Sayfalar

20 Temmuz 2023 Perşembe

Kısa Almanya Tarihi


Giriş

Bu yazıda, Almanya tarihine aşina olmayanlar için Almanya tarihi kısaca özetlenmeye çalışılacaktır. Bu kapsamda, yazı, Alman tarihini Ön Germenler, Roma Dönemi, Ortaçağ, Mezhepçilik Çağı, Mutlakıyetçilik Çağı, Sanayileşme Çağı, Demokrasi ve Diktatörlük, İki Almanya Dönemi ve 1990 Sonrası Çağdaş Almanya şeklinde 9 alt bölümden oluşacaktır. Yazıda, birçok internet kaynağının yanı sıra, Mary Fulbrook’un Almanya’nın Kısa Tarihi ve James Hawes’un Kısa Almanya Tarihi adlı kitaplarından yararlanılacaktır. Yazıda, önemli tarihsel figür ve olayların resimlerine de yer verilerek, genç okurlara Alman tarihi öğretilmeye çalışılacaktır.

1. Ön-Germenler

Tahminlere göre, MÖ 500 yıllarında, Avrupa’daki Hint-Avrupa nüfusunun bir kolu (ön-Germenler), sessiz harfleri diğer Avrupalı topluluklardan daha farklı telaffuz etmeye başladılar. Germen kavimlere özgü bu ses kaymalarına daha sonradan Grimm Kardeşler’in[1] çalışmaları nedeniyle “Grimm Yasası” adı verilecektir. O dönemlerde yazılı tarihe geçmiş olan Akdeniz topluluklarıyla temaslarının olmaması nedeniyle, ön-Germenler adı verilen kabileler hakkında tarihi bilgilerimiz sınırlıdır. Ancak MÖ 150 yıllarından itibaren ön-Germenler ile Akdeniz toplulukları arasında etkileşimler başlamıştır. Tesadüf değildir ki, Roma yapımı şarapların tüm Almanya’ya dağılmaya başladığı bu dönemde, Latince “hancı” anlamına gelen “caupo” sözcüğünden türeyen “kaufen”, Germenik dillerde “satın almak” anlamında kullanılır olmuştur. Fakat o dönemlerde Romalıların “barbarlar” olarak tanımladıkları ön-Germen kavimlerinden Cimbri ve Töton kabileleri MÖ 112-101 döneminde Roma’ya korku salmaya başlayınca, ticari ilişkiler bozulmuş ve bu dönemin sonunda General Gaius Marius (MÖ 157-MÖ 86) bu kabileleri yok etmiştir. Alman tarihinin pek bilinmeyen ön-Germenler dönemine ait en önemli bilgi ise, bu dönemde Avrupa/Akdeniz medeniyetleriyle içki ve köle ticaretinin başlamış olmasıdır.

2. Roma Dönemi

Almanya tarihi, bu alanda yazılmış akademik eserlerde daha çok Jül Sezar (Julius Caesar) (MÖ 100-MÖ 44) döneminden itibaren başlatılır. Bu, doğaldır; zira Sezar döneminde yapılan Galya Savaşları sayesinde Sezar ve Romalılar, Germenleri ve yaşadıkları bölgeleri net olarak tanımlayabilmişlerdir. Sezar’ın Galya Savaşları’nı anlattığı ünlü eseri Commentarii de Bello Gallico’da, Ren nehrinin ötesinde ikamet eden kabileler için “Germani” ifadesi kullanmış ve Sezar, Germenlerin daha çok et ve süt ürünleriyle beslenen ilkel avcı toplayıcı ve savaşçı kabileler olduklarını belirterek, onların Roma ve Galyalılarla kıyaslandığında (tarımın gelişmemesi, dini inanç ve ritüellerin gelişmemiş olması, avcılık ve askerlik dışında bir aktivite bilmeyişleri, mesafe ölçülerinin olmayışı vs. gibi nedenlerle) barbar kaldıklarını belirtmiştir. MÖ 58’de Vosges Muharebesi’nde birleşen Germen kabilelerini mağlup eden Jül Sezar, Ren Nehri'ni geçmek için kısa sürede bir köprü inşa ettirse de, ormanlara kaçan Germenleri püskürttükten sonra yaptırdığı köprüyü yıkarak Galya’ya döner. MÖ 55 ve MÖ 53 yıllarında da Sezar Germen kabilelerini katleder; ancak işgal ettiği yerlerde kontrolü sağlayamaz. Bu dönemden itibaren Ren’in batısında Roma medeniyeti varken, doğusunda vahşi kabilelerin olduğu ve Roma’ya düşmanlık güttükleri anlatısı benimsenir. Bu doğrultuda, Ren gözetim altında tutulur ve nehri geçmeye çalışanlar da öldürülür. Bu nedenle, James Hawes, Germenleri, yani Almanları, Sezar’ın icat ettiğini yazmıştır.

Bunların yanı sıra, Galyalılar da doğu komşuları olan Germenlerden bahsetmişlerdir. Nitekim Stoacı düşünür Poseidonios von Apamea da (MÖ 135-MÖ 51) Sezar’dan önce Germenlerden söz etmiştir. Bazı tarihçiler, Poseidonios’un da kullandığı “Germen” veya “Cermen” sözünün Cermen dilinde “mızraklı adam” anlamına gelen “gaizamannoz” kelimesinden türettiğini düşünmektedirler. Bir diğer ihtimal ise, “Germen” tabirinin “hemşeri” veya “erkek kardeş” anlamına gelen bir kelimeden türemiş olduğudur. Toprak bulgularına dayanarak bakıldığında ise, Germenlerin ana vatanının Güney İsveç, Danimarka, Şlezya-Holştayn ve Doğu Aşağı Saksonya olduğu düşünülmektedir.

Jül Sezar ve kitabı Commentarii de Bello Gallico

Romalı tarihçi Tacitus da (MÖ 55-MÖ 116), MÖ 98 tarihli Germania adlı kitabında Almanlar hakkında ilginç bilgiler sunmaktadır. Tacitus, Germen kadınlarının iffetlerini överken, onların bölgesinin yerli halkı olduklarını zira hiçbir başka kavmin yabanıl toprakları, sert iklimi, kaba bir kültürü ve görüntüsü olan Germania’ya göçmeyeceklerini iddia etmiştir. Tacitus, ayrıca ilginç saç biçimlerine sahip Sueviler, Romalılarla ticaret yaparak görece uygarlaşan Hermunduriler, ileride Litvanya olarak adlandırılacak bölgede akıllara durgunluk verecek ölçüde yabani ve sefil yaşayan Fenniler gibi farklı Germenik kabileler arasında ilk ayrımı yapan kişi de olmuştur. Bunların yanında, Tacitus, “Teutans/Teutch” yani günümüzde Almanların adı olarak kullanılan “Deutsch” kelimesini Germenler için yazılı bir kaynakta kullanan ilk kişi olmuştur. Tacitus da Jül Sezar gibi Almanları Romalıların adeta anti-tezi gibi değerlendirmiş ve onların barbar ancak Romalılara kıyasla daha az yozlaşmış olduklarını vurgulamıştır. Bunların dışında, Tacitus, Almanların diğer ırklarla karışmamış saf bir ırk olmaları, nüfus genelinin kızıl saçlı-mavi gözlü olması ve irilikleri gibi özelliklerini de vurgulamış ve günümüzde de geçerli olan Alman stereotipisine dair (her ne kadar kızıl saçın yerini artık sarı saç alsa da) önemli bir temel oluşturmuştur. Tacitus’un bir diğer önemli keşfi ise, ilerleyen yüzyıllarda Alman jeopolitik düşüncesine ve dış siyasetine yön verecek doğu siyasetine (Ostpolitik) dairdir: Germenlerin doğuya dair ne kadar yayılabileceklerine ilişkin belirsizlik. Bu düşünce, demokratik dönemlerde Alman diplomasisi ve firmalarının doğuya açılımları ve Alman Devleti’nin doğu politikasına yön verdiği gibi, demokrasi dışı dönemlerde (Naziler) de Alman jeopolitik düşüncesine doğu ülkelerinin hâkimiyeti ve yeni kaynakların kontrol altına alınması hissiyatını tetiklemiştir.

MS 4. yüzyılda ilk Hıristiyan ve okuryazar Germenler olan Gotlar ise, Alman tipolojisinin oluşumuna katkı sunmuş bir diğer önemli topluluktur. Gotlar, korku filmlerinden mimariye kadar birçok alanda kullanılan “gotik” sözcüğüne kaynaklık etmiş ve korku/dehşet yaratmış bir halktır. Öyle ki, Gotlar, 251 yılında bir Roma İmparatoru’nu (Decius) öldüren ilk barbarlar olmuştur. Bu dönemden itibaren Gotlar başta olmak üzere çeşitli Germen kavimlerinde “Völkerwanderungen” yani Kavimler Göçü olarak bilinen sürece doğru yönelim görülmektedir. Bu yönelimin sebepleri tam olarak bilinmemekle birlikte, iklim değişikliği, nüfus artışı ve Roma’nın zenginliğinin iştah kabartması gibi unsurlardan söz edilebilir. Gotlar özelinde ise, doğudan gelen baskılar da etkili olmuştur. Sonuçta, MS 235 yıllarında Germanya’da Roma tarafından tuzağa düşürülen cahil barbarlar olan Germen kavimleri, MS 526 yılına gelindiğinde Roma topraklarının önemli bir bölümünü denetim altına almış güçlü Hıristiyanlar haline gelmişlerdir.

MS 5. yüzyıla gelindiğinde, Roma İmparatorluğu çöküş sürecindeydi. Batı Roma’nın yıkılışıyla birlikte Roma topraklarına yerleşmiş olan Germenlerin Hıristiyanlığa geçiş süreci de başlamış ve Romalılaşmış yeni bir Germen kavmi ortaya çıkmıştır. Yerleşik ilk Germen toplulukları Frankların hükümranlığına girerken, Frank Kralı I. Clovis döneminde Germen kabilelerini birleştirmeyi başaran Merovenj hanedanı, soylular ve Kilise ile kurduğu ittifakla bu dönemde homojenleşme sağladı. 751’de Merovenj hanedanı yerine Pepin’le birlikte Karolenj hanedanı başlamışsa da, bu dönemde bile bugünkü Almanya topraklarında ekilip biçilen toprak alanı yüzde 2 düzeyindeydi. Bu bağlamda, Mary Fulbrook ve birçok tarihçiye göre, Almanya tarihini başlatmak için ideal dönem Şarlman veya Charlemagne’ın batıda Roma İmparatorluğu’nu tekrar kurduğu 800 yılıdır. Bir diğer görüşe göre, 911’de Karolenj hanedanı da tarihe karışınca, Frankenya Dükü I. Konrad’ın ilk Alman Kralı olarak seçilmesi Alman tarihinin gerçek başlangıcına delalet eder. Birçok diğer tarihçi ise, bu kadar erken tarihlerde bir Almanya Krallığı olduğuna dair kuşku duyduklarını ifade etmişler; buna kanıt olarak da Töton Krallığı (Regnum Teutonicum) ifadesinin ancak 11. yüzyılda kullanılmaya başlanmasını göstermişlerdir. 14. yüzyıldan itibaren “Deutsche lande” (Alman toprakları) ifadesi yaygın kullanıma kavuşsa da, Ortaçağ boyunca farklı Germen toplulukları için “Regnum Alamannae”, “Regnum Germaniae”, “Teutonicae” veya “Romanorum” gibi ifadelerin kullanıldığı bilinmektedir.

3. Ortaçağ

Şarlman’ın tahta çıkışıyla birlikte Sezar’ın tahtında artık bir Alman oturuyordu ve bütün Batı Avrupa bir Alman şehrinden yönetiliyordu. Ancak paradoksal bir şekilde Alman kültürü ve dili bu dönemde dışlanmış ve bunun yerine idare, hukuk ve ibadet gibi alanlarda Latince tercih edilmiştir. Hatta Şarlman’ın özel hayatında bile Almanca konuşmadığı yazılmıştır. Şarlman dönemi, İmparatorluğun doğu sınırlarında yeni bir halk olan Slavların da tarih sahnesine çıktığı dönemdir. Şarlman’ın 814’teki ölümünden sonra ise, Alman toprakları, Latinler ve Slavlar arasında paylaşılmıştır. Şarlman’ın torunları Alman Louis ve Kel Charles, 842’de öteki kardeşleri Lothair’a karşı bir anlaşma yapmak için Strasburg’a gelirler. Bu şekilde ortaya çıkan Strasburg Yemini, dil tarihçileri açısından da kıymetlidir; zira Fransızca ilk kez kayda geçmiş bir dil olarak ortaya çıkmış ve Almanca da diplomatik bir dil olma şerefine erişmiştir. Bir yıl sonra varılan Verdun Antlaşması (843) ile, İmparatorluk, Şarlman’ın 3 torunu Charles, Louis ve Lothair arasında paylaşılır. 870’te ise Louis ve Charles, Lothair’in alanını gelecekte Almanya ve Fransa olacak Batı Frank ve Doğu Frank Krallıklarını oluşturacak şekilde bölüştüler. Lothair’in alanı sadece bir isim -Lotharingia- olarak kaldı. Bu alan, karma bir Franko-Germen-Roma alanı meydana getiren ve günümüz Hollanda, Belçika, Ren havzası, Alsace, İsviçre ve Lüksemburg’a kapsayan genişçe bir alandır. 10. yüzyılda ise, Almanya, Vikingler ve Macar atlılarının saldırılarıyla sarsılır. Bu nedenle, son Karolenj hükümdarı Çocuk Louis veya III. Louis’in iktidarı zayıf kalır.

Louis ölünce, bölgesel ileri gelenler, Alman tahtını Batı Avrupa’da benzersiz hale getiren bir şey yaptılar ve soy ilkesinden vazgeçerek, Germenlerin kadim Kral seçme geleneğini canlandırdılar. Bu sayede, Karolenj hanedanı ile sadece anne tarafından bağı olan Franconia Dükü Konrad’ı (Conrad) yeni Kral seçtiler. Bu dönemden itibaren, Alman tarihi, büyük ölçüde Kral ile soyluların mücadelesine sahne olacaktır. Kral’ın güçlü olduğu dönemlerde veliahtların devam etmesi fikri ağır basarken, Kralların zayıf kaldığı ve bölgesel ileri gelenler ve feodal beylerin güçlü olduğu dönemlerde tahta geçecek kişinin seçimle belirlenmesi anlayışı kabul görecektir. Konrad’dan sonra başa geçen Saksonya Dükü Avcı Henry (Heinrich), daha çok Slavlara karşı doğu sınırlarını güvenceye almakla yetindi. Fakat aynı dönemde Macarları da mağlup etti ve kutsal emanetleri Saksonya’ya getirerek oğlu Büyük Otto’nun kendisi ardından tahta geçmesini sağladı. Bu sayede, Ren, Tuna ve Elbe arasındaki tüm Germanya, ilk kez başka bir yerin Kralı olmayan ve hakkını sadece veraset yoluyla devredecek tek bir hükümdara sahip oldu. Macarları mağlup ederek Doğu sınırlarını güvence altına alan Büyük Otto, gözünü Şarlman’ın tahtına dikmişti. Ancak bir sorun vardı; ne Şarlman’la kan bağı vardı, ne de Batı Frankiya’yı kontrol ediyordu. Bu dönemde, Alman saray mensupları ve din adamları yeni bir fikir geliştirdiler; “translatio imperii” (Krallığın aktarımı) adı verilen bu yeni yaklaşıma göre, Papalığın desteğiyle Otto’nun Roma hükümdarlığı meşrulaştırılabilirdi. Bu nedenle, Otto, İtalya ile ilişki kurmaya ve Papalığı savunmaya çalıştı. Oğlu II. Otto ise daha Roma merkezliydi ve erken yaşta ölünce yerine varis bebek Kral III. Otto geçti. Bu dönemde ayrıca Büyük Slav İsyanı da yaşanacaktır.

919’da Henry’nin tahta çıkışından 1056’da III. Heinrich veya III. Henry’nin vefatına kadar, Ortaçağ Almanya’sını karakterize eden temel unsur, devlet ile Kilise arasındaki görece uyumlu ilişkiler olmuştur. Ancak toplam nüfusun 5-6 milyon olarak tahmin edildiği bu dönemde, ortalama yaşam süreci 30 yıldan biraz fazla ve yaşam koşulları hayli zorludur. 11. yüzyıldaki önemli bir gelişme ise, 1037’de feodal bir kanun maddesi olan “Constituto de feudis” ile küçük fieflerin miras bırakılabilmesinin sağlanması ve bu sayede yüksek soylular ile köylüler arasında bir ara sınıf olarak küçük şövalyeler topluluğunun ortaya çıkmasıdır. Bu dönemde Krallar ile soyluların mücadelesi nedeniyle bir dizi ayaklanma ve iç savaş yaşanacaktır. Sonraki asırlarda Alman tarihine damga vuracak büyük hanedanlar da bu dönemde doğmuştur: Saksonyalı Welf, Bavyeralı Wittelsbach ve Hohenstaufen gibi. Ayrıca 1122 tarihli Büyük Worms Konkordatosu ile, Papalık ve İmparatorluk, yeni icat edilen sembollerle ve Piskoposların kimin tarafından ve nasıl atanması gerektiğine dair anlaşmaya çalıştılar.

12. yüzyılda yaşanan ısınma dönemi ise Avrupa’ya yaradı ve çiftçilerin üretim patlamasına paralel olarak bir nüfus patlaması yaşandı. 1147 yılında, Papalık tarafından Wend Haçlı Seferi ilan edildi. Paganlara yönelik saldırı beklenen sonuçları vermedi; Papalık gözlemcilerine göre, Alman soyluları kendi feodal fetih ve haraç gündemlerini izlemiş ve Kilise’nin daha radikal talimatlarına uymuyorlardı. Kızıl sakalları nedeniyle “Barbarossa” olarak bilinen I. Friedrich döneminde, ikili monarşi anlayışı benimsendi. Kendisi İtalya ve Sicilya’da İmparatorluk yapan Friedrich, Aslan Henry’nin fiilen Almanya hükümdarı olarak görev yapmasına izin verdi. İktidarı paylaşma formülü işe yaradı ve Friedrich’in oğlu VI. Henry döneminde İmparatorluk gücünün zirvesine ulaştı. Henry, 1193’te Aslan Yürekli Richard’ı esir alarak, onu, İmparatoru İngiltere’nin feodal lordu olarak kabul etmeye zorladı. Ancak 1197’deki erken vefatı ardından Alman soyluları yeniden sisteme hâkim oldular ve Kral seçme geleneğini canlandırdılar. Yeni Kral seçme sisteminde sadece en güçlü 7 Lord ve Piskopos oy verebilecekti. Bu 7 kişiye Prens-Seçmenler denildi. Bu 7 kişiden üçü Kilise çıkışlı (Mainz, Trier ve Köln Başpiskoposları), dördü ise dünyevi (Bohemya Kralı, Ren Kontu, Saksonya Dükü ve Brandenburg Uçbeyi) otoritelerdi. Nitekim oybirliğiyle seçilen II. Frederick’in iktidarında ihtişam ve gücün zirvesine ulaşıldı. İmparator, artık Almanya, Lombardiya, Sicilya, Burgonya ve Kudüs Kralı, yani “stupor mundi”-dünya harikası idi. Bu dönemde de nüfus artışı devam etmiş ve Almanya nüfusu tahminlere göre 7-8 milyonu bulmuştur.

13. yüzyılda ise, Alman kentleri oluşmaya ve gelişmeye başlayacaktır. Ancak Alman siyasi yaşamında merkezileşme yaşanmadığı için Londra veya Paris gibi büyük bir merkez ortaya çıkmadı (bugün bile Alman şehirlerinin nüfusları birbirine yakındır). Yine de, o dönemde Prag’ın uzun süre İmparatorluğun kalbi olduğu söylenebilir. Tesadüfi değildir ki, Karlstein Şatosu ve Prag Üniversitesi gibi yapılar burada kurulmuştur. Alman şehirleri, surlarla çevrilmiş güvenli yerlerdi, bu nedenle de taşradaki vahşetten kaçan insanlar için sığınılabilecek güvenli bir limandı. Kent yönetimlerinde ise eşitlik yoktu ve birkaç seçkin ve servet sahibi aile yönetime hâkimdi. Bu sayede Almanya bu dönemde merkezi birlikten yoksun olmasına karşın ekonomik olarak gelişti, geç Romanesk mimari eserleriyle doldu ve lirik Alman şairleri (minnesingers), halk destanları ve Saray destanları ile Alman edebiyatı oluşmaya başladı. Zaman içerisinde ise “minnesingers”in yerini daha kentli olan “meistersinger”ler alacaktır. Nünbergli Hans Sachs da 16. yüzyılda bu konuda çok ünlü bir isim haline gelecektir. 13. yüzyılın başlarına ait olan Sachsenspiegel ile Sakson geleneksel hukuku da kayda geçirilmiş ve hukuk sistemi de İngiliz hukukundan farklı olarak gelişmeye başlamıştır. Ayrıca Prag Üniversitesi’nin dışında Viyana (1365), Heidelberg (1386), Leipzig (1409), Tubingen (1447) ve Wittenberg (1502) üniversiteleri de çok erken dönemde kurulmuş ve bilimsel gelişim başlamıştır. Öğrenim dili bu asırlarda Latince olarak kalmış, ayrıca Kilise’nin hâkim konumu devam etmiştir. Buna karşın, eski ruhban entelijensiyasının yanı sıra profesyonel bürokrat, avukat ve seküler akademisyen sınıfları da oluşmaya başlamıştır. Almanya tarihi açısından önemli bir diğer kavram olan “Prusya” ise, Polonya’nın ötesinde yaşayan barbar kavimler için kullanılan “Pruscie” sözünden türemiştir. Modern Gdansk ile modern Riga arasındaki topraklarda yaşayan Baltları mağlup etmek için Rimini Altın Fermanı ile Töton Şövalyeleri veya Töton Tarikatı bu bölgeyi ele geçirince, zaman içerisinde ileride Alman ulusunun temelini oluşturacak yeni bir alt-ulus oluştu: Prusyalılar. Bu döneme dair bir diğer önemli tarihi kavram ise Hansa Birliği’dir. Alman Hansa Birliği, başlıca iki çekim merkezi olan bir tüccar şehirler birliğiydi. Köln, İngiltere ve aşağı ülkelerle ticaret yaparken, Lübeck de Baltık harekâtını denetliyordu. İngilizler Hansa tüccarlarına “Easterlings” (Doğulular) diyordu. Hansa öyle güçlü hale gelmişti ki, büyük devletlere borç ve rüşvet vermeye, hatta Danimarka ve Norveç gibi devletlere savaş açmaya ve kazanmaya başladılar. Devletleşmeyen bir yapının bu kadar güç kazandığı Avrupa ve dünya tarihinde nadirdir ve bu durum günümüz Almanya’sına dahi sirayet eden güçlü tüccar geleneğini yansıtması bakımından önemlidir. Ortaçağ Almanya’sında gelişen ve sonra da etkili olan bir diğer önemli kavram/grup ise “junker”lerdir. Genç Lordlar anlamına gelen junkerler, Doğu Elbiya’nın kolonyal ve güvensiz yapısı içerisinde kendine özgü bir soylu sınıf olarak ortaya çıktı ve Alman tarihine ciddi katkıda bulundu.

4. Mezhepçilik Çağı (1500-1648)

Martin Luther adlı genç bir rahibin 1517 yılında Cadılar Bayramı gününde Elbe Nehri kıyısındaki Wittenberg şehrinde Kilise’nin kapısına “95 Tez” olarak bilinen bildirgesini asması, muhtemelen yapıldığı o gün Avrupa tarihini etkileyecek büyük bir olay gibi algılanmadı. Luther’in düşünceleri iki temele dayanıyordu: (1) Sadece İncil’e dayanmak ve İncil’de yer almayan her türlü uygulama ve görüşten arınmak görüşü (sola scriptura), (2) Sadece inanç ve Tanrı’dan gelen bir armağan sonucunda imana kavuşabileceğimizi savunan ve bunun dışındaki tüm iman çabalarını bu anlamda etkisiz kılan “sola fide” anlayışı. Bu görüşlerden sola scriptura zaten Aziz Augustine’den beri ifade edilen bilindik bir yaklaşımdı. Ancak Luther’in Tanrı’dan vahiy aldığını düşündüğü tuvaletteki bir deneyimi sonrası -ki kendisi gençliğinde üzerine düşen bir şimşekten sağ kurtulunca rahip olmaya karar vermiştir- geliştirdiği sola fide anlayışı, ilerleyen yıllarda, Kilise ritüelleri ve iman pratiklerini (günah çıkarma vs.) değiştirmesi anlamında tarihi bir dönüm noktası olacaktır. Avrupa tarihindeki bu sürece Reform veya Reformasyon adı verilecek ve Hıristiyanlık tarihinde çok farklı değişim ve dönüşümler yaşanacaktır. Ancak Luther’in amacı sanılanın aksine sistemi laikleştirmek ya da Kilise’yi bölmek değil, onu istismardan arındırarak öze dönüşü sağlamak olmuştur.

Martin Luther

Luther’i bu konuda en çok etkileyen husus ise “endüljans” yani para karşılığında afnamelerin satılması olmuştur. Kilise’nin kendisine yönelik bağışlar yoluyla kişilerin, hatta ölmüş akrabalarının günahlarından arınabileceklerini savunması, bu işin iman boyutundan çıkıp bir ticarete dönüştüğü algısını yaratmış ve samimi dindarların hışmına uğramıştır. Öyle ki, Luther’in Wittenberg’de Kale Kilisesi’nin duvarına astığı tezler, birkaç hafta içerisinde Nürnberg, Leipzig, Basel ve kısa sürede tüm Avrupa’da basılmış ve dağıtılmış durumdadır. Luther Roma’ya çağrılır ama daha sonra bu görüşme Almanya’da yapılır. Bu görüşmede tartışma sönümlenmeyince, 1520 yılında, Luther, üç kitapçık yazacak ve görüşlerini daha da geliştirecektir. Papa X. Leo’nun Luther’i aforoz etmeye kalkışması sonrası Luther bu fermanı yakacak, ancak 1521 tarihli ikinci fermanla Luther Kilise’den aforoz edilecektir. Friedrich’in adamlarınca kaçırılarak Wartburg Şato’sunda güvenliği sağlanan Luther, daha sonra İncil’i herkesin anlayacağı basit dile çevirmek için çalışmalara başlamıştır. Luther’in görüşleri iki yönden çok etkili olmuştur: 1-) Sadece inanç anlayışı temelinde kurtuluşun Tanrı’dan gelebileceğini kabul etmek, 2-) Tek kaynağı İncil olarak belirleyerek, ruhban sınıfın otoritesini sarsmak. Bu anlamda, Luther, din adamlarının evlenmemesi geleneğini de yıkarak evlenmiştir. Tabii ki Luther’in görüşleri her açıdan tutarlı değildi ve bu nedenle onu takiben birçok farklı anlayış ve ekolde Protestan mezhebi ortaya çıktı. Ancak her ne olursa olsun, Luther’in yeni yaklaşımı, 754’ten beri devam eden Kilise-Devlet dengesi ve iş birliğini bozuyordu. Nitekim bu nedenle, Avrupa, ilerleyen yıllarda Katolik Kilisesi’ne bağlı kalan bölgeler ile Protestanlık mezheplerini destekleyen bölgeler arasında bölündü.

Luther’in görüşlerinin nasıl bu kadar kısa sürede bu kadar yayılabildiği ve başarılı olduğu oldukça popüler bir tartışma konusudur. Bu açıdan kuşkusuz bu dönemde matbaanın yaygın şekilde kullanılıyor olması önemlidir. Nitekim Luther’in görüşleri kısa zamanda birçok Avrupa şehrinde yayınlanmış ve insanlara ulaşmıştır. İkinci olarak, Luther’in çok üretken ve yetenekli bir polemikçi din adamı olduğu söylenmelidir. Zira neredeyse her iki haftada bir broşür yayınlayan Luther, yayınlarında Papa’yı Deccal’e benzetecek kadar sert muhalefet ediyor, bu şekilde yapılmış karikatürlere yer veriyor ve halkın ilgisini çekmeyi başarıyordu. Elbette Katolik Kilisesi ve ruhban sınıfına karşı asırlardır birikmiş olan öfke de bunda fazlasıyla etkiliydi. Bir diğer önemli husus da, İmparator V. Karl’ın o dönemde Luther’den ziyade Türk (Osmanlı) tehdidi ile başa çıkmak zorunda olmasıydı. Neticede, iç savaşlar, savaşlar ve güç mücadelelerine dayalı yepyeni ve farklı bir dönemin kapılarını açan Luther, bu bağlamda sadece Almanya değil, tüm Avrupa ve hatta dünya tarihini dahi değiştirecek bir süreci başlatmıştır. Öyle ki, ünlü Alman sosyolog Max Weber, ilerleyen asırlarda Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ile farklı itikadî yorumu sayesinde dünyevileşmeyi sağlayan Protestanlık mezhebinin ortaya çıkışı arasındaki ilişkiyi irdelemiştir.

Luther’in çabalarına rağmen, aslında Avrupa’da birçok Prens, Reform sürecini dini nedenlerden daha çok siyasi ve ekonomik saiklerle benimsemiştir. Papalığın yargı yetkisinden çıkmak, benzer şekilde Katolik Kilisesi’nin vergilerinden kurtulmak gibi dünyevi sebepler de bu tercihte etkindir. Birçok Alman şehrinde bu süreç görece barışçıl geçerken, Münster’de Anabaptist Leydenli Jan’ın ortak mülkiyet, çok eşlilik ve teröre dayalı bir teokratik yönetim kurmasının ardından kanlı olaylar yaşanmıştır. Anabaptistlerin katliamıyla sona eren bu sürecin dışında, Cenevre’de Jean Calvin adlı Fransız bir din adamının başlattığı süreç, Lutheryanizm veya Luthercilik’ten farklı daha farklı bir Protestanlık kolunun oluşumuna kaynaklık etti. Calvin’in görüşlerine dayanan Kalvinizm veya Kalvincilik, yalnızca Katolik Kilisesi’nin klasik iyi işler yaparak kurtuluşa erme düşüncesini reddetmiyor, aynı zamanda Luther’in sadece iman yoluyla kurtuluşa erebileceği tezine de karşı çıkıyordu. Calvin’e göre, yüce ve kadir-i mutlak Tanrı, her bireyin seçilmişlerden mi, yoksa lanetlenmişlerden mi olduğunu önceden yazmıştı. Bu bağlamda, fanilerin yazılmış kaderlerini etkilemek için yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Bu nedenle, Kalvinistler, farklı kişilerin Tanrı’nın seçtiği kişilerden biri olup olmadığını anlamaya yönelik farklı bir teolojik yaklaşım benimsiyorlardı. Bu dönemde, ayrıca, Katolikler ile Protestanlar arasında bir güç mücadelesi yaşanmasını önlemek amacıyla bazı girişimler de yapıldı. Örneğin, Luther’in Wittenberg’den meslektaşı olan Philippe Melanchton, “Augsburg İman İkrarı” adı verilen ve Katoliklere imtiyaz sağlayan bir metin hazırladı. Ancak bu çabalara rağmen farklı Prenslikler arasındaki iş birliği ve rekabet algısı hızla büyüdü ve 1531’de Protestanlar Schmalkalden Birliği’ni kurdular. Önceleri 6 Prens ve 10 şehri kapsayan birlik, zamanla tüm Protestanların birliği haline geldi. Luther’in ölümü ardından 1548 Augsburg İnterimi ve 1555 Augsburg Barışı da mezhepsel rekabet sorununu çözemedi; bireysel dini özgürlük anlayışından ziyade, Prenslerin kendi bölgelerindeki mezhebi belirleme anlayışı getirildi.

Katolikler, 1555 statükosunu hiçbir zaman kabul etmediler ve Trent Konsili’nin (1545-1563) kaybettikleri zemini yeniden kazanmak için harekete geçtiler. Kilise, bu defa Cizvitlerin Almanya’da başlattığı kampanya ile okullar, dini okullar ve üniversiteler ile atağa geçmişti. Viyana merkezli Kapüsen tarikatı da bu konuda şevkliydi. Bu sayede Avusturya ve Bavyera karşı-Reform merkezleri haline geldiler. Bu süreçte farklı Protestan mezhepleri arasındaki farklılıkların derinleşmesi de olmuştur. Bu dönemde ayrıca köylü isyanları da yaşanmış ve Almanya, siyaseten ve ekonomik olarak gerilemiştir.

İşte bu ortamda, 1618-1648 döneminde Otuz Yıl Savaşı veya Otuz Yıl Savaşları yaşanmıştır. Genel adı bu olan kapsamlı süreçte, mezhep çatışmaları, yerel yöneticilere karşı halk ayaklanmaları, prensliklerin merkezi İmparatorluğa direnmesi ve farklı devletler arasındaki çatışmalar gibi birçok farklı olay aynı anda meydana gelmiştir. Nitekim bu süreçte İspanya-Hollanda, İsveç-Polonya ve Fransa-Habsburg çatışmaları da yaşanmıştır. Otuz Yıl Savaşları’nın temelinde, Augsburg Barışı’nın çözümsüz bıraktığı sorunlar vardır. Bunlar arasında Kalvinistlerin tanınmaması ve Kilise rezervi gibi konular ön plandadır. Nitekim Protestan Birliği’nin ardından -savaşlar öncesinde- Katolik Birliği de kurulur ve askeri kamplaşma sertleşir/yaygınlaşır. Augsburg Barışı gereği sayıları 100’ün üzerinde olan Alman Prensliklerinin Katoliklik ve Luthercilik arasında serbest bir seçim yapabilecekleri hükmüne varılmış olmasına rağmen, buna uyulmaması nedeniyle 1618’e gelindiğinde savaş ortamı oluşur. Savaşın nedeni görünürde mezhepsel farklılıklar olsa da, savaşa katılan devletler ve Prenslikler aslında kendi çıkarlarını gözetmiş ve bu nedenle savaş sonrasında ulus-devlet sistemine gidişi ve sekülerleşmeyi başlatan Vestfalya dönemi başlamıştır. Nitekim savaşın sonucunda, Protestanların zaferiyle birlikte, 1648 tarihinde Vestfalya Antlaşması veya Vestfalya Barışı imzalanmış ve Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu (Avusturya ve Almanya) birçok küçük Prensliğe ayrılarak, Kral’ın yetkileri kısıtlanmıştır. Savaş sonrasında Almanya’nın durumunu ünlü bir Fransız yazar olan Voltaire’in şu sözleri çok güzel özetlemektedir. “Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu artık ne Kutsal, ne Romalı, ne de İmparatorluktu”...

5. Mutlakıyetçilik Çağı (1648-1815)

1648 Vestfalya Antlaşması veya Vestfalya Barışı ile birlikte Almanya ve Avrupa tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Barış antlaşması, iki büyük Hıristiyan mezhebi (Katolisizm ile Protestanlığın farklı kolları) ve İmparatorluk ile Prensler arasındaki bir uzlaşıyı yansıtmaktadır. Antlaşma ile Almanya içişlerindeki sorunlar büyük ölçüde çözülse de, Fransa ile İspanya arasındaki rekabet devam etmiştir. Vestfalya Antlaşması’nı oluşturan Münster ve Osnabrück antlaşmaları çok sayıda koşul içermektedir. Alsace’ın bazı bölgeleri Fransa’ya verilmiş, İsveç Batı Pomeranya’yı almış, Brandenburg, Saksonya ve Mecklenburg’un her biri toprak kazanmış, ancak Lorraine gibi birçok bölgenin statüsü de belirsiz bırakılmıştır.

Antlaşma, din ile siyasetin ayrışması bağlamında sekülerleştirici bir etki yarattı. Savaş sürecinde din ve siyasal çıkarların her zaman örtüşmeyebileceği anlaşıldı. Bu bağlamda, artık Avrupa’da mezhepçilik çağı bitiyor ve mutlakıyetçilik çağı başlıyordu. Daha da önemlisi, devletlerin kendi egemenlik alanları ve territoryal bütünlükleri içerisinde mutlak hâkimiyete sahip olmaları ve birbirlerinin içişlerine karışmamaları gibi modern uluslararası siyasetin temelini oluşturan normlar oluşmuş ve gelişim göstermiştir. Bu bağlamda, modern diplomasi ve Uluslararası İlişkiler’in doğuşunun başlangıcı da 1648 Vestfalya Antlaşması’dır denilebilir. Fakat savaştan sonra öyle bir kaos ortamı oluşmuştu ki, ortaya çıkan zayıf ve küçük devletlerin sayısının 1.800 civarında olduğu tahmin ediliyordu. Bunlara 50 özgür kent ve 60 Kilise Prensliği de eklenince, nasıl karmaşık bir denklemden söz edildiği daha iyi anlaşılabilir… Nitekim bu antlaşma, tüm çabalara rağmen Almanya ve Avrupa topraklarındaki savaşları da tam anlamıyla bitiremeyecektir.

Savaşın ardından Avrupa’da Güneş Kral XIV. Louis yönetiminde istikrarlı bir monarşi haline gelen Fransa başat (hegemonik) güç olarak ortaya çıktı. Fransa’ya yakın tüm küçük devlet ve Prenslikler onun gölgesi altında kaldı. Ancak üç büyük Alman hanedanı bağımsızlığını koruyabilmişti, bunlar; Avusturya kolundan Habsburglar, Saksonya’nın Wettinleri ve 1415’ten beri Brandenburg Uçbeyleri olan Hohenzollernler idi. Bu üç devletin şansı ise Fransa’dan görece uzakta olmalarıydı. Nitekim bu devletlerden sonradan Prusya adını alacak olan Hohenzollernler kontrolündeki Brandenburg, hiç de ümit vermeyen bir durumda olmasına karşın, ilerleyen yıllarda güçlü bir devlet haline gelecek ve modern Almanya’yı kuracaktır. Bu dönemde Hohenzollern hanedanının şansı, uzun ömürlü erkek hükümdarların peş peşe gelmesi sayesinde (örneğin, Büyük Elektör Friedrich Wilhelm (1640-1688), Elektör III. Friedrich veya Kral I. Friedrich (1688-1713), Asker Kral I. Friedrich Wilhelm (1713-1740) ve Büyük Friedrich olarak bilinen II. Friedrich (1740-1786) gibi hükümdarlar) istikrarlı bir yönetime sahip olmalarıdır. Yine de Almanya’nın hemen hemen her bölgesinde ve Brandenburg’da dahi kültürel alanda Fransa’nın hâkimiyeti sürmüştür. Öyle ki, Büyük Friedrich Almanca’nın yarı-barbar bir dil olduğunu yazmış ve Fransızca’yı Prusya Sanatlar Akademisi’nin resmi dili yapmıştır. Friedrich’in Berlin dışında yaptırdığı sarayının adı bile Fransızca’dır: “Sans Souci”. Bu dönemde yaşayan Johann Wolfgang Goethe (1749-1832) ise, Fransız akılcılığını küçümseyen ve duyguları ve doğayı önemseyen yeni yaklaşımı ile Alman kültürü ve edebiyatının oluşumuna büyük katkı yapmıştır. Genç Werther’in Acıları ile edebiyat dünyasını sarsan Göethe, ilerleyen yıllarda Faust ile efsaneleşmiş ve Almanya’nın Shakespeare’i haline gelmiştir. “Duygular, bütün mesele budur!” diye yazan Göethe, adeta Alman kültürünün rönesansını veya yeniden doğuşunu sembolize etmiş ve sonradan gelişecek olan Alman idealizminin de bir nevi temellerini oluşturmuştur. Göethe ile beraber bu döneme damgasını vuran bir diğer isim de Schiller’dir (1759-1805).

Göethe

Bu dönemde ortaya çıkan Alman entelektüellerinde, evrenselciliğe yönelik bir tepki olduğu görülür. Bunun sebebi ise, bu kişilerin, evrenselcilik adı altında Fransız kültürünün hâkimiyetinin olduğunu düşünmeleridir. Bu fikir zaman içerisinde Almanya’da kök salmış; Alman seçkinlerinin Fransızlaştıkları ve ancak Fransızlaşmamış veya bozulmamış olan eğitimsiz, kaba saba “Volk” mensubu halktan kişilerin gerçek Alman oldukları düşünülmüştür. Özellikle Johann Gottfried Herder’in adıyla anılan bir tür kültürel milliyetçiliğin doğduğu ve Alman kültürüne dair tutkulu bir arayışın başladığı bu dönem, tesadüfi değildir ki, Prusya’nın Alman yurtseverlerinin odağı haline gelmesi ve yükselişinin başlamasına tanıklık edecektir. Fransız yazar Voltaire’in Prusya hakkındaki şu tespiti de önemlidir: “Diğer devletlerin orduları var, Prusya’da ise ordunun bir devleti var”. Bu bağlamda, kültürü Fransızlaşmasına karşın, ileride Prusya olacak Brandenburg, güçlü bir askeri soygun devleti özelliği de taşıyordu. Bu bölgede “junker” adı verilen genç Lordlar da çok etkiliydi. “Von” adını taşımaya hak kazanan bu genç soylular, bu imtiyazlarını kaybetmemek için ölmeyi bile tercih edebilirlerdi. Nitekim bu kişilerin arasından olağanüstü subaylar çıktı ve Friedrich’in iktidarını güçlü kılan temel öğe de junkerlerle kurduğu bu denge oldu. Nitekim 1756-1763 dönemindeki Yedi Yıl Savaşı ile birlikte Prusya’nın askeri yenilmezliği efsanesi oluşmaya başladı. Bu dönemin tarihçileri, sağlam ve güçlü iradesi olan bir Kral, uğruna ölmeye hazır disiplinli askerleri ve Junker subayları sayesinde Prusya’nın girdiği her savaşı kazandığını yazdılar. Ancak gerçekte bu dönemde de Friedrich ve Prusya’nın Ruslar ve Avusturyalılar karşısında birçok askeri mağlubiyeti olmuştur. Hatta bu dönemde Britanya’nın Fransa’ya karşı yaptığı yardımlar ve Rus Çariçesi Elizabeth’in ölümü olmasaydı, Prusya’nın başarı şansı hiç olmayabilirdi.

Bu dönemlerde Almanya’da dikkat çeken bir diğer siyasi entite ise Württemberg Dükalığı olmuştur. Buradaki nüfuz sahipleri, 17. yüzyıl sonu ila 18. yüzyılda kalıcı ordu kurup mali bağımsızlık elde etmek isteyen düklerin çabalarına karşı koyabilmişlerdir. Württemberg, 19. yüzyılda modern Almanya’nın kurulmasına dek işleyen bir meclis geleneğini oluşturması bakımından da diğer Alman devletçiklerinden ayrışmış ve bu demokratik yönüyle İngiltere ile kıyaslanmıştır. Hükümdarların Württemberg’de mutlakıyetçi yönetim kuramamalarının çeşitli sebepleri vardır: 1-) Soylular, 1514’te dükalıktan vazgeçmiş ve hükümdar için potansiyel aristokrat desteği ihtimalini ortadan kaldırmışlardır, 2-) Tarım ve zanaat işlerini bir araya getirmiş olan görece bağımsız bir köylü sınıfı, köy mahkemeleri gibi olgularda görülen köklü ve güçlü bir yerel otonomi geleneği geliştirmişlerdi.

Mutlakiyetçi dönemin kapanışına sahne olacak en önemli olaylar silsilesi ise kuşkusuz 1789 Fransız Devrimi ile başlamış ve sonrasında yaşanan Napolyon Bonapart dönemi (Napolyon Savaşları dönemi) ile devam etmiştir. 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin ardından Avrupa monarşileri Cumhuriyetçi Fransa’yı yıkmaya çalışmış, ama bunda başarılı olamamıştır. Nitekim Prusya 1792’de Valmy’de devrimci Fransa ile anlaşma yapan ilk Avrupa monarşisi olmuştur. Napolyon ise, Kutsal Roma İmparatorluğu’na ebediyen son vermek amacıyla Avusturya İmparatoru II. Frances’i tahttan feragat etmeye zorladı. Fakat sonra Prusyalıları hayal kırıklığına uğratan bir hamleyle Bavyera, Württemberg ve Saksonya’nın Prusya’nın eşiti olan özgür Krallıklar olduğunu ilan ederek, Ren Konfederasyonu’nu yarattı.

Almanya’da birçok kişi Napolyon reformlarını olumlu karşıladı. Buna aristokratik imtiyazların sona ermesi ve Yahudileri de kapsayacak şekilde kanun önünde eşitlik anlayışının benimsenmesi bile dahildi. Örneğin, önce de bahsi geçen ünlü yazar Göethe bu kişilerden biriydi ve Napolyon’un “légion d’honneur” madalyasını gururla taşıyordu. Prusya’yı 1806’da askeri olarak mağlup eden Napolyon, aslında Prusya tahtını tamamen yok etmeyi düşünüyordu. Ancak daha sonraları barış yapmak istediği Rus Çarlığı’nın Doğu Elbiya’daki uygusu olarak Prusya’nın varlığını sürdürmesine imkân tanıdı. Yıkılmanın eşiğine gelen Prusya’yı kurtaran ise Avusturya’nın yaptığı ölümcül hata oldu. Napolyon’un yenilgisinin ardından ise, 1815 Viyana Kongresi ile yeni bir dönem başlayacak ve Avrupa, sanayileşme çağına girecekti.

Fransız Devrimi, tüm dünyada olduğu gibi Almanya’da da derin ve geri dönüşü olmayan izler bırakmıştır. Siyasal olarak, önceden başlamış olan kültürel milliyetçiliğin daha siyasi bir temel kazanması bu dönemde başladı. Yerel bağlılıklar henüz daha ön planda olsa da, Devrim’in milliyetçilik fikrinin Alman entelektüellerini de etkilemiş olması muhakkaktır. Buna karşın, Devrim’in ilerleyen sürecinde baş gösteren “terör rejimi” ve uygulamaları, İngiltere’ye benzer şekilde Almanya’da da bir tür devrim korkusunun oluşmasına zemin sağlamıştır. İngiltere’de ünlü muhafazakâr düşünür Edmund Burke’ün “Tüm vakalar bir araya gelse bile Fransız Devrimi’nin yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı hadisedir” dediği Fransız Devrimi, Burke’e benzer şekilde bazı Alman entelektüellerinde de devrim, şiddet ve hızlı değişim-dönüşüm karşıtı eğilimleri tetiklemiştir. Ayrıca yine bu dönemden başlayarak İngilizce’nin Germen dil grubuna ait olmasından kaynaklı olarak bu iki ülke arasında kültürel yakınlıklar da oluşmuş ve iki milletin birbirlerine “kuzen” olarak yaklaşması anlayışı birçok kişide hasıl olmuştur.

Bu döneme dair unutulmaması gereken bir diğer husus ise Almanya’da klasik müziğin gelişimi konusunda yaşanan ilerlemedir. Johann Sebastian Bach (1685-1750), Carl Philipp Emanuel Bach (1714-1788), Joseph Haydn (1732-1809), Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1827) ve Ludwig van Beethoven (1770-1827) gibi birçok Alman kökenli bestecinin ortaya çıktığı bu dönem, Alman medeniyetinde yaşanan ilerlemenin somut bir ispatı olmuştur. Nitekim 18. yüzyıl kapanırken Almanya “Land der Dichter und Denker” (şairler ve filozoflar ülkesi) olarak tanınmaya başlamıştır ki, Viyana ve Leipzig gibi şehirler, bu dönemlerde önemli müzik merkezleri haline gelmişlerdir. Yani bu dönemin çelişkili kültürel mirası değerlendirildiğinde, bir yandan hâkim Fransız kültürünün devam ettiği ve hatta bazı uygulamalarla yaygınlaştırıldığı, fakat diğer yandan da Alman öz kültürünü geliştirmek yönünde iradenin oluştuğu söylenebilir. Bu bağlamda, tarih, zaten bir şeyi bitip ertesi gün diğerinin başladığı bir süreç değildir ve olamaz. Bu nedenle, tarihsel değişim ve dönüşümleri uzun bir süreçte değerlendirmek gerekir.

6. Sanayileşme Çağı (1815-1918)

1815 Viyana Kongresi’nin ardından, Avusturya Başbakanı Klemens von Metternich ile özdeşleşen “Avrupa Uyumu” veya “Avrupa Ahengi” (Concert of Europe) dönemi başlamış ve yaklaşık bir asır (99 yıl) boyunca Avrupa’da büyük savaşların çıkması önlenmiştir. Bu durum, kuşkusuz Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ile son bulacaktır. Almanya’da 1815’ten 1848’deki büyük devrimlere kadar geçen sürece siyasal tarihte “restorasyon” veya “Mart öncesi” (Vormarz) adı verilir. Aslında bu isimlendirme hatalı olabilir; zira yeni kurulan sistem Napolyon dönemi öncesine dönüş değildir, benzer şekilde bu dönemde yaşanan gelişmelerin 1848 devrimlerinin öncesindeki dönem olarak değerlendirilmesi de hatalı olabilir. Bu nedenle, 1815-1848 dönemi, özünde bir geçiş dönemidir.

Siyasi açıdan değerlendirilirse, Alman Konfederasyonu nihai bir ulusal birleşme yolunda atılmış basit bir adım değildir. Bu dönemde zaten tüm Avrupa’da merkezi yönetimin gelişmesi yönünde pozitif bir ivme görülür. Almanya’da ise merkezi yönetim geleneğinin zayıf ve yerelliğin güçlü olması ulusal birleşme yönünde önemli bir engeldi. Bunu kıracak olan ise Prusya’nın büyümesi olacaktı. Bu nedenle, bu dönemin en önemli gelişmesi, kuşkusuz, Ren ve Vestfalya bölgelerini elde etmesiyle birlikte, Prusya’nın toprak ve nüfusa ek olarak, ekonomik güç ve potansiyel açısından da çok güçlenmesidir. Prusya, bu dönemde bir devletçikten çıkarak Avusturya’yı geride bırakan büyük bir güce dönüşür. Fakat Prusya henüz birleşmiş bir meclise sahip değildir ve Kral II. Friedrich Wilhelm de reform programını durdurmuş durumdadır. Aynı dönemde birçok diğer Alman devletçiği ise (Bavyera ve Baden 1818, Württemberg 1819, Hessen-Darmstadt 1820), anayasa ilan etmiş ve devletleşme ve kurumsallaşma yolunda önemli adımlar atmışlardır.

Bu çağdaki bir diğer çok önemli siyasi gelişme ise 1834’te içerisinde 23 milyonluk nüfusu ve 18 devleti barındıran Alman Gümrük Birliği yani Zollverein’in kurulmasıdır. Buna katılmayan Avusturya ise Habsburg topraklarıyla birlikte kendi Gümrük Birliği’ni kurmuştur. Yine bu dönemde Prusya’nın kullandığı “thaler”in (Prussian Reichsthaler) Zollverein’in ortak para birimi haline gelmesi, Prusya’nın yakın gelecekte Almanya’nın birleştirilmesinde oynayacağı role dair önemli bir sinyaldir.

Hegel

Bu dönemin en belirgin özelliği ise Alman üniversitelerinin gelişimi ve özellikle Felsefe alanında yapılan atılımdır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) ile başlayan Alman felsefe geleneği, ilerleyen yıllarda Karl Marks (Karl Marx) ve Marksist düşüncenin Almanya’da kök salmasıyla daha da gelişecektir. Diyalektik yöntemini geliştiren Hegel, devlete verdiği önemle hem sol, hem de sağ radikal düşünceler için de uygun bir ortam yaratmış ve 20. yüzyıl Almanya’sında komünizm ve Nazizm gibi aşırı akımlar çok güçlü hale gelmiştir. Hegel’in geliştirdiği idealist felsefe sistemi ve diyalektik, o dönemden başlayarak Almanya ve Avrupa’daki entelektüellerin temel referans noktası olacaktır. Bu dönemde üniversiter geleneğin ilerlemesinde Prusya’da Wilhelm von Humboldt tarafından başlatılan orta ve yükseköğretim reformlarının etkisi büyüktür.

Karl Marks

Hegel’in siyasete asıl etkisi ise, kendi yazdıkları kadar, onun yöntemini tersyüz ederek kullanan ve Hıristiyan aleminde aslında Aziz Thomas More’un Ütopya’sından beri var olan eşitlikçi, komünizan düşünce ve duygusal eğilimleri bilimsel bir teori ile taçlandıran Karl Marks (1818-1883) sayesinde olacaktır. Gençliğinde “Genç Hegelciler” grubuna dahil olan Yahudi asıllı Marks, Feuerbach gibi düşünürlerden de etkilenerek, zaman içerisinde Hegel’in düşünce sistematiğini tam anlamıyla altüst etmiş ve ekonomik determinizm temelli yeni bir diyalektik yöntemle (diyalektik materyalizm veya tarihsel materyalizm) Avrupa ve dünyayı sarsacak yeni bir ideolojinin doğuşuna kaynaklık etmiştir: Komünizm. Marks’ın teorisinde, düşünce ve tinin yerini, üretim biçimi ve üretim araçlarına sahip olup olmamaya dayalı olan sınıfsal farklılıklar almıştı. Tüm insanlık tarihini üretim biçimi ve üretim araçlarına sahip olup olmayan gruplar arasındaki mücadele şeklinde yeniden yorumlayan Marks ve kendisinin takipçisi olan Marksistler, sadece Siyaset Bilimi, Ekonomi, Ekonomi Politik, Uluslararası İlişkiler, Sosyoloji vs. gibi sosyal bilimleri değil, tüm siyaset ve diplomasiyi de sarsacak güçte yeni bir akım başlatmayı başardılar. “Praksis” felsefesi gereği, tarihin hem öznesi, hem de bir unsuru olan Marks, siyasal aktivizme de yönelmiş ve işçi örgütlenmelerine destek olarak, önce sosyalizme, daha sonra da komünizme geçiş sürecini yönlendirmek istemiştir. Marks’ın bu konuda en çok şans verdiği ülkeler ise sanayileşmesi ileri aşamaya ulaşmış İngiltere ve Almanya gibi devletlerdi. Oysa komünizan devrimler, ilginçtir ki, ilerleyen yıllarda gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, Rusya ve Çin gibi sanayileşmesi alt düzeyde kalmış devletlerde gerçekleşecektir.

Marks’ın düşüncelerinin ve ünlü eseri Komünist Manifesto’nun da etkisiyle 1848 yılında Almanya ve Avrupa’da 1848 Devrimleri adı verilen devrimci bir süreç yaşanır. Fransa’da Kral Louis-Philippe’in devrilmesine neden olan bu süreç, aslında işçilerinin devrimci ve komünizan talepleri kadar, Almanya’nın birleştirilmesine yönelik milliyetçi tepkileri, hatta eski düzenlemelerin geri getirilmesini isteyen muhafazakâr tepkileri de barındırmaktaydı. Bu manada, Fullbrook, 1848 Devrimleri’nin proleter bir devrim süreci olduğu tezini reddeder. Alman devrimcilerinin bu dönemdeki isteklerine bakıldığında; subaylarını özgürce seçen silahlı milis, kayıtsız-şartsız basın özgürlüğü, İngiliz sistemi mahkemeler, tam bir Alman parlamentosunun açılması, Yurttaş Hakları Yasası’nın ilanı ve onaylanmış anayasa gibi talepler ön plana çıkmaktadır. Bu süreç, kuşkusuz kansız değildi. Örneğin, sadece 18 Mart 1848’de Berlin caddelerinde yüzlerce (300 civarında) gösterici askerler tarafından öldürülecekti. Brandenburg Kapısı’nın önündeki 18 Mart Meydanı’nın (Platz des 18. März) ismi işte bu olaydan gelmektedir. Sürecin sonunda liberal milliyetçi devrimciler avantajlı hale gelmişti; Prusya artık liberal bir Kral’a ve seçilmiş bir meclise (Landtag) sahipti. Bu dönemde Frankfurt’ta geniş ve bütün bir Alman Birliği’nin oluşturulması için Alman parlamentosu-Reichstag da toplandı. Tartışmanın özü; büyük Almanya mı (Avusturya’yı kapsayan ve onun önderliğinde), yoksa küçük Almanya mı (Prusya önderliğinde Avusturya’yı dışlayan) olacağıydı. Ancak her iki seçenek de olmadı; zira Rus despotizminin gücü sayesinde, Alman otokrasisi de yeniden iktidarını kurdu. Artık yeni tartışma Almanya’yı Prusya’nın mı, yoksa Avusturya’nın mı Rusya’nın onayı ile yöneteceğiydi.

Bunlara ek olarak, bu dönemde felsefe dışında Almanya’nın sanatsal gelişimi de derinleşecektir. Öyle ki, Beethoven, Schubert ve Strauss gibi klasik müzik bestecileri, bu dönemin ruhunu belirleyen önemli kişiler olmuştur. Senfonik eserler, Viyana valsleri ve Lieder türü şarkılar, bu dönem oluşan Alman kimliğinde derin etki yaratmıştır. Bu dönem klasik müzik o derece popülerdir ki, sadece elit bir sanatsal uğraş değil, aynı zamanda aileler için bir aile içi meşgaledir. Bu dönemi anlatmak için kullanılan “Biedermeier” terimi üzerinde de durmak faydalı olabilir. Bu kavram, sadece bir mobilya tarzını değil, aynı zamanda ataerkil, baskıcı ve çileci çalışma anlayışına sahip bir orta sınıf atmosferini betimler. Göethe’nin ölümü sonrasında ise edebiyatta bir ortalama taklitçiler kuşağı yetişir ve Novalis, Tieck, Hölderlin, Brentano, von Arnim, Hoffman ve Schlegel Kardeşler gibi isimlerden oluşan bir romantik akım başlar. Bu dönemi karakterize eden roman ise Thomas Mann imzalı Buddenbrook Ailesi’dir. Ayrıca Almanya genelinde festivaller, atıcılık yarışmaları ve jimnastik etkinliklerinin düzenlenmesi ile spor kulüplerinin kurulması vs. gibi önemli ve olumlu gelişmeler de yaşanır. Bu dönemde, benzer şekilde, müze, hayvanat bahçesi, tiyatro ve sanat galerisi gibi kültürel pratikler de yerleşir ve Alman hayatının önemli unsurları haline gelir. Mimaride ve iç mekân tasarımında ise Jugendstil akımı geçerliydi.

Otto von Bismarck

Bu dönemi tarihsel açıdan önemli kılan en mühim olay ise, -hiç şüphesiz- Almanya’nın siyasi birliğini sağlamasıdır. Bu birliğin sağlanması, “Demir Şansölye” Otto von Bismarck’ın (1815-1898) güçlenmesiyle mümkün olacaktır. Liberal milliyetçi dalgaya karşı duramayacağını düşünen Bismarck, bunun yerine onu yönlendirmeyi amaçladı. Kendisi ise, aslında, eski Kraliyet Prusya’sını muhafaza etme konusunda bir Junker kadar kararlıydı. Kararlı ve azimli bir devlet adamı olan Bismarck, Haziran 1862’de Londra’da görüştüğü Britanya’nın gelecekteki Başbakanı Benjamin Disraeli’ye yapacaklarını tam olarak ve açıkça söyledi: “Prusya’nın yönetimi devralacağım ve ilk bahanede Avusturya’ya savaş ilan edeceğim”. Bismarck, Almanya’nın Prusya idaresi altında birleştirilmesini istiyordu. Bu dönemde ülke genelinde de öfkeli bir yurtseverlik duygusu hâkimdi. Bu sayede bir süredir Alman entelektüellerini derinden etkileyen İngiliz hayranlığı da azaldı. Bismarck iktidarı öncesinde zaten Ulusal Birlik (Nationalverein) ve Genel Alman İşçi Birliği (Allgemeine Deutsche Arbeiterverein) gibi girişimler yaklaşan ulusallaşmanın sinyalleriydi. Birleşme konusunda ayak direyen Katoliklerin etkisini “Kulturkampf” (Kültür Savaşı) ile kıran Bismarck, Danimarka, Avusturya ve Fransa’yı askeri olarak mağlup etmiş, Şansölye olduktan sonra da 1871 yılında “birleşme” olarak adlandırılan süreci yönetmiştir.

Prusyalı bir Junker’in oğlu olan Bismarck, Göttingen ve Berlin üniversitelerinde eğitim aldıktan sonra önce bürokrat, sonra da diplomat olarak çalışmıştı. St. Petersburg ve Paris gibi yerlerde kalarak kendisini geliştiren Bismarck, Avusturya’ya karşı Alman birliğini Prusya’nın sağlaması gerektiği görüşünü savunuyordu. Başarıları sayesinde önce Başbakan (1862), sonra da Şansölye (1871) olan Bismarck, hem iç, hem de dış siyasette akılcı adımlar atarak Almanya’nın Prusya önderliğinde birleştirilmesini sağladı. Ancak taç giyen Bismarck’ın iktidarının ilk yıllarında “Gründerzeit” (kurucuların yılları) adı verilen bir ekonomik kriz yaşandı. Bu nedenle ekonomide korumacılığa yönelen Almanya, bu yıllarda anti-Semitizm’in doğuşuna da şahitlik etti. Aslında Avrupa’da birçok ülkede önceden beri var olan anti-Semitizm veya Yahudi karşıtlığı, bu dönemde özellikle bankacılık sektöründe Yahudilerin ön planda olması nedeniyle ekonomik kriz ortamında halk tabanında yaygınlaşmıştır. Bu dönemde Bismarck’ın bankeri Bleichröder bile Yahudi’dir, öte yandan Rothschild’ler gibi gruplar da giderek kötü şöhret kazanmaktadırlar. Büyük bankerler krizden zararsız çıkarken, fakirleşen alt ve orta sınıflarda Yahudi karşıtlığı artmaktadır. Anti-Semitizm, bu dönemden itibaren milliyetçi tarihçi Profesör Heinrich Von Treitschke (1834-1896) gibi isimler sayesinde entelektüel saygınlık da kazanmaya başlamıştır. Von Treitschke, Yahudiler için “bizim talihsizliğimiz” diyor ve onları yoz, korkak ve satıcı zihniyete sahip zayıf karakterli kişiler olarak görüyordu. Benzer görüşler aslında aynı dönemde İngiltere ve Fransa’da da ifade edilse de, ilginçtir ki, anti-Semitizm’in büyümesi için en uygun koşullar Almanya’da ortaya çıkacaktır. Bu anlamda, Naziler ve Adolf Hitler iktidarının temellerini bu dönemde aramak yerinde olabilir. Nitekim 1892 Tivoli programı ile anti-Semitizm Almanya’da devlet siyasetinin bir parçası haline gelmiştir. Bu konuda etkili bir diğer önemli husus ise, Prusya’ya damgasını vuran “Alman militarizmi” olgusudur. Daha önce de belirtildiği üzere, Almanya’yı kuran Prusya için, “devletin ordusu” değil, “ordunun devleti” anlayışı geçerlidir. Alman militarizmi de ilerleyen yıllarda yaygınlaşacak yayılmacı ve anti-Semitik zihniyetin gelişimine katkı sağlamıştır. Nitekim daha çok Naziler dönemiyle anılacak “tek devlet, tek halk, tek Tanrı” (Ein Reich, Ein Volk, Ein Gott) gibi söylemler aslında ilk kez bu dönemde türetilmiştir. Ancak bu trend (Alman militarizmi), aslında kendi anti-tezini de üretiyordu; nitekim bu yıllarda Almanya Sosyal Demokrat Partisi-SPD de hızla güçleniyor ve 1875 Gotha Kongresi’nin ardından Bismarck’ın da tehdit listesine giriyordu. Solun güçlenmesine karşı, Bismarck ve Kayzer I. Wilhelm ise, sosyal güvenlik ve sigorta uygulamaları ve çeşitli toplumcu yasalarla cevap verdiler. Ayrıca sosyalizm karşıtı yasalarla da solun aşırılığı törpülenmeye ve gelişiminin önü kesilmeye çalışılıyordu.

Dış politikada önce Rusya ve Avusturya ile “Üç İmparator İttifakı” kuran Bismarck, ayrıca daha sonradan Avusturya ve İtalya ile de bir üçlü ittifak kurmuştur. Zamanla Almanya’nın yönelimi İngiltere, Fransa ve Rusya karşıtı bir çizgiye doğru kaydı ki, Birinci Dünya Savaşı için uygun koşullar da zaten böyle oluşacaktı. Bu konuda İngiltere’nin Benjamin Disraeli’den sonra Bismarck’a mesafeli William Gladstone’a yönelmesi de etkili olmuştur. Zira Bismarck, aslında Rusya’ya karşı İngiltere ile ittifak içerisinde olmak istiyordu ve bu konuda Hindistan kartını da kullanarak Disraeli ile iyi bir yakınlık sağlamıştı. Ancak Gladstone döneminde İngiltere’de Alman karşıtlığı artınca ve Fransa da Almanya’dan 1870’in intikamını almak isteyince, Almanya, İngiltere-Fransa-Rusya üçlüsüne karşı yıkılma tehdidi yaşayan iki İmparatorluk olan Avusturya-Macaristan ve Osmanlı’yı doğal müttefiki olarak görmeye başladı. I. Wilhelm’in vefatı ardından II. Wilhelm tahta çıktı. Bu dönemde Almanya’nın Rusya karşıtı ve Osmanlı ile yakın ilişkilere yönelen tavrı netleşti. Radikal modernleşmeci Maximillian Harden gibi II. Wilhelm’in eşcinsellerle dolu bir çevrede yaşadığına ilişkin sansasyonel öyküler yazan yazarlar da, bu dönemde Wilhelm’in daha militarist ve milliyetçi olmasına katkı sağladılar. Bu süreçte üç ülkeyi (Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı) yakınlaştıran etkenler ortadaydı: Rusya etkisindeki Panslavizm Avusturya-Macaristan’ı içeriden yıkıyor, Osmanlı ve Müslümanların varlığı ise buna karşı bir bariyer oluşturuyordu. Benzer şekilde, Osmanlı’yı parçalama kararı vermeye hazırlanan Fransa ve İngiltere, dünyanın birçok coğrafyasına hâkim oldukları için, Almanya’nın güçlenmesinin ve sömürgeler elde etmesinin önünde engel teşkil ediyorlardı. Müttefike ihtiyaç duyan Almanya için de, tüm bu gerekçelerle, Viyana ve İstanbul en iyi alternatifler haline geliyordu. Bu nedenle, bu üçlünün yakınlaşması tesadüf değildi.

Neticede, bu dönem Almanya’sına damgasını vuran Bismarck’ın mirasını tartışmak zor bir iştir. Bismarck, bir devlet adamı olarak Almanya’nın Prusya önderliğinde birleşmesini sağlamıştır ki, bu, büyük bir başarıdır. Bismarck döneminde Almanya’nın sanayileşmesi yönünde de ileri adımlar atılmıştır. 1871’de 41 milyon olan Alman nüfusu, 1914’e gelindiğinde 68 milyona ulaşmıştır ki, bu da toplumun geliştiği ve ilerlediğini -ki aynı dönemde Fransa’da nüfus ancak 36 milyondan 40 milyona çıkmıştır- düşündürmektedir. Nitekim bu dönemde Almanya’daki kasaba ve şehirler gelişmiş ve özellikle Berlin hızla büyümüştür. Elektrik kullanımı yaygınlaşmış, Deutsche ve Dresdner gibi yatırım bankalarının desteğiyle devlet destekli ve müdahaleci bir piyasa ekonomisi oluşmuştur. Ancak aynı Bismarck, İngiliz liberalizmi veya demokrasisi ya da Fransız cumhuriyetçiliği gibi bir sistemden ziyade, militarizmin güçlü olduğu otoriter nitelikte bir devlet kurabilmiştir. Bu devlet yapısı da, kaçınılmaz şekilde toplumsal gerilimlere neden oluyordu. Bu bağlamda, Bismarck sisteminin olumsuz etkileri Bismarck sonrasında daha net anlaşılabilecekti. Bu sistemi analiz eden James Hawes, Bismarckizm’in (1) devlete tapma, (2) çatışma yoluyla ilerleme, (3) sahte parlamentolu ve ordu destekli tek adam yönetimi ve (4) emperyal bir diktatörlük temellerine dayandığını yazmıştır.

7. Demokrasi ve Diktatörlük (1914-1948)

Almanya için büyük savaşın yaklaştığı o dönemlerde bir sır değildir. Örneğin, “Genç Moltke” olarak da bilinen General Helmuth Johannes Ludwig von Moltke (1848-1916) -ki kendisi General Helmuth Karl Bernhard von Moltke’nin yeğenidir- 8 Aralık 1912’de “Savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum, ne kadar çabuk olursa o kadar iyi olur.” demiştir. Zira zaten kamplaşma çoktan oluşmuştur: bir tarafta İngiltere, Fransa ve Rusya (İtilaf Devletleri), diğer tarafta ise Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı (İttifak Devletleri). Savaşı tetikleyecek olay ise Saraybosna’dan 1914 yılının 28 Haziran’ında yaşanır. Habsburg varisi Arşidük Franz Ferdinand, Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna gezisi sırasında öldürülmüştür. Avusturya-Macaristan ile Rusya arasındaki gerilim, kısa sürede önce bir Avrupa, sonra da dünya savaşına dönüşecek süreci başlattı. Bu süreç, tam 4 yıl sürecek ve ilk kez bu kapsamda büyük ve modern silahların kullanıldığı bir savaş yaşanacaktır.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda yaklaşık 10 milyon asker ve yine 10 milyon sivil ölmüştür. 20 milyon yaralıyı da katınca, savaşın yıkımı 40 milyonu bulmaktadır ki, bu, o zamana dek görülmemiş büyük bir sayıdır. Savaş sonunda Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Rus Çarlığı yıkılmıştır. Bu üç devletin savaş sırasında ellerinden çıkan topraklarda ise; Polonya, Yugoslavya, Finlandiya ve Macaristan gibi yeni devletler kurulmuştur. Bu özelliği sebebiyle, Birinci Dünya Savaşı; özellikle Avrupa’da siyasi haritaları yeniden çizmiştir. Savaşın sonlarına doğru 1917 yılı Ekim ayında Rusya’da gerçekleşen komünist çizgideki Bolşevik Devrimi, komünizmin Marks’ın teorilerinden çıkarak, somut bir siyasal gerçeklik haline gelmesine yol açmıştır. Benzer şekilde, komünizm korkusu nedeniyle anti-komünist eğilimlerin tavan yaptığı İtalya’da Faşizm ve Almanya’da ise Nazizm gibi yeni ve çok radikal ideolojiler ve siyasi rejimler ortaya çıkmıştır. Savaş sonrasında bozulan uluslararası düzeni yeniden tesis etmek ve bir daha böyle büyük bir savaşın yaşanmaması için İngiltere ve Fransa liderliğinde Milletler Cemiyeti (MC) kurulmuştur. Ancak MC’nin fikir babası sayılabilecek Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) o dönemde uyguladığı izolasyonist dış politikası nedeniyle bu kuruluşa katılmaması, örgütün daha ilk günden veriminin azalmasına yol açmıştır. Savaşı kaybeden devletler ise (Türkiye ve Almanya başta olmak üzere) imzalandıkları ağır antlaşmalarla çok zor durumda kalmıştır. Bu durum da, aslına bakılırsa yakın gelecekte yaşanacak olan İkinci Dünya Savaşı’na zemin hazırlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Sevr Antlaşması’nı müteakiben başarılı bir ulusal Kurtuluş Savaşı veren Türkiye için bu durum nispeten sorunsuz olurken, Versay (Versailles) Antlaşması sonrasında ekonomik ve siyasi açıdan çok güçsüz duruma düşürülen Almanya’da tepkiler tabanda büyümüş ve neticede Weimer Cumhuriyeti’nin çökmesine ve Adolf Hitler diktatörlüğünde Nazi Partisi iktidarına neden olacak tehlikeli bir süreç başlamıştır.

Almanya’da 1918 yılının Kasım ayında meclise dayalı cumhuriyet ilan edildi. Anayasanın hazırlandığı şehrin adıyla anılan ve SPD’li sosyal demokrat siyasetçi Friedrich Ebert’in önderliğinde -ki kendisinin ismi SPD'ye yakın Friedrich Ebert Vakfı'na da verilmiştir- kurulan Weimer Cumhuriyeti, tüm özgürlükçü eğilimlerine karşın, 1918-1933 döneminde yaşayacak kısa ömürlü bir devlet olabildi. Aslında, Weimer Cumhuriyeti, ilerici bir siyasal sistem ve gelişmiş bir refah devletini öngören bir dizi uzlaşmadan oluşuyordu. Ancak Weimer Cumhuriyeti’nin bahtsızlığı, Versay Antlaşması ile eli kolu bağlanmış bir Almanya’nın kurulmuş olması ve bunun da Alman halkınca kabul edilmemiş olmasıydı. Daha anlaşma imzalanır imzalanmaz, “arkadan hançerlenme” retoriği başlamıştı. Versay Antlaşması, Almanya’ya 5 ağır koşul dikte ediyordu: 1-) Savaşı başlatma suçunu kabul etmek, 2-) Müttefiklere muazzam bir tazminat ödemek, 3-) Avrupa dışındaki tüm kolonilerden vazgeçmek, 4-) Çeşitli bölgeleri Avrupalı komşularına teslim etmek, 5-) Silahlı kuvvetlerini çok ciddi oranda kısıtlamak. Bu koşullar, Alman devlet adamları ve siyasal eliti nezdinde hiçbir zaman kabul görmedi ve aşırı bulundu. Zaten Alman halkı da, iyi savaştıkları Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettiklerini düşünmüyorlardı. Bu, aşırı sağ tepkinin tabanda ve özellikle ordu içerisinde büyümesine neden oluyordu. Üstelik böyle bir zeminde bir de yaşanan ekonomik sıkıntılar, hiperenflasyon sorunu ve Yahudilerin sistem içerisinde ekonomik olarak görece avantajlı konumları gibi bir durum söz konusuydu. Yani, insanlık tarihinin en büyük kötülüğünün oluşması için tüm şartlar yavaş yavaş oluşuyordu. Dahası, böyle bir ortamda, sol da, rejimin karşısına demokrasiyi aşan radikal taleplerle geliyor ve rejimi daha da zayıf düşürüyordu. Üstelik Spartakist Hareketi gibi Marksist solun radikal talepleri, komünizmden korkan sermayedarları da ilerleyen yıllarda Hitler ve Nazilerin kucağına itecekti.

Aslında 1924-1928 döneminde Weimer Cumhuriyeti’nde görece bir istikrardan söz edilebilir. 1929’dan 1933’e giden istikrarsız süreçte ise, kuşkusuz, Almanya’daki iç dinamikler kadar, ABD’de Wall Street’in çökmesiyle başlayan 1929 Büyük Buhranı da etkili olmuştu. Weimer Cumhuriyeti döneminde Almanya’nın iki Cumhurbaşkanı olmuştur. Bunlar; 1919-1925 döneminde görev yapan Friedrich Ebert ve 1925-1933 döneminde görev yapan Paul von Hindenburg’dur. Siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar kaynaklı olsa gerek, aynı dönemde tam 12 Başbakan ve 14 farklı hükümet görev yapmıştır. Bunlar; Philipp Scheidemann (1919), Gustav Bauer (1919-1920), Hermann Müller (1920), Konstantin Fehrenbach (1920-1921), Joseph Wirth (1921-1922), Wilhelm Cuno (1922-1923), Gustav Stresemann (1923), Wilhelm Marx (1923-1925), Hans Luther (1925-1926), Wilhelm Marx (1926-1928), Hermann Müller (1928-1930), Heinrich Brüning (1930-1932), Franz von Papen (1932) -ki kendisi sonradan İkinci Dünya Savaşı'nda Ankara'da Büyükelçilik görevinde de bulunacaktır- ve Kurt von Schleicher (1932-1933) olarak sıralanmalıdır.

Paul von Hindenburg

Weimer Cumhuriyeti, daha kurulur kurulmaz hiperenflasyon sorunuyla yüzleşmek zorunda kaldı. Müttefikler, hem yeni ve barışçıl Almanya’nın yaşamasını istiyor gibi görünüyor, ama hem de savaş tazminatı olarak yeni kurulan devletin adeta canına okuyorlardı. Hükümet, savaş öncesinde halktan borçlanan emperyal Almanya’nın borçlarını ödemek için sürekli olarak Reichsmark basmaya başladı. Fakat para bastıkça Reichsmark’ın satın alma gücü düşüyor ve hiperenflasyon yaşanıyordu. Öyle ki, 1914’te 1 dolar 4,2 Reichsmark, 1921’de ise 192 Reichsmark idi. Fransa, tazminatlar karşılığında Ocak 1923’te Ruhr Vadisi’ni işgal edince, tepkiler arttı ve Alman işçiler pasif direnişe geçtiler. Ancak bu da Fransa’dan çok Almanya ekonomisini olumsuz etkiledi. Kasım 1923’e gelindiğinde, 1 dolar artık 4,2 trilyon Reichsmark olmuştu. 1924’te Rentenmark basılarak yeni para birimine geçildi ve pasif direniş sonlandırılarak yeniden üretime başlandı. Saksonya, Thüringen (Türingiya) ve Hamburg’daki sol darbe girişimleri sertçe bastırıldı. Ancak sorun artık sol tehlikeden çıkıp, sağ tehlikeye doğru kayıyordu. Nitekim sağın cenneti olan Bavyera başta olmak üzere birçok bölgede, küçük milliyetçi “volkisch” partilerinden biri olan NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi veya kısaca Nazi Partisi), Birinci Dünya Savaşı gazisi bir onbaşı olan Adolf Hitler (1889-1945) önderliğinde atağa kalkmıştı. Zira Hitler, çok ateşli konuşmalar yapan etkileyici bir hatipti ve o dönemde öfkeyle dolu Alman işçilerini soldan çok aşırı sağ ideolojiye çekmede çok başarılı oluyordu.

Adolf Hitler

20 Nisan 1889 tarihinde Yukarı Avusturya’nın sınır kasabası Braunau am Inn’de vergi tahsildarı sert bir baba olan Alois Hitler’in oğlu olarak doğan Adolf Hitler, 1908 yılında Viyana’da taşınmış ve resim alanındaki yeteneğini fark ederek, ressam olmak umuduyla Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavına girmiştir. Fakat bu sınavı kazanamayan Hitler, Viyana’da fakirlik içerisinde yaşamış ve daha sonra Münih’e taşınarak, Birinci Dünya Savaşı’nda gönüllü olarak Alman Ordusu’na yazılmıştır. Savaşta cephe boyunca mesaj taşıyıcısı olarak görev ifa eden Gefreiter (onbaşı) Hitler, Belçika’nın Ypres kenti yakınlarındaki bir hardal gazı saldırısında ise kısmen kör olur ve tedaviye alınır. Savaş sonrasında birçok gazi gibi öfkeyle dolu olan Hitler, 1919 yılında o dönem henüz adı Alman İşçi Partisi (DAP) olan ve gazeteci Karl Harrer ve çilingir Anton Drexler tarafından kurulan Nazi Partisi’ne katılır. Hitler, Nazi Partisi içerisinde kendi sosyal konumuna benzer nitelikte birçok kişiyle ve yine toplumun üst tabakalarından kişilerle tanışır ve siyasal fikirlerini netleştirmeye başlar. 1920 yılında Nazi Partisi NSDAP adıyla kurulur ve ideolojisi gelişmeye başlar. Bu dönemde partinin milis kuvveti olarak kısaca SA olarak bilinen “Sturmabteilung” veya Fırtına Bölüğü kurulur. SA’ın başına da Hitler’in yakın arkadaşı Ernst Röhm getirilir. Artık parti, komünistlere karşı kendi güvenliğini sağlayan ve karşı saldırılar gerçekleştirebilen saldırgan bir hüviyete kavuşmuştur. Hitler ise, hitabet yeteneği, karizmatik görüntüsü ve gazi kimliğiyle bu partide kısa sürede siyasi lider olarak öne çıkar. Nitekim 1921 yılında partinin yeni lideri olur ve partiyi kitleselleştirmek için çalışmalara başlar.

NSDAP – Nazi Partisi logosu

Hitler ve aşırı milliyetçi arkadaşları, 1923 yılında İtalya diktatörü ve Faşizm’in lideri Benito Mussolini’nin “Roma Yürüyüşü”nden esinlenerek, bir “Berlin Yürüyüşü” yapmak için hazırlıklara başladılar. Lakin “birahane darbesi” veya “Bürgerbräukellerputsch” olarak bilinen 1923 yılı Kasım ayı tarihli bu girişim kısa sürede bastırıldı. Olayda, yaklaşık 2.000 kadar Nazi Partisi mensubu, şehir merkezindeki Feldherrnhalle’ye yürüdüler, ancak bir polis kordonuyla karşı karşıya kaldılar. Burada çıkan çatışmada ise 16 Nazi Partisi üyesi ve 4 polis memuru öldü. O güne kadar pek dikkat çekmeyen ve bilinmeyen bir isim olan Adolf Hitler, bu olaydan sonra ismini ülke çapında duyurdu, fakat aynı zamanda darbe girişimi nedeniyle 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Buna karşın, Landsberg Hapishanesi’nde birkaç ay geçirdikten sonra 1924 yılı Noel’inde serbest bırakılan Hitler, bu olay sayesinde büyük bir popülariteye ulaştı. Daha da önemlisi, Hitler’in hapishanedeyken yazdığı Mein Kampf (Kavgam) adlı kitap, yüzbinlerce kopya satarak Hitler’in ülke çapında bir siyasi lider olarak tanınmasını ve telif gelirleri sayesinde ciddi paralar kazanmasını sağlar. Almanya’da ve birçok ülkede yakın zamana kadar yasaklı olan ve satılmasına engel olunan bu eser, son yıllarda ilginçtir ki (ne yazık ki) yeniden çok satan bir eser haline gelmiştir. Oysa kitapta Hitler’in böbürlenmeleri ve bilimsel temelden uzak ve Nazizm’i oluşturan ırkçı fikirlerinden başka bir şey yoktur. 1933 yılında Hitler Başbakan olunca, kitap, yalnızca o yıl içerisinde Almanya’da tam 1 milyon kopya satacaktır.

Mein Kampf (Kavgam)

Hapisten çıkınca Nazi Partisi üzerindeki gücü daha da artan ve yüce bir lider haline gelen Hitler, SA’dan farklı olarak, kısaca SS olarak bilinen “Schutzstaffel” yani Nazi Partisi Koruma Taburu’nu kurar. SS, Nazi rejimi sırasında yalnızca Alman polis gücünden ve toplama kampı sisteminden değil, güvenlik, etnik kimlik saptama, yerleşim, nüfus politikası ve istihbarattan da sorumlu olacaktır. Paramiliter bir örgütlenme olan SS’in başına da Hitler’in yakın arkadaşı Julius Schreck getirilir. SA’dan daha profesyonel bir yapı olan SS, zamanla partinin ve devletin tek teşkilatı haline gelecek ve SA liderleri ortadan kaldırılacaktır.

Peki, Weimer Cumhuriyeti gibi liberal, özgürlükçü bir devlette, üstelik dünyada caz müziğinin popüler olduğu bir ortamda Hitler ve Naziler gibi aşırıcılar nasıl başarıya ulaşabilmiştir? Bu soruya yanıt vermek halen bile zordur. Ancak bu konuda kesin bilinenler olarak; Almanya’da birçok sermayedar ve toprak sahibinin komünizm ve sol devrim korkusuyla Nazilere destek vermesi, Alman militarizminden kaynaklanan Almanya’nın özel durumu, İngiltere, Fransa ve ABD gibi ülkelerin Alman halkının Versay’a yönelik tepkilerini anlamakta zorlanmaları ve Hitler ve onun iktidarında Propaganda Bakanı yapacağı Joseph Goebbels’in duygulara hitap etme konusundaki muazzam yeteneklerinden söz edilebilir. Ayrıca Alman felsefesinde Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin etkisiyle devletçi geleneğin yerini üstinsan (übermensch) düşüncesinin alması da bu konuda üzerinde durulan hadiselerdendir. Din etkisinin dibe vurduğu bu dönemde, birçok halk, komünizm, Faşizm ve Nazizm gibi aşırı akımlara yönelmişlerdir. Tabii ki, Almanya özelinde Alman halkının çok sevdiği ve kahraman kişilikleriyle nam salmış bazı kişilerin Nazi Partisi’ne katılmaları da etkili olmuştur. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’ndaki kahramanlıkları nedeniyle Alman halkınca çok sevilen Hermann Göring’in Hitler ve Nazilere destek vermesi, bu açıdan önemli bir dönüm noktası olmuştur. Ayrıca şunu da söylemek gerekir ki, Nazi Partisi, aslında hiçbir zaman seçimlerde büyük bir başarı gösterememiştir. Hitler’in büyük popülaritesi ve Mein Kampf’ın başarısına rağmen 1928 seçimlerinde yüzde 2,63 oy alabilen Naziler, 1930’da yüzde 18,25, 1932 Temmuz ayında yüzde 37,27, 1932 Kasım ayında yüzde 33,09 ve 1933 Mart ayında yüzde 43,91 oy alabilmişlerdir. Bu manada, Nazilerin aslında hiçbir zaman Alman halkının yarısının bile desteğine ulaşmayı başaramadıkları söylenebilir.

Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg’u güçlükle ikna edip Başbakan olduktan sonra, Nazi Partisi’nin kirli ve şeytani taktiklerinin etkileri görülmeye başlanır. Naziler, önce NSDAP dışındaki partileri yasadışı ilan ederler. 23 Mart 1933’te Alman parlamentosu Reichstag’ın iddialara göre Hollandalı bir komünist olan Marinus van der Lubbe tarafından yakılmasının ardındansa, bu olay nedeniyle komünistleri suçlayan Hitler, Hukuka Aykırılığı Meşrulaştıran Yasa (Ermächtigungsgesetz) olarak da bilinen Ulusun ve Reich’ın Sorunlarını Düzeltme Yasası'nı geçirir. Bu yasa, bir anlamda Hitler’e Şansölye olarak parlamentonun onayını almadan kanun çıkarıp imzalayarak yasalaştırma yetkisi verir. Kanun, Almanya’da Hitler liderliğinde etkili bir diktatörlük oluşturur ve Hitler’in “Führer” (Ulu Önder) olduğu yeni bir dönem başlar. Bu şekilde, Avrupa’nın ilerici bir demokrasisi olan Weimer Cumhuriyeti, kendisini koruyacak anayasal kurumları oluşturamadığı için, birkaç yıl içerisinde bir askeri diktatörlük hüviyetine bürünür. Hitler, aşırı milliyetçi fikirleri ve duygusal konuşmaları sayesinde orduya da kendisine bağlılık yemini ettirir ve ülkedeki tüm gücü tek elde toplar. Bundan sonra, Hitler’in başta olduğu ve tamamen jeopolitik düşünce temelinde ve Nazizm ideolojisinin ırkçı ve anti-Semitik fikirleriyle şekillenen askeri bir yönetim Almanya’ya hâkim olacaktır. Bu düşünce sistematiği tamamen ırkçı temeller üzerine kuruludur. Yahudiler, Slavlar, Çingeneler gibi milletler aşağı ırk olarak görülmektedir. Almanların soyunda olan Aryanlık ise üstünlük belirtisidir. Aryan olmayanların devlette görev yapması engellenirken, zamanla Aryan olmayanlara yönelik kısırlaştırma, toplama ve yok etme politikaları da devreye girecek ve bundan en büyük zararı da “Holokost” (Yahudi Soykırımı) sürecinde Yahudiler görecektir. Ek olarak, “T4 Aktion” (T4 Operasyonu) denilen uygulamayla Almanya’daki tüm engelli bireyler de öldürülecektir.

Hitler, milliyetçi bir rüzgâr yaratması sayesinde iktidarının ilk yıllarında ekonomide gözle g örülür bir iyileşmeye neden olur ve 1936 Olimpiyatları Berlin’de düzenlenir. İçeride birliği ve istikrarı sağlayan Hitler, artık dışarıda hakkının yendiğini düşündüğü Almanya’nın âli menfaatleri için mücadeleye başlayacaktır. Hitler, Alman halklarını tek bir çatı altında toplamak düşüncesiyle hareket etmekte ve bu düşüncesini “lebensraum” (yaşama alanı) kavramıyla ifade etmektedir. Hitler’in bu konudaki en büyük şansı ise, ileri Alman teknolojisi ve Alman ordularının “blitzkrieg” (yıldırım savaşı) gibi daha önce denenmemiş yeni savaş taktikleridir. Almanya’da böyle tehlikeli bir gidişat hasıl olurken, bu dönemde dünya genelindeki statükodan memnun olan İngiltere ve Fransa ise, başlarda İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain ile özdeşleşen “yatıştırma politikası”nı (appeasement policy) denerler. Bu sayede, Hitler, Avusturya’nın ilhakı (Anschluss) ve Sudetenland veya Südetler bölgesinin alınması konusunda herhangi bir zorluk yaşamaz. Ancak Nazi ideolojisinin temelinde yayılmacılık, militarizm ve nefret vardır ve Hitler elde ettikleri ile yetinmeyi bilmeyerek, tüm Avrupa’yı da kendi kontrolü altına almak ister. Bu noktada İngiliz ve Fransızlar Hitler ve Nazilerin doğal düşmanı komünistlerin Rusya’da iktidarda olmaları sebebiyle görece rahattırlar. Ancak Nazilerle komünistler 1939 yılında Molotov-Ribbentrop Paktı ile saldırmazlık anlaşması yapınca, Avrupa ve dünya barışı için alarm zilleri çalmaya başlar. Nitekim 1 Eylül 1939’da Nazi orduları Polonya’yı işgale başlar. Hitler, İngiltere ve Fransa’nın kendisine karşılık veremeyeceklerini ummaktadır. Fakat İngiltere’nin derhal savaş ilan etmesiyle, Naziler ve Almanya için kanlı bir yıkım süreci başlar. Elbette Alman teknolojisinin ileri seviyesi ve Alman ordularının gücü nedeniyle (ki bu dönemde Alman Ordusu’nda “Çöl Tilkisi” Erwin Rommel gibi çok yetenekli ve yenilikçi komutanlar da görev yapmıştır), bu süreç yıllar sürecek ama radikal ideolojisi doğrultusunda herkesi düşman olarak gören Naziler için kaçınılmaz son er veya geç yaşanacaktır. Bu noktada önemli dönüm noktaları ise Nazilerin Sovyet Rusya’ya savaş ilan etmesi ve ABD’nin savaşa girmesi olarak belirtilebilir. Hitler’in en büyük hatası, Anglo Sakson savaş kapasitesini küçümsemesi ve Sovyet Rusya gibi dev bir ülkeyi karşısına almasıdır. Bu dönemde ayrıca 1941’de Henning von Treschow, 1944’te de Claus von Stauffenberg gibi Alman subayları Hitler’i suikastla durdurmaya çalışmış, ancak bunda başarılı olamamışlardır.

Neticede, İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri ise yalnızca Almanya değil, tüm dünya açısından yıkıcı olmuştur. Yaklaşık 70 milyon insanın ölümüne yol açan İkinci Dünya Savaşı, o dönemde dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 3’ünün azalmasını sağlamıştır. Daha da önemlisi, bu ölüm sayılarında büyük çoğunluğun sivil ölümleri (50 milyon civarında) olmasıdır. Zira “total savaş” veya “topyekûn savaş” mantığı doğrultusunda, Naziler, sivil-asker ayırmadan tüm düşman gördükleri kişilere saldırmışlardır. Yaklaşık 24 milyon kayıpla en büyük zararı Sovyetler Birliği veya Sovyet Rusya görürken, Çin ve Almanya da büyük nüfus kaybeden ülkeler olmuşlardır. Savaştan en olumsuz etkilenen ülkelerden birisi de Polonya olmuştur. Müttefiklerin ise (ABD, İngiltere, Fransa) görece az kayıp verdikleri söylenebilir. Bu dönemden en kötü etkilenen halk ise kuşkusuz Yahudiler olmuştur. Almanya başta olmak üzere bu dönemde dünyada birçok ülkede Yahudi karşıtı yasa ve siyasi uygulamalar yaygınlaşırken, Holokost neticesinde yaklaşık 6 milyon Yahudi’nin katledildiği düşünülmektedir. Ancak ilerleyen yıllarda Avrupa’dan kaçan ve ABD ve Filistin başta olmak üzere farklı ülkelere göçen Yahudiler, İsrail Devleti’nin kuruluşunu sağlayacaklar ve bu olay da Yahudilere yönelik uluslararası siyasi desteğin artmasına vesile olacaktır. Hitler Almanya’sında 1938 yılındaki “Kristallnacht” (Kristal Gecesi) olayıyla başlayan Yahudilere yönelik saldırılar, 1942 yılının Ocak ayında düzenlenen Wannsee Konferansı’nda “Nihai Çözüm” (Endlösung der Judenfrage) kararı ile doruk noktasına ulaşır ve toplama kamplarında Yahudiler gaz odalarında “Zyklon B” gazı verilerek, vurularak ya da aç bırakılarak sistematik şekilde öldürülmeye başlanır. Bu, kuşkusuz insanlık tarihindeki en net, açık ve ispatlanabilir soykırımdır. Zaten soykırım (genocide) kavramı da, bu olaydan sonra hukukçular tarafından geliştirilecektir.

İşgal altında Almanya

Savaşın Almanya’ya etkileri de feci olacaktır. Hitler ve birçok adamı (Goebbels) intihar ederek yargılamadan kaçmışlardır belki ama Alman halkı için zorlu yıllar daha yeni başlayacaktır. Kalan Naziler, 1945-1946 döneminde Nürnberg Mahkemesi’nde yargılanırken, Müttefikler ve SSCB tarafından işgal edilen Almanya, önce dörde, sonra ikiye bölünecek ve senelerce bölünmüş ve siyasi ve ekonomik açıdan kontrol altında yaşamaya mahkûm olacaktır. Alman halkı ise, İkinci Dünya Savaşı ve Holokost nedeniyle daima büyük bir psikolojik baskı ve rahatsızlık hissine sahip olacak ve dünyada en sevilen milletlerden sayılmayacak büyük bir antipatiyle karşılanacaklardır. Galipler, savaşın ardından Batı Prusya’yı Polonya’ya verdiler, Doğu Prusya’yı ise Polonya ile Rusya arasında paylaştırdılar. Alsace-Lorraine Fransa’ya iade edildi ve Almanya’nın geri kalanı da Amerikan, İngiliz, Sovyet ve Fransız güçlerinden müteşekkil Müttefik Tetkik Yönetimi tarafından 1945'ten 1949'a değin dört bölge esasına göre yönetildi.

Nazi Almanya’sının felaket mirasının yanı sıra, nesnel olmak gerekirse, teknoloji ve sanat adına bazı kazanımları da olmuştur. Örneğin, Leh kökenli Alman bilim adamı Wernher von Braun, bu dönemde geliştirdiği roket teknolojisiyle çığır açmış ve savaştan sonra ABD adına NASA’da görev yapmıştır. Benzer şekilde, istihbarat alanında çığır açan yeni taktikler geliştiren Reinhard Gehlen ve örgütü, savaştan sonra tahkibata uğramamış ve ABD’de CIA (Merkezi Haberalma Teşkilatı) için çalışmaya başlamışlardır. Daha önce yaşamış olmasına rağmen bu dönemde Hitler başta olmak üzere Naziler tarafından baş tacı edilen Richard Wagner’in besteleri, Carl Schmitt ve Martin Heidegger gibi Nazilerle iş birliği yapan ünlü akademisyen filozoflar, "Triumph des Willens" (İradenin Zaferi) gibi dönemi için birçok yenilik barındıran filmler çeken kadın sinemacı Leni Riefenstahl ve Cumhuriyet dönemi Ankara’sını da etkileyen ve kendisine özgü bir tarzı olan Nazi mimarisinin olumlu bazı özelliklerinden söz etmek, elbette bu dönemi sevmek ya da desteklemek anlamına gelmemelidir.

8. İki Almanya Dönemi (1945-1990)

1945’te İkinci Dünya Savaşı sona ererken, Alman halkı yıllardır süren savaş nedeniyle yorgun ve bitik haldeydi. Ne Almanlar, ne de işgal güçleri bu tablodan nasıl bir veya birden çok Almanya çıkacağını o dönemde kestiremiyorlardı. Fakat neticede, tam 40 yıl boyunca sürecek olan “iki Almanya dönemi” başladı. 1949 yılında ilan edilen bu iki Almanya, birbirlerinden çok farklıydı. Bir tarafta, ABD desteğiyle kurulan Batı tipi demokratik ve piyasa ekonomisine dayalı Almanya Federal Cumhuriyeti (Bundesrepublik Deutschland/BRD), diğer tarafta ise Sovyetler Birliği desteğiyle kurulan sosyalist esaslara ve kumanda ekonomisine dayalı Alman Demokratik Cumhuriyeti (Deutsche Demokratische Republik/DDR). Doğu Almanya Doğu Berlin’i başkenti olarak ilan ederken, Batı Almanya da yeni başkenti olarak Bonn şehrini seçmiştir.

Doğu ve Batı Almanya haritası

Müttefikler, başlarda Almanya’nın geleceği konusunda kararsızdır. Aslında, Nazilerin yenileceği ve Almanya’nın geleceğinde söz sahibi olamayacakları konusunda anlaşmışlardır; hatta Tahran (1943) ve Yalta (Şubat 1945) konferanslarında Almanya’nın savaş sonucunda farklı işgal bölgelerine bölünmesi de kararlaştırılmıştır. Fakat sonrasında ne olacağı henüz belirlenmemiştir. Yalta Konferansı’nda, Britanya (İngiltere), ABD ve SSCB gibi Fransa’nın da kendi bölgesine sahip olması gerektiği kabul edilmiştir. Ancak tazminatlar ve yeni kurulan Polonya’nın batı sınırları gibi konularda SSCB ile Batılı devletler arasında çeşitli anlaşmazlıklar yaşanıyordu. Fakat Temmuz-Ağustos 1945’teki Potsdam Konferansı’nda genel uzlaşma sağlandı; Naziler silahtan arındırılarak demokratikleştirilecekti. 8 Mayıs’taki koşulsuz teslimiyetin ardından Almanya bir işgal ülkesi haline geldi. Berlin’deki Müttefik Kontrol Konseyi (4 gücün kontrolünde olan) farklı bölgelerdeki politikaları eşgüdümlü hale getirmeye çalışıyordu. İlk hareketlenme Sovyetler kontrolündeki bölgede oldu. Almanya Komünist Partisi (KPD), Moskova’nın desteğiyle kısa sürede öne çıkarıldı. Fakat KPD’nin halk tabanı zayıf kalınca, KPD ile SPD, Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) çatısı altında birleştirildi. Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Almanya Liberal Demokratik Partisi (LDPD) gibi partilere de başta izin verildiyse de, 1948’den itibaren SED’in mutlak denetimi sağlandı.

Ocak 1947’de ise İngiliz ve Amerikan bölgeleri “İkili Bölge” olarak bir araya gelerek Ekonomik Konseyi kurdular. Sovyet bölgesi de buna cevaben Alman Ekonomik Komisyonu adlı benzer bir yapıyı oluşturdu. Başlarda daha bağımsız duran Fransız bölgesi ise, zamanla İngilizler ve Amerikalılarla iş birliğine yöneldi. Batı kontrolündeki bölgelerde Haziran 1948’de Deutschemark çıkarıldı. Sovyetler de buna karşılık olarak Ostmark’ı çıkarıp, kendi kontrollerindeki Berlin’i karadan ve denizden ulaşıma kapattılar. Batılı müttefikler ise Berlin ablukasına karşı 1948-1949 döneminde temel malzemeleri havadan ulaştırmaya çalışarak seferber oldular. Bu sayede, Almanya’nın batısında kurulacak yeni ve Batılı devlet için hazırlıklara başlandı. Farklı bölgelerden (Lander) gelen temsilciler meclisinin yeni anayasayı onaylamasını müteakiben, Mayıs 1949’da Almanya Federal Cumhuriyeti ilan edildi. Ekim 1949’da da Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulduğu duyuruldu.

Başlarda iki devletin siyasi sistemleri birbirine benzese de, zamanla farklılıklar netleşti. Almanya Federal Cumhuriyeti’nin “Temel Yasa”sı (Grundgesetz), geçici ve iki devletin birleşmesini öngören bir çizgideydi. Alman Demokratik Cumhuriyeti anayasası da birleşme düşüncesiyle hazırlanmıştı. Ancak iki devletin siyasal sistemleri çok farklıydı; Batı Almanya’da her 4 yılda bir özgür seçimlerle meclis ve hükümet belirleniyor, Doğu Almanya’da ise Marksist-Leninist demokratik merkeziyetçilik ilkesine dayanıyordu. Bu sistemde, iktidardaki Moskova destekli SED’in denetiminde diğer partilere ancak belirli sayıda meclis koltuğu veriliyordu. 1951’deki ilk birleşme girişimlerinin başarısız olmasının ardından, Batı Almanya, ABD desteği ve isteği doğrultusunda 1955 yılında NATO’ya katıldı, 1957 yılında ise Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun 6 kurucu ülkesi arasında yer aldı. Sovyet tipi bir yönetim modeline yönelen Doğu Almanya ise, Varşova Paktı’na katılarak, Sovyetler Birliği’nin askerî ve politik kontrolü altındaki Doğu Bloku ülkelerinden biri hâline geldi. Berlin Duvarı, 1961 yılında Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçışları önlemek üzere inşa edildi ve Soğuk Savaş’ın ve iki Almanya döneminin simgesi haline geldi. 13 Ağustos 1961 yılında Berlin’de yapımına başlanan 46 kilometre uzunluğundaki duvar, o dönemde yazılan birçok istihbarat romanı ve çekilen istihbarat filmine (en meşhurları John le Carré imzalı The Spy Who Came in from the Cold / Soğuktan Gelen Casus eseridir) ilham kaynağı olmuştur. Batı dünyasında yıllarca “Utanç Duvarı” (Schandmauer) olarak da anılan Berlin Duvarı, 9 Kasım 1989’da Doğu Almanya’nın isteyen vatandaşların Batı’ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkılmıştır. Böylelikle, iki Almanya’nın birleşmesi de mümkün olmuştur. Ancak bu olaya kadar süren iki Almanyalı geçiş dönemi boyunca, Almanya, Soğuk Savaş’ın iliklere kadar hissedildiği zor bir ülke olmuş, buna karşın Batı Almanya demokrasisi ve ekonomisini geliştirmeyi başarmıştır.

Berlin Duvarı inşa edilirken

Gergin başlayan ilişkilere ve farklı ideolojik tercihlere rağmen, ilerleyen süreçte 1972’de iki taraf birbirlerini tanıma kararı alacak ve 1973 yılında da Birleşmiş Milletler’e üye olarak ilişkilerini geliştireceklerdi. Bu, daha çok Willy Brandt ile anılan Ostpolitik veya “Doğu politikası”nın bir kazanımıdır. Batı Almanya’ya dönecek olursak, bu süreçte birleşmeye kadar Federal Almanya’da tam 6 Başbakan görev yapmıştır. Bu kişiler; CDU’lu Konrad Adenauer (1949-1963), CDU destekli bağımsız aday Ludwig Erhard (1963-1966), yine CDU’lu Kurt Georg Kiesinger (1966-1969), SPD’li Willy Brandt (1969-1974), yine SPD’li Helmut Schmidt (1974-1982) ve CDU’lu Helmut Kohl’dur (1982-1998). Aynı süreçte daha az yetkili Cumhurbaşkanlığı makamında ise; FDP’li Theodor Heuss (1949-1959), CDU’lu Heinrich Lübke (1959-1969), SPD’li Gustav Heinemann (1969-1974), FDP’li Walter Scheel (1974-1979), CDU’lu Karl Carstens (1979-1984) ve yine CDU’lu Richard von Weizsäcker (1984-1994) görev yapmıştır. Doğu Almanya’da ise, aynı dönemde, SED’li Wilhelm Pieck (1949-1960), SED’li Walter Ulbricht (1960-1973), SED’li Willi Stoph (1973-1976) ve SED’li Erich Honecker (1976-1989) işbaşında olmuştur. Doğu Almanya’nın yıkılması sürecinde 1989 yılında SED’li Egon Krenz, LDPD’li Manfred Gerlach ve CDU’lu Sabine Bergmann-Pohl’un birkaç haftalık Başkanlıkları söz konusu olmuştur.

Konrad Adenauer (1949-1963)

1949 yılı 14 Ağustos’unda tam 73 yaşında Bundesrepublik’in ilk Şansölyesi olan Konrad Adenauer (1876-1967), Batı Almanya’nın kurucusu olarak bu ülkeye kimliğini kazandırmış önemli bir muhafazakâr siyasetçidir. CDU’lu olan Adenauer, Katolik inancına mensup bir Hıristiyandır ve Nazi döneminde Adolf Hitler ve Nazi Partisi’ne muhalefet etmesiyle bilinmektedir. Claus von Stauffenberg’in planladığı Hitler’e yönelik 20 Temmuz suikastına da dahil olduğu iddia edilen Adenauer, müttefiklerin desteğiyle Federal Almanya’da Başbakanlığa kadar yükselmiştir. İyi bir Hıristiyan olan Adenauer, Nazizm’e olduğu kadar komünizme ve sosyal demokrasiye de karşı çıkmıştır. Adenauer’in Almanya’sı, James Hawes’a göre, Şarlman’ın Germen İmparatorluğu veya Napolyon’un Ren Konfederasyonu’na benzer; zira Polonyalılarla arasında bir tampon bölge (Doğu Almanya) vardır, Ruslarla ortak sınır yoktur ve Çeklerle küçük bir sınıra sahiptir. Adenauer, izlediği politikalarla Almanya’yı Batı dünyasında yeniden güvenilir bir müttefik haline getirmiş ve Batı ile bütünleşmeyi sağlamıştır. Almanya’nın Batılı kurumlara üyeliklerini gerçekleştiren Adenauer, bu nedenle SPD’liler tarafından eleştirilmiş ve kendisine “Müttefiklerin Şansölyesi” yakıştırması yapılmıştır. Adenauer dönemi Almanya için zorlu koşullara rağmen talihli bir dönemdir; 1954’te Batı Almanya Dünya Kupası’nı kazanır, 1955’te NATO’ya üye olur ve yeniden silahlanmasına izin verilir, 1957’de Roma Antlaşması ile AB’nin öncüsü olan AET’yi dahil olur ve yeniden önemli bir sanayileşmiş Batılı güç haline gelir. Adenauer’in modern Almanya tarihindeki eşsiz katkıları nedeniyle, CDU’ya yakın etkili Alman vakfının adı Konrad Adenauer Vakfı olarak seçilmiştir. Buna karşın, Adenauer’in Alman istihbarat teşkilatı BND’yi (Bundesnachrichtendienst) kişisel siyasi amaçları için kullanarak rakibi SPD’yi ve özellikle onun karizmatik lideri Willy Brandt’ı takip ettirmesi, onun demokratik mirasına gölge düşüren bir hadise olmuştur.

Ludwig Erhard (1963-1966)

1963-1966 döneminde 3 yıl gibi kısa bir süre Başbakan olarak gören yapan Ludwig Erhard ise, Adenauer döneminde Ekonomi Bakanı olarak Almanya’nın yeniden sanayileşmesi ve kalkınmasına yaptığı katkılarla ünlenmiş bir kişidir. Almanya’nın yeniden ekonomik olarak ayağa kalktığı bu sürece “ekonomik mucize” (Wirtschaftswunder) adı verilmekte ve bu süreçte en etkili aktör olarak da Erhard öne çıkarılmaktadır. Bu dönemde, Batı Almanya, savaşın büyük yıkımına karşın, kısa sürede dünyanın en büyük ikinci araba üreticisi haline gelmiş ve bu konuda İngiltere’yi geçmiştir. Almanya, bu yıllarda işçi açığı sorununu çözmek için ise diğer ülkelere yönelmiş ve “Gastarbeiter” adı verilen misafir işçileri ülkesine kabul etmiştir. Bu konuda Almanya’nın yöneldiği ülkelerin başında ise tarihsel müttefik Osmanlı’nın ardılı Türkiye gelmektedir. Parti üyesi olmamasına rağmen CDU/CSU ve FDP desteğiyle Başbakan olan Erhard, günümüzde bile Alman ekonomisinin yapısını ifade eden “sosyal piyasa ekonomisi” (Soziale Marktwirtschaft) modelinin de kurucusu kabul edilmektedir. Ancak Başbakanlığı konusunda -1966’ya kadar CDU Genel Başkanlığını sürdüren- Adenauer’in desteğini alamayan Ludwig Erhard, bütçe açığı ve dış politika konusunda da halk ve kamuoyuna güven veremeyince, 3 yıllık kısa iktidarının ardından 1966’da istifa etmek zorunda kalmıştır.

Kurt Georg Kiesinger (1966-1969)

Bir diğer kısa süreli Başbakan Kurt Georg Kiesinger (1904-1988) döneminde (1966-1969) ise, CDU ile onun Bavyera’daki ortağı CSU’ya koalisyonda desteği SPD vermiştir. 1967-1971 döneminde CDU’nun parti Genel Başkanı olarak da görev yapan Kiesinger, aslında gençliğinde Nazi Partisi’ne katılmış, ancak aktif görevler üstlenmemiştir. Hatta bu dönemde Dışişleri Bakanlığı’nda çalışırken, Nazi karşıtı duruşu nedeniyle meslektaşlarınca eleştirilmiştir. Savaş sonrasında CDU’dan milletvekilliği ve Baden-Württemberg eyaleti Başkanlığı yapan Kiesinger, aslında çok iyi bir hatip olmasına karşın, geçmişte Nazi partisine üye olması sebebiyle Almanya’da ve Batı dünyasında güçlenen 68 kuşağının hedefi haline gelmiş ve Willy Brandt liderliğindeki SPD ile kurduğu koalisyon hükümeti yaklaşık 3 yıl iktidarda kalabilmiştir. Bu süreçte özellikle Nazi avcısı Fransız-Alman gazeteci Beate Klarsfeld’in sert eleştirileri Kiesinger’i zor durumda bırakmıştır. Bu dönemde, Alman gençliği, Nazi karşıtlığı nedeniyle sol düşüncelere yönelmiş ve ABD’nin Vietnam Savaşı ve Filistin politikasına karşı tepkiler de çığ gibi büyümüştür.

Willy Brandt (1969-1974)

Almanya’nın ilk çağdaş dönem solcu Başbakanı olan Willy Brandt (1913-1992) döneminde (1969-1974) ise, kısa sürede Batı Almanya’da ciddi değişimler yaşanmıştır. 1964-1987 döneminde uzun süre SPD lideri olarak kalan Brandt, çok etkili ve karizmatik bir siyasetçi olmuştur. Gençliğinin geçtiği Nazi döneminde Norveç ve İsveç gibi İskandinav ülkelerine kaçmak zorunda kalmış solcu bir gazeteci olan Brandt, aslında bu ismini de Nazilerden kaçmak için sonradan almıştır ve gerçek ismi Herbert Ernst Karl Frahm’dır. 1971 yılında AET’yi geliştirmek için yaptığı çabalar nedeniyle Nobel Barış Ödülü kazanmış bir kişi olan Brandt, Ostpolitik veya “Doğu politikası” ile Doğu Avrupa ülkeleriyle ilişkileri geliştirmiş ve Doğu Almanya ile karşılıklı tanınmayı sağlayarak her iki ülkenin de BM üyesi olmasına katkı sağlamıştır. Bu şekilde, Brandt, BM’de konuşma yapan ilk Batı Alman Şansölyesi de olmuştur. Solcu olmasına rağmen ülke içerisinde bazı anti-komünist politikalar da uygulayan Brandt, ayrıca ABD’yi de Vietnam Savaşı’na karşın eleştirmekte imtina etmiş ve Transatlantik ilişkileri bozmamaya özen göstermiştir. Brandt’ı dünya çapında ünlü kılan olay ise, 1970 yılında Başbakan olarak ziyaret ettiği Varşova’da Varşova Gettosu Ayaklanması anısına yapılan anıt önünde diz çökerek, hayatını kaybeden Yahudileri anması olmuştur. Bu olay sayesinde büyük sempati toplayan Brandt, Başbakanlığı sonrasında da sosyal eşitsizlikler üzerine çalışmaya devam etmiş ve 1980 tarihli “Brandt Raporu” ile dünya genelindeki kuzey-güney eşitsizliklerini vurgulamasıyla ün kazanmıştır. FDP ile koalisyon hükümetleri kurarak iktidarda kalan Brandt’ı istifaya götüren süreç ise, yardımcısı Günter Guillaume’un Doğu Alman istihbarat servisi Stasi mensubu olduğunun ortaya çıkmasıyla yaşanmıştır. Bu skandal sonrasında, Brandt, tepkiler üzerine istifa etmiştir. Brandt döneminde ayrıca Almanya’da Baader-Meinhof Çetesi veya Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) adlı küçük ama popüler bir terör örgütünün ortaya çıkması, sol siyaseti devlet katında zor duruma düşürmüştür. Ek olarak, Brandt’ın 1973 OPEC Petrol Krizi sürecinde de Almanya’yı iyi yönettiği ve ekonomik krizin etkilerini minimize etmeyi başardığı belirtilmelidir.

Helmut Schmidt (1974-1982)

Brandt’ın istifasıyla Başbakan olan bir diğer SPD’li sosyal demokrat Başbakan ise Helmut Schmidt’tir (1918-2015). Başbakanlığı öncesinde partisi adına Savunma Bakanı (1969-1972) ve Maliye Bakanı (1972-1974) olarak görev yapan Schmidt, özellikle finans politikalarındaki başarısıyla sivrilmiştir. Gençliğinde bir dönem Hitler Gençliği (Hitler-Jugend) teşkilatında görev alan Schmidt, buna karşın Nazi karşıtı tavırları nedeniyle daha sonra bu örgütten uzaklaştırılmıştır. Schmidt, savaş sonrasındaysa SPD’ye katılmış ve aktif siyasete atılmıştır. Hamburg Senatörlüğü ardından SPD’de idari görevler üstlenen Schmidt, Willy Brandt döneminde partisi iktidara gelince de çeşitli Bakanlık görevleri ifa etmiş ve genelde başarılı bulunmuştur. Başbakanlığı döneminde Fransa ile yakın ilişkiler kuran Schmidt, Avrupa Para Sistemi’nin kurulması sürecinde de etkili olmuştur. Schmidt de, Brandt gibi liberal FDP ile SPD’nin kurduğu koalisyon hükümetleriyle meclis çoğunluğunu sağlayabilmiş ve Başbakan olabilmiştir. Ancak ilerleyen yıllarda FDP ile ortaklık bozulunca, Schmidt’in Başbakanlığı da sona ermiştir. Zaten iki solcu Başbakan sonrasında, Almanya, artık en uzun süreli olacak muhafazakâr liderine hazırlanmaktadır.

Helmut Kohl (1982-1998)

Almanya’da modern dönemde en uzun süre Başbakanlık görevinde kalan (1982-1998) kişi olan CDU’lu Helmut Kohl (1930-2017), CSU ve FDP ile koalisyon hükümetleri kurarak uzun yıllar Başbakan olarak görev yapmış ve ülkesinin birleşmesini, Soğuk Savaş’ın sona ermesini ve Avrupa Birliği’nin kurulmasını sağlayan lider olarak tarihe geçmiştir. Katolik bir aileden gelen Kohl, gençliğinde Hitler Gençliği örgütüne katılmaya zorlansa da, her zaman Hıristiyan Demokrat çizgiye yakın olmuş ve CDU öncesinde de Katolik Merkez Partisi’ne (Deutsche Zentrumspartei) üye olmuştur. Hukuk ve Siyaset Bilimi almış ve doktora derecesi sahibi yüksek eğitimli bir siyasetçi olan Kohl, ilk kez Rhineland-Palatinate (Renanya-Palatina) eyaletinde çok genç bir Başkan olarak görev yaparak parlamış ve sonrasında Başbakanlığa kadar giden parlak bir siyasi kariyere sahip olmuştur. Başbakanlığı döneminde iki Almanya’nın birleşmesine liderlik ederek prestij kazanan Kohl, Avrupa bütünleşmesini desteklemiş ve özellikle Fransa ile ilişkiler konusunda olumlu bir tavır takınmıştır. Buna karşın, gençliğinde daha ilerici bir sağ siyasetçi olan Kohl, zamanla daha muhafazakâr bir siyasi figür haline gelmiştir. ABD’ye her zaman destek veren Kohl, aynı zamanda Fransız muhatabı François Mitterrand ile birlikte AB’nin kurulmasına da öncülük etmiştir. Kohl’ün hayatına dair pek bilinmeyen ilginç bir detay ise, oğlu Peter Kohl’ün karısı olan gelini Elif Sözen’in Türk asıllı olmasıdır. Bu şekilde, Kohl, sağ siyasette göçmenleri dışlamayan çağdaş bir tavır göstererek, bu konuda öncü olmuştur.

9. 1990 Sonrası Çağdaş Almanya

İki Almanya’nın birleşmesi Helmut Kohl döneminde yaşanmıştır. 1989’da Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’a Berlin Duvarı’nın “50 hatta 100 yıl daha yerinde duracağını” iddia eden Doğu Almanya lideri Eric Honecker’e rağmen, o dönemde komünist ülkeler için adeta yaprak dökümü başlamış ve önce Doğu Almanya yıkılmış, sonra Çin rejimi Tiananmen Meydanı Olayları ile sarsılmış, daha sonra da SSCB’nin yıkılma sürecine girilmiştir. Bu süreçte, aslında gerçek bir Leninist olan ve yalnızca Sovyetler Birliği’ni reforme etmek isteyen Gorbaçov’un da desteğiyle sınırlar açılınca, yıllardır süren baskı rejiminin kâğıttan bir kaplan olduğu anlaşıldı. Bu sayede, Alman yeniden birleşmesi (Deutsche Wiedervereinigung), 3 Ekim 1990 tarihinde eski Alman Demokratik Cumhuriyeti topraklarının Almanya Federal dahil olmasıyla gerçekleşti. Yeniden birleşen Almanya, AET (sonradan AB) ve NATO’nun üyesi olarak kalmaya devam etmiş ve tercihini Batı’dan yana kullanmıştır. 1990 yılında yaşanan tarihi olayların “birleşme” yerine “yeniden birleşme” (Deutsche Wiedervereinigung) olarak adlandırılmasının sebebi ise, Almanya’nın 1871 yılındaki ilk birleşmesidir. Alman tarihçiler, bu olay için “Die Wende” (Dönüm Noktası) ve “Deutsche Einheit” (Alman Birliği) gibi ifadeler de kullanmaktadırlar. Birleşme döneminde Almanya’nın Cumhurbaşkanlığını yapan kişi ise CDU’lu Richard von Weizsäcker (1984-1994) olmuştur.

Birleşme sonrasında, Helmut Kohl döneminde (1982-1998) Almanya, o güne dek gerisinde kaldığı Fransa’yı ekonomik açıdan geçen, siyasi olarak da BM Güvenlik Konseyi üyesi olmamasına karşın AB aracılığıyla daha etkin bir diplomatik güç olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktada yeniden birleşmenin verdiği olumlu duygu ve düşüncelerin etkisi de olmuşsa da, aslında birleşmenin çeşitli zorlukları da yaşanmıştır. Zira tam 40 yıl sosyalist-komünist esaslara göre yönetilmiş ve Sovyetler Birliği’nce yeterli kaynaklar ayrılmaması nedeniyle geri kalmış ülkenin geri kalanını kalkındırmak ve yeniden imar etmek, dahası buralarda yaşanan sosyal sorunları çözmek, o kadar basit bir iş değildir. Bu bağlamda, bugün bile Batı ile Doğu Alman şehirleri arasında bazı farklılıklardan söz edilebilir. O yıllarda Doğu vilayetlerini kalkındırmak için Alman devleti ve Batı vilayetlerinin çaba göstermesi nedeniyle halk arasında şu şaka dahi popüler olmuştur: “Çinliler niye mutludur? Çünkü hâlâ Duvarları var.” Fakat bu sorunlar bir kenara bırakılırsa, Kohl döneminden başlayarak, Almanya, AB’yi ve AB’nin ortak birimi euro veya avro’yu kullanarak Avrupa’da liderliğini kabul ettirmiş ve Avrupa Merkez Bankası politikalarına da yön vermeye başlamıştır. Uzun süren Kohl döneminde, Richard von Weizsäcker’den sonra yine CDU’lu Roman Herzog (1994-1999) Almanya Cumhurbaşkanı olarak görev yapmıştır.

Gerhard Schröder (1998-2005)

Uzun süren Helmut Kohl döneminde sonrasında 1990’ların sonunda Almanya’da sol yeniden iktidara geldi. Bunu başaran kişi olan SPD’li Gerhard Schröder (1944-), Yeşiller Partisi ile ittifak yaparak Almanya’yı iki dönem ve tam 7 yıl boyunca yönetmeyi başardı. Nazi döneminde çocukluğunu geçirmemesi nedeniyle bu dönemle herhangi bir bağı olmayan Schröder, 1990-1998 döneminde Aşağı Saksonya eyaleti Başkanı olarak ünlenmiş ve 1999-2004 döneminde SPD’nin Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. ABD’nin 11 Eylül (9/11) saldırısı sonrasında George W. Bush döneminde Afganistan ve Irak’ta savaş politikalarına yöneldiği zor bir dönemde görev yapan Schröder, ABD ile yakın ilişkilerine karşın, Vladimir Putin’in başa geçtiği Rusya ile yakın ilişkiler kurmuş ve özellikle enerji politikaları sayesinde Rusya’yı da Batı ile uyumlu politikalar izlemeye yönlendirmeye çalışmıştır. Bu yönüyle sosyal demokratların “Wandel durch Handel” (ticaret yoluyla değişim) yaklaşımını sürdüren Schröder döneminde, Almanya’nın iktisadi gelişimi hızlanarak devam etmiştir. Göttingen Üniversitesi’nde Hukuk eğitimi almış olan Schröder, SPD’ye ilk kez 1963 yılında katılmıştır. Başbakanlığı döneminde Çin’le de yakın ilişkiler kuran ve defalarca bu ülkeyi ziyaret eden Schröder, tam 5 defa evlenmesi ve Rus devlet şirketleri Nord Stream AG, Rosneft ve Gazprom’a danışmanlık yaparak yüklü paralar kazanması nedeniyle Başbakanlığı sonrasında da eleştirilmiştir. Özellikle Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesiyle birlikte, Schröder’in Putin ve Rusya’ya ılıman yaklaşımı ne SPD’de, ne Almanya’da, ne de Batı dünyasında artık pek kabul görmemeye başlamıştır. Oysa Schröder dönemi sadece Rusya ile kurulan ilişkilerden ibaret değildir ve bu dönemde Hartz IV ve Jopcenter uygulamaları gibi çağdaş ve piyasa ekonomisiyle barışık bazı somut sosyal demokrat politikalar da geliştirilmiştir. Ancak bu dönemde de Schröder’in ekonomi politikaları, partinin daha sol ve devrimci isimleri (örneğin Oskar Lafontaine) tarafından neo-liberal olarak değerlendirilerek eleştirilmiştir. Schröder döneminde Almanya’nın Cumhurbaşkanı ise SPD’li Johannes Rau (1999-2004) olmuştur.

Angela Merkel (2005-2021)

Schröder döneminden sonra, Almanya’da yeniden muhafazakârlar, Hıristiyan Demokratlar veya merkez sağ denilen grubun iktidarı dönemi başladı. Ancak bu defa merkez sağın lideri alışılmış bir figür değildi; bir kere yeni lider Almanya’nın ilk kadın Başbakanı olarak anılacağı üzere bir kadındı ve üstelik bir papaz kızı olan bir Doğu Alman’dı. Bu şekilde, Almanya, ilk kez Doğu Almanya’dan yetişen bir lidere de sahip oluyordu. 1986 yılında Kimya alanında doktora yapan ve ülkesinde akademisyen-araştırmacı olarak çalışan Merkel Angela (1954-), Almanya’nın yeniden birleşmesinin ardından CDU’lu Şansölye Helmut Kohl’un himayesinde siyasete girmiş ve CDU’nun 1998 seçimlerini kaybetmesinden sonra, CDU Genel Sekreteri seçilerek partinin ilk kadın lideri ve 2005 seçimlerinin ardından da Almanya’nın ilk kadın Başbakanı olmuştur. Merkel, ilk seçiminde, Bavyera'daki kardeş partisi CSU ve SPD’den oluşan büyük koalisyona liderlik etmiştir. 2009 seçimlerinde, CDU, yine oyların en büyük payını aldı ve Merkel, bu defa liberal FDP ile bir koalisyon hükûmeti kurarak iktidarda kalmayı başardı. 2013 seçimlerinde ise, Merkel ve partisi, oyların yüzde 41,5'ini alarak yine rakiplerine büyük üstünlük kurdular ve SPD ile büyük koalisyonu oluşturdular. 2017 seçimlerinde Merkel, CDU’nun dördüncü kez en büyük parti seçilmesine öncülük etti ve SPD ile üçüncü defa büyük koalisyonu kurdu. Merkel, 2021 yılı sonunda ise görevinden istifa etti. Çok uzun süre iktidarda kalan Merkel, 11 gün daha fazla görevde kalsaydı, aslında bu konuda Helmut Kohl’ü de geçerek en uzun süre Başbakanlık yapan çağdaş dönem Almanya Şansölyesi olacaktı. Önemli bir denge siyasetçisi olan Merkel, hem AB, hem de ABD-NATO bağlamında uluslararası iş birliğine ve Transatlantik ekonomik ilişkilerin güçlendirilmesine katkı sağladı. Merkel döneminde Almanya’nın AB içerisindeki lider konumu iyice belirgin hale geldi. Merkel, özellikle 2008 finansal krizinde ve bunu takiben birçok AB üyesi ülkede (başta Yunanistan) ortaya çıkan Avrupa borç krizinin yönetiminde önemli bir rol oynadı. Ekonomik durgunluğa karşı koymak için altyapı harcamalarına ve kamu yatırımlarına odaklanan 2008 Avrupa Birliği teşvik planını müzakere etti. İç politikada ise, Merkel'in Energiewende programı, Almanya’daki nükleer gücü aşamalı olarak durdurmayı, sera gazı emisyonlarını azaltmayı ve yenilenebilir enerji kaynaklarını artırmayı amaçlayan gelecekteki enerji gelişimine odaklandı. Zorunlu askerliği kaldıran Bundeswehr reformları, sağlık reformu ve hükümetinin 2010’lardaki Avrupa sığınmacı krizine ve Almanya’da COVID-19 (koronavirüs) pandemisine verdiği yanıtlar ise Şansölyeliği dönemindeki en önemli zorluklarıydı. Merkel, insani değerlerden kopmadan bu süreçleri ustalıkla yönetti ve Almanya ekonomisinin istikrarlı gelişimini de aksatmadı. Merkel döneminde Almanya-Rusya ilişkileri de nispeten sorunsuz olmuş ve Merkel, her defasında Putin ve Rusya’yı daha ileri gitmemesi konusunda ikna etmiştir. Tesadüfi değildir ki, Merkel sonrasında, Rusya, Batı ile ilişkilerinde köşeye sıkıştırıldığını hissederek Ukrayna’ya saldırmış ve neticede Batı ile ilişkileri tamamen kopmuştur. Bu nedenle, Kuzey Akım-2 projesi de âtıl hale gelmiş ve bu süreçten Almanya da dahil olmak üzere birçok Avrupa ülkesi olumsuz etkilenmiştir. Merkel döneminde Almanya’nın Cumhurbaşkanları ise CDU’lu Horst Köhler (2004-2010), yine CDU’lu Christian Wulff (2010-2012), bağımsız siyasetçi Joachim Gauck (2012-2017) ve SPD’li Frank-Walter Steinmeier (2017-) olmuştur.

Olaf Scholz (2021-)

2021 seçimleri sonrasında Yeşiller Partisi ve FDP ile üçlü koalisyon hükümeti kurarak iktidara gelen Almanya’nın halihazırdaki Başbakanı SPD’li Olaf Scholz (1958-), Lutheran (Lutherci) bir aileden gelmektedir ama kendisi dindar değildir. Henüz 17 yaşında SPD’ye katılan iyi bir sosyal demokrat olan Scholz, kendisinden önceki SPD’li Başbakan Gerhard Schröder gibi Tanrı’ya atıfta bulunmadan yemin ederek görevine başlamıştır. Hamburg Üniversitesi’nde Hukuk eğitimi alan Scholz, çalışma ve iş hukukunda uzmanlaşmış sol görüşlü bir avukattır. Scholz’ün SPD’ye katıldıktan sonraki ilk ciddi siyasi görevi, 1998-2011 yılları arasında Bundestag’da milletvekili olmasıdır. Bundestag’ta SPD’nin parti denetçisi olmasından sonra 2007’de birinci Merkel hükümetinde Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı olarak hizmet veren Scholz, 2009 seçimleri sonrasında SPD’nin hükümeti bırakması sonucu SPD’yi Hamburg’da temsil etmeye devam etmiş ve partisinin Genel Başkan Yardımcılığına seçilmiştir. 2011 yılında Hamburg eyalet seçiminde partisine zafer kazandırarak 2018 yılına kadar Hamburg Belediye Başkanlığı yapan Scholz, asıl büyük çıkışını ise dördüncü Merkel hükümetinde Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı olarak gösterdiği üstün performansla yapmıştır. Bu dönemde özellikle pandemi döneminde Alman halkıyla iyi bir etkileşim kuran Scholz, Merkel’in emekliye ayrılması sonrasında gidilen seçimlerde de partisini zafere taşımış ve Başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Son olarak, Olaf Scholz döneminde, SPD’li Frank-Walter Steinmeier, 2022 yılında 5 yıllığına bir kez daha Almanya Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Bu anlamda, Almanya, Cumhurbaşkanı ve Başbakanı’nın her ikisinin de SPD’li olduğu uyumlu bir dönemden geçmektedir. Scholz iktidarı dönemi, ayrı çalışmalarda daha detaylı olarak incelenecektir.

Sonuç

Sonuç olarak, Almanya tarihine dair bazı saptamalar yapmak gerekirse; öncelikle uzun asırlar boyunca milli birliği ve merkezi yönetimi kurmakta zorlanan Almanların, Prusya önderliğinde ve askeri temelde bu birliği kurduktan sonra çok tehlikeli ve yayılmacı bir şekilde geliştikleri ve bunun insanlık tarihinin en kötü tecrübelerinden olan Nazi dönemi ve İkinci Dünya Savaşı'na neden olduğu söylenmelidir. Bu bağlamda, Almanya'nın merkezi yönetiminin daha gevşek olması, federal ilkelerin uygulanması, devletin demokratik esaslara göre yönetilmesi ve yine Alman halkının askeri disiplin ve militer kültürden uzak tutulması yalnızca Almanya için değil, tüm dünya için daha faydalı olacaktır. Bu nedenle, Almanya'nın demokratik ve ticaret odaklı bir devlet olması, son yıllarda yaşadığı başarının da ispatladığı üzere, hem Almanya, hem AB, hem de dünyanın geri kalanı için son derece olumlu sonuçlar üretmektedir. Almanya'nın AB bütünleşmesi sayesinde yeni bir "Reich" kurduğu iddiası ise temelsizdir; zira AB, demokratik ilkelere dayalı ve bu ilkeleri giderek daha da derinleştiren bir yapıdadır ve Birliğe katılıp da ekonomisi veya siyasi sistemi gerileyen ya da başka bir ülkenin topraklarına yayılmayı hedefleyen bir ülke henüz görülmemiştir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

 

KAYNAKÇA

[1] Jacob Grimm (1785-1863) ve Wilhelm Grimm (1786-1859) adlı iki kardeşten oluşan Grimm Kardeşler, tanınmış Alman masal yazarlarıdır. Grimm Kardeşler, Almanca’nın çeşitli farklı lehçelerini incelemişler; hatta köy köy ve kasaba kasaba gezerek, yüzyıllardan beri anlatılagelen eski Alman şiirlerini, efsanelerini ve masallarını derleyip, edebi bir üslupla bunları yayınlamışlardır. Bugün dünyanın her yerinde tanınan ve bilinen bu masallar, Alman dilinin bütün inceliklerini taşımaktadır. Çünkü Grimm Kardeşler, bütün bu masal derlemeleri sırasında Alman dilini bütün teferruatıyla incelemişler ve dilin bugünkü durumunu almasına büyük hizmette bulunmuşlardır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder