Sayfalar

23 Kasım 2016 Çarşamba

Kitap Değerlendirmesi: Ölümsüz Atatürk


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938), dünyada hakkında en çok kitap yazılan ve araştırma yapılan siyasi liderlerden birisidir.[1] Atatürk, demokrat bir lider olarak kabul edilmese ve genellikle “otoriter lider” ve hatta “diktatör”[2] kategorisinde ifade edilse de, kendisinin toplumunu ileri taşıyan özellikleri Türkiye ve dünyada daima övgü konusu olmuş ve olmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili en ilginç çalışmalardan birisini ise, Politik Psikoloji biliminin kurucularından kabul edilen Kıbrıslı Türk Profesör Vamık Volkan[3] ile Prof. Dr. Norman Itzkowitz yazmıştır. Orijinal ismi “Immortal Ataturk: A Psychobiography[4] olan ve ilk kez 1984 yılında Chicago Üniversitesi Yayınevi tarafından basılan eserin diğer kitaplardan temel farkı; bu eserde Atatürk’ün psikobiyografisinin yazılmaya çalışılmış olması ve siyasal fikirlerine ve kişiliğine yön veren psikolojik etmenlerin uzman gözüyle incelenmesidir. Eser, Volkan ve Itzkowitz’in 1973’te başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren kapsamlı araştırmalarının bir sonucudur. Kitap, Bağlam Yayıncılık tarafından ilk kez 1998 yılında “Ölümsüz Atatürk”[5] adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir ve bu tarihten beri birçok baskı yapmıştır. Atatürk biyografilerinde önemli bir yeri olan bu eser, gazeteci Can Dündar’ın büyük beğeni toplayan ve gişe rekorları kıran 2008 tarihli “Mustafa” belgeselinde de temel kaynak olarak kullanılmıştır.[6] Kitap, “Sunuş” bölümü, “Tarihsel Perspektif İçinde Atatürk’ün Osmanlı Arkaplanı” adlı giriş bölümü, 29 farklı bölüm ve en sonda yer alan “Psikolojik Özet” bölümünden oluşmaktadır. Bu yazıda, bu kitabın önemli bölümleri özetlenecektir.

Ölümsüz Atatürk

Kitabın “Tarihsel Perspektif İçinde Atatürk’ün Osmanlı Arkaplanı” adlı giriş bölümü, Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ve yetiştiği çağın genel özelliklerini sıralamakta ve dünya siyasetinin o dönemdeki gidişatına dair herkesçe kabul edilen temel bazı bilgileri özetlemektedir. Çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun ayakta kalabilmek adına yaptığı Batılılaşma reformları ve içerisine girdiği uluslararası güç dengesi sistemi, burada aktarılan konular arasındadır.

Zübeyde Hanım

Kitabın “Mustafa: Matem İçindeki Bir Ailenin Yeni Doğan Çocuğu” başlıklı birinci bölümü, ileride Atatürk olacak Mustafa Kemal’in ebeveynleri Ali Rıza Bey ve Zübeyde Hanım hakkında bilgiler içermekte ve onun doğduğu dönemde Selanik’teki koşulları gözler önüne sermektedir. Bugün Yunanistan’ın önemli bir liman kenti olan Selanik’te dünyaya gelen Mustafa Kemal’in doğumu hakkında resmi bir belge/kayıt bulunmasa da, doğduğu yılın 1881 olduğu genel kabul görmektedir. Annesi Zübeyde Hanım, yaşantısının sonuna doğru kendisiyle yapılan ve kaydedilen söyleşilerden birinde, oğlunu Selanik’te “dondurucu kırk” olarak adlandırılan en soğuk dönemde doğurduğunu söylemiştir ki, bu da Mustafa Kemal’in 1881 başlarında Ocak veya Şubat ayında doğduğunu düşündürmektedir. Atatürk, ilerleyen yıllarda kesin doğum tarihini bulamamış ve Samsun’a çıkarak Milli Mücadele’yi başlattığı 19 Mayıs tarihini kendisine doğumgünü olarak seçmiştir. Atatürk’ün doğduğu yer de kesin olarak belli değildir. “Atatürk’ün Evi” adıyla müze olarak bugün de ziyaret edilen Selanik’in Türk mahallesinde üç katlı pembe ev, kızkardeşi Makbule’nin iddialarına göre aslında onun doğduğu değil, büyüdüğü evdir ve Mustafa Kemal, babasının ailesinin oturduğu yakınlardaki başka bir evde dünyaya gelmiştir. Selanik, o dönemlerde çok kültürlü ve renkli bir şehirdir. 70.000 nüfusu olan şehrin en az yarısı Yahudi’dir. Türkler, 15.000 civarında nüfusla Yahudilerden sonra en büyük ikinci gruptur. Yunanlılar ise ancak üçüncü sırada gelmektedir. İmparatorluğun en Batılılaşmış şehirlerden biri olarak nam kazanan Selanik, buna karşın Türk-İslam niteliklerini de koruyordu. Deniz ticareti ile gelişen ve zenginleşen şehirde 300 civarında hamam vardı. Selanikli Türkler, geniş aile sistemini benimsemiş ve dayanışma ruhunu korumuşlardı. Ailelerde ataerkil özellikler ağır basmasına karşın, “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadisine uygun şekilde, kadınlara ve annelere büyük saygı duyulurdu. Nitekim Türk folklorunda da “büyücülük” yapan yaşlı kadın imgesi ve güçlü kadın figürü daima vardır. Geniş aile bir ölçüde bireyselleşmeyi önlerken, birden çok kadın tarafından büyütülme olgusu da Türk insanının bazı açılardan farklılaşmasına neden olmuştur. Bir diğer faktör ise, kuşkusuz 19. yüzyılda tavan yapan milliyetçiliktir. Ekonomik olarak daha iyi durumda olan Yahudiler ve Yunanlılara nazaran daha zor koşullar altında yaşayan Türkler açısından, Yahudilerle ilişkiler -Yahudilerin azami dikkati sayesinde- genelde iyi olmuş, ama Yunanlılarla rekabet daima sürmüştür. Atatürk’ün babası Ali Rıza Bey, eski bir Selanikli aileden geliyor ve sakallarının rengi nedeniyle “Kızıl” lakabıyla tanınıyordu. Okuma-yazma bilen ve askerlik sonrasında Selanik’e dönen Ali Rıza, aslında hep sarışın bir kadınla evlenmek istemesine rağmen, ablasının aracı olmasıyla Selanik’in batısından Arnavutluk’a yakın bir bölgeden gelen Zübeyde ile evlendi. Zübeyde, evlendiğinde 14-15 yaşlarında ve kocasından 20 yaş kadar küçüktü. Bu, o dönem için normal görülen bir şeydi. Ali Rıza Efendi, Osmanlı gümrük işlerinde Olimpos Dağı’nın ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan ıssız bir kontrol noktasına tayin edilmiş ve karı-koca az görüşür olmuşlardı. Zübeyde, ardı ardına 3 çocuk doğurarak doğurgan bir kadın olduğunu ispatladı. Fatma henüz bebekken, Ömer ve Ahmed ise 3 yaşlarındayken öldüler. Özellikle öldükten sonra kumsala gömülen Ahmed’in dalgalar nedeniyle dışarı çıkan cesedinin çakallar tarafından paramparça edilmesi, aile ve küçük Mustafa Kemal adına büyük bir travma olmuştur. Bu olaylarla mateme dönüşen Ali Rıza-Zübeyde evliliği, sarışın doğan dördüncü çocukları Mustafa Kemal sayesinde yeniden mutluluk kazanmıştı.

Selanik’te Atatürk’ün doğduğu veya büyüdüğü ev

Kitabın “Mustafa Kemal’den Mustafa Kemal’e” adlı ikinci bölümü, Mustafa Kemal’in doğumu sonrasında yaşananları özetlemektedir. İsmi olan “Mustafa”, İslam geleneğine uygun olarak, aileden birileri tarafından doğumdan sonra bebek Mustafa Kemal’in kulağına fısıldanmıştı. 20 yaşında üç çocuğunu toprağa veren Zübeyde, bu çocuğunu çok sevdi ve korudu. Ama Zübeyde’nin sütü yetmediği için, Mustafa Kemal’e siyahi bir sütanne tutulmuştu. Bu sıralarda, Ali Rıza Efendi memurluğu bırakmış ve kereste ticaretiyle daha iyi paralar kazanmaya başlamıştı. Ancak Osmanlı’nın çöküşünden cesaret bulan Yunan eşkıyalar, onu tehdit ediyor ve haraç almaya çalışıyorlardı. Sonunda ormanı ateşe veren eşkıyalar, Ali Rıza’nın işsiz kalmasına neden oldular. Ali Rıza, daha sonra tuz ticareti işine girişse de, bunda da pek başarılı olamadı. Ali Rıza Efendi, oğlu Mustafa henüz 7 yaşındayken öldü. Aşırı alkol alıyordu ve bağırsak tüberkülozu olduğu söylenen bir hastalık nedeniyle son 3 senesinde epey çekerek ölmüştü. 27 yaşında dul durumuna düşen Zübeyde, Mustafa’ya ve onun ardından doğurduğu 2 kızına bakmak zorundaydı. Bu iki kızdan da yalnızca Makbule yaşadı ve Ali Rıza-Zübeyde çiftinin toplam 6 çocuğundan 4’ü öldü. Ödipal dönemin en yüksek noktasında babasını yitirmiş olması, Mustafa Kemal’e derin bir yaralanma duygusu yaşatmıştır. Anneyi babasıyla paylaşmak istemeyen çocuğun bu dönemde babasını kaybetmesi, onda büyük olasılıkla bir suçluluk duygusuna yol açar. Buna karşın, Mustafa’nın kişilik özellikleri çok güçlüydü. Kendi kaderini kendisinin belirleyebileceğine dair sarsılmaz bir inanç sahibiydi. “Molla” olarak bilinen Zübeyde oğlunu dini okula göndermek isterken, Ali Rıza Bey ise laik eğitim veren bir okul istiyordu. Sonuçta şöyle bir çözüm bulundu; Mustafa Kemal önce dini eğitim veren mahalle mektebine başladı, birkaç gün sonra ise Şemsi Efendi Okulu’na kaydettirildi. Kısa süre sonra babası vefat edince, Mustafa Kemal, babasının ısrarla istediği laik okulu ülküleştirdi ve okulunu çok önemsedi. Ekonomik sorunlar nedeniyle, aile, Selanik’in 32 kilometre dışındaki dayısının çiftliğine taşındılar. Karga kovalamasının dışında, Mustafa Kemal, bu dönemde bir Hıristiyan kilisesine eğitim için gönderildi; fakat okuldan hoşnut kalmadı. En sonunda Selanik’e geri gönderildi ve laik eğitim veren bir ortaokula yazıldı. Burada da çok mutlu değildi; anlaşılan, öğretmeni Kaymak Hafız sadist yapıda bir insandı. Kanlar içinde kaldığı abartılı bir öğretmen dayağı sonrasında okulu terk etti. Daha o zamanlarda, sarışın ve mavi gözlü olması ve lider kişiliğiyle diğer çocuklardan ayrılıyordu. Örneğin, oyunlarda diğer çocukların üzerinden atlamasına izin vermiyordu. Mahalledeki Binbaşı Kadri’nin üniformalı hallerinden etkilenerek askeri okula geçmeye karar verdi. Selanik’e dönen annesi bu durumda hoşnut değildi; bu, anne ile oğlunun ayrılması demekti. Dahası, subaylık tehlikeli ve zor bir meslekti. Ama Mustafa Kemal, kendi yazgısını kendisi seçti ve askeri okula başladı. Burada çok sevdiği Matematik dersinin hocası ona “Kemal” lakabını takınca, ismi Mustafa Kemal oldu. Resmi Türk tarih anlatısında bunun sebebi onun olgun ve bilgili bir kişi olması olarak belirtilse de, Şevket Süreyya Aydemir’e göre, bunun asıl sebebi sınıfta iki Mustafa olmasıdır. Sonradan zengin bir armatör olan diğer Mustafa’dan ayrıştırmak için, Matematik hocası, Mustafa’ya Mustafa Kemal demeye başlamıştır.

Ali Rıza Bey

“Mustafa Kemal: Bir Osmanlı Subayı” başlıklı kitabın üçüncü bölümü, Volkan ve Itzkowitz’in Mustafa Kemal’in Askeri Rüştiye, Harbiye Mektebi ve Harp Akademisi’ndeki günlerine ışık tutan bölümdür. Bu dönemden itibaren üniforma giyen ve okuma-yazma bilen ayrıcalıklı sınıfa dahil olan genç Harbiyeliler, askeri disiplin gereği yaşamlarını belli kurallar çerçevesinde yaşamaya alışmışlardı. İçinde yaşadıkları dünya bütünüyle erkeklere ait bir dünyaydı. Bu dönemde annesine soğukluk ve küskünlük duyan Mustafa Kemal, yüksek rütbeli bir subayın kızına (Emine) aşık olmuştu. Mustafa Kemal’i çok titiz bir çocuk olarak hatırladığını belirten Emine, ona küçük bir kız olarak hayranlık duysa da, görüşmelerine izin verilmemişti. Bu, muhtemelen saf ve platonik bir aşktı. Bu yıllarda Ragıp adlı genç bir memurla evlenen Zübeyde, Mustafa Kemal’i çok öfkelendirmişti. Hatta Mustafa Kemal, onları korkutmak için öfkeyle bir gün silah bile aramıştı. Annesine duyduğu öfke nedeniyle, okul bittikten sonra onu ziyarete gitmedi. Girdiği sınavı kazandı ve 14 yaşında Manastır Askeri İdadisi’ne gitmek için Selanik’ten ayrıldı. Bugün Makedonya sınırları içerisinde yer alan Manastır, o yıllarda Osmanlı Devleti açısından stratejik bir öneme sahipti. Sırbistan veya Bulgaristan’da sıkıntı baş gösterirse, burası, askeri açıdan önem kazanıyordu. Milliyetçilik rüzgarları da Balkanlar’da çok güçlüydü. Annesi, kendisi ve üveybabası ile arasını düzeltmesi için bu yıllarda epey çabaladı. Selanik’te tanıştığı Nuri Conker ve Salih Bozok gibi arkadaşları Manastır’da kendisiyle beraber olduğu için, çocuk Mustafa Kemal, Manastır’da ortama kolay uyum sağladı ve mutlu günler geçirdi. Arkadaşlarına göre, daha bu dönemden itibaren, Mustafa Kemal, kendisini ortalama insanların ilgi ve kaygılarının üzerinde görüyordu. Manastır’daki okul arkadaşları arasında Ömer Naci adında daha sonraları Jön Türklerin sözcüsü olacak heyecan veren birisi de vardı. Şiirlerini sık sık Mustafa Kemal’e okurdu. Bu yıllarda edebiyat okumaya başlayan Mustafa Kemal, şair olmaya çalıştı ve birçok şiir yazdı. Şiirler, onun zihin dünyasını geliştirdi ama hiçbiri -Namık Kemal şiirlerini yeniden yorumladığı birkaç dizesi dışında- bugüne ulaşmadı. Bu dönemde, bir diğer yakın arkadaşı olan Ali Fethi Okyar ise onu ideolojiyle tanıştırdı. Fransızcası çok iyi olan Ali Fethi, Mustafa Kemal’e Fransız düşünürlerinin kitaplarını verdi ve onda siyasal bilinç oluşmasını sağladı. Bu yıllarda, Mustafa Kemal, genç ve yakışıklı bir adama da dönüşmüştü. İnce bıyığıyla karizmatik bir subaydı. Bu yıllarda askerlikten arta kalan zamanında sık sık eğlencelere katıldı ve alkol aldı. Girit olayları başlayınca Manastır’da da seferberlik ilan edildi. Mustafa Kemal de bir birliğe katılmak istediyse de, öğrenci olduğu için geri gönderildi. 1899 yılında, eğitimine Harbiye Mektebi’nde devam etmesi için İstanbul’a gönderildi. Siyasal kutuplaşmanın ve Padişah karşıtlığının yükseldiği bu yıllarda, Mustafa Kemal olayların yakınında olsa da, canlı ve cinsel açıdan aktif bir adam olarak, ilgisi siyasetten çok İstanbul’un renkli yaşamındaydı. Bu nedenle, okuldaki ilk yılı pek başarılı geçmedi; onu yeni edindiği arkadaşı Ali Fuat Cebesoy kurtarmıştı. Yine bu dönemde Napolyon’a yönelik yoğun bir ilgisi gelişti ve onu örnek almaya başladı. 21 yaşında “mülazım-ı sânî” olarak okuldan mezun oldu. Başarılı bir öğrenciydi ama zaman zaman depresif ruh haline bürünüyordu. Yine İstanbul’daki Harp Akademisi’ne yazıldı. 1905 yılında da burayı tamamladı; 57 kişilik sınıfta 5. sıradaydı. 24 yaşında artık bir kurmay yüzbaşıydı. Kurmay yüzbaşı rütbesiyle Beyazıt’ta bir eve yerleşti. Ayrıca arkadaşlarıyla birlikte yasaklı kitapları okumak ve tartışma yapmak için bir ev de kiraladılar.

Prof. Dr. Vamık Volkan

“Sürgün” başlıklı dördüncü bölüm, Mustafa Kemal’in askeri okul sonrasında yaşadığı dönemi psikolojik boyutuyla ele almaktadır. Bu yıllarda siyasi faaliyetleri nedeniyle Şam’a sürgüne gönderilen Mustafa Kemal, kendisini yıkıma uğramış hissediyordu. Balkanlar’da bir yere atanmayı umuyor ve annesine mektubunda öyle yazıyordu. Yegane tesellisi, arkadaşı Ali Fuat’ın da Şam’a atanmasıydı. Şam öncesinde Beyrut’a gittiler ve gece kulüpleriyle ve eğlence merkezleriyle meşhur burada birkaç gün tatil yaptılar. Beyrut ve Şam’daki ilk günlerinde tanık olduğu eğlenceli ortam, onlara İstanbul’u bir süre unutturdu. Ancak kısa sürede burasının kendisi için ideal bir ortam olmadığını anladı. Eğitimini İmparatorluğun en iyi okullarında yapmış olan Mustafa Kemal, buradakilerin kendisini dinlemeye ve öğrenmeye niyetli olmadığını anladı. Osmanlı Ordusu içinde istismar ve yozlaşma vardı. Mustafa Kemal, buradaki yozlaşmaya kendisi gibi tepki gösteren arkadaşı Müfit’i ülküleştirdi ve daha çok onunla beraber vakit geçirdi. Burada Mustafa Efendi adlı Şam’a sürgün edilmiş bir İttihatçı devrimciyle tanıştılar ve Vatan ve Hürriyet Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kurdular. Zamanla, Mustafa Kemal’in depresif ruh hali daha da derinleşti ve Şam’dan kurtulma fikri ağır basmaya başladı. Şam’ın muhafazakar Müslümanlığı onun boğulmuş hissetmesine yol açıyordu. Bu nedenle, Selanik’e doğru kaçak olarak yola çıktı. Uzun bir yolculuğun ardından annesini ziyaret etti. Daha sonra ısrarları neticesinde Şükrü Paşa ile görüştü; ama görüşme hiç de hayal ettiği gibi gitmedi. Bir askeri hastaneden 4 aylık hasta raporu alarak tutuklanma riskinden kurtuldu. Bu sıralarda Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin yerel birimini örgütlemeye çalıştı. Hakkındaki soruşturmalar sürerken Suriye’ye döndü. Nihayet, 1907 yılı Eylül ayında, üç yıllık sürgünün ardından Selanik’te bir göreve atandı. 

Kitabın “Jön Türkler” başlıklı beşinci bölümü, Mustafa Kemal’in Selanik’e dönüşünde yaşadıklarını ve Jön Türk Devrimi’nin (İkinci Meşrutiyet) etkilerini incelemektedir. Selanik’e döndüğünde, Mustafa Kemal, şehirdeki atmosferi çarpıcı biçimde değişmiş buldu. Bu, en somut şekilde Padişah 2. Abdülhamid’in istibdat rejimine karşı yürütülen yeraltı faaliyetleri konusunda gözlemleniyordu. İstibdat yıllarında Avrupa’da örgütlenen Jön Türkler, İttihat ve Terakki adlı gizli cemiyet vasıtasıyla Osmanlı’da devrimci hareketi örgütlüyordu. Mustafa Kemal’in küçük grubu ise, İttihat ve Terakki gibi çok organize ve kapsamlı bir devrimci grup karşısında ancak ikinci planda kalıyordu. Bunu kabullenmek onun için zor olsa da, yapabileceği başka bir şey yoktu. O dönemde, Mustafa Kemal’in ordu içindeki görevi Selanik ile Üsküp arasındaki demiryolu hattını teftiş etmekti. Ayrıca İttihatçıların gizli toplantılarına da katılıyordu. Teşkilatın temel kaygısı ise, Makedonya’daki azınlıkların terörist faaliyetlerini engellemek ve ayrılıkçı hareketlerin önünü kesmekti. Meşrutiyetin ilanına sahne olan 1908 Jön Türk Devrimi, iyimserlikle dolu yeni bir dönem başlattı. Bu dönemin kahramanı Enver Paşa idi. Enver, parlak bir zekaya sahipti ve mükemmel bir örgütçüydü. İyi bir süvari olmasının yanında çok cesurdu. Narsisist özellikleri çok ağır basıyordu, ama aynı zamanda çok çalışkandı. Karakteri Mustafa Kemal’e benziyordu; genç kadınlara hitap eden romantik bir kişiliği ve karizması vardı. Ayrıca ne sigara, ne de içki içiyordu ve savaşa cebinde Kuran’la gidecek kadar da dindar bir insandı. Bu yönüyle Mustafa Kemal’den ayrılıyordu. Mustafa Kemal ise, Enver’i yeterince iyi bir asker ama vasat bir reformcu olarak görüyor ve siyaseten devlete zarar vereceğini düşünüyordu. Bu yıllarda, Mustafa Kemal, alkol aldığı zamanlarda arkadaşlarına sık sık ileride lider olursa onları nereye atayacağından bahsedecek kadar özgüvenli ve inançlıydı. Bu hareketlerinden rahatsız olan İttihatçı liderler, onu örgütten uzak tutabilmek için uzak bir yere, Trablusgarp’a atadılar. Görünüşteki görevi buradaki Sünusi ailesinin liderliğindeki Araplarla arayı düzeltmek ve Osmanlı hakimiyetini sağlamak olsa da, aslında kendisinin buraya harcanmak için ve bizzat Enver tarafından gönderildiğini biliyordu. Sivil giysiler içinde yola çıktı ve Trablus’a vardı. Burada liderliği test edildi ve başarılı oldu. Önce Türkler, sonra da Araplar üzerinde hakimiyet sağladı ve muhalifleri itaatkar bir tavır içine soktu. Ancak başarısı ona Selanik’te dost kazandırmadı; tam tersine, düşmanları daha da artmıştı. Selanik’e dönüşte, 31 Mart Vakası bastırılırken Hareket Ordusu’nda yer aldı ve Mahmut Şevket Paşa’nın en çok güvendiği kişi oldu. Yıldızı giderek parlayan Mustafa Kemal, 1909’da Selanik’te düzenlenen İttihat ve Terakki ikinci yıllık kongresinde bir konuşma yapmış ve İttihatçı yöntemleri eleştirmiştir. Bu tarihten itibaren tamamen askerlik mesleğine yönelen Mustafa Kemal, iyi bir askeri taktikçi olarak ün kazandı. Askeri konularda iki önemli kitabı Almanca’dan Türkçe’ye çevirince daha da dikkat çekti. Bu kadar başarılıyken terfiinin geciktirilmesi ise, onu daha da depresif bir ruh haline sokuyordu. 1911’de Trablusgarp Savaşı başlayınca, Enver’le birlikte buraya gitti. Cephedeki arkadaşlarına ulaşabilmek için İngilizlerin kontrolü altındaki Mısır’dan geçmesi gerekiyordu. Ama İskenderiye’de sıtmaya yakalandı ve bir süre yolculuğuna ara vermek zorunda kaldı. Daha sonra, Arap yerel giysileri içerisinde Derne yakınlarındaki cepheye ulaştı. Kendisini tutuklamaya çalışan Mısırlı subaylara karşı İslami duyguları kullanarak yoluna devam etmişti; onun için milli dava, dini duyguları istismar etmemekten bile daha önemliydi. Mustafa Kemal Derne’ye vardığında, muharebe zaten çoktan kaybedilmişti. Yapabileceği bir şey yoktu; üstelik hastalandı ve yatağa düştü. Sıtma dışında gözlerinde de görme bozukluğu oluşmuştu. Tedavisi için Viyana’ya gitmesi gerekecekti. İtalyanlar Trablus ve Bingazi’yi ilhak ederken, Balkan Savaşı da kapıdaydı. Balkan Savaşı kısa sürede patladı ve Yunanlılar Mustafa Kemal’in şehri Selanik’i 8 Kasım’da ele geçirdiler. Mustafa Kemal İstanbul’a döndüğünde, Balkan Savaşı bitmek üzereydi. Selanik ve Manastır’ın kaybedilmesi onu çok sarsmış olmalıdır. İstanbul ise göçmenlerle doluydu ve annesi, kızkardeşi ve kocası da onlar arasındaydı. Onları buldu ve kiraladığı bir eve yerleştirdi. Enver, Bab-ı Ali Baskını ile Osmanlı’da ipleri tamamen eline alırken, Mustafa Kemal ise gidişat konusunda son derece karamsardı. Enver aleyhine konuşan az sayıdaki kişiden biri olmaya devam etti. Balkan Savaşları tamamen sona erince, Mustafa Kemal’e Sofya’da Balkan ataşeliği görevi önerildi. Pratikte sürgün anlamına gelen bu görevi kabul etti ve Sofya’ya gitti.

Kitabın “Kadınlar ve Mustafa Kemal: İstanbul ve Sofya’da Eğlence Düşkünü Bir Subay” başlıklı altıncı bölümü, Mustafa Kemal’in İstanbul ve Sofya’da geçirdiği dönemi ele almakta ve buradan psikolojik veriler çıkarmaya çalışmaktadır. Sofya’ya tayin edilmesi, Mustafa Kemal’in Madame Corinne’le ilişkisinin kesilmesi anlamına geliyordu. Cenova doğumlu olan Corinne, Mustafa Kemal’in hayatında derin izler bırakmış Pera’da yaşayan Avrupalı bir kadındı. Yüzbaşı Ömer Lütfi’nin dul eşi olan Corinne, İtalyanca, Fransızca ve Türkçe biliyordu ve Mustafa Kemal’le ayrılmalarından sonra da mektuplaşarak onunla ilişkisini sürdürdü. Mustafa Kemal, Sofya’da hem tedavi oldu, hem de devlet meselelerinden uzakta renkli bir yaşam sürdü. Opera binasında Carmen’i de izledi, Sultan Raşa Petrov’un davetiyle bir maskeli baloya da katıldı. Buraya bir yeniçeri üniforması ile katılmış ve tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Sofya’da bulunduğu günlerde ismi, Bulgar Savaş Bakanı’nın en küçük kızı ile bir aşk olayına karıştı. Miti (Dimitriana) ile birlikte zaman geçirdi ve hatta onunla evlenmek istedi; ama kızın ailesi buna razı olmadı. Müslüman olması, bu ilişki için yeterince güçlü bir engeldi. Bu sıralarda İmparatorluğun gidişatını ise hiç iyi görmüyordu. Tahminine göre, Enver, savaşa Almanların yanında girecekti. Bu durumda; savaş kazanılırsa Osmanlı Alman hakimiyetine girecekti, savaş kaybedilirse ise parçalanacaktı. O, savaşın kaybedileceğini ve Almanların yenileceğini düşünüyordu. Birinci Dünya Savaşı patlak verince İstanbul’a döndü.

Yeniçeri giysileriyle Mustafa Kemal

“Ölümsüzlüğün Billurlaşması” adlı yedinci bölüm, Mustafa Kemal’in Birinci Dünya Savaşı başlarında yaşadıklarını incelemektedir. Bu dönemde, Mustafa Kemal, Enver Paşa’ya karşı derin bir kıskançlık içerisindedir; buna rağmen, ona bir mektup yazarak Harbiye Nazırı olması ve orduda reform yapması nedeniyle onu kutlar. Her ikisi de aynı yaşta olmalarına karşın, Enver ondan çok öndedir; Enver hem bir Paşa, hem de Saray damadıyken, Mustafa Kemal yalnızca bir yarbaydır. Bu yıllarda, Mustafa Kemal ordudan ayrılarak bir öğretmen olmayı ya da ticarete atılmayı bile düşünmüştür. Lakin Enver’in Harbiye Nazırı olması gıpta edilecek bir durum değildi; zira Osmanlı Ordusu savaşlarda bozguna uğruyor ve İmparatorluk çöküyordu. Birinci Dünya Savaşı başlayınca, Osmanlı da Alman ittifakı nedeniyle savaşa sürüklenmek zorunda kaldı. Olayların gelişimi, Mustafa Kemal’in Enver Paşa hakkındaki görüşlerini doğruladı; dahası, Enver, onu rakip gördüğü için, Mustafa Kemal’e komuta görevleri de vermiyor ve orduyu güçsüz bırakıyordu. Enver de Mustafa Kemal gibi iflah olmaz bir narsisist idi; ama o, çok daha kontrolsüz ve hayalciydi. Sonuçta Mustafa Kemal haklı çıktı; Süleyman Nazif’in meşhur sözüyle, “Enver Paşa, Enver Paşa’yı öldürdü” ve büyük kahraman imajı, üstüste alınan askeri yenilgilerle darmadağın oldu. Bu dönemde, iki rakip İstanbul’da bir ara karşılaştılar. Rakibini çaresiz halde gören Mustafa Kemal, yine de onu sıkıştırmak ve bozmak istemedi. 19. Tümen’in Tekirdağ bölgesinde birliğine atanan Mustafa Kemal, daha sonra ise Çanakkale savunmasına katıldı. Liman Von Sanders’in komutasındaki Çanakkale cephesinde büyük başarılar elde etti ve liderliğini perçinledi. Çılgınca savaşıyordu ve savaşmaktan keyif alıyor gibiydi. Çok bilmişliği ile Liman Von Sanders’i kızdırsa da, askeri yetenekleriyle onu kendisine hayran bıraktı. Bu dönemde çok önemli bir olay yaşandı ve bu olay, Mustafa Kemal’in ölümsüzlük duygusunu pekiştirdi. Cebindeki saat sayesinde seken bir şarapnel parçası kalbine saplanmamış ve ölümden dönmüştü. Bu saati Alman General Sanders’e hediye etti ve savaşmaya ara vermeden devam etti. Bir yandan da Corinne’le mektuplaşıyor ve cephede dünya klasiklerini okuyordu. Çanakkale Savaşı, Mustafa Kemal’i büyük bir kahraman yapmış ve adı ilk kez gazetelerde de geçmeye başlamıştı. Daha önemlisi ise, artık sarsılmaz bir özgüven sahibi olmasıydı.

“Düşkırıklığı İçindeki Bir Kahramanın Yolculukları” adlı sekizinci bölüm, Gelibolu’da büyük bir kahraman olan Mustafa Kemal’in İstanbul’a dönüşünü anlatır. Mustafa Kemal, İstanbul’da hiç de kahraman gibi karşılanmamıştı. Corinne, annesi, kızkardeşi ve Fikriye’nin onu başarıları nedeniyle kutlamalarına karşın, ilgisizlik nedeniyle kendisini oldukça buruk hissetmektedir. Mustafa Kemal gibi insanların hayranlığını kazanmayı isteyen birisi için, bu, yeterli bir ilgi değildi. Edirne’ye nakledilen On Altıncı Kolordu’nun kumandanlığına getirildiğinde, burada bir kahraman gibi karşılanınca keyfi yerine geldi. 1 Nisan 1916’da generalliğe terfi ettiği haberini aldı. 35 yaşında, Enver ve arkadaşlarının engellemelerine rağmen, general olmuştu. Ama devlet için durum hiç de iyi gitmiyordu; savaş, iç ayaklanmalar, açlık ve ekonomik çöküntü, halkı isyan noktasına getirmiş ve bitap düşürmüştü. O günlerde, İsmet (İnönü), albay rütbesiyle Mustafa Kemal’in kurmay subayıydı. Mustafa Kemal’in aşırı girişken yapısına karşın, o, ağır ve sakin bir insandı. Birlikte muhteşem bir ikili oluşturuyorlar ve birbirlerini dengeliyorlardı. Rusya’nın savaştan çekilmesi ve Bolşevik Devrimi ile Rusya çökünce, Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’ya Mezopotamya’da hizmet verme imkânı doğdu. Enver’in planlarını yanlış bulan Mustafa Kemal, Halep’e ulaşınca hemen çalışmalara başladı. Burada gördüklerinden sonra Talat Paşa’ya hükümeti yerden yere vuran ve çöküşü işaret eden mektuplar yazdı. Böyle bir mektubu, ancak Mustafa Kemal ihtirasında ve özgüveninde birisi yazabilirdi. Komuta görevinden istifa etti ve İstanbul’a döndü. Hükümet, “isyankâr komutan” olarak anılmaması için ona üç aylık hasta raporu verdi. Pera Palas Oteli’nde bir oda tuttu ve Enver Paşa ile bir öğle yemeğinde bir araya geldi. Enver, onun Almanya hakkındaki fikirlerini değiştirebilmek umuduyla, Vahdettin’in Almanya gezisinde ona eşlik görevini Mustafa Kemal’e verdi. Başta onu sevmese de, ondan çok iltifat duyunca onu sevmek ve ülküleştirmek için nedenler aramaya başladı. Ondan, kendisini dönüşte Beşinci Ordu’nun komutanlığına getirmesini ve başkomutan olarak yanına almasını istedi. İstanbul’a dönüşte ise böbrek rahatsızlığına odaklandı. Bir ay kadar tedavi için Carlsbad’a gönderildi. Carlsbad’da düzenli olarak yazdı ve not tuttu. İstanbul’a dönüşte Padişah’la görüştü ve ona fikirlerini anlattı. Ancak Enver’in çalışmalarıyla Suriye’ye atanınca hayalkırıklığına uğradı. O günlerde karşılaştığı Enver’i selamlayan Mustafa Kemal, ona şu sözleri söyledi: “Bravo, tebrik ederim. Muvaffak oldunuz.”   
Mustafa Kemal ve İsmet Paşa

Kitabın “Osmanlı İmparatorluğu’nun Yenilgisi” adlı dokuzuncu bölümü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda teslim bayrağını çektiğini zor günleri ve Mustafa Kemal’in bu dönemde yaşadıklarını anlatmakta ve bu olayların Atatürk’ün psikolojisine etkilerini saptamaya çalışmaktadır. Suriye’ye giderken çok kötü manzaralarla karşılaşan Mustafa Kemal, çoktan kaybettiğini anladığı muharebe öncesinde mümkün olduğu kadar çok sayıda askeri kurtarmanın daha mantıklı olduğunu anladı. Mustafa Kemal, tek bir yenilgi görmeden bu cepheden de dönerken, yeni hükümette üst düzey bir görev alabilmeyi umuyordu. Gönlünden Harbiye Nazırlığı geçiyordu. Bunun için hem yeterli olduğunu düşünüyor, hem de rakibi Enver Paşa’nın yerine kendisi geçmek istiyordu. Lakin İzzet Paşa, Mustafa Kemal’i kabine dışında bıraktı ve güney birliklerinin komutanı olarak atadı. Dünya Savaşı bitiyor idiyse de, Türklerin bağımsızlık savaşı daha yeni başlıyordu ve bunu en iyi Mustafa Kemal sezinliyordu. Mondros Ateşkes Anlaşması sonrasında çalışmalarını yoğunlaştırdı. 7 Kasım’da Yıldırım Ordusu ve Yedinci Ordu Komutanlığı feshedilince, Mustafa Kemal ordusuz bir asker konumuna getirildi. İzzet Paşa’nın emirlerine itiraz etti ve ünlü “Geldikleri gibi giderler” sözünü, İngiliz ve diğer anlaşma ülkeleri donanmalarının Çanakkale Boğazı’ndan Boğaziçi’ne doğru yol aldığını görünce söyledi. İşgal İstanbul’unda gördükleri onu iyice sarstı. İzzet Paşa’nın istifası ve Parlamento’nun feshiyle ortalık daha da karıştı. Yabancı askerler başıbozuk hareketler sergiliyor ve halka eziyet ediyorlardı. Dahası, yaşam tarzını korumak isteyen bazı Türkler, işgal güçlerine karşı olumlu tavır sergilemeye başlamışlardı. Yakup Kadri, ünlü romanı “Sodom ve Gomore”yi bu ortamı görerek yazmıştır. Askerler ise perişan haldeydi ve açlık giderek yayılıyordu. Bu dönemde yeniden Corinne’le görüşmeye başlayan Mustafa Kemal, bir gün annesinin evine İtalyan askerleri arama yapmak için zorla girince çıldırdı. O günlerde saraya damat olması meselesi de konuşuldu. Annesi bunu çok istemesine karşın, kendisi sıcak bakmadı. Şişli’de bir eve taşındı ve arkadaşlarıyla buluşarak Anadolu’da nasıl bir mücadele başlatılabileceğini tartışmaya başladı. Aradığı fırsatı 19 Mayıs 1919’da bulacaktı…

Kitabın “Samsun’a Çıkış” başlıklı onuncu bölümü, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Milli Mücadele’yi ve Kurtuluş Savaşı’nı başlatmasını konu almaktadır. İzmir’in Yunan işgalini müteakiben, Samsun’da Hıristiyan ve Müslüman halk arasında yaşanan karışıklıkları bastırmak ve İstanbul’dan uzak tutulmak amacıyla Damat Ferit Paşa tarafından Bandırma Vapuru ile buraya gönderilen Mustafa Kemal, kısa sürede kendi benimsediği görevi olan Milli Mücadele’yi başlatma ve örgütleme işine girişti. Bu, Mustafa Kemal için adeta bir yeniden doğum demektir. İşte bu nedenle, gerçekte bilmediği doğum tarihi olarak 19 Mayıs’ı seçmiştir. Samsun’a bir kurtarıcı olarak gelmiş ve narsisistik eğilimlerini bu rolle pekiştirmiştir.

Kitabın “Dağ Başını Duman Almış” başlıklı on birinci bölümü, Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’nin ilk günlerinde yaptıklarını anlatmaktadır. Samsun’a ulaştığında, çevreden Milli Mücadele konusunda pek destek göremeyen Mustafa Kemal, arkadaşları Ali Fuat Paşa ve Kazım Karabekir Paşa’ya telgraf göndererek onlardan destek istemiştir. Havza’ya geçerken söylediği “Dağ Başını Duman Almış” marşı, onun atılacağı büyük macera öncesindeki coşkusunu göstermektedir. Aslen bir İsveç marşı olan bu eser, Atatürk’te bir güneş olarak Anadolu üzerinde yeniden doğduğu duygusunu uyandırmıştır. Havza’da halkla temas eden Mustafa Kemal, halkın daha çok kendi geçim meselelerine odaklandığını gördü. Bu nedenle onlara içerledi. Bu sırada kendisini bir Rus Bolşevik heyeti ziyareti geldi. Onların propagandalarını karşılıksız bıraktı ve Amasya’ya geçti. İstanbul hükümeti, onun tavırlarından rahatsız olunca telgraf trafiği başladı ve kısa sürede görevinden azledildi. Artık isyankar bir eski asker konumuna indirgenmişti. Önce Tokat, ardından Sivas’a geçtiler. Sivas’a girerken aklından farklı düşünceler geçiyordu; halk kendisini coşkuyla mı karşılayacaktı, yoksa tutuklanması için bir tertibat mı alınmıştı? Ancak halkın Sivas’a girerken “Yaşasın Mustafa Kemal Paşa” diye bağırması moralini düzeltti. Daha önce konuşulduğu şekilde, Karabekir Paşa ile buluşmak üzere ertesi gün Erzurum’a doğru yola çıktı. Burada istifa telgrafını İstanbul’a gönderdi. İstifası ardından kurmay subayı kendisine hizmet etmeyi keseceğini bildirdi. Bu durum, onu çok kötü etkiledi ve iyice karamsar bir ruh haline soktu. Artık tüm umutları Kazım Karabekir’in tepkisindeydi; o, isterse Mustafa Kemal’i tutuklayabilir ya da Milli Mücadele’ye destek olabilirdi. Ancak karşılaştıklarında Kazım Karabekir’in ağzından çıkan “Emrinizdeyim Paşam” sözleri ona derin bir nefes aldırdı. Bu yüzden, Karabekir’i kucakladı ve iki yanağından öptü. Artık bir sivildi ve sivil giysiler giyiyordu. Bu günlerde, askeri üniformanın ve fesin yerine kalpak giymeye başladı.

Türklerin ölümsüz lideri Atatürk

Kitabın “Siyasal Direniş” başlıklı on ikinci bölümü, Mustafa Kemal’in Erzurum’dan itibaren başlattığı Milli Mücadele’yi konu almaktadır. Erzurum Kongresi, siyasal açıdan çok önemli bir aşamaydı ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin kurulmasına vesile oldu. Asil ve uyumlu bir Osmanlı subayı olan Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’in can simidi olmuş ve onu tutuklamak bir yana, tersine, ordusuyla birlikte onun emrine girmişti. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri Erzurum Şubesi Yürütme Komitesi Başkanlığına seçilen Mustafa Kemal, Padişah’a karşı açık isyan görüntüsü vermekten ısrarla kaçındı; bunun yerine, kendisini işgal altındaki yabancı güçlere karşı mücadele veren birisi olarak tanıttı ve kısa sürede onların desteğini kazandı. Bu dönemde, halk desteğini kazanmak için çeşitli dindarlık gösterileri de yapmıştır. Damat Ferit Paşa’nın Paris Konferansı’nda silik bir görüntü çizmesi, Mustafa Kemal’in ülke genelinde de desteğini arttırdı. Fakat Sivas Kongresi’nde istediği desteği tam olarak bulamadı. Davetli 200 delegeden yalnızca 39’u Kongre’ye iştirak etmişti. Bu dönemde, Rauf Orbay, Mustafa Kemal’in en yakınında olan ve en çok güvendiği kişiydi. Bir diğer yakını ise Bandırma Vapuru’na beraber bindiği Arif’ti. Ona kardeşi gözüyle bakar, uyurken birbirlerini korumak için nöbet bile tutarlardı. Ayrıca onun dert ettiği olarak sohbet ettiği ve duygusal tepkilerini boşalttığı en önemli kişiydi. Son önemli kişi ise Refet Bele idi. Son derece görgülü ve kibar bir insan ve olağanüstü kurnaz bir kimseydi. Ayrıca Mustafa Kemal’e çok bağlıydı. Bu dönemde İstanbul’da halka vaazlar veren Halide Edip Adıvar da önemli bir vatansever figürü olarak parıldamaya başladı. Adıvar sayesinde, Chicago Daily News gazetesinden Louis E. Browne Sivas Kongresi’ne katıldı. Bu sıralarda Ali Galip ve İngiliz binbaşı E.W.C. Noel’e Mustafa Kemal’i tutuklama görevi verilmişti. Ancak Mustafa Kemal’in askerleri onu kaçmaya zorladılar. Damat Ferit Paşa hükümeti devrilirken, Mustafa Kemal’in şansı giderek artıyordu. Şimdilik hedefi, Ankara’da yeni bir meclis toplamak ve İstanbul hükümetini devreden çıkarmaktı.

“Anadolu Üzerinde Parıldayan Güneş” başlıklı on üçüncü bölüm, Mustafa Kemal’in Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da kurulması döneminde yaşadıklarını konu almaktadır. Ankara, o yıllarda küçük ve bakımsız bir Anadolu şehridir. Ankara sokaklarında, insanlar, onu gördüklerinde boynuna sarılıyor ve onu destekliyorlardı. Bu nedenle, Ankara’yı çok sevdi ve ilerleyen yıllarda başkent olarak seçti. Psikanalistlerin “aktarım nesnesi” (transference figure) adını verdikleri özelliği, bu yıllarda Ankara halkınca keşfedilmişti. Bu durum, onun kendisini kurtarıcı olarak görmesini pekiştirdi. İstanbul’daki Meclis-i Mebusan kapanırken, Ankara’da TBMM kuruluyordu. Dualarla açılan TBMM, işgale karşı Anadolu direnişinin merkezi haline geliyor ve halk desteğini kazanıyordu.

“İç Savaş Sırasında Ankara” başlıklı on dördüncü bölüm, Mustafa Kemal’in Milli Mücadele döneminde Ankara’daki yaşamına ışık tutmaktadır. Mütevazı bir odada çalışan Mustafa Kemal, güneş battıktan sonra elektrik olmadığı için çalışmalarını gaz lambası veya ay ışığında sürdürüyordu. Yanından ayrılmayan bir şahsi doktoru vardı. Maddi yoksunluk üst boyuttaydı; herkes için tabldot yemek çıkıyordu. Mustafa Kemal, çok sık sigara ve Türk kahvesi içiyordu. Alkollü içkilerden de uzak durmaya başlamıştı. Bu günlerde kötü bir haber aldı; askeri bir mahkeme, kendisi ve arkadaşlarını idam cezasına çarptırmıştı. Bu karar, Şeyhülislam’ın fetvasıyla da desteklenmişti. Bu 5 kişi arasında Ankara’ya kaçan Halide Edip Adıvar ve kocası Adnan Adıvar da vardı. Mustafa Kemal, onca arkadaşı arasından kendisine kurmay başkan olarak İsmet İnönü’yü seçmişti. Onunla iyi anlaşıyordu; zira İsmet, ağır ve yumuşak mizacı sayesinde, diğerleri ile onun arasında kusursuz bir köprü vazifesi görüyordu. Fevzi Paşa’nın da katılmasıyla Milli Mücadele iyice güçlendi. Mustafa Kemal’in güveni daha da artmıştı. Yunan işgalini alt edeceklerinden emindi. TBMM’nin girişimiyle, Ankara hükümeti, bu dönemde, iç isyanlara ve asker kaçaklarına karşı bir önlem olarak İstiklal Mahkemeleri’ni de kurdu. İlk meclis, oldukça heterojen bir yapıdaydı ve farklı görüşten birçok kimse vardı. 

Atatürk

Kitapta yer alan on beşinci bölüme, yazarlar tarafından “Mustafa Kemal’den Gazi M. Kemal’e” adı verilmiştir. Yunan işgali Anadolu’da ilerlerken, Mustafa Kemal ve Ankara hükümeti için de işler iyi gitmiyordu. Siyasi farklılıklar ilk mecliste su yüzüne çıkmaya başlamış, ekonomik sorunlar da derinleşiyordu. Bu sıralarda silah temini konusunda da ciddi sıkıntılar baş göstermeye başladı. Mustafa Kemal, bu sorunu çözmek için Bekir Sami başkanlığında bir heyeti Moskova’ya Bolşeviklerle görüşmeye gönderdi. Çiçerin tarafından kabul edilen heyet, Moskova’dan başarıyla döndü ve Sovyetler’den Ankara’ya silah desteği sağlandı. Moskova, Mustafa Kemal’in komünist olmadığını biliyordu; ama Batı emperyalizmine karşı olması, onun desteklenmesi için yeterli bir sebepti. Ayrıca Ermenilerle Gümrü Anlaşması, Ruslarla Moskova Anlaşması imzalanarak, doğu sınırları güvence altına alındı. Sıra, batıdaki Yunan işgalini çözmeye gelmişti. Ancak Çerkez Ethem İsyanı, bu dönemde Mustafa Kemal’in dikkatini yeniden başka meselelere odaklamasına neden oldu. Bu meselenin halledilmesinin ardından yeniden Yunan işgaline odaklanan Ankara hükümeti, Sakarya Meydan Muharebesi ile moral kazandı ve Yunan ilerleyişini durdurdu. Artık, bağımsızlık günü yaklaşıyordu…

Kitaptaki on altıncı bölüm, “Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”  başlıklıdır. Bu bölümde, Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz, Büyük Taarruz’u ve bu dönemde Mustafa Kemal’in yaşadıklarını özetlemiştir. Bu dönemde başkomutan olarak sahip olduğu olağanüstü yetkiler üçer aylık dönemlerle iki kez uzatılan Mustafa Kemal, artık bir devrim lideri olarak daha rahat davranıyor; her gece sosyal ortamlara giriyor ve alkol alıyordu. Gündüzleri sıkı çalışma, akşamları ise eğlence ve muhabbete ağırlık veriliyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın bu tarz eğilimleri, o yıllardan itibaren mutaassıp kesimde kendisine yönelik eleştiriler oluşmasına neden oldu. Fransız gazeteci Madame Berthe Georges-Gaulis, bu yıllarda Ankara’ya yaptığı ziyaretler hakkında 3 kitap kaleme almıştır. Bu gazeteci kadın, Mustafa Kemal’e Madame Corinne’i çağrıştırmıştır. Ayrıca Mustafa Kemal’i ziyaret eden bir diğer kişi de İngiliz Grace Mary Ellison adlı bir kadındır. Ellison da bu döneme dair bir kitap yazacaktır. Ayrıca bu dönemde, Mustafa Kemal’in Sovyet Büyükelçisi Aralov’la çok yakın ilişkiler kurması dikkat çekicidir. Aralov, Milli Mücadele’ye Sovyet desteğinin sürmesinde emekleri olan anahtar kişilerdendir. General Frunze liderliğindeki Ukrayna delegasyonunun Ankara temasları da bu dönem için önemli bir diplomatik açılımdır. Ankara hükümeti, meşru Türkiye hükümeti olarak kendisini kabul ettirmiş ve yaklaşan zaferini dünyaya müjdelemeye hazırlanıyordu. Daha o günlerde, Türk milli mücadelesi ve direnişi, dünyadaki “mazlum milletler” için bir model olarak gösteriliyor ve Afganistan, Hindistan gibi ülkelerden de destek buluyordu. Öyle ki, Afganistan Ankara’ya bir Büyükelçi atamış, Hindistan da bir temsilcilik açmıştı. Dahası, Müslüman dünyasında Mustafa Kemal direnişi bir kahramanlık menkıbesine dönüşüyor ve birçok yeni doğan çocuğa bu isim veriliyordu. Mustafa Kemal’in “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” sözleriyle billurlaşan Kurtuluş Savaşı’nın son etabı, Yunanlıların İzmir’de denize dökülmesiyle son bulacaktı.

Kitapta yer alan on yedinci bölüm, “Alevler İçindeki İzmir’den Yükselen Aşk Alevi” başlıklıdır. Bu bölümde, Mustafa Kemal’in İzmir’e girişi ve burada Latife Hanım’la yaşamaya başladığı aşk irdelenmiştir. Alevler içerisinde yanan İstanbul’da, bir diğer yangın da Mustafa Kemal’in gönlünde başlıyordu. İzmir’in tanınmış işadamlarından Uşakizade Muammer Bey’in kızı olan Latife Uşaklıgil, atak tavırları ve bilgi-görgüsüyle Kemal Paşa’nın dikkatini çekmiş ve onunla aşk yaşamaya başlamıştı. Latife, ayrıca Kemal Paşa’ya ileri düzeyde Fransızcası ile işlerinde de yardımcı oluyordu. Karşıyaka’daki evine yerleşen Mustafa Kemal, artık hayatı boyunca hayal ettiği gibi bir kahraman ve kurtarıcı olmuştu. Batılı kadınlar gibi hareketlerinden ve kültüründen etkilendiği Latife ile sık sık görüşmeye başlayan Mustafa Kemal, Ankara’da da kendisini seven ama vereme yakalanan Fikriye ile sevgili olarak görüşüyordu. Bu durum, hayatının bu en mutlu ve özgüvenli günlerinde onu bir ikilemle karşı karşıya bırakıyordu.

Kitaptaki on sekizinci bölüm “Padişah, Anne, Ödipal Oğul” başlıklıdır. Latife ve Fikriye arasında bir seçim yapmakta zorlanan Mustafa Kemal, bir yandan da devlet işleriyle ilgileniyordu. Askeri zaferler, Mustafa Kemal’, zannettiği gibi dinlenme fırsatı değil, siyasi ve diplomatik işler için yeni sorumluluklar getirmişti. Kendisiyle kalmak için ısrar eden verem hastası Fikriye’yi tedavi için zorla İsviçre’ye gönderdi. Aslında kahraman psikolojisindeki bir insan için, Fikriye’yi o halde ve zor bir durumda bırakması mümkün olamayabilirdi. Ancak şimdi, Mustafa Kemal Paşa, daha önemli bir kişi için, yani Türk milleti için kahraman olmaya çalışıyordu ve bu sayede Fikriye’den duygusal olarak kopabilmeyi başardı. Bunun ardından, yeni aşk duymaya başladığı Latife ile evlenme planları yapmaya başladı. Kahraman olmasının verdiği güçle, bir yandan da siyasi reformlara girişti. Ancak annesinin vefatı ile bir süre sarsıldı. Cenaze merasimi için İzmir’e gitmedi ve İzmit’te temaslarda bulunmaya devam etti. Annesinin mezarını, ancak birkaç hafta sonra gecikmeli olarak ziyaret etti. Annesini kaybetmek onu derin bir üzüntüye sürüklese de, ulusun kurtarıcısı olmak fikri sayesinde özgüvenini ve yaşam sevincini kaybetmemeyi başarıyordu.

Norman Itzkowitz

Prof. Dr. Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz imzalı “Ölümsüz Atatürk” kitabının on dokuzuncu bölümüne, yazarlar tarafından “Türkiye Cumhuriyeti’ne Doğru” adı verilmiştir. Bu bölümde, Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı öncesinde geçirdiği dönem incelenmiştir. Ağır duygusal şoklarla baş etme konusunda muazzam bir yeteneğe sahip olan Mustafa Kemal, İzmir’de Latife’nin ailesi ile de görüştü. Annesinin kaybında doğan boşluğu, Latife’nin varlığı ve Türk milletinin kahramanı olması sayesinde doldurabiliyordu. Hızla evlilik hazırlıklarına başlandı. Törene sadece birkaç dost ve akraba katılabildi. Törenin kendisi, Türk-İslam geleneklerinden bir kopuşu sembolize ediyordu. Batı tarzı bir nikah töreni yapılmıştı. Bu evlilik çok iyi başlamış, ama kısa bir süre sonra, bu durumun Mustafa Kemal’in günlük yaşamını zora sokacağı anlaşılmıştı. Erkekler arasında bir komutan olarak istediği gibi yaşamaya alışkın olan Mustafa Kemal, ev içerisinde ve yaşamı konusunda Latife’nin buyurgan tavırlarından rahatsız oluyordu. Lozan Konferansı’na en güvendiği adamı İsmet Paşa’yı gönderen Mustafa Kemal, çok zorlu bu dönemeçten de başarıyla çıkacaktı. Zira İsmet Paşa, mütevazı bir adam olmasına karşın, çok çalışkan, inatçı ve yetenekli bir diplomat çıkmıştı! Duyma problemini öne sürerek diğer diplomat ve temsilcilerin sözlerini tekrar etmelerini rica ediyor ve bu sırada onlara vereceği cevapları daha iyi tartma fırsatı buluyordu. Lord Curzon’un tüm çabalarına karşın, Türkiye, sonunda istediği amaçlara büyük ölçüde ulaşacaktı. Latife ile balayı ardından Çankaya’ya geçtiler. Burada, Fikriye’nin geri dönmesi büyük bir krize neden oldu. Kendisini aşağılanmış hisseden Fikriye, 3 gün daha orada kaldı. Fikriye, birkaç gün sonra tekrar Paşa’yı görmek için geldiğinde reddedilince, bir faytonun arkasında silahla intihar etti ve hastanede kısa bir süre sonra vefat etti. Fikriye’nin ölümü Mustafa Kemal’i üzdü ve yıkmadı. Lakin Latife ile arasına şimdi Fikriye gerçekten de bir sorun olarak girmişti… Sonuçta, bu intihar, belki de Latife ile olan ilişkisini de bozan temel etken olacaktı.

Kitabın yirminci bölümünün başlığı “Gerçek Dünyadaki Bölünmelerle Koşutluk Gösteren Kişilik Bölünmesi”dir. 1924 yılı sonbaharında, yazarlar Volkan ve Itzkowitz’e göre Mustafa Kemal’in iç dünyasındaki bölünme ile siyasal arenada oluşan bölünme iç içe girmişti. Kendisine yandaş ve karşıt olanlar arasındaki siyasal mücadele giderek kızışıyordu. Reformların bir bölümüne (Saltanat ve Hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet ilanı vs.) tepkiler de oluşmuştu. Yazarlara göre; görkemli benliğe sahip olan bir insan, sık sık, kendini fiili ikizi olarak görebileceği, üzerinde herşeye kadirlik illüzyonu destekler şekilde nüfuz ya da kontrol kurabileceği bir kişi bulur. Gerçekte, söz konusu “ikiz”i, kendi benliğinin uzantısı olarak kullanır. Arif, Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal için böyle bir role sahip olmuştu. Yaveri Salih Bozok, koruması Kılıç Ali ve çocukluk arkadaşı Nuri Conker, yakınında bu yeni dönemde bu rol için kullandığı kişiler olmuştu. Bu sayede, kendini bir aile reisi olarak görebiliyor ve onları yöneterek, “baba” rolünü oynuyordu. Zira o sıralarda Fikriye’nin intiharı nedeniyle Latife ile de araları açılmış durumdaydı. Latife, Mustafa Kemal’i değiştirmeye çalıştıkça, ilişkileri daha da bozuldu ve gerginleşti. Geçimsizlik nedeniyle o dönemde Mustafa Kemal bir kalp spazmı bile geçirmişti. Şeyh Said İsyanı ile siyaseten de zor bir duruma düşmüş ve yeni devlet, güneydoğuda birçok vilayette kontrolü Kürtlere kaptırmıştı. Bu durumda, evdeki mutsuzluktan kaçmak için sık sık dışarıda poker oynamaya ve arkadaşlarıyla zaman geçirmeye başladı. Bir gece dönerken Latife’nin kendisine bağırması üzerine, evliliğine son verme kararı aldı. Medeni Kanun daha sonra kabul edileceği için, evlilik akdini tek yanlı olarak bozma hakkına sahipti. 5 Ağustos 1925 günü boşandı; evliliği, 2 yıl, 6 ay ve 4 gün sürmüştü.

Kitapta yer alan yirmi birinci bölüm, “Panama Şapkalı Adam Kız Evlatlıklar Ediniyor” şeklindedir. Bu bölümde, “şapka devrimi” ve Mustafa Kemal’in kız çocuklarını evlat edinmesi konuları işlenmiştir. Fes giymenin eski rejimin önemli bir sembolü olduğunu düşünen Mustafa Kemal, bunun yerine, ilk kez Kastamonu’da halka tanıttığı Panama tipi şapkayı teşvik etti. Otoriter bir baba gibi hareket eden Mustafa Kemal, Cumhurbaşkanı olduğu ve kurduğu yeni devlette, halkı her açıdan modernleştirmek istiyordu. Yumuşak bir tarzda sunduğu reformlar geri teperse, genelde otoriter yöntemlerle bunu tekrar deneyebiliyordu. Örneğin, Türk toplumunda kadınların ezilmesini önlemek ve kadın-erkek eşitliğini sağlamak konusunda çok ısrarcıydı. Latife’den boşandıktan sonra, daha önce evlat edindiği Abdürrahim dışında, Afife ve Sabiha adlı kız çocuklarını da evlat edindi. Bu reformlar, millet bilincini, toplumsal dayanışmayı ve kadınlara yönelik bakış açısını değiştirmeye yönelikti. Ancak kız çocukları evlat edinmesi, radikal İslamcı kesimde Mustafa Kemal’e yönelik bazı çirkin ithamların da temelini oluşturdu.

Mustafa Kemal Atatürk

“Ölümsüz Atatürk” kitabındaki yirmi ikinci bölüm, “İzmir’de Suikast Planı: Ölümsüzlük Tehdit Altında” şeklindedir. Bu bölüm, adı üzerinde, Mustafa Kemal’in İzmir Suikastı döneminde yaşadıklarını ve bu sayede sarsılan ama sonra yeniden pekiştirmeyi başardığı ölümsüzlük duygusunu konu almaktadır. Ziya Hurşit adlı genç, atak ve yakışıklı bir donanma subayının tutuklanmasıyla açığa çıkan ve İttihatçıların tasfiyesinde yeni rejim tarafından manivela olarak kullanılan İzmir Suikastı, Mustafa Kemal’in ölümsüzlük duygusunu sarsmış ve onda bir korkunun gelişmesine neden olmuştu. Büyük işler başaran kahraman, şimdi ölüm fikriyle yüzleşmiş ve şoka uğramıştı. Kuşkucu bir ruh haline büründü ve psikolojisi bozuldu. Bu durumdan kurtulabilmek için şok edici bir şey yapması gerektiğini biliyordu. Ziya Hurşit’le yüzyüze görüşen Mustafa Kemal, kendi tabancasını ona uzattı ve “Haydi, şimdi tabancayı al ve beni vur” dedi. Suikastçının yüzündeki şaşkınlık ve hiçbir şey yapamaması, onun ölümsüzlük fikrini yeniden pekiştirdi ve kuşkuculuğunu sildi.

Kitabın yirmi üçüncü bölümüne “Bizans Değil, İstanbul” adı verilmiştir. İstanbul’a Samsun’a çıktığından beri hiç gitmeyen Mustafa Kemal, aslında çok sevdiği bu şehre karşı küskündü. İstanbul, onun için işgal ve yabancılara uşaklık etmeyi yani bir nevi hıyaneti simgeliyordu. Ancak Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinde anlatılan bu şehre aynı zamanda hayrandı. İstanbul’a yıllar sonra bir ulusal kahraman olarak dönmek ve kızkardeşi Makbule tarafından karşılanmak Mustafa Kemal’e çok iyi geldi. Çok iyi karşılanan Mustafa Kemal, bu şehri yeniden sevmeye başlamıştı.

Kitabın yirmi dördüncü bölümü “Rahatlamaya Vakit Yok!” başlıklıdır. Dolmabahçe Sarayı’na yerleşen Mustafa Kemal, Boğaz’da ve Marmara’da uzun yat turları yapmaya ve yol üzerinde bazı pastane ve kahvehanelerde aniden görünmeye başladı. İstanbullu kadınların zamanında Enver Paşa için yaptıkları idolleştirme, şimdi Mustafa Kemal Paşa için yapılıyordu. Üstelik Mustafa Kemal Paşa bekardı! Bu süreçte, Mustafa Kemal, kendini bütünüyle “Nutuk” adını vereceği büyük otobiyografik eserine verdi. Bu, Milli Mücadele’nin resmi tarihi ve Türk siyasal hayatının en önemli kitabı olacaktı. Nutuk’u 3 ayda yazdı ve okunması tam 6 gün sürdü. Sabiha Gökçen’le birlikte kahve ve sigara içerek ve çok yoğun çalışarak bunu başarmışlardı. Özellikle kitabın “Ey Türk Gençliği” olarak bilinen bölümü, son derece önemli bir siyasal manifesto özelliği gösterir ve insanlık tarihinin en etkili siyasal pasajlarından birisidir. Bu tarihten itibarense, dil ve tarih tezleri ve reformu üzerinde yoğun olarak çalışmaya başladı. Zihni durmuyor; sürekli birşeyler yazmak ve üretmek istiyordu. Özellikle Latin alfabesi reformu, Türk tarihi açısından önemli bir dönüm noktası ve başarılı bir modernleşme hamlesi oldu. Geçmişle bağlar koparılsa da, kısa sürede okuma-yazma oranları çok büyük oranda yükseltildi ve yeni bir medeniyet kuruldu.

Kitabın yirmi beşinci bölümü “Gazi Mustafa Kemal’den Kemal Atatürk’e” başlıklıdır. Bu bölüm, Gazi Mustafa Kemal’in Mustafa Kemal Atatürk’e dönüşüm sürecini analiz etmektedir. Batılılaşma reformları son sürat devam eden genç Türkiye Cumhuriyeti, artık dünyada da saygı gören ve ilgiyle takip edilen bir ülke olmuştu. Yeni devlet, Türk kimliğini benimsiyor; ama Pantürkizm’i değil, “Yurtta sulh, cihanda sulh” felsefesini tercih ediyordu. Bu bağlamda, yeni kurulan devletin bir baba figürüne ihtiyacı vardı. Yeni çıkarılan soyadı kanunu ile birlikte, Mustafa Kemal, kendisi için uygun ortamı yakaladı ve soyadı olarak kendisine Atatürk’ü seçti. Kızkardeşi Makbule’ye de Atadan soyadı verildi. İsmet Paşa’ya da, İnönü muharebelerindeki başarısı nedeniyle İnönü soyadı verildi. Türk halkı, Mustafa Kemal’e Ata veya Atam diye hitap ettiler ve Atatürk’ü nadiren kullandılar. Ayrıca Mustafa Kemal, “Kemal” olan ikinci adını, öz Türkçe ve büyük ünlü uyumuna uygun olması için “Kamal” şeklindeki değiştirmeyi de düşünmüştür.

“Sözlü Sınavlar” başlıklı kitabın yirmi altıncı bölümü, Atatürk’ün kadınlarla olan ilişkilerini konu alan bir bölümdür. Mustafa Kemal’in güzel ve modern kadınlara düşkün olduğu bilinmektedir. Bu, olumsuz algılanmamalıdır. Atatürk, makyaj ve giyimiyle kendisine baştan çıkarıcı bir hava veren şuh kadınları değil, modern giyinen, davranan ve kendisini erkeklerle eşit gören kadınları takdir etmiştir. Evlatlıklarına ve terbiyesinden ve güzelliğinden etkilendiği genç Türk kızlarına uygun koca bulmak için çöpçatanlık yaptığı bile olmuştur. Örneğin, bir okul gezisinde karşılaşıp hayran kaldığı Lütfiye’nin Vasıf’la evlenmesi konusunda gösterdiği çaba, buna iyi bir örnektir. Ayrıca güzel kadınlarla ilişkileri de devam ediyordu. Ancak Çankaya sofralarının bazı olumsuz propagandalarda belirtildiği gibi bir niteliği hiç olmamıştı.

“İçsel Süreçler ve Gerçek Dünya Meşguliyetleri” başlıklı kitabın yirmi yedinci bölümü, Atatürk’ün ve takipçilerinin kuramlaştırdığı Altı Ok’u ve bu süreçte Atatürk’ün yaşadıklarını konu almaktadır. Bu süreçte yaşanan önemli diplomatik temaslar ve bazı anılar da Volkan ve Itzkowitz’in aktardığı bilgiler arasındadır.

“Son Muharebe” başlıklı yirmi sekizinci bölüm, Atatürk’ün sağlık sorunlarının baş gösterdiği ve ölüme karşı -her fani gibi sonunda mutlaka kaybedeceği- mücadelesinin başladığı dönemi anlatan etkileyici bir bölümdür. Narsisist kişilik yapısı olan büyük liderler, sağlık sorunlarının farkında olmadan kendilerini yaptıkları işe ölesiye kaptırabilirler. Aslına bakılırsa, Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıktığı dönemden beri birçok sağlık sorunu olmuştu. Alkol alışkanlığı nedeniyle yaşlılığında bu sorunlar ciddileşti. Böbreklerinde rahatsızlık yaşamaya başladı ve sonuçta herkesçe bilindiği üzere siroz nedeniyle 10 Kasım 1938’de vefat etti. Ölümüne yakın, dostu Nuri Conker’in 1937’de ölümü Atatürk’ü çok sarsmıştı. Bu tarihten itibaren hızla bir depresif ruh haline büründü. Kilo alması ve fiziki cazibesini kaybetmesinin yanında, cinsel gücünün azalması da onu çok mutsuz kılmaya başlamıştı. Hatta Prof. Dr. Vamık Volkan, Atatürk’ün alkole aşırı bağımlılığını, bir anlamda sağlığının bozulması sonrasında açığa çıkan intihar etme isteğiyle açıklar. Neticede, hayatı zaferlerle ve devrimlerle geçmiş muzaffer bir liderin, son aylarında yaşadığı ağır sağlık sorunları nedeniyle böyle bir psikolojiye sürüklenmiş olması yüksek bir ihtimaldir.

“Ölümsüz Atatürk’e Dönüşüm” başlıklı yirmi dokuzuncu bölüm, Atatürk’ün ölümsüz bir lidere dönüşüm sürecini incelemektedir. Yazarlara göre; bir insan, çok saygı duyduğu bir kişinin keder verici kaybından sonra, birbirini takip eden bir dizi aşama içinde bir yas sürecinden geçer; bu yas süreci, ölenin yakını olan insanın ölen kişiye yaptığı yatırımın azalmasına ve o insanın dikkatini -ve belki daha sonra sevgisini- bir başka nesneye yöneltebilir duruma gelmesine kadar devam eder. Başlangıçta, sevilip sayılan kişinin kaybı bir şok ve acı yaratır. Ölümün beklenmedik olması, sarsıntının boyutunu arttırabilir. Yas tutabilme becerisi patolojik ölçüde bozuksa, bazı semptomlar görülebilir. Mesela “bağlantı nesneleri”ne (linking objects) verilen önem, bu noktada çok yaygın görülen bir durumdur. Örneğin, ölen babanın kol saatinin oğlunca sahiplenebilmesi buna uygun bir durumdur. Bu nedenle, o kol saati, oğul tarafından özenle muhafaza edilir ve sıradan bir saat gibi kullanılmaz. Türk toplumunun Ata’sını ve Edebi Şef’ini kaybetmesi, halkta büyük bir üzüntü ve şok yarattı. Atatürk’ün mozolesi olan Anıtkabir’e gösterilen yoğun ilgi, burada bağlantı nesnesi temelinde mantıklı bir zemine oturmaktadır. Atatürk’ten sonra da Türkiye Cumhuriyeti var olmaya devam etmiş ve edecektir. Onun toplum tarafından hala büyük ölçüde saygıyla anılması, ilginç bir durum ve devrimlerinin kalıcı etkilerini görmek açısından onarıcı liderlik modeline çok iyi bir örnektir.

Kitabın son bölümüne ise “Psikolojik Özet” başlığı konmuştur. Bu bölümde, kitapta keşfedilen bazı psikolojik durumlar özetlenmiştir. Bunlar arasında en önemliler şöyle sıralanabilir; bir ölüler evinde Mustafa Kemal’in kederli bir anneden bir umut olarak görülerek doğması, Mustafa Kemal’in görkemli benlik ve narsisistik kişilik özellikleri taşıyan çok özel ve liderlik odaklı yapısı, kalbinin üzerindeki bir saate isabet eden şarapnel parçası ile ilk kez yaşadığı ölümsüzlük duygusu (ve daha sonraları, bunu İzmir Suikastı sonrasında devam ettirebilmek için Ziya Hurşit üzerinde yaptığı ilginç deney), zeki ve yakışıklı bir adam olarak geliştirdiği öz saygı ve imajı konusundaki aşırı titizliği, Türk ulusuna karşı duyduğu büyük sevgi ve kendisini Türk ulusunun kurtarıcısı olarak görmesi, onarıcı liderlik modeline uygun özellikleri, misyonunu tamamladıktan ve güçten düştükten sonra sergilediği alkol bağımlılığı ve benzeri semptomlar sonucu gözlemlenebilen “fedakarca intihar” olgusu…

Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz imzalı “Ölümsüz Atatürk”, yazılmış en özgün Atatürk biyografilerinden biri olarak çok daha detaylı bir okumayı ve analizi hak etmektedir. Kitap, mutlaka her Türk vatandaşının kütüphanesinde bulunması gereken bir eserdir. Kitaptaki önemli bir eksiklik, memleketi Selanik’ten uzak düşmek zorunda kalan Atatürk’ün geliştirdiği yurt kurma isteğiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması arasındaki ilintidir. Ayrıca bazı noktalarda yapılan psikolojik tahliller için yeterince somut kanıtlar sunulamamıştır. Ancak zaten yazarları iddiası, kitaptaki her açıklamanın doğru olduğu şeklinde değildir. Bu anlamda, kitap, çok özgün ve başarılı bir araştırmanın sonucudur ve her şekilde övgüyü hak etmektedir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Atatürk hakkındaki kitaplardan bazıları için;
[3] Vamık Volkan’ın fikirlerini özetleyen 3 yazı için;

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder