dördüncü husus “İç Yapısal Boyut”tur. Genel-tarihsel açıdan bakıldığında; Anadolu’nun farklı uygarlıklarından süzülerek gelen bazı unsurlar, bugün bile Türk halkı ve dış politikasına belli ölçülerde etki eder. Örneğin, birçok Osmanlı-Türk siyasal geleneğinde Bizans izini bulmak mümkündür. Şu da unutulmamalıdır ki, Türklerin yüzlerce yıldır yönü hep Batı olmuş ve Batı’ya doğru göçler yaşanmıştır. Anadolu’daki Sünni-Şii farklılıkları ve Osmanlı sisteminde Türkmenlere yönelik olumsuz bakış gibi unsurlar da Baskın Oran’ın sıraladığı konular arasındadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin durumu ve Avrupalı devletlerin bu gruplar aracılığıyla Osmanlı üzerinde siyasal nüfuz sahibi olması da iç yapısal boyutun tarihsel unsurlarındandır ve Cumhuriyet diplomasisinin şekillenmesinde ciddi bir etkisi olmuştur. Özel-aktüel açıdan bakıldığında; Kürtlerin durumu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisine olan muhalefetleri, yıllar içerisinde iç ve dış politikada Türkiye açısından çok kritik ve zorlayıcı bir konu haline gelmiştir. Özellikle 1980’lerden itibaren bir terör sorununa dönüşen Kürt muhalefeti (Kürt Sorunu), Türkiye’yi dış politikada da farklı tavırlar almaya zorlamıştır. İdeolojik açıdan bakıldığında ise; fakir ve geri kalmış bir ülke olarak kurulan Türkiye’nin belirlediği kalkınma modeli de dış politikasını yakından etkilenmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında tercih edilen devletçi politikaların ardından, Türkiye, hızla kapitalist kalkınma modelini benimsemiş ve bu yönde adımlar atmış bir ülkedir. Bu da, Türkiye’yi komünist Rusya’dan ziyade kapitalist ABD ve Batı Avrupa’ya yakınlaştırmıştır.
Baskın Oran, bu kuramsal çerçeve ardından Türk Dış Politikası’nı Orta Büyüklükte Devlet (OBD) kavramı ışığında incelemeye ve analiz etmeye koyulmaktadır. Oran’a göre; büyük ve küçük devletler arasında bir yerde konumlanan OBD ülkeleri (İngilizce middle power veya medium power), uluslararası sisteme etkileri genelde marjinal olan, ama bölgesel politikayı (özellikle küçük komşularını) ciddi şekilde etkileyebilen ve daha önemlisi, büyük devletlerden gelen zorlamalara bir ölçüde dayanabilen ve onlarla zaman zaman pazarlığa girişebilen devletlerdir. Orta Doğu’da İsrail, İran, Türkiye ve bir ölçüde de Mısır, OBD ülkelerine örnek olarak gösterilebilir. OBD’ler büyük devletlerin tehditlerine maruz kaldıklarında iki seçeneğe yönelebilirler: büyük devletler arasındaki güç dengelerine oynamak veya büyük devletlerden birinin kanatları altına girmek. Büyük devletlerle güç dengesi oyununa girmek kolay bir iş değildir; zira İsmet İnönü’nün “ayı ile yatağa girmek” olarak değerlendirdiği bu husus, değişen güç dengeleri ve kapasite farkları nedeniyle OBD ülkelerini zorlayabilir. Ancak ikinci seçenek de her zaman başarı garantili değildir; zira büyük devletler, kanatları altına aldıkları ülkeleri kendi ulusal ve bölgesel çıkarları doğrultusunda adımlar atmaya da zorlayabilirler. Çok katı biçimde iki kutuplu bir sistemde (örneğin Soğuk Savaş), OBD’lerin ilk seçeneği tercih etmesi neredeyse imkansız hale gelir. Zira Raymond Aron’un “Aron Paradigması” olarak ifade ettiği görüşe göre, böyle durumlarda bloklardan bağımsız politikalar geliştirmek çok daha riskli olur.
OBD ülkeleri, ekonomik ve askeri-jeostratejik olarak bazı karakteristik özelliklere sahiptirler. Bir OBD ülkesi için, ekonominin bir ölçüde gelişmiş olması gerekir. Sürekli kriz ya da kapalı bir ekonomi, OBD olunmasına engel olur. Belli ölçüde gelişmiş askeri ve jeostratejik güç de OBD ülkeleri için şarttır. Ancak OBD’lerin bu askeri güçlerini kullanmalarının da bazı koşulları olduğunu belirtmek gerekir. Eğer bir OBD ülkesi, dünyanın jeostratejik bir bölgesinde, o bölgedeki etkili gücün veya hegemon gücün onaylamadığı bir toprak büyütmesinde bulunursa, başına ciddi dert alabilir. Örneğin, Türkiye, 1939’da Hatay’ı "bölgesel güç" Fransa’nın onayıyla ilhak ettiğinden, bugün bu konuda ciddi bir sorunla karşılaşmamaktadır. Lakin Türkiye, -adadaki garantörlük hakkına ve uluslararası hukuka uygun olsa da- hegemon güç ABD’nin onayını almadan Kıbns’a çıkarma yaptığında ve daha önemlisi burada hala askeri birlik bulundurduğunda, bu konuda diplomaside büyük baş ağrısı çekebilmektedir. Bugün Türkiye’nin Suriye’de gerçekleştirdiği askeri operasyonları ve Kürt Sorunu konusunda alacağı pozisyonu da OBD kavramı etrafında çok dikkatli bir şekilde oluşturmak ve icra etmek gerekir. Zira OBD’lerin hayalci olma lüksleri yoktur; ama büyük devletlerden gelen her talebi karşılamak da yersizdir. Uluslararası hukuka uygun ve ulusal çıkarları önceleyen gerçekçi ve ölçülü adımlar, OBD ülkelerine dış politikada büyük başarılar kazandırabilir.
Prof. Dr. Baskın Oran’ın 3 ciltlik “Türk Dış Politikası” adlı kitabı, üniversitede derslerde okutulabilecek son derece faydalı ve kapsamlı bir kaynak eserdir. Oran’ın muhalif kişiliği ve milliyetçilik karşıtı dünya görüşü nedeniyle, ele aldığı konularda tarafsızlığını koruyabildiği ve hamaset edebiyatı yapmadan bilimsel ve nesnel konuşabildiği/yazabildiği de su götürmez bir gerçektir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
[1] Web sitesi için - http://www.baskinoran.com/.
Vikipedi - https://tr.wikipedia.org/wiki/Bask%C4%B1n_Oran.
[2] Kendisiyle yapılmış bir mülakat için; http://politikaakademisi.org/2014/08/27/ozel-roportaj-profesor-baskin-oranla-turkiyede-uluslararasi-iliskiler/.
[3] Buradan satın alınabilir; http://www.kitapyurdu.com/kitap/turk-dis-politikasi--cilt-1-ciltli-1919-1980/41857.html.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder