Sayfalar

2 Şubat 2020 Pazar

Dr. Sezgin Mercan’la Birleşik Krallık-Türkiye İlişkileri Konulu Mülakat


Dr. Sezgin Mercan, Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi[1] ve 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Avrupa Politikaları uzmanıdır[2]. Dr. Sezgin Mercan’la 2019 Birleşik Krallık genel seçimi, Brexit süreci ve Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri konulu bir mülakat gerçekleştirdik.

Dr. Ozan Örmeci: Birleşik Krallık'ta birkaç hafta önce yapılan genel seçimi Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti büyük farkla kazandı. Siz seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Muhafazakârların bu başarısının sırrı neydi ve Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi neden beklentilerin altında kaldı?

Boris Johnson

Dr. Sezgin Mercan: Boris Johnson’ı yakından tanıyanlar, yolu ve yöntemi her zaman onaylanmayabilecek olsa da, belirlediği hedeflere ulaşma konusunda onun hep başarılı olduğunu söylerler. Genel seçimlerde koyduğu hedefler ve sergilediği kararlılık, bu seçimlerde Muhafazakâr Parti’nin yolunun açılmasını sağladı. Johnson, seçim kampanyası boyunca sadece sağ tabana değil, sol tabana da hitap etmeye çalıştı ve oy potansiyelini genişletti. Bu sayede tek başına iktidar gücüne ulaştı. Seçim sonuçları Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi için tarihi bir oy kaybına karşılık geldi. 2017’deki seçimlerde oylarını arttıran ve tabanda dinamizm yaratan parti, bunu devam ettiremedi. Bir başka deyişle, dinamizm 2 yıl içinde önemli bir gerileme kaydetti. Seçim sonuçları İşçi Partisi içinde bir sınamaya da yol açtı. Parti içindeki sağ eğilimli temsilciler, partilerinin seçim kampanyasında sol ağırlıklı ve ideolojik bir politika izlediğini öne sürerek eleştiri getirdiler. Brexit’in yeterince işlenmediği de vurgulandı. Partideki sol eğilimli temsilciler ise ekonomik hassasiyetlere vurgu yapılmasını övdüler. Corbyn’in Johnson karşısında güçlü bir lider profili sergileyememesine de dikkati çektiler. Corbyn’nin popülist siyasete kapılan yönü de oldu. Seçim kampanyası süresince her ne kadar varlıklı kesimden ve şirketlerden alınan vergilerin arttırılması, asgari ücretin yükseltilmesi, sağlık sektörüne kamu desteğinin arttırılması ve kamulaştırma gibi vaatleri olsa da, Brexit’e belki de fazlasıyla odaklandı. Ancak benimsediği Brexit karşıtlığıyla, parti tabanının AB’yi sermaye odağı olarak kabul eden tutumu arasındaki ikilemi aşamadı. İster sağdan, ister soldan gelen versiyonu olsun, popülist siyaset, yabancılara, göçmenlere, uzman kişilere, toplumun aydınlarına, siyasi-ekonomik-sosyal kayıplara karşı tutum üzerinden destek ağını güçlendirerek, her iki kesimde de temsilci siyasi parti ya da hareketin sempati kazanmasını sağlayabilmektedir. Bu durum, bir yandan sağ ya da sol eğilimli parti tabanları arasında geçişkenliği arttırırken, diğer yandan da, destekte ani yükseliş ve düşüşlere yol açabilmektedir. İşçi Partisi’nin durumu da bu bağlamda değerlendirilebilir.

İngiliz siyasi tarihine bakıldığında, kritik iktidar değişikleri göze çarpar. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa geneli ve Birleşik Krallık özelinde savaş yıkımlarını bertaraf etmek amacıyla korumacı, müdahaleci ve refah devleti özelliklerini öne çıkaran "sol" politikalar uygulanmıştır. Seçim tercihleri de buna göre olmuştur. Yıllar sonra, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kısa bir süre önce de, dünya genelinde yükselen neoliberal politikaların bir dayanağını yine Birleşik Krallık ve Muhafazakâr Parti meydana getirmiştir. Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nden ayrılma arifesinde yine sembolik bir seçimden geçmiştir. Bahsedilen diğer kritik seçimlerin sonuçları ortadayken, bu seçimin İngiliz siyasetinde ne gibi sonuçları olacağı ise merak konusudur. Johnson liderliğindeki yeni dönemde kontrolcü bir hükümet profili kendisini hissettirmiştir. Bunu, hükümetin medya ile ilişkilerini gözlemleyerek farketmek mümkündür. Refah devletine dönüş, işgücünün yaşam koşullarının iyileştirilmesi, hak ve özgürlüklerin arttırılması ve kamulaştırma gibi, İşçi Partisi’nin programında görülebilecek hedeflerin pek de karşılanamayacağı öngörülebilir. Zira muhafazakâr siyaset, güvenlik kaygılarının giderek arttığı ya da yükseltildiği koşullarda bu gibi hedefleri riskli bulabilecektir.

Brexit’in krize döndüğü koşullarda Muhafazakâr Parti de aslında bir sınamadan geçti. Parti liderliği hem bu krizi başlatma, hem de sonlandırma anlamında iki uç deneyimi yaşadı ve topluma yaşattı. David Cameron, Theresa May ve Boris Johnson bu bağlamda üç farklı sonucu temsil eder oldu. Cameron krizi başlatan, May krizi çözemeyen, Johnson ise krizi sonuçlandıran bir konuma yerleştiler. İngiliz Parlamentosu’nda reddedilenin ve yerine neyin konulacağıyla ilgili büyük bir boşluğun yaratıldığı koşullarda Brexit’in giderek büyüyen bir krize dönüşmesi, kamuoyunun AB’den ayrılmaya daha fazla odaklanmasına yol açtı. Johnson da seçim kampanyasında ağırlıklı olarak Brexit’e yüklenince, onun kazanması, adeta Brexit krizinin çözülmesi ve toplumun rahat bir nefes alması yönündeki beklentiyle eşitlenir oldu. Bu sayede, İşçi Partisi tabanından da destek alarak parlamentoda çoğunluğa erişebildi. Bu çoğunluk, kemer sıkma politikalarının kaldırılması, sağlık hizmetlerinin fonlanması, yatırımların arttırılması, göçün kontrol edilmesi, kolluk kuvvetlerinin sayısının arttırılması, güçlü bir hükümet ve yönetim yapısının kurulmasıyla ‘güvenlik’siz dünyada daha da güvenli bir ülkenin yaratılması gibi vaatlerle de somutlaştı. AB’den ayrılmayı vazgeçilmez hedef olarak koyan Boris Johnson, belki de risk alarak, tutarlı bir yol haritasını hayata geçirdi. Böylece yeni hükümet, Brexit ve diğer konularda zorlanmayacağı bir ortam yaratabildi.

Ozan Örmeci ve Sezgin Mercan Euro Politika dergisinin düzenlediği bir etkinlikte

Dr. Ozan Örmeci: Birleşik Krallık yaklaşık 4 yıldır Brexit sürecinde zor günler geçiriyor. 2019 genel seçimi sonrasında artık gerçekleşen Brexit’in Birleşik Krallık iç ve dış politikasında sizce önümüzdeki günlerde ne gibi etkileri olacaktır?

Dr. Sezgin Mercan: Her ne kadar AB’de ve Birleşik Krallık vatandaşlarının bir kısmında Brexit bir infial yaratsa da, Lizbon Antlaşması’nın kabulüyle üye ülkelerin AB’den ayrılmalarının yolu zaten açılmış durumdadır. Üyelikten ayrılma, Avrupa bütünleşmesindeki bir sürecin en son başvurulacak sonucudur. Bu süreç, AB içinde, çeşitli antlaşmalarla pekişen ‘farklılaşmaya’ karşılık gelmektedir. Farklılaşmış bütünleşme, üye ülkelere egemenliklerini koruma imkanı sunarken, Avrupa bütünleşmesini kolaylaştırıcı bir etki de yaratmaktadır. Avrupa bütünleşmesi karşısındaki asıl sorun, bütünleşmeyi destekleyen ve bütünleşme karşıtı olan siyasi parti ve seçmenler arasında ulusal sınırları aşan düzeydeki bölünmedir. Bu bölünme, eğitimli-eğitimsiz, zengin-yoksul, kentli-köylü seçmen arasında da ayrım yaratmaktadır. Farklılaşmış bütünleşmenin bu sosyal bölünmeyi gidermeye yönelik bir çözüm getirme potansiyelini pek de taşımadığı belirtilebilir.  Bölünme, sağ ve sol partilerin Avrupa bütünleşmesine bakışı üzerinden yeşil-alternatif-özgürlükçü ve gelenekçi-otoriter-milliyetçi ikiliği üzerinden değerlendirilebilir. Avrupa bütünleşmesi, ulusal egemenliği zayıflattığı, ulusal tercihlerin hayata geçirilmesini kısıtladığı ve üye ülkeleri dışarıdan gelen fikirlere açık hale getirdiği gerekçesiyle farklılaşma üzerinden reddedilebilmektedir. Bu partiler, ulusal topluluğa zarar verme potansiyeli nedeniyle göç karşıtlığını da içermekte ve bunun üzerinden AB karşıtlığı güçlenebilmektedir. Fakat muhafazakâr partiler arasında milliyetçilik ile neoliberalizm çekişmesi de göz ardı edilmemelidir. Bu çekişme, Birleşik Krallık Muhafazakâr Partisi’ndeki Avrupacılık ve Avrupa şüpheciliği ayrımında net şekilde görülmüştür. Bu koşullarda, Birleşik Krallık, bir iç ve dış politika tercihiyle Avrupa bütünleşmesindeki farklılaşmayı somutlaştıran en güçlü örnek olmuştur.

Brexit, Birleşik Krallık iç ve dış siyasetinin kesişim noktasında yer almaktadır. Brexit’i destekleyenler içinde korumacılık taraftarı muhafazakârlar yer aldığı gibi, serbest ticaret odaklı neo-liberaller de bulunmaktadır. Muhafazakârlara göre, İngiliz hükümetleri rekabetçi Avrupa pazarında İngiliz ürün ve hizmetlerini koruma sıkıntısı yaşamaktadır. Devlet yardımlarının gerektiği noktada AB düzenlemelerinin kısıtlayıcılığı hükümetleri zor durumda bırakabilmiştir. Desteklerin sağlanamadığı koşullarda ise, zayıf işletme ve şirketler çökmüş, ya da çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Neo-liberallere göre ise, AB üyeliği, gereksiz birtakım düzenlemeler içermekte ve piyasa serbestliğini kısıtlamaktadır. Neo-liberaller, ortak gümrük tarifesi uygulamasını da ticareti AB üyesi ülkeler ile dünyada geriye kalan diğer ülkeler arasına sıkıştırmak şeklinde yorumlamışlardır. Hatta mutlak bir serbest ticaretin ancak AB’den ayrılmayla mümkün olabileceğini de düşünmüşlerdir. Brexit sayesinde artık bu gibi hususlarda ulusal önceliklerin gerektirdikleri elzem olacaktır.

Brexit, Birleşik Krallık için AB’nin gerektirdiği politika ortaklılarının bağlayıcılığından kurtulmak anlamına gelmektedir. AB’deki farklılaşmış bütünleşme potansiyeli sayesinde daha önce talep ettiği imtiyazlarla zaten AB içinde muafiyetlere sahip olan Birleşik Krallık, bütçeye katkı, tarım sübvansiyonlarının karşılanması, Avro krizinin etkileri, göçmen sorunu, sınırların kontrol edilemezliği gibi konularda artık mutlak egemenliğini sergileyebilecektir. AB’den ayrılma Birleşik Krallık'ı pek de zayıflatacak bir gelişme olmayacaktır. Ayrılma, İngiliz hükümeti tarafından hem iç, hem de dış kamuoylarına ‘ulusal bir yenilenme’ projesi olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla, Brexit, ülke için adeta yeni bir doğum heyecanı nedeni olarak konumlandırılmaktadır.

AB’den ayrılmak Birleşik Krallık için köklü bir mevzuat değişimi anlamına da gelmektedir. Ülke hukuku, artık AB müktesebatının gereklerinden ayrı olacaktır. Hukuki açıdan, Brexit süreci, Birleşik Krallık’ta yazılı bir anayasaya geçiş tartışmalarının alevlendiği dönemi de kapsamıştır. Özellikle Magna Carta’nın 800. yıldönümü nedeniyle İngiliz Anayasası’nın geliştirilmesine ihtiyaç olduğu öne sürülmüştür. Bu ihtiyaç vurgulanırken, Magna Carta’nın tarihsel süreç boyunca Birleşik Krallık için bir uluslararası prestij, etkinlik ve nüfuz kaynağı olduğu hatırlatılmıştır. Bunun üzerinden de, İngiliz hükümetinin temel insan haklarını yayma hedefiyle küresel misyonlar üstlenme isteği öne çıkmıştır. Bunun sonucunda diğer devletler arasında, ‘British exceptionalism’ (Britanya istisnacılığı) kavramını barındıran ‘eşsiz Birleşik Krallık’ fikri görünür hale gelmiştir. Bu ‘eşsizlik’ fikri, özellikle AB’nin temsil ettiği ulusüstü ve İngiliz hükümetinin temsil ettiği ‘ulusal’ yönetimler arasındaki sorunu, merkezi hükümetin ağırlığı eleştirisi üzerinden dengesiz karar alma mekanizması sonucuyla eşleştirmiştir. Buna İskoç yönetimi üzerinden yerel yönetim ayağını da eklemek mümkündür.


Dr. Ozan Örmeci: Brexit sürecinin Birleşik Krallık-Türkiye ilişkilerine sizce ne gibi etkileri olabilir? Özellikle ekonomik anlamda bu sürecin ikili ilişkilere olumsuz etkileri olabilir mi?

Dr. Sezgin Mercan: Birleşik Krallık, AB’nin en büyük askeri gücüne, ikinci büyük ekonomisine ve en büyük finans merkezine sahip olmuştur. Bu özellikleriyle, AB üyesi olsun ya da olmasın, uluslararası alanda Türkiye için  işbirliği her zaman önemli olan bir ülkedir. AB’ye üyelik tartışmaları üzerinden kıta Avrupa'sındaki genel olumsuz hava nedeniyle yer yer gerilebilen Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri, bundan sonra sadece ikili hassasiyetlerle ya da karşılıklı önceliklerle ilerleyebilecektir. Bu iki ülke, hangi konularda ortaklık kurabileceklerini, herhangi bir AB kısıtı olmadan birlikte belirleyip geliştirebileceklerdir. Türkiye, bölgesinde önemli bir güç ve NATO, Avrupa Konseyi ve G20 gibi uluslararası örgütlenmelerin bir üyesi olarak, Birleşik Krallık açısından cazibesini korumaya devam edecektir. Birleşik Krallık’ın Orta Doğu’ya ve Körfez bölgesine yönelik geleneksel ilgisi de, bölgesel istikrarsızlıkların devam ettiği koşullarda, Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaçla denk düşmektedir. İki ülke, AB’nin yakın çevresinde güvenlik ve istikrarı sağlama adına doğal ve sürdürülebilir bir ortaklık gerekçesine de sahip olacaktır.

Brexit sonrasında iki ülke için kritik olan konu ticari ilişkilerdir. Şimdiye kadar Gümrük Birliği’nin şekillendirdiği ilişkiler, artık yeni bir ticaret anlaşmasıyla yürütülmek durumundadır. Yeni anlaşma, hem Gümrük Birliği koşullarındaki durumu korumayı, hem de onu daha da geliştirmeyi öngörmelidir. Birleşik Krallık, Brexit sonrasına yatırım yapmaya önceden başlamış, süreç her ne kadar sonuçlanmasa da, Türkiye ile gelecekteki ticari işbirliğinin nasıl olacağına dönük çalışmalar da yapmıştır. Brexit’in Türk vatandaşları açısından olumsuzluk içeren yönleri yok değildir. Örneğin, gelecekte Birleşik Krallık’ta yaşamak ve çalışmak isteyen Türk vatandaşları, artık bu yöndeki başvuru haklarını kullanamayacaklardır. Krallık için ayrılmaya dönük ‘geçiş süreci’ başlamıştır. Bu süreç, 2020 sonunda tamamlanacaktır. Birleşik Krallık, geçiş süreci tamamlandıktan sonra Ankara Anlaşması’nın yükümlülüklerinden çıkacaktır. Böylece, Türk vatandaşlarının Birleşik Krallık’ta yerleşip çalışabildikleri günler geride kalacaktır.

Taraflar arasında anlaşma için acele etmeye gerek olmadığı gibi, bu konuyu ağırdan da almamak gerekir. Krallık için ayrılmaya dönük ‘geçiş süreci’ başlamıştır. Dolayısıyla, Gümrük Birliği koşulları daha bir yıl geçerliliğini koruyacaktır. Bu bir yıl içinde Birleşik Krallık bir yandan AB ile yeni bir ticaret anlaşması imzalayacak, diğer yandan da Türkiye ve diğer ülkelerle ticaret anlaşmalarını kararlaştıracaktır. İki ülke arasında önceden kurulmuş olan Ticaret Çalışma Grubu, Ticaret Bakanlığı gözetiminde yaptığı ön hazırlıkların üstüne yeni bir serbest ticaret anlaşmasını yerleştirecektir. Anlaşmalı ayrılık koşullarında, Türk ürünleri Birleşik Krallık pazarına Gümrük Birliği koşullarına göre girebilecek, gümrük düzenlemeleri aynı şekilde devam da edebilecektir. Dolayısıyla, Brexit sonrasında ikili ilişkilerde ekonomik anlamda bir olumsuzluğun oluşması olasılığı pek de yüksek görülmemektedir.

Dr. Ozan Örmeci: Uzman görüşünüze göre Brexit sonrasında Birleşik Krallık dış politikasında hangi eğilimler ağır basacaktır? Commonwealth geleneğinin diriltilmesi sizce bir ütopya mıdır? Ayrıca ABD ile ilişkilerde yeni bir canlanma sürecine girilebilir mi?

Dr. Sezgin Mercan: Birleşik Krallık dış politikasında İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) geleneği aslında süregelen bir sabittir. Yeni bir gelişme değildir. Varolan bir gerçekliktir; ütopya da değildir. Bu sabitin önemi, tarihsel bakış açısıyla da fark edilebilir. Tarihsel süreçte İngiliz Milletler Topluluğu’nun hem siyasi, hem de ekonomik nitelikler sergilediği görülebilmektedir. 1700’lü yıllar boyunca ülke ihracatının 2-3 kat arttığı, ticaret filosunun ikiye katlandığı bir gelişim süreci yaşanmıştır. Yine bu yıllarda, Avrupa, Birleşik Krallık’ın en büyük pazarı olmaktan çıkmış, sömürgeler pazar ihtiyacını karşılar olmuştur. Bu dönemlerde, Birleşik Krallık, büyük ve istikrarlı sömürge pazarları sayesinde Sanayi Devrimi'nin beşiği haline gelmiştir. Bu doğrultuda, 1700’ler öncesindeki gelişmeler de kayda değerdir. Bu gelişmeleri İngiliz ihracatı bağlamında üç döneme ayırmak mümkündür. İlki, eski kumaşın Kuzey Avrupa’ya ihraç edildiği 1600 öncesi dönemdir. İkincisi, Güney Avrupa piyasasına yönelik yeni kumaş ihracatını barındıran 1600-1650 arasındaki dönemdir. Üçüncüsü de, sömürgelerde tekelin sağlandığı, ürünlerin depolanabildiği ve peyderpey satışa sunulabildiği 1650-1700 arasındaki dönemdir. 1700’le birlikte iki dönem daha tanımlanabilir. Bunlardan ilki, sömürgelere ürün ihracatını kapsayan 1700-1780 arasındaki dönemdir. İkincisi de, Birleşik Krallık’ın tüm dünyaya üretim yapan ülke konumuna geldiği 1780 sonrası dönemdir. Bu ekonomik gelişim sürecinde İngiliz Milletler Topluluğu’nun pazar potansiyelinin stratejik önemi açıktır. Bu önem, savaş dönemlerinde askeri kaynak sağlama üzerinden daha da artmıştır. Bu önem, günümüz koşullarında da geçerlidir. Yaklaşık 2,5 milyarlık bir nüfus ve pazar gücü ve de toplamda yaklaşık 15 trilyon dolarlık gayrisafi milli hasıla ile tersini düşünmek mümkün olmasa gerek.

Birleşik Krallık’ın stratejik güvenlik belgelerinde, İngiliz Milletler Topluluğu, norm temelli bir uluslararası sistem yaratma çabalarında başat bir dayanak olarak konumlandırılmaktadır. Sadece ticari öncelikler değil, demokratik değerlerin yayılması, radikalleşmeyle mücadele ve iklim değişikliği gibi konularda da Topluluk üyeleriyle ortaklığın güçlendirilmesi hedeflenmektedir. Avustralya ile Asya-Pasifik gelişmeleri odaklı savunma ve güvenlik ortaklığı, Kanada ile de askeri işbirliği önemsenmektedir. Yeni Zelanda ise, IŞİD/DEAŞ’la mücadele başta olmak üzere Birleşik Krallık’a destek olmaktadır. Birleşik Krallık’ın stratejik güvenlik belgeleri, Brexit sonrasında takip edilecek dış politika eğilimlerini zaten tanımlar niteliktedir. Güvenlik ve istihbarat personelinin arttırılması, silahlı kuvvetlerin güçlendirilmesi, Fransa ile muharebe hava sistemi ortaklığı, Almanya ile güvenlik işbirliği, terörle mücadele kaynaklarının güçlendirilmesi, ulusal siber güvenlik stratejisinin yürütülmesi, biyo-güvenlik stratejisi üzerinde çalışılması, BBC’nin küresel ağının güçlendirilmesine yönelik yatırımlar ve Körfez bölgesindeki varlığı kalıcı hale getirmek için Körfez stratejisinin geliştirilmesi ülkenin Brexit sonrasındaki öncelikleri olacaktır.

Ülkenin 2010 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi, “Belirsizlik Çağında Güçlü Bir Britanya” (A Strong Britain in An Age of Uncertainty) başlığıyla yayınlanmıştı. 2015 tarihli strateji belgesi ise “Güvenli ve Müreffeh Birleşik Krallık” (A Secure and Prosperous United Kingdom) başlığıyla kamuoyuna duyurulmuştur. Bunun anlamı, en azından son 10 yıldır İngiliz hükümetlerinin dünyayı oldukça riskli gördükleri, tehdidin nereden geleceğinin belli olmadığı bir uluslararası arenada, özellikle askeri ve ekonomik güvenlik araçlarıyla güvenli bir Birleşik Krallık yaratma arzusunda olduklarıdır. Müreffeh bir Krallık’ın temel dayanağının, daha önce de olduğu gibi, pazarıyla, askeri gücüyle, insan kaynağıyla İngiliz Milletler Topluluğu olduğu hatırlanmalıdır. Temel dayanak AB olamamıştır. Brexit sonrasında Birleşik Krallık dış politikasındaki bir diğer eğilim, Birleşik Krallık’ın diğer ülkelerle ticaretini şekillendirecek yeni anlaşmalar zincirini hayata geçirmek olacaktır. Bununla ilgili ön görüşmelere halihazırda başlamış da bulunmaktadır. İngiliz hükümetlerinin tüm bu konulara hassasiyetle yaklaştığı koşullarda, ABD, elbette Birleşik Krallık için vazgeçilmez ortaklık konumunu korumaya devam edecektir. Özellikle ticari kısıtlarından kurtulmuş bir Krallık, ABD için çok daha cazip görünmektedir.

Bu soru kapsamında son olarak, Birleşik Krallık’ın İskoç hükümetinin bağımsızlık hedefi karşısındaki konumu da değerlendirilmelidir. Brexit, bu konuyu yeniden canlandırmıştır. Dolayısıyla, konu, hem dış, hem de iç politikaya hitap eder konumdadır. İngiliz hükümetleri, ülkedeki siyasi kültürün etkisiyle, İskoçlara karşı sert güce dayalı bir tutum takınmasa da, İskoçya’da yeni bir referandum yapılması fikrini pek de destelememektedir. Halbuki İskoç hükümeti ve İskoçya Ulusal Partisi (SNP), Brexit nedeniyle, yeni seçimlerin yapılacağı 2021’e kadar bağımsızlık referandumunu tekrarlamayı talep etmektedir. Bunun gerçekleştirilmesi için Birleşik Krallık hükümetinin onayı gerektiği ve onayın verilmesi mevcut koşullarda mümkün görünmediği için, durum, belirsizliğini korumaktadır. Ulusal Parti’nin mevcut lideri ve İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon, geleceklerinin Birleşik Krallık dışında daha iyi olacağı fikrinden hareketle, yönetimde bağımsızlık hedefini canlı tutmaktadır.

Dr. Ozan Örmeci: Bize vakit ayırdığınız için size teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Tarih: 02.02.2020

[1] Bakınız; http://sibu.baskent.edu.tr/kw/ozgecmis.php?id=34916.
[2] Bakınız; https://www.21yyte.org/index.php/tr/kadro/dr-sezgin-mercan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder