Sayfalar

24 Kasım 2016 Perşembe

Burhan Kuzu'dan 'Her Yönü İle Başkanlık Sistemi'


Prof. Dr. Burhan Kuzu (1955-)[1], 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri üstüste 4 seçimdir Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AK Parti) İstanbul milletvekilliği yapan Türk hukukçu, akademisyen ve siyasetçidir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan Kuzu, akademik kariyerini uzun yıllar bu üniversitede sürdürmüş ve 1998 yılında Profesör olmuştur. Kuzu, bir dönem Paris Sorbonne Üniversitesi ile Beykent Üniversitesi’nde de öğretim üyeliği yapmıştır. Anayasa Hukuku alanında uzmanlaşan Kuzu, ayrıca Başkanlık sistemi üzerine yaptığı çalışmalarla da tanınmaktadır. Kuzu, bir dönem TBMM Anayasa Komisyonu’na Başkanlık da yapmış olan deneyimli ve saygıdeğer bir isimdir. Evli ve iki çocuk babası olan Kuzu, iyi düzeyde Fransızca bilmektedir. Türkiye’de sık sık televizyon tartışmalarına katılan ve halk ağzı üslubuyla ve demokrat kişiliğiyle saygı uyandıran Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun, bunca yıllık siyasetçi ve akademisyen kimliklerini harmanlayarak ve yönetim sistemi anlamında 12 Eylül’den beri aslında bir kriz ortamında yaşayan Türkiye’ye yol göstermesi amacıyla kaleme aldığı “Her Yönü İle Başkanlık Sistemi” adlı kitap[2], Babıali Kültür Yayıncılığı tarafından ilk kez 2011 yılında yayınlanmış ve günümüzde kadar da birçok baskı yapmıştır. Bu yazıda, Kuzu’nun bu kitapta savunduğu tezler özetlenecek, daha sonra da Karşılaştırmalı Politika alanının en önemli isimlerinden kabul edilen İspanyol akademisyen Juan Linz’in “The Perils of Presidentialism”[3] makalesi ışığında bu tezler eleştirilecektir.

Prof. Dr. Burhan Kuzu

Kitabın “Başkanlık Sisteminin Doğuşu” başlıklı birinci bölümü, Amerika Birleşik Devletleri’nde Başkanlık sisteminin tarihsel gelişimini ve temel özelliklerini incelemektedir. Bu bölümden akılda tutulması gereken Başkanlık sistemine dair en temel özellikler şöyle sıralanabilir:
a-) Yasama ve Yürütme organları arasında sert bir kuvvetler ayrılığı vardır.
b-) Yürütme organının etkinliği ön plandadır.
c-) Kuvvetlerin birbirini kontrol etmesi yani Montesquieu’nün ifadesiyle “kuvvetler ayrılığı” (separation of powers) esasına dayalıdır.

“Her Yönü İle Başkanlık Sistemi”

“Dünyada ve Ülkemizde Parlamenter Rejimde Gözlemlenen Bazı Tıkanıklar” başlıklı ikinci bölüm, Kuzu’nun parlamenter sisteme dair Türkiye ve dünya örneğinde gözlemlediği bazı sorunları ve eleştirileri içermektedir. Bunlardan en önemlisi, teorik olarak daha çok Başkanlık sistemi ile anılan “iktidarın kişiselleşmesi” sorunudur. Fransız Siyaset Bilimci Maurice Duverger’nin “seçilmiş krallar” adını verdiği yöneticiler, “parti disiplini” nedeniyle hem yasama, hem de yürütmeyi kontrol etme şansına sahip olan Başbakanlar sayesinde parlamenter sistemin uygulanmasında ortaya çıkabilmiştir. Oysa Başkanlık sistemindeki sert kuvvetler ayrılığı, buna karşı iyi bir panzehirdir. Bunun dışında, Türkiye’nin halen yürürlükte olan 1982 anayasasının klasik parlamenter rejim ile yarı-başkanlık sistemi arasında “sui generis” bir özellik göstermesi de, Türkiye’de akılları karıştıran bir faktördür. Zira bu sistemde, Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu’nu toplayıp yönetebilecek kadar yetkili (Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan öncesinde bu yetki Türk Cumhurbaşkanları tarafından nadiren ve sadece kriz zamanlarında kullanılmıştır), ama sistemde sorumsuz bir konumdadır. Ayrıca bir askeri darbe neticesinde ilan edilen 1982 anayasası, Kuzu’ya göre asker tarafından ve “millete rağmen” yapılmış bir anayasa özelliği gösterir. Bu nedenle, Türkiye için yeni bir sisteme geçiş son derece faydalı olacaktır.

“Türkiye İçin Başkanlık Hükümeti” başlıklı kitabın üçüncü bölümü, Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun Türkiye için uygun olan Başkanlık sistemini nedenleri ile birlikte tanıttığı bölümdür.  Kuzu’ya göre; günümüz siyasal konjonktüründe yürütme organının daha aktif ve etkili bir rol üstlenmesi şarttır. Kuzu’nun düşüncesinde, kısa bir süre öncesine kadar geçerli olan “en iyi devlet en az müdahale eden devlettir” şeklinde özetlenebilecek liberal yaklaşım artık geçerli değildir. Yazara göre; Türkiye’deki siyasal istikrarsızlığın temel nedeni, yürütmenin yeterince güçlü olmamasıdır. Koalisyon dönemlerinde Türkiye’nin yaşadığı sorunlar, bunun açık ispatıdır. Oysa güçlü tek parti iktidarları döneminde, Kuzu’ya göre, Türkiye hızlı atılımlar yapmayı başarmıştır. Fransa’nın parlamenter sistemden yarı-başkanlık sistemine doğru kayması ve hatta giderek Başkanlık sistemi yönünde adımlar atması da, buna dair bir diğer önemli referanstır. Başkanlık sisteminin bir diğer artısı, uzmanlaşmayı kolaylaştırması ve yönetimi etkinleştirmesidir. Sorumlu ve yetkilinin kim olduğunun çok açık olarak belli olması, halkın tercihleri anlamında da daha doğru sonuçlar yaratabilir. Oysa parlamenter sistemin karmaşıklığı içerisinde, devletin yeterince iyi yönetilememesinin sorumlusu net olarak ortaya çıkmayabilir. Yasama ve yürütme erklerinin Başkanlık sisteminde katı bir şekilde ayrılması, bu güçleri birbirine muhtaç kılacağı için, sistemdeki taşkınlıkları da önleyecektir. Buna karşın, Başkanlık sisteminin Güney Amerika ülkelerinde görülen ve iktidarın kişiselleştiği “Başkancıl sistemler”e dönüştüğü de bir vakıadır. Kuzu’ya göre ise, bu sorun, daha çok Güney Amerika ülkelerinin yarı-demokratik özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca dünyadaki gidişat da, Kuzu’ya göre, iktidarın kişiselleşmesine halkın destek vermesi yönündedir. Türkiye’nin “bölgesel güç” olma yönünde kararlı ve hızlı adımlar atmasının gerekliliği de düşünülürse, Kuzu’ya göre, böyle bir sistem değişikliği zaruri ve dahası ülke için faydalı olacaktır.

Kitabın “Röportajlar ve Basında Başkanlık Sistemi Tartışmaları” adlı dördüncü bölümünde ise, Burhan Kuzu’nun bu konuda gazetelere verdiği röportajlar yer almaktadır. Bu bölümde, önceki bölümlerde ifade edilen görüşler yinelenmektedir.

Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun bu çalışması, daha çok siyasi kaygılarla yazıldığı anlaşılan, faydalı ancak eksik kalmış bir eserdir. Kitapta, Başkanlık sisteminin gerekçelendirmesi kanımca yeterince iyi yapılamamış ve ortaya somut tezler konamamıştır. Güçlü iktidar ve yönetimde istikrar gibi klasik tezler ve parlamenter sistemde de güçlü Başbakanların ortaya çıkabileceği görüşü dışında, açıkçası sağlam bir argüman da bulunmamaktadır. Oysa, Başkanlık sistemini savunmak adına Osmanlı-Türk siyasal tarihinden birçok haklı argüman bulmak mümkündür. Bunlardan en önemlisi; Türk siyasal tarihinde merkezi iktidarın güçlü olması geleneği ve Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Abdülhamit ve Mustafa Kemal Atatürk gibi güçlü tek adam profillerinin uygulamada başarılı ve halk tarafından da takdir edilmesi olarak belirtilebilir. Ayrıca birçok farklı etnik, mezhepsel kimlik ve fay hatları üzerinde kurulu olan ve ekonomik açıdan az gelişmiş, siyasal açıdan da istikrarsız ve tehlikeli bir bölgede (Ortadoğu) yer alan Türkiye’nin güçlü yönetim modeline geçmesi ihtiyacı da buna eklenebilir.

Juan Linz

Lakin bu haklı argümanların yanı sıra, Başkanlık sisteminin dünya genelinde yarattığı risklere de daha yakından ve akademik bir gözle bakılmalıdır. Bu konuda dünyanın en yetkin otoritelerinden birisi kabul edilen Juan Linz’in klasikleşmiş “The Perils of Presidentialism” (“Başkanlık Sisteminin Riskleri”) makalesi bize fikir verebilir. Linz’e göre; Başkanlık sistemi, iki farklı özelliğiyle ön plana çıkmaktadır: Başkan’ın doğrudan halkoyuyla seçilmesi nedeniyle demokratiklik iddiasının parlamenter sisteme kıyasla daha ön planda oluşu ve Başkanlık süresinin -çok istisnai “impeachment” durumu haricinde- sabit ve önceden belirlenmiş (genellikle 5 yıl) olmasıdır. Oysa parlamenter sistemde, halk, genellikle partilere ve onların temsilcilerine oy verir ve Başbakan’ı doğrudan seçmezler. Buna ek olarak, hükümetin güvenoyu alamaması veya siyasi krizler nedeniyle güvenoyunu kaybetmesi durumunda, Başbakanlar kısa sürede değişebilir. Ancak burada unutulan bir faktör, Başkanlık sisteminde senatör veya temsilcilerin de Başkan’la eşit derecede demokratiklik iddiasında bulunabilme hakkıdır. Kendileri de halk tarafından seçilen senatör ve temsilcilerle Başkan’ın ilişkilerinin ayarlanması her zaman kolay olmayabilir. Başkanlık sisteminde ortaya çıkan “Deadlock” veya “Gridlock” adı verilen yasama (Kongre) ve yürütme (Başkan) arasındaki kriz durumları, sistemi kilitleyebilir ve siyasal hayatı son derece olumsuz etkileyebilir. Başkan’ın önceden belirlenmiş sabit bir görev süresinin olması da, Başkan’ın ölümü veya siyasi kriz gibi durumlarda ciddi sıkıntılar yaratabilir. Oysa parlamenter sistemde, kabine ve Başbakan değişikliği ile bunları çözmek çok daha kolaydır. Linz’e göre; paradoksal bir yapıda olan Başkanlık sistemi, “personalismo” (iktidarın kişiselleşmesi) durumlarına fazlasıyla açık bir yapıda olmasına karşın, bir yandan da krallığa ve monarşik yönetimlere dönüş korkusu içerir. Bu, paradoksal yapının temelini oluşturur. Başkanlık sistemlerinde uygulanan “zero-sum elections” ve “winner takes it all” (“kazanan herşeyi alır”) mantığı da demokrasi açısından zararlı olabilir. Oysa parlamenter sistemlerde uygulanan “nispi temsil” sistemi (“pr” veya “proportionate representation”), demokrasiye çok daha yatkın bir model olarak düşünülebilir. Ayrıca Başkanlık sisteminde ortaya çıkan Bakanlar Kurulu (Kabine) sistemi de demokrasi açısından daha sakıncalıdır. Böyle bir sistemde, Bakanların Başkan karşısındaki özerkliği son derece sınırlıdır. Oysa parlamenter sistemde, özellikle koalisyon hükümetleri dönemlerinde, Bakanlar son derece güçlü ve etkili olabilir ve Başbakan’ın gücünü dengeleyebilir; dolayısıyla iktidarın kişiselleşmesini önleyebilirler.

Linz’in bu fikirlerine ek olarak, José Antonio Cheibub ve Fernando Limongi’nin “Democratic Institutions and Regime Survival: Parliamentary and Presidential Democracies Reconsidered” makalelerinde[4] dile getirdikleri bir husus da akıldan çıkarılmamalıdır. Şöyle ki; 1946-1999 yılları arasında Başbakanlık sistemlerinde çöküş ve diktatörlüğe dönüşme oranı 23’te 1 iken, aynı oran parlamenter sistemler açısından 58’de 1’dir. Dolayısıyla, istatistiki açıdan parlamenter sistemler çok daha demokratik ve başarılıdır.

Tüm bunlar dışında, Cumhurbaşkanı Erdoğan da dâhil olmak üzere, bugün Türkiye’de Başkanlık sistemi isteyenlerin ortaya koyabildikleri somut bir gerekçe olmaması dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu konuda ortaya somut bir delil koyabilirse, zaten halk desteği ve entelektüel çekinceleri de doğal olarak ortadan kalkar. Lakin Erdoğan, bu konuda top çevirmekte ve somut bir şey söyleyememektedir. Parlamenter sistemde Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunları yaratan faktörler nelerdir? Bu soru, halen cevap beklemektedir. Ayrıca Erdoğan ve Kuzu’nun savunduğu Başkanlık modeli, ABD Başkanlık sistemi ile de aynı değildir. ABD’de, federatif bir yapı üzerine kurulu bir Başkanlık sistemi vardır ve yerel demokratik unsurlar çok güçlüdür. Oysa Türkiye’de istenilen ve adına “Türk tipi Başkanlık” denilen sistem, anlaşıldığı kadarıyla Kazakistan ve Azerbaycan gibi ülkelerden güçlü Başkanlık sistemini, Suudi Arabistan gibi ülkelerden de İslami unsurları alacak bir yarı-teokratik katı Başkanlık modeli olacaktır. Bu sistem, ne Türkiye’ye, ne de dünyaya hiçbir fayda getirmez ve hatta Türkiye’yi büyük bir felakete sürükleyeceği bile iddia edilebilir…


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Hakkında bilgiler için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Burhan_Kuzu. Twitter hesabı için; https://twitter.com/burhankuzu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder