Sayfalar

28 Şubat 2020 Cuma

Suriye’den Gelen Acı Haber: İdlib’te 33 Mehmetçik Şehit


Giriş
28 Şubat 2020 sabahı güne Suriye’de İdlib’ten gelen acı haberler başladık… Türk resmi makamlarınca da (Hatay Valisi Rahmi Doğan’ın açıklamaları[1]) doğrulanan haberlere göre, Suriye’de rejimin yaptığı hava saldırıları sonucunda tam 33 Türk askeri şehit edildi. Üzüntü ve öfkenin ağır bastığı böyle bir günde sağduyulu analiz yapmak kolay olmasa da, akademisyenler olarak bizlerin görevleri, şovenist ya da teslimiyetçi zihniyetlerin etkisinde kalmadan, Türkiye’nin Suriye politikasını değerlendirmek ve Türkiye halkı adına yapılması gereken en doğru adımları belirlemek olmalıdır. Bu nedenle, bu yazıda kısaca bu olayı analiz ettikten sonra, bundan sonra izlenmesi gereken makul politika seçeneklerini inceleyeceğim.

Ne Oldu?
Suriye’de Perşembe gecesi geç saatlerde yaşanan olayda, Beşar Esad rejimine bağlı güçler, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı gözlem noktalarının bulunduğu İdlib kırsalında Suriyeli muhalifler ve TSK mensuplarına yönelik kapsamlı bir hava saldırısı gerçekleştirip, 33 Türk askerini şehit ettiler. Saldırıda şehit olan 33 Mehmetçik dışında, 32 Türk askerinin de yaralandığı açıklandı.[2] Türkiye, olayın ardından NATO’yu 4. madde uyarınca acil toplantıya çağırırken[3], Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve komutanlar Suriye sınırında sıfır noktasına giderek gelişmeleri gözlemlediler.[4] Olay sonrasında İblib’ten yeni bir göç akını bekleyen Türkiye, buna tepki olarak sınır kapılarını açarak, Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya geçmelerinin önüne artık engel koymayacağını gösterdi.[5] Bu durumun ise Yunanistan ve AB ülkelerine yönelik yeni bir göç dalgasına neden olmasından endişe ediliyor.

Suriye’deki son durum


Rus yetkililer, bu olay sonrasında Türk askerlerinin bölgede bulunmamaları gerektiğini iddia ederek, Rus hava güçlerinin saldırıya katılmadıklarını ve saldırının Suriye’deki rejim güçlerince yapıldığını vurguladılar.[6] Hatta Rusya Savunma Bakanlığı, eli silahlı muhalif gruplara yönelik olarak yapılan saldırıda Türk askerlerinin de hedef alındığının öğrenilmesinin ardından Suriye hükümetine ateşkes konusunda baskı yaptıklarını da iddia etti.[7] Türkiye Cumhuriyeti İletişim Başkanlığını yöneten Fahrettin Altun ise, bu olay sonrasında “uluslararası toplumun İdlib’te sivilleri korumak ve uçuşa yasak bölge oluşturmak” için harekete geçmesi gerektiğini vurguladı.[8] NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de saldırıyı kınarken, rejim ve Rusya’dan saldırılarına son vermesini talep etti. Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli bu olaya en sert tepkiyi gösteren Türk lider olarak dikkat çekerken, “düşmanın görüldüğü yerde ezilmesi” ve “havadan ve karadan operasyonun süratle icra edilmesi” gerektiğini savundu.[9] Dünya basını da bu konuyu manşetlerinden okurlarına duyururken, Türkiye lehine veya aleyhine bir dil kullanmamaya gayret edilmesi dikkat çekti.[10] Türk basınında ise, saldırı, daha çok “kalleş”[11] ve “alçak”[12] gibi ifadelerle okurlara sunuldu.

Olayın Olası Sonuçları
Suriye’de yaşanan bu olayın Türkiye’nin Suriye politikası ve Türkiye-Rusya ilişkilerine bazı olası etkilerini de bu bağlamda serinkanlı bir şekilde değerlendirmek gerekir. Öncelikle, halkta infial yaratan ve bilhassa milli hassasiyetleri yüksek kesimlerde büyük tepkiye neden olan böyle bir olay sonrasında, Türkiye’nin Suriye’de Beşar Esad rejimi ile ilişkilerini normalleştirmesi seçeneğinin en azından bir süreliğine gündemden düşeceğini düşünmek yerinde olur. Bilindiği üzere, duygusal bir halk olan Türk milleti, kendisine yönelik sıcak ve dostane yaklaşımlar gösteren bir devlet ve halka yönelik dostça yaklaştığı gibi, kendisine yönelik düşmanca tavır ve politikaları da asla unutmayan ve vakti geldiğinde bunların hesabını sormaya meyleden bir yapıdadır. Dolayısıyla, Türk resmi makamlarınca Suriye devlet güçlerinin yaptığı ifade edilen böyle bir saldırı, Türk halkının gönlünde derin yaralar açması ve büyük öfkeye neden olması bağlamında, Suriye’deki rejime yönelik son dönemde yumuşamaya başlayan bakış açısını tamamen değiştirecektir. Bu nedenle, önümüzdeki günlerde, Türkiye’nin rejim karşıtı politikalarında ve hamlelerinde ısrar etmesi ve hatta bu konuda daha da angaje olunması beklenmelidir.

Olayın ikinci önemli boyutu, Türkiye-Rusya ilişkilerine olası etkilerdir. Son yıllarda ticari olarak çok hızlı ve ivmeli olarak gelişen ilişkiler, 2015-2016 döneminde yaşanan “jet krizi” ve “Karlov suikastı” ardından kopma noktasına gelmiş; ancak her iki tarafın da gayretiyle hızlı bir şekilde düzeltilmiştir. Fakat 33 Türk askerinin şehit edildiği böylesine kapsamlı ve acımasız bir saldırının -Suriye’de Fırat’ın batısının hâkim gücü durumundaki- Rusya’nın onayı olmadan yapılamayacağı da düşünüldüğünde, Türk halkı ve devlet seçkinlerinde pozitif Rusya algısı yeniden bozulacaktır. Bu durum, bu aşamada ekonomik ilişkileri olumsuz yönde etkilemese bile, krizin derinleşmesi durumunda Türkiye ile Rusya’yı bir yol ayrımına sürükleyebilir. Zira bu konuda tarafların tutumu uyuşmaz durumdadır ve her iki taraf da kendisini haklı olarak görmektedir. Öyle ki, Türkiye, kendi sınırlarını kontrol edemeyen ve birçok yabancı devlet güçleri ile farklı terör örgütlerinin cirit attığı bir ülke olan Suriye’den kaynaklanan saldırılar nedeniyle kendi sınırlarını güvence altına almak ve kendi topraklarında baktığı yaklaşık 4 milyon mülteciyi ülkelerine geri döndürmek için çaba harcarken, Suriye rejimi ve Rusya da, ülke içerisindeki yabancı devlet güçlerinin Suriye’nin resmi hükümetinin davetiyle orada bulunmamasını gündeme getirmektedir. Gazeteci Murat Yetkin’e göre ise, Türkiye, bu aşamadan sonra ABD ve NATO’dan destek isteyerek, Patriot hava savunma sisteminin Suriye sınırına konuşlandırılmasını talep edebilir ve bu şekilde rejimden gelebilecek saldırılara karşı askeri güçlerini güvence altına almayı deneyebilir.[13]

Türkiye Suriye’de Ne Yapmalı?
Böyle ağır bir saldırının ardından, kuşkusuz, iç siyaset kaygıları gütmeden, Türkiye’nin bundan sonra Suriye’de ne yapması gerektiğini düşünmek, bu konuda en doğru kararı vermek ve bunu muhalefet partileri, halkımız ve dünya kamuoyuna en iyi şekilde anlatmak gerekmektedir. Benim görüşüme göre, Türkiye’nin Suriye’de bundan sonra benimseyebileceği politika setleri birkaç grupta kategorize edilebilir. Bunlar şöyledir:

Esad rejimini devirme politikasına devam etmek: Kendi halkını ve sivilleri katletmekte hiçbir beis görmeyen, bu doğrultuda kimyasal silah kullandığı uluslararası makamlarca kabul edilen, milyonlarca vatandaşını başka ülkelere göçe zorlayan ve bu anlamda 21. yüzyılda uluslararası toplumda kabul gören demokrasi ve insan hakları anlayışıyla örtüşmeyen Beşar Esad rejimi, 2011 yılında başlayan Suriye ayaklanmalarından beri Türkiye’deki hükümetin hedefi durumundadır. Ancak 2015 yılında Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ve sahada üstünlüğü ele geçirmesinin ardından, Ankara, Moskova ile yakın ilişkilerini bozmamak adına bu konuda daha ihtiyatlı davranmaya başlamıştır. ABD, Birleşik Krallık (İngiltere) ve Fransa gibi Türkiye’nin Batılı müttefikleri de, 2014 ve özellikle de 2015’teki Rus müdahalesinden sonra bu konuda frene basmışlardır. Gelinen noktada, Ankara, muhalif gruplara silah ve lojistik destek sağlayarak, Esad rejimini devirmeye yönelik politikalarına devam edebilir; ancak Rusya bölgeden desteğini çekmediği sürece, bu, gerçekçi bir politika olmaz ve sadece Suriye’nin bölünmesine hizmet eder. Ancak Ankara, kuşkusuz, kendi kontrolünde olan bölgelere Esad rejimi kuvvetlerinin yaklaşmasını önlemek adına mücadeleye devam edebilir.

Rusya aracılığıyla Şam rejimiyle uzlaşmak: Türkiye’nin halkın haklı öfkesi ve acısına rağmen takip edebileceği daha makul bir politika önerisi ise, halk tepkilerine neden olmamak adına, Suriye rejimi ile doğrudan değil, ancak Rusya aracılığıyla müzakere etmektir. Bu noktada, Ankara, Suriye’de yeni bir anayasanın yapılması, muhalif grupların ve sivillerin olası bir katliamdan korunması konusunda garantiler alınması, Suriyeli Türkmenlerin haklarının gasp edilmemesi, Suriye’de yeni dönemde demokratik bir seçim için altyapı koşullarının oluşturulması ve yeni rejimde Kürtlere yönelik bağımsızlığa varabilecek geniş haklar sağlanmaması gibi konuları Rusya ve ABD gibi büyük güçlerle müzakere ederek, Suriye’deki geçiş sürecini kolaylaştırmayı deneyebilir. Ancak son saldırı benzeri yeni olaylar durumunda, hiç şüphesiz, kamuoyunun tepkisi dizginlenemez duruma gelebilir. Bu konuda temel sorun ise, Esad rejiminin Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerde ilerlemek istemesi ve zaman zaman TSK unsurlarıyla çatışma içerisine girmesidir. Bu bağlamda, Moskova, tamamen Suriye rejimi yanlısı durmak yerine, Türkiye ile Suriye’yi uzlaştırmayı deneyebilirse bir sonuç elde edilebilir. Aksi takdirde ise, karşılıklı saldırılar ve şehit haberleri devam edecektir. Ancak böyle bir tercih yapılsa bile, Ankara, kamuoyunun tepkisini dindirmek adına ilerleyen günlerde Suriye rejimine yönelik kısıtlı bir askeri operasyonu gerçekleştirmek zorundadır. Zira aksi bir durumda, Türk halkının tepkileri siyaset kurumu ve orduya yönelebilir. Bu politika tercih edilirse, kuşkusuz, ABD’nin de ikna edilmesi gerekecektir; zira ABD, Başkan Trump’ın aldığı çekilme kararına rağmen, bölgede halen bile sınırlı askeri varlığını sürdürmekte ve PYD/YPG gibi Kürt gruplarının kontrol ettiği petrol bölgelerini korumaktadır. Dolayısıyla, Suriye’de geçişin başarılması için, Türkiye ve Rusya’nın dışında ABD’nin de mutlaka sürece dâhil edilmesi gereklidir.

Suriye’den çekilmek: Türkiye’de özellikle AK Parti hükümetine karşıt çevrelerin dile getirdiği üçüncü bir ihtimal ise, Suriye’deki askeri varlığımızın yurda geri dönmesi sağlamak ve geri çekilmektir. Ancak bu durumda, Suriye’de muhalif gruplara yönelik Esad rejimi ve Rus güçlerince büyük katliamların yapılması ihtimali bulunmaktadır. Bu, uluslararası kamuoyunu rahatsız etmese de, Türkiye kamuoyunun insani hassasiyetleri yüksek seviyededir. 4 milyona yakın Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, kuşkusuz, ilerleyen yıllarda bu politikası nedeniyle övgü alacaktır. Bu nedenle, tüm sorunlara rağmen Türkiye’de kalmak isteyen mültecileri korumak, orta ve uzun vadede Türkiye’nin lehine bir gelişme olacaktır. Zira günün birinde Suriye’deki olaylarla ilgili bir İnsan Hakları veya Savaş Suçları mahkemesi kurulabilirse, böyle bir durumda rejimin ve terör örgütlerinin yaptığı tüm katliamlar yeniden gündeme getirilebilir. Türkiye ise, böyle bir durumda, 4 milyon mülteciye ev sahipliği yapması bağlamında, savaşın başında uyguladığı ve farklı ülkelerden cihatçı grupların Suriye’ye girişine izin veren politikası haricinde başarılı bir sınav vermiş olacaktır.
Ulusal Politika Geliştirmek
Suriye konusu, Türkiye’de iç siyasetin rekabetçi havasının ulusal politikalar geliştirmek konusunda bize engel olduğunu göstermesi bakımından da önemli ve kaygı verici bir vaka olmuştur. Ancak bu noktada tek sorumlu ve hatalı muhalefet partileri değildir; zira iktidarın Suriye iç savaşının ilk yıllarında muhalefete yeterince bilgi vermemesi (özellikle CHP gibi önemli bir partinin bu konuda desteği alınabilse çok daha güçlü bir politika geliştirilebilirdi), bu konuda TBMM’yi etkili bir merci olarak değerlendirmemesi ve Suriye meselesinde ulusal bir politika geliştirmeye gayret etmemesi de ciddi eksiklikler olarak Türk Dış Politikası tarihinde yerini almıştır. Oysa bu konuda uzlaştırıcı ve kapsayıcı bir anlayış benimsenseydi, belki de çok daha güçlü (halk desteği bağlamında) bir Suriye politikası uygulanabilirdi. Bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, milliyetçilik ülke içerisinde bazı grupları dışlamak anlamında son derece zararlı, ancak haklı olunan uluslararası meselelerde ulusal bir politika geliştirmek ve milli birliği sağlamak adına son derece yararlıdır. Bu durumda temel kriter ise, geliştirdiğimiz politikaların uluslararası hukuka mümkün olduğunca uygun veya en azından uluslararası kamuoyunca tolere edilebilir olmasıdır. Bu konuda, kuşkusuz, Suriye iç savaşının ve Suriye deneyiminin bize ilerleyen yıllarda büyük dersleri/tecrübeleri olacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/son-dakika-hatay-valisi-9-mehmetcigimiz-sehit-oldu-5650420/.
[2] Bakınız; https://www.haberler.com/33-sehit-verdigimiz-hain-saldiri-sonrasi-tsk-nin-12962768-haberi/.
[3] https://www.dw.com/tr/nato-idlib-i%C3%A7in-toplan%C4%B1yor/a-52569051.
[4] https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/bakan-akar-ve-kuvvet-komutanlari-idlibdeki-harekat-icin-sinirin-sifir-noktasinda/1747877.
[5] https://www.bbc.com/news/world-middle-east-51667717.
[6] Bakınız; https://tr.euronews.com/2020/02/27/rusya-turkiye-yi-suriye-anlasmasini-ihlal-etmekle-sucladi-afp-idlib.
[7] Bakınız; https://tr.euronews.com/2020/02/28/rusya-savunma-bakanligindan-idlib-aciklamas-rusya-turk-askerinin-vuruldugu-operasyonda-yer.
[8] Bakınız; https://www.bbc.com/turkce/live/haberler-turkiye-51667767.
[9] Bakınız; https://t24.com.tr/haber/33-askerin-sehit-oldugu-idlib-de-dakika-dakika-neler-yasandi,863655.
[10] Bakınız; https://www.cnnturk.com/dunya/idlibde-33-askerin-sehit-oldugu-saldiri-dunya-basininda.
[11] https://www.haberturk.com/son-dakika-haberler-idlib-de-kalles-saldiri-33-asker-sehit-2597963.
[12] https://www.trthaber.com/haber/gundem/esed-rejiminden-alcak-saldiri-33-asker-sehit-oldu-463664.html.
[13] https://yetkinreport.com/2020/02/28/idlibte-sehit-sayisi-artiyor-ankarada-gerilim-had-safhada/.

16 Şubat 2020 Pazar

Prof. Dr. Tarık Oğuzlu ile Türkiye-Birleşik Krallık İlişkileri ve Brexit Süreci Üzerine Mülakat


Antalya Bilim Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı ve aynı üniversite bünyesinde faaliyet gösteren Sosyal, Ekonomik ve Politik Araştırmalar Merkezi (SEPAM) Direktörü olarak görev yapan Profesör Tarık Oğuzlu, doktora derecesini Uluslararası İlişkiler alanında Bilkent Üniversitesi’nden 2003 yılında, aynı alandaki yüksek lisans derecelerinden ilkini 1998 yılında Bilkent Üniversitesi’nden, ikinci yüksek lisans derecesini de 2000 yılında London School of Economics’den (LSE) almıştır. Oğuzlu, 1999 yılında Avrupa Birliği Komisyonu Jean Monnet bursunu kazanmıştır. Dr. Oğuzlu’nun uzmanlık alanları; Uluslarararası İlişkiler Teorileri, Dış Politikanın Avrupalılaşması, Transatlantik İlişkiler ve NATO, Avrupa Birliği Dış, Güvenlik ve Savunma Politikaları, Orta Doğu Politikası, Türk-Yunan İlişkileri, Kıbrıs Sorunu ve Türk Dış Politikası’dır. Dr. Oğuzlu’nun akademik makaleleri, Political Science Quarterly, Middle East Policy, International Journal, Security Dialogue, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, Cambridge Review of International Affairs, European Security, International Spectator, Contemporary Security Policy, Australian Journal of International Affairs, Mediterranean Politics, Journal of Balkans and Near East Studies, Insight Turkey ve Uluslararası İlişkiler gibi önemli hakemli dergilerde yayınlanmıştır. Prof. Dr. Tarık Oğuzlu ile Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri ve Brexit süreci üzerine bir mülakat gerçekleştirdik.

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Değerli hocam, mülakat önerimizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ediyorum. UPA'da yaptığımız çalışmalar kapsamında yayınladığım ülke incelemeleri kitap serisinde sıra Birleşik Krallık’ta olduğu için, bu defa sizinle Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri ve Birleşik Krallık siyaseti ve dış politikası hakkında bir mülakat gerçekleştirmek istiyorum.

Olumsuz kabul edilebilecek tarihsel mirasa karşın, Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri son yıllarda büyük siyasi krizlerden uzak istikrarlı bir seyir izlemektedir. İkili ticaret hacmi 19 milyar dolar seviyesine gelirken, Birleşik Krallık, Türkiye için -Almanya’dan sonra- en büyük ikinci ihracat pazarı olmayı sürdürmektedir. T.C. Dış İşleri Bakanlığı’nın resmi verilerine göre ; toplam ihracatımızın % 6,6’sını yaptığımız Birleşik Krallık, en çok ihracat yaptığımız ikinci, en çok ithalat yaptığımız da yedinci ülkedir. Birleşik Krallık, 2018 yılında ikili ticaret hacminde de altıncı sırada yer almıştır. Siz günümüzde Türkiye-Birleşik Krallık veya halkımız arasında yaygın kullanılan ifadeyle İngiltere arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Dr. Tarık OĞUZLU: İki ülke ilişkileri son derece rasyonel ve stratejik bir düzlemde ilerliyor bence. İkili ilişkilere ortak çıkarlar damga vuruyor. Türkiye-AB ilişkilerinde gördüğümüz duygusal ve kimlik öğeleri içeren bakış açısı, Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri söz konusu olduğunda, yerini reelpolitik dengelere ve ortak menfaat hesaplarına bırakıyor. Birleşik Krallık, Türkiye'yi AB içinde destekleyen ender üyelerden biriydi. Bu desteğini de genelde Türkiye'nin AB'nin güvenlik ve ekonomik çıkarlarına yapacağı, ya da yapmakta olduğu, katkı üzerinden bir kâr-zarar hesabı zaviyesinden yapıyordu. Geçmiş zaman kullanıyorum; çünkü biliyorsunuz Birleşik Krallık Ocak 2020 itibariyle AB'den çıkmış durumda.

Türkiye halkının nezdinde ise, İngilizler, hem hayranlık, hem de şüphe duygularını eşzamanlı olarak uyandırırlar. Dünyayı İngiltere'nin stratejik aklının yönettiğine inanan ciddi sayıda Türk vardır. Dolayısıyla, Birleşik Krallık'la kurulacak iyi ilişkilerin, Türkiye'nin, hem ABD, hem AB, hem de İsrail'le olan ilişkilerine olumlu etki edeceğine inanırız çoğumuz. Diğer taraftan, başımıza ne kadar kötülük geliyorsa, özellikle de Ortadoğu'daki gelişmelerden ötürü, bunun altında bir İngiliz parmağı aramaya hevesli çok fazla insanımız vardır. Zira Osmanlı'nın sonunu getiren, İsrail'in kuruluşunu mümkün kılan ve bağımsız bir Kürt Devleti hayalinden vazgeçmeyen bir Birleşik Krallık vardır birçoğumuzun zihin dünyasında.

Benim görüşüm, Birleşik Krallık'ın dünya siyasetinde halen sıkletinin çok üzerinde bir rol oynadığı yönünde. İkinci Dünya Savaşı'nın sonrasında kurulan dünya düzeninde Birleşik Krallık'a tanınan ayrıcalıklar, ki bunların en önemlisi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki daimi üyeliktir, şu an birçok çevre tarafından sorgulanıyor ve günümüzün değişen güç dengeleri Birleşik Krallık'ın bu prestijli konumunu tartışmaya açıyor olsa da, Londra, New York'la birlikte, dünyanın en önemli finans merkezlerinden birisidir bugün. İngilizce ise dünya dilidir. Yumuşak güç endekslerinde, Birleşik Krallık, hep en tepelerde yer alır. İngiliz diplomasisi de her yerde karşınıza çıkar. Tek başına Londra'nın bile çektiği turist inanılmaz boyutlardadır. Hatta Batı'ya meydan okuyan Doğu'nun yükselen güçlerinin zenginleri bile yatırımlarını ABD ile birlikte Birleşik Krallık'a yaparlar. Doğu'nun elitleri de çocuklarını çoğu zaman İngiliz üniversitelerine yollarlar.

AB'den ayrılmış bir Birleşik Krallık, Türkiye için eskisine nazaran çok daha önemli bence. Çünkü AB üyeliğinin bizim için her geçen gün daha az cazip hale gelmesi ve AB'nin küresel siyasetteki rolünün azalma trendine girmesi, iki ülkeyi daha yakın işbirliği yapmaya itiyor. Türkiye'nin hem AB içinde Fransa ve Almanya'yı, hem de küresel düzlemde ABD ve Rusya'yı dengelemesinde Birleşik Krallık'la kurulacak yakın stratejik ilişkiler su an her zamankinden çok daha önemli durumda.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Birleşik Krallık siyasi gündemini son yıllarda neredeyse tamamen Brexit konusu belirliyor. Siz, Brexit sürecinin nasıl gelişmelere yol açacağını düşüyorsunuz? Ayrıca, bu süreçte Birleşik Krallık-Türkiye ilişkileri için yeni fırsat veya engellerle karşılaşılabilir mi?

Prof. Dr. Tarık OĞUZLU: 1 Şubat 2020 itibariyle Birleşik Krallık artık Avrupa Birliği'nin bir üyesi üyesi değil malum. Bu yılın sonuna kadar Birleşik Krallık Gümrük Birliği'nin ve Ortak Pazar'ın parçası olarak kalmaya devam edecek ama AB karar mekanizmalarında yer alamayacak. Umulan şey, bu yılın sonuna kadar, tarafların, ilerideki yıllarda ilişkilerini şekillendirecek ve düzenleyecek mekanizmaları ve kuralları kararlaştırmaları. Bunun ne kadar mümkün olacağını hep birlikte yaşayıp göreceğiz.

Kuzey İrlanda'nın statüsü, olası İskoçya bağımsızlık referandumu, Birleşik Krallık'ın topraksal bütünlüğünü koruyup koruyamayacağı, küresel ekonomik düzen içindeki rekabet şansının üyelik sonrası ne yönde evrileceği, Çin-ABD rekabetinde Londra'nın nerede ve nasıl konumlanacağı, üyelik sonrasında ABD'nin bu ülkeye yönelik bakış açısının nasıl değişeceği, Birleşik Krallık'ın ABD ile ikili ilişkiler ve Commonwealth üzerinden dünya siyasetinde ne kadar etkili olabileceği ve üyelik sonrasında Londra'nın AB'nin güvenlik, dış politika ve ekonomik politikalarının şekillenmesinde etkili olup olamayacağı bütün dünyanın merakla cevabını aradığı sorular olacak.

Bu süreçte, Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri bence olumlu seyredecek. iki ülke, farklı dinamiklerden kaynaklanıyor olsa da, kendilerini yalnız ve kuşatılmış hissediyorlar. Bu durum, onları birbirine yakınlaştırabilir. Bu nedenle, ben ilişkilerin geleceğinden umutluyum...

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: LSE’deki yüksek lisans eğitiminiz sırasında birkaç yıl süreyle İngiltere’de Londra’da yaşadınız. Bu dönemde İngiliz toplumu ve Birleşik Krallık demokrasisi adına yaptığınız önemli gözlemler nelerdi?

Prof. Dr. Tarık OĞUZLU: Birleşik Krallık, bence dünyanın en çok kültürlü toplumlarından birine sahip. Öğrencilik yıllarımda çok değişik milletlerden arkadaşlarım oldu. Dünyanın küresel bir köy olduğu, farklı uluslara ait insanların bir arada karşılıklı etkileşim ve paylaşım zeminde yaşayabileceklerini ben Londra'da gördüm. Tabii ki bunda İngilizce'nin bir dünya dili olması ve Birleşik Krallık'ın imparatorluk geçmişi de çok önemli bir yere sahip.

Diğer taraftan, Brexit sürecinde gördük ki, bütün Birleşik Krallık vatandaşları bu durumdan memnun değiller. Aşırı göç ve AB üyeliğinin mekanizmaları üzerinden ülkelerinin siyasal bağımsızlığını/egemenliğini ve kendi değerlerini kaybettiğine inanan ciddi sayıda insan var. Bu anlamda, Londra'nın kozmopolitan havasıyla, daha içeride yer alan bölgelerin milliyetçi ve korumacı ruhunu birlikte okumak gerek.

Brexit'i zorlayan Başbakan Boris Johnson, AB'den çıkılmasıyla İngiltere'nin egemenliğini tekrardan kazanacağını söylerken, buna inanan çok sayıdaki insanın varlığını ve desteğini arkasında görüyordu. Yalnız şu tespiti yapmak zorundayız; birçok yerde olduğu gibi Birleşik Krallık'ta da illiberal popülist hareketler güçleniyor. Güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, evrensel insan hakları ve bağımsız kurumların varlığı prensipleri üzerine oturan liberal demokrasi geleneği Britanya'da da son dönemde ciddi yaralar alıyor. Başbakan  Johnson'ın geçen yılın sonlarındaki parlamentoyu feshetme yönündeki teşebbüsü ne kadar çok itirazla karşılaşsa da, ciddi sayıda taraftar da buldu. Demokrasinin beşiği olarak gösterilen Birleşik Krallık'ta bile  bu tarz şeyler olması not edilmeli.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Kıbrıs Sorunu konusunda yakın zamana kadar daha dengeli bir siyasal pozisyon alan Birleşik Krallık, son dönemde Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerine destek vermiyor ve Kıbrıs’ta olası bir siyasi çözüme Güney Kıbrıs’ta bulunan -Ağrotur ve Dikelya’da- iki askeri üssünün bulunduğu bölgelerden toprak vereceğini söyleyerek arka çıkıyor. Siz, Birleşik Krallık’ın Kıbrıs politikasıyla neyi amaçladığını düşünüyorsunuz?

Prof. Dr. Tarık OĞUZLU: Birleşik Krallık için önemli olan Türkiye'nin Batı kampında kalmaya devam etmesi. Bu ihtimal ne kadar azalırsa, Londra, bölgedeki stratejik çıkarlarını Türkiye dışındaki ülkeler üzerinden gerçekleştirmeye çalışacaktır. Kıbrıs'ta ve Doğu Akdeniz'in genelinde son yıllarda yaşadıklarımız bunu açıkça gösteriyor. Türkiye'yi Rusya'dan uzaklaştırmak, NATO içinde tutmak, Batı ile eşgüdümlü ve ortak hareket etmeye zorlamak, son yıllarda başta ABD olmak üzere Birleşik Krallık'ın da temel politikasıdır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ: Bu keyifli röportaj için size teşekkür ediyoruz.

Tarih: 16.02.2020

8 Şubat 2020 Cumartesi

ABD’de ‘İlk’lerin Seçimi


Giriş
3 Kasım 2020 tarihinde 59. Başkanlık seçiminin düzenleneceği ABD’de, iki büyük partiden biri olan Demokratlarda aday belirleme süreci önseçimlerle halen devam ederken, Cumhuriyetçi Parti’nin adayı olmasına kesin gözüyle bakılan ve 2017’den beri ABD Başkanı olarak görev yapan işadamı Donald Trump’ın azil (impeachment) sürecinden aklanarak çıkması da şu sıralar Amerika gündeminde en yoğun yer teşkil eden konular arasında. Görünen o ki, 2020 ABD Başkanlığı seçimi, Amerikan tarihi açısından her şekilde bir ‘ilk’e sahne olacak. Zira Cumhuriyetçi Donald Trump seçilirse, bu, ilk kez azil sürecinden kurtulan bir Başkan’ın yeniden seçilmesi anlamına gelecek. Demokrat adaylar da sanki ‘ilk’leri yaşatmak için özel olarak seçilmiş; favori adaylardan Bernie Sanders seçilirse, kendisi, ABD tarihinin ilk Yahudi Başkanı olacak. 1941 doğumlu olan Sanders, aynı zamanda seçilirse en yaşlı ABD Başkanı haline de gelecek. Son dönemde büyük bir çıkış gerçekleştiren ve Demokratların favori adayı haline gelen Pete Buttigieg’in seçilmesi durumunda, ilk kez açıktan homoseksüel (gay) olduğunu söyleyen bir ABD Başkanı işbaşı yapacak. Dahası, 1982 doğumlu olan Buttigieg, seçilebilirse, en genç ABD Başkanı da olacak. Elizabeth Warren’ın seçilmesi durumunda ise, ilk kez bir kadın ABD Başkanı görme şansımız olacak. Son dönemde şansının azaldığı ifade edilen ama yine de adından söz ettirmeyi başaran Barack Obama dönemi Başkan Yardımcısı Joe Biden ise, 1942 doğumlu olması sebebiyle, aynı Sanders gibi, seçilirse en yaşlı ABD Başkanı unvanını alacak. Dolayısıyla, 2020 ABD Başkanlık seçimi, ABD tarihi açısından her şekilde bir ‘ilk’in yaşanmasına vesile olacak.

Trump, azil sürecinden aklanarak çıktı

Trump ve Cumhuriyetçi Cephe
Cumhuriyetçilerdeki duruma baktığımızda; toplumu kutuplaştıran siyaset yapma tarzı, bazı konulardaki (göçmenler vs.) sert fikirleri ve klasik bir politikacı olmaması sebebiyle farklı bir Başkan olarak seçilen Donald Trump, azil sürecinden aklanarak çıkarak yarışa daha da güçlü girecek gibi gözüküyor. İlk olarak ‘görevini kötüye kullanma’ suçundan yargılanan Trump, Cumhuriyetçi Senatörlerin desteğiyle 52’ye karşı 48 oyla aklanmayı başardı. İkinci olarak ‘Kongre’yi engelleme’ iddiasıyla hakkında oylama yapılan Trump, bu oylamada da 53 Senatör’ün desteğiyle aklanmayı başardı.[1] Başkanlık süresi boyunca onaylanma ratingi en düşük Başkanlardan biri olarak dikkat çeken ve yüzde 45’in üzerine neredeyse hiç çıkamayan Trump’ın aklanması, ilginç bir şekilde onaylanma oranını da yüzde 49’la zirveye çıkarmış durumda.[2] Ancak Amerikalıların artan desteğine karşın, dünyada İsrail dışında (yüzde 55 onaylanma oranı) hiçbir ülkede Trump’ın onaylanma oranı yüzde 34’ün üzerinde değil. Yüzde 34’le Polonya’da biraz olsun destek bulan Trump, Macaristan’da da yüzde 31 destek sağlamayı başarmış gözüküyor.[3] Ancak şunu da unutmamak lazım ki, Trump, zaten “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” ve “Önce Amerika” sloganlarıyla seçilen ve Amerikalılara hitap etmeyi diğer tüm meselelerin önüne koyan bir Başkan. Üstelik iyi bir sağ popülist olan Trump’ın aklanma sürecine konu olması, ona arayıp da bulamadığı fırsatı vermiş olabilir. Aklanmasını “Cehennemi yaşadık, yapılan adil değildi. Yanlış bir şey yapmadık.” olarak değerlendiren Trump[4], bu süreci siyaseten doğru yönetebilirse, buradan avantajlı olarak bile çıkabilir. Zira son dönemde yerleşik siyasi kurum ve profesyonel siyasetçilere yönelik tepkilerin zirve yaptığı ABD’de, insanlar, bilhassa da gençler, daha “gerçek” veya “hakiki” buldukları Donald Trump veya Bernie Sanders gibi sistemdışı adaylara yönelmeye başladılar.

Trump’ın farklı ülkelerdeki onaylanma oranları

Demokratlarda Aday Kim Olacak?
Diğer büyük parti olan Demokrat Parti’de ise, aday belirleme süreci önseçimlerle devam ediyor. Iowa’da yapılan ve tartışmalı geçen ilk önseçimde beklenmedik bir gelişme yaşandı ve 1982 doğumlu South Bend Belediye Başkanı ve gay Başkan adayı Pete Buttigieg, tüm tahminleri yanıltarak, yüzde 26,2 oyla birinci oldu.[5] Buttigieg’in ardından Vermont Senatörü Bernie Sanders yüzde 26,1 oyla ikinci olurken, Massachusetts Senatörü Elizabeth Warren yüzde 18 ve eski Başkan Yardımcısı Joe Biden yüzde 15,8 oyda kaldılar. Önseçim sonuçlarının çok yakın olması nedeniyle Iowa’daki seçimin büyük resimde ne kadar anlamlı olduğunu söylemek için henüz erken olsa da, ABD’de yaşayan ve Northwestern Üniversitesi’nde çalışan Türk akademisyen Sinan Erensü’nün -1968'den beri- ilk iki önseçimi kazanan (ki Iowa’dan sonraki önseçim New Hampshire’da yapılacaktır) Demokrat aday adayının Başkan adayı olmayı başardığı tespiti bu noktada oldukça önemli.[6] Bu nedenle, Iowa’dan sonra seçimi de Buttigieg kazanırsa, Başkan adayı olma ihtimali çok güçlenecektir.

Pete Buttigieg

Bu noktada Pete Buttigieg’in kim olduğuna ve siyasi fikirlerine bakmakta da fayda var. Harvard ve Oxford Üniversitesi mezunu olan ve 7 dil konuşabildiği iddia edilen Buttigieg, henüz 37 yaşında çok genç bir siyasetçi. 2009-2017 döneminde ABD Ordusu’nda teğmen olarak görev yapan Buttigieg, böylelikle güvercin bir isim olmadığını da gösteriyor. 2012-2020 döneminde South Bend Belediye Başkanı olan Buttigieg, dünya genelinde neredeyse hiç tanınmamasına karşın, ülkesinde Demokrat tabanda son dönemde epey destek toplamış gibi gözüküyor. Kürtaj hakkına destek olan Buttigieg, buna karşın Hıristiyan bir siyasetçi olduğunu ifade ediyor. İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nde eğitim görürken Christ Church Katedrali’ne devam eden Buttigieg, ayrıca bu dönemden itibaren kendisini bir Anglikan olarak hissetmeye başladığını da söylemiştir.[7] Ancak Buttigieg, son dönemde iyice öne çıkmaya başlayınca, parti içerisindeki rakibi ve demokratik sosyalist Başkan adayı Bernie Sanders tarafından “ülkedeki milyarderlerin en çok desteklediği Demokrat aday” olduğu yönünde bazı eleştiriler almıştır.[8]

Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez

Diğer adaylardan Bernie Sanders da iddiasını sürdürürken, kendisinin en büyük şansı, gençlerin büyük destek verdiği Demokrat temsilci Alexandria Ocasio-Cortez’in onu açıktan desteklemesi oldu. Sanders’ın kampanyasını yakından takip eden Suna Ertuğrul, Bernie’nin kampanya sürecinin çok iyi gittiğini ve tartışmalı Iowa önseçiminin Sanders destekçilerini öfkelendirdiğini not ediyor.[9] Zira 2016’da adaylığı adeta engellenen Bernie, bu defa da aday yapılmazsa, Demokrat Parti’nin sol kanadındaki tepkiler daha da artacak gibi gözüküyor. Diğer önemli adaylar Elizabeth Warren ve Joe Biden ise son dönemde duraklamaya geçmiş gibi gözüküyorlar. Bu nedenle, Demokratlar adına Bernie Sanders veya Pete Buttigieg ikilisinden birinin aday olmasını beklemek daha makul gözüküyor. Trump-Sanders veya Trump-Buttigieg seçiminde ise, tüm ezberlerin bozulacağı çok ilginç bir kampanya süreci beklemek yerinde olur.

Sonuç olarak, 2020 ABD Başkanlık seçimi heyecanlı bir şekilde devam etmesine karşın, ABD’nin dünya genelinde küresel liderliğinin etkisini kaybetmeye başladığı gerçeğini de kabul etmek gerekiyor. Bunun sebepleri ise; ekonomik olarak Çin’in hızlı yükselişi (ki korona virüsü sonrasında bu konuda yavaşlama yaşanabilir), askeri-siyasi olarak Rusya’nın sahneye geri dönmesi ve Avrupa Birliği ile ABD’nin de son dönemde ciddi sorunlar yaşamaları. Ayrıca ABD’nin geleneksel müttefiklerinden Türkiye’yi artık kaybetme noktasına gelmesi de bu ülkenin geleceği açısından ciddi bir sorun. Yine de, ABD’nin süpergüç olmadan da büyük güçler arasında birinci güç olarak dünyada etkisini sürdüreceği bir gerçek. Bu nedenle, bu ülkenin barış, özgürlük ve demokrasiye yönelik katkılarına fazlasıyla ihtiyaç var.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/son-dakika-trump-senatodaki-oylamada-bir-suclamadan-aklandi-5609102/.
[2] https://news.gallup.com/poll/284156/trump-job-approval-personal-best.aspx.
[3] https://www.pewresearch.org/fact-tank/2020/02/03/few-in-other-countries-approve-of-trumps-major-foreign-policies-but-israelis-are-an-exception/.
[4] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51409791.
[5] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/abdde-ilk-on-secim-sonuclari-aciklandi-267126h.htm.
[6] https://www.youtube.com/watch?v=HjtiTzteysI.
[7] https://edition.cnn.com/2019/04/02/opinions/buttigieg-and-religion-qa-beck/index.html.
[8] https://time.com/5779897/bernie-sanders-attacks-pete-buttigieg/.
[9] https://www.youtube.com/watch?v=HjtiTzteysI.

7 Şubat 2020 Cuma

2020 Fransa Belediye Seçimleri


Fransa, 2020 yılına seçimle giriyor… Ülkede yaklaşık 35.000 civarındaki komünün Belediye Meclisleri ve Belediye Başkanlarını belirlemek için organize edilen seçim, 15 ve 22 Mart 2020 tarihlerinde yapılacak.[1] İki turlu olarak yapılacak seçimde, ilk turda yüzde 50’nin üzerinde oy alan adaylar doğrudan seçilebilirken, bunun olmaması durumunda en çok oy alan iki aday ikinci turda yarışacaklar. Fransa’da her 6 yılda bir düzenlenen belediye seçimleri, hem farklı siyasal partilerin yerel yönetimlerde güç elde etme mücadelesine sahne oluyor, hem de ülke genelinde Cumhurbaşkanı ve iktidar partisine olan desteği ölçmek bağlamında önemli bir test işlevi görüyor. Yaklaşık 47 milyon kayıtlı seçmenin oy kullanabileceği seçimler, Cumhurbaşkanı Macron’un son aylarda düşen halk desteğinin halen ne ölçüde etkili olduğunun görülmesi açısından büyük önem taşıyacak. Ayrıca Paris Belediye Başkanlığı seçimi de oldukça renkli ve heyecanlı geçecek gibi gözüküyor.

Ülkedeki son belediye seçimleri 23 ve 30 Mart 2014 tarihlerinde yapılmıştı. O seçimlerde, genel oy oranına bakıldığında, merkez sağ UMP-Halk Hareketi Birliği yüzde 48 civarında oyla ilk parti olmuş, merkez sol PS-Sosyalist Parti de yüzde 43 civarında oyla ikinci sırada yer almıştı. Aşırı sağ olarak nitelendirilen sağ popülist Ulusal Cephe (FN) ise yüzde 7 civarında oyda kalmıştı. Bu seçimler sonucunda başkent Paris’i PS’li Anne Hidalgo kazanırken, ülkenin diğer büyük şehirleri Marsilya’da UMP’li Jean-Claude Gaudin ve Lyon’da PS’li Gérard Collomb seçimi kazanarak Belediye Başkanı olmuşlardı. Ancak o günlerde merkez sol ve merkez sağda iki partinin (PS ve UMP) ana akım siyaseti oluşturduğu ve Cumhurbaşkanlığını PS’li François Hollande’ın sürdürdüğü Fransa’da, şimdilerde -2017’den bu yana siyasette yaşanan altüst oluş nedeniyle- herşey oldukça değişmiş durumda. Öyle ki, o dönemin iki büyük ve yüksek oy alan partisi son yıllarda oldukça güçsüz durumdayken, 2017’de PS’den ayrılarak Cumhuriyet Yürüyüşü (LREM) partisini kuran ve sürpriz bir şekilde Cumhurbaşkanı seçilen Emmanuel Macron, son 3 yıldır Fransa siyasetini adeta tek başına domine ediyor. Ancak Macron’un liberal ekonomik reformlarının yarattığı tepkiler de, bir yılı aşkın bir süredir Sarı Yelekliler (Gilet Jaunes) hareketi ve genel grev dalgası gibi ciddi halk tepkilerine neden oluyor. Siyasetteki alternatifsizlik nedeniyle bu tepkiler henüz siyasi parti temelinde güçlü bir akım haline gelemese de, sağ popülist Marine Le Pen ve partisi Ulusal Birleşme’nin (RN-Rassemblement National) ulusal siyasetteki kayda değer gücü ve Macron’a ilk alternatif olma özelliği halen devam ediyor. Bir ara sürpriz bir çıkış gerçekleştiren sol popülist Jean-Luc Mélenchon ve partisi Boyun Eğmeyen Fransa (La France Insoumise) ise, son dönemde düşüşe geçmiş gibi gözüküyor. PS, François Hollande sonrasında bir anda irtifa kaybederken, UMP de Cumhuriyetçiler (LR-Les Républicains) adıyla ve birçok farklı ve yeni siyasi liderle henüz başarı şansı yakalayamamış gibi gözüküyor. Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin (2012-2017) kurduğu merkez sağ çizgideki parti, Laurent Wauquiez ve Guillaume Peltier gibi genç liderlerle istediği çıkışı henüz gerçekleştiremezken, 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine parti adına ve favori aday olarak giren François Fillon’un ilk turda elenmesi skandalı da hafızalardan çıkmamış gibi gözüküyor. Parti, seçimler öncesinde Christian Jacob’u yeni lideri olarak seçerken, Sarkozy’nin bir kez daha partinin başına geçmesi konusunda ciddi talepler olduğunu da bu noktada belirtmek gerekiyor. 2010 yılında kurulan sol çevreci EELV-Avrupa Ekolojisi-Yeşiller (Europe Écologie-Les Verts) partisi ise, David Cormand liderliğinde istikrarlı yükselişini sürdürüyor. Öyle ki, 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 13,48 oyla -yüzde 23,34 oy alan RN ve yüzde 22,42 oy alan LREM’in ardından- üçüncü parti olan EELV, son yapılan anketlere göre PS ile yaptığı seçim ittifakı neticesinde, ülke genelindeki oy oranı anlamında seçimi ikinci sırada tamamlayacak.

Bu noktada, seçim öncesinde kurulan ittifakları da açıklamak gerekiyor. Cumhurbaşkanı Macron ve partisi LREM, seçime daha önceki seçimlerde de olduğu gibi liberal MoDem (Demokrat Hareket) ile birlikte girerken, işlerin son yıllarda pek iyi gitmediği PS de, akıllıca bir hareketle, seçim öncesinde çıkıştaki çevreci EELV ile birlikte hareket ediyor. Anketler incelendiğinde[2]; LREM’in yüzde 27 gibi bir oyla seçimi ilk sırada tamamlayacağı, PS-EELV’nin yüzde 19’la ikinci olacağı, Cumhuriyetçiler’in (LR) yüzde 18’le seçimi üçüncü bitireceği, RN’nin yüzde 13’le ancak dördüncü olacağı (ancak ulusal siyasette Marine Le Pen’in gücü devam etmektedir) ve Boyun Eğmeyen Fransa’nın da yüzde 9 civarında oy alacağı öngörülüyor. Bu tabloya bakıldığında, Cumhurbaşkanı Macron açısından işlerin halen iyi gittiğini söylemek mümkün. Ancak duruma önemli şehirlerin Belediye Başkanlıkları açısından baktığımızda, çok daha karmaşık bir tablo karşımıza çıkıyor.

Anne Hidalgo-Benjamin Griveaux-Cedric Villani

Örneğin, başkent Paris’te, Cumhurbaşkanı Macron ve partisinin adayı olan ve Macron’un en güvendiği isim olarak belirtilen genç siyasetçi Benjamin Griveaux, 2017’de Macron’un milletvekili olmasını sağladığı çılgın matematikçi ve “celebrity” Cedric Villani’nin de kendi başına aday olması nedeniyle seçimi kazanamama riski yaşıyor. Ekoloji ve eğitim ağırlıklı bir program hazırlayan Villani, Cumhurbaşkanı Macron ve partisinin planlarını bozma yönünde kararlı adımlar atıyor. Zira seçimi kendisi kazanamasa bile, Villani’nin adaylığı nedeniyle, Komünist Parti ve radikal solun da desteklediği mevcut Belediye Başkanı -PS’li- Anne Hidalgo’nun seçimi kazanma şansı giderek artıyor. Paris’te Cumhuriyetçilerin de Sarkozy döneminin Adalet Bakanı ve medyatik bir siyasetçi olan Rachida Dati’yi aday gösterdiğini bu noktada hatırlatmak lazım. Ancak seçim her şekilde ikinci turda sonuçlanacağı için, Villani’nin adaylığı Macron’un ve Griveaux’nun planlarını bozmayabilir. Anketlere göre, olası bir Griveaux-Hidalgo ikinci turunda ise, seçimi az farkla (yüzde 51’e yüzde 40) Anne Hidalgo kazanacak.[3] LREM’in köklü bir parti olmadığı ve Cumhurbaşkanı Macron’a yönelik tepkilerin son dönemde arttığı da düşünülürse; Villani’nin ilk turda sürpriz bir atak yaparak ilk ikiye girmesi, Rachida Dati’nin Griveaux-Villani rekabetinde aradan sıyrılarak ikinci aday haline gelmesi veya ilk turu Villani'nin adaylığı nedeniyle büyük olasılıkla ilk sırada tamamlayarak daha da güçlenecek olan Anne Hidalgo’nun seçimi kazanması kesinlikle sürpriz olmaz. Dolayısıyla, Paris’te, birçok farklı ihtimalin olduğu son derece heyecanlı ve zorlu bir yarış bizleri bekliyor. Ancak şu an için gözüken, Anne Hidalgo’nun daha şanslı olduğu… Diğer büyük şehirlere göz atmak gerekirse; Marsilya’da LR adayı Martine Vassal, Lyon’da LREM adayı Gérard Collomb, Nice’te LR adayı Christian Estrosi ve Toulouse’da yine LR adayı Jean-Luc Moudenc, anketlerde öne çıkan isimler olarak gösteriliyorlar. Bu da, anketlerde genel oy toplamında geride gözüken LR'nin, yerel siyasette gücünü koruduğunu ve hatta arttırdığını düşündürüyor.

Sonuç olarak, ulusal siyasette alternatifsizlik nedeniyle Cumhurbaşkanı Macron ve partisi LREM’in üstünlüğü devam etse de, belediye seçimlerinde LREM’in büyük bir başarı göstermesinin beklenmemesi, Macron’un partisini kurumsallaştırması, ideolojisini daha belirgin hale getirmesi ve ekonomik sorunlar nedeniyle oluşan tepkileri çözmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Macron’un adayının Paris’i kazanamaması ise, kuşkusuz, hem Cumhurbaşkanı’nın prestijini azaltacak, hem de seçimi Hidalgo'nun kazanması durumunda, Sosyalist Parti’ye -2017 sonrasında Macron ve partisine kaptırdıkları- merkez ve merkez soldaki seçmenleri yeniden kazanmak için mücadele azmi ve gücü aşılayacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1]  Bu konuda France24 kanalında yayınlanan bir program için; https://www.france24.com/en/20200130-macron-s-party-faces-uphill-battle-in-upcoming-mayoral-races.
[2] Bakınız; https://harris-interactive.fr/wp-content/uploads/sites/6/2018/06/Rapport_Harris-Intentions_de_vote_pour_les_elections_municipales_2020.pdf. (5. sayfada verilerin özetini bulmak mümkün)
[3] Bakınız; https://www.lopinion.fr/edition/politique/municipales-a-paris-match-griveaux-villani-est-installe-192025.

3 Şubat 2020 Pazartesi

Doç. Dr. Ozan Örmeci'den Yeni Kitap: "A Turkish Social Democrat: İsmail Cem"


İstanbul Gedik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı ve Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Kurucu Genel Koordinatörü Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde yaptığı doktora tezinden derlenen A Turkish Social Democrat: İsmail Cem adlı eser, İstanbul merkezli uluslararası yayınevi Libra Books (Libra Kitap) tarafından yayımlandı. 380 sayfalık kitapta, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri eski Bakanı (1997-2002) İsmail Cem'in (1940-2007) hayatı, sosyal teorileri, siyasi kariyeri, Türk siyasetine katkıları ve Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemdeki fikir ve icraatları araştırılıyor.

Kitap kapağı

Kitabın "İçindekiler, Kısaltmalar, Referans ve Önsöz" bölümleri, aşağıdaki linkten okunabilir.
Kitabın Künyesi:

ISBN: 978-605-7884-71-8
Boyut: 13.5 x 21 cm
Sayfa Sayısı: 380
Basım Yeri: İstanbul
Basım Tarihi: 2020
Dili: İngilizce

Kitabın arka kapak yazısı şu şekildedir: "Associate Professor Ozan Örmeci, in this new, revised, and updated version of his book compiled from his PhD thesis in Bilkent University, analyzes the life story, social theories, political career, and foreign policy achievements of Turkey’s former Foreign Minister (1997-2002) Ismail Cem (1940-2007). The book provides a detailed analysis of Turkey’s political developments throughout the republican history as well as the transformation of Turkish left. A must-read work to understand contemporary Turkish politics and left-wing politics in Turkey."

Kitabın alınabileceği bazı kitap siteleri;


Amazon.com

Amazon.com.tr


Kitap Yurdu


Libra Kitap

2 Şubat 2020 Pazar

Dr. Sezgin Mercan’la Birleşik Krallık-Türkiye İlişkileri Konulu Mülakat


Dr. Sezgin Mercan, Başkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi[1] ve 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Avrupa Politikaları uzmanıdır[2]. Dr. Sezgin Mercan’la 2019 Birleşik Krallık genel seçimi, Brexit süreci ve Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri konulu bir mülakat gerçekleştirdik.

Dr. Ozan Örmeci: Birleşik Krallık'ta birkaç hafta önce yapılan genel seçimi Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakâr Parti büyük farkla kazandı. Siz seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Muhafazakârların bu başarısının sırrı neydi ve Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi neden beklentilerin altında kaldı?

Boris Johnson

Dr. Sezgin Mercan: Boris Johnson’ı yakından tanıyanlar, yolu ve yöntemi her zaman onaylanmayabilecek olsa da, belirlediği hedeflere ulaşma konusunda onun hep başarılı olduğunu söylerler. Genel seçimlerde koyduğu hedefler ve sergilediği kararlılık, bu seçimlerde Muhafazakâr Parti’nin yolunun açılmasını sağladı. Johnson, seçim kampanyası boyunca sadece sağ tabana değil, sol tabana da hitap etmeye çalıştı ve oy potansiyelini genişletti. Bu sayede tek başına iktidar gücüne ulaştı. Seçim sonuçları Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi için tarihi bir oy kaybına karşılık geldi. 2017’deki seçimlerde oylarını arttıran ve tabanda dinamizm yaratan parti, bunu devam ettiremedi. Bir başka deyişle, dinamizm 2 yıl içinde önemli bir gerileme kaydetti. Seçim sonuçları İşçi Partisi içinde bir sınamaya da yol açtı. Parti içindeki sağ eğilimli temsilciler, partilerinin seçim kampanyasında sol ağırlıklı ve ideolojik bir politika izlediğini öne sürerek eleştiri getirdiler. Brexit’in yeterince işlenmediği de vurgulandı. Partideki sol eğilimli temsilciler ise ekonomik hassasiyetlere vurgu yapılmasını övdüler. Corbyn’in Johnson karşısında güçlü bir lider profili sergileyememesine de dikkati çektiler. Corbyn’nin popülist siyasete kapılan yönü de oldu. Seçim kampanyası süresince her ne kadar varlıklı kesimden ve şirketlerden alınan vergilerin arttırılması, asgari ücretin yükseltilmesi, sağlık sektörüne kamu desteğinin arttırılması ve kamulaştırma gibi vaatleri olsa da, Brexit’e belki de fazlasıyla odaklandı. Ancak benimsediği Brexit karşıtlığıyla, parti tabanının AB’yi sermaye odağı olarak kabul eden tutumu arasındaki ikilemi aşamadı. İster sağdan, ister soldan gelen versiyonu olsun, popülist siyaset, yabancılara, göçmenlere, uzman kişilere, toplumun aydınlarına, siyasi-ekonomik-sosyal kayıplara karşı tutum üzerinden destek ağını güçlendirerek, her iki kesimde de temsilci siyasi parti ya da hareketin sempati kazanmasını sağlayabilmektedir. Bu durum, bir yandan sağ ya da sol eğilimli parti tabanları arasında geçişkenliği arttırırken, diğer yandan da, destekte ani yükseliş ve düşüşlere yol açabilmektedir. İşçi Partisi’nin durumu da bu bağlamda değerlendirilebilir.

İngiliz siyasi tarihine bakıldığında, kritik iktidar değişikleri göze çarpar. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa geneli ve Birleşik Krallık özelinde savaş yıkımlarını bertaraf etmek amacıyla korumacı, müdahaleci ve refah devleti özelliklerini öne çıkaran "sol" politikalar uygulanmıştır. Seçim tercihleri de buna göre olmuştur. Yıllar sonra, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kısa bir süre önce de, dünya genelinde yükselen neoliberal politikaların bir dayanağını yine Birleşik Krallık ve Muhafazakâr Parti meydana getirmiştir. Birleşik Krallık, Avrupa Birliği’nden ayrılma arifesinde yine sembolik bir seçimden geçmiştir. Bahsedilen diğer kritik seçimlerin sonuçları ortadayken, bu seçimin İngiliz siyasetinde ne gibi sonuçları olacağı ise merak konusudur. Johnson liderliğindeki yeni dönemde kontrolcü bir hükümet profili kendisini hissettirmiştir. Bunu, hükümetin medya ile ilişkilerini gözlemleyerek farketmek mümkündür. Refah devletine dönüş, işgücünün yaşam koşullarının iyileştirilmesi, hak ve özgürlüklerin arttırılması ve kamulaştırma gibi, İşçi Partisi’nin programında görülebilecek hedeflerin pek de karşılanamayacağı öngörülebilir. Zira muhafazakâr siyaset, güvenlik kaygılarının giderek arttığı ya da yükseltildiği koşullarda bu gibi hedefleri riskli bulabilecektir.

Brexit’in krize döndüğü koşullarda Muhafazakâr Parti de aslında bir sınamadan geçti. Parti liderliği hem bu krizi başlatma, hem de sonlandırma anlamında iki uç deneyimi yaşadı ve topluma yaşattı. David Cameron, Theresa May ve Boris Johnson bu bağlamda üç farklı sonucu temsil eder oldu. Cameron krizi başlatan, May krizi çözemeyen, Johnson ise krizi sonuçlandıran bir konuma yerleştiler. İngiliz Parlamentosu’nda reddedilenin ve yerine neyin konulacağıyla ilgili büyük bir boşluğun yaratıldığı koşullarda Brexit’in giderek büyüyen bir krize dönüşmesi, kamuoyunun AB’den ayrılmaya daha fazla odaklanmasına yol açtı. Johnson da seçim kampanyasında ağırlıklı olarak Brexit’e yüklenince, onun kazanması, adeta Brexit krizinin çözülmesi ve toplumun rahat bir nefes alması yönündeki beklentiyle eşitlenir oldu. Bu sayede, İşçi Partisi tabanından da destek alarak parlamentoda çoğunluğa erişebildi. Bu çoğunluk, kemer sıkma politikalarının kaldırılması, sağlık hizmetlerinin fonlanması, yatırımların arttırılması, göçün kontrol edilmesi, kolluk kuvvetlerinin sayısının arttırılması, güçlü bir hükümet ve yönetim yapısının kurulmasıyla ‘güvenlik’siz dünyada daha da güvenli bir ülkenin yaratılması gibi vaatlerle de somutlaştı. AB’den ayrılmayı vazgeçilmez hedef olarak koyan Boris Johnson, belki de risk alarak, tutarlı bir yol haritasını hayata geçirdi. Böylece yeni hükümet, Brexit ve diğer konularda zorlanmayacağı bir ortam yaratabildi.

Ozan Örmeci ve Sezgin Mercan Euro Politika dergisinin düzenlediği bir etkinlikte

Dr. Ozan Örmeci: Birleşik Krallık yaklaşık 4 yıldır Brexit sürecinde zor günler geçiriyor. 2019 genel seçimi sonrasında artık gerçekleşen Brexit’in Birleşik Krallık iç ve dış politikasında sizce önümüzdeki günlerde ne gibi etkileri olacaktır?

Dr. Sezgin Mercan: Her ne kadar AB’de ve Birleşik Krallık vatandaşlarının bir kısmında Brexit bir infial yaratsa da, Lizbon Antlaşması’nın kabulüyle üye ülkelerin AB’den ayrılmalarının yolu zaten açılmış durumdadır. Üyelikten ayrılma, Avrupa bütünleşmesindeki bir sürecin en son başvurulacak sonucudur. Bu süreç, AB içinde, çeşitli antlaşmalarla pekişen ‘farklılaşmaya’ karşılık gelmektedir. Farklılaşmış bütünleşme, üye ülkelere egemenliklerini koruma imkanı sunarken, Avrupa bütünleşmesini kolaylaştırıcı bir etki de yaratmaktadır. Avrupa bütünleşmesi karşısındaki asıl sorun, bütünleşmeyi destekleyen ve bütünleşme karşıtı olan siyasi parti ve seçmenler arasında ulusal sınırları aşan düzeydeki bölünmedir. Bu bölünme, eğitimli-eğitimsiz, zengin-yoksul, kentli-köylü seçmen arasında da ayrım yaratmaktadır. Farklılaşmış bütünleşmenin bu sosyal bölünmeyi gidermeye yönelik bir çözüm getirme potansiyelini pek de taşımadığı belirtilebilir.  Bölünme, sağ ve sol partilerin Avrupa bütünleşmesine bakışı üzerinden yeşil-alternatif-özgürlükçü ve gelenekçi-otoriter-milliyetçi ikiliği üzerinden değerlendirilebilir. Avrupa bütünleşmesi, ulusal egemenliği zayıflattığı, ulusal tercihlerin hayata geçirilmesini kısıtladığı ve üye ülkeleri dışarıdan gelen fikirlere açık hale getirdiği gerekçesiyle farklılaşma üzerinden reddedilebilmektedir. Bu partiler, ulusal topluluğa zarar verme potansiyeli nedeniyle göç karşıtlığını da içermekte ve bunun üzerinden AB karşıtlığı güçlenebilmektedir. Fakat muhafazakâr partiler arasında milliyetçilik ile neoliberalizm çekişmesi de göz ardı edilmemelidir. Bu çekişme, Birleşik Krallık Muhafazakâr Partisi’ndeki Avrupacılık ve Avrupa şüpheciliği ayrımında net şekilde görülmüştür. Bu koşullarda, Birleşik Krallık, bir iç ve dış politika tercihiyle Avrupa bütünleşmesindeki farklılaşmayı somutlaştıran en güçlü örnek olmuştur.

Brexit, Birleşik Krallık iç ve dış siyasetinin kesişim noktasında yer almaktadır. Brexit’i destekleyenler içinde korumacılık taraftarı muhafazakârlar yer aldığı gibi, serbest ticaret odaklı neo-liberaller de bulunmaktadır. Muhafazakârlara göre, İngiliz hükümetleri rekabetçi Avrupa pazarında İngiliz ürün ve hizmetlerini koruma sıkıntısı yaşamaktadır. Devlet yardımlarının gerektiği noktada AB düzenlemelerinin kısıtlayıcılığı hükümetleri zor durumda bırakabilmiştir. Desteklerin sağlanamadığı koşullarda ise, zayıf işletme ve şirketler çökmüş, ya da çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Neo-liberallere göre ise, AB üyeliği, gereksiz birtakım düzenlemeler içermekte ve piyasa serbestliğini kısıtlamaktadır. Neo-liberaller, ortak gümrük tarifesi uygulamasını da ticareti AB üyesi ülkeler ile dünyada geriye kalan diğer ülkeler arasına sıkıştırmak şeklinde yorumlamışlardır. Hatta mutlak bir serbest ticaretin ancak AB’den ayrılmayla mümkün olabileceğini de düşünmüşlerdir. Brexit sayesinde artık bu gibi hususlarda ulusal önceliklerin gerektirdikleri elzem olacaktır.

Brexit, Birleşik Krallık için AB’nin gerektirdiği politika ortaklılarının bağlayıcılığından kurtulmak anlamına gelmektedir. AB’deki farklılaşmış bütünleşme potansiyeli sayesinde daha önce talep ettiği imtiyazlarla zaten AB içinde muafiyetlere sahip olan Birleşik Krallık, bütçeye katkı, tarım sübvansiyonlarının karşılanması, Avro krizinin etkileri, göçmen sorunu, sınırların kontrol edilemezliği gibi konularda artık mutlak egemenliğini sergileyebilecektir. AB’den ayrılma Birleşik Krallık'ı pek de zayıflatacak bir gelişme olmayacaktır. Ayrılma, İngiliz hükümeti tarafından hem iç, hem de dış kamuoylarına ‘ulusal bir yenilenme’ projesi olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla, Brexit, ülke için adeta yeni bir doğum heyecanı nedeni olarak konumlandırılmaktadır.

AB’den ayrılmak Birleşik Krallık için köklü bir mevzuat değişimi anlamına da gelmektedir. Ülke hukuku, artık AB müktesebatının gereklerinden ayrı olacaktır. Hukuki açıdan, Brexit süreci, Birleşik Krallık’ta yazılı bir anayasaya geçiş tartışmalarının alevlendiği dönemi de kapsamıştır. Özellikle Magna Carta’nın 800. yıldönümü nedeniyle İngiliz Anayasası’nın geliştirilmesine ihtiyaç olduğu öne sürülmüştür. Bu ihtiyaç vurgulanırken, Magna Carta’nın tarihsel süreç boyunca Birleşik Krallık için bir uluslararası prestij, etkinlik ve nüfuz kaynağı olduğu hatırlatılmıştır. Bunun üzerinden de, İngiliz hükümetinin temel insan haklarını yayma hedefiyle küresel misyonlar üstlenme isteği öne çıkmıştır. Bunun sonucunda diğer devletler arasında, ‘British exceptionalism’ (Britanya istisnacılığı) kavramını barındıran ‘eşsiz Birleşik Krallık’ fikri görünür hale gelmiştir. Bu ‘eşsizlik’ fikri, özellikle AB’nin temsil ettiği ulusüstü ve İngiliz hükümetinin temsil ettiği ‘ulusal’ yönetimler arasındaki sorunu, merkezi hükümetin ağırlığı eleştirisi üzerinden dengesiz karar alma mekanizması sonucuyla eşleştirmiştir. Buna İskoç yönetimi üzerinden yerel yönetim ayağını da eklemek mümkündür.


Dr. Ozan Örmeci: Brexit sürecinin Birleşik Krallık-Türkiye ilişkilerine sizce ne gibi etkileri olabilir? Özellikle ekonomik anlamda bu sürecin ikili ilişkilere olumsuz etkileri olabilir mi?

Dr. Sezgin Mercan: Birleşik Krallık, AB’nin en büyük askeri gücüne, ikinci büyük ekonomisine ve en büyük finans merkezine sahip olmuştur. Bu özellikleriyle, AB üyesi olsun ya da olmasın, uluslararası alanda Türkiye için  işbirliği her zaman önemli olan bir ülkedir. AB’ye üyelik tartışmaları üzerinden kıta Avrupa'sındaki genel olumsuz hava nedeniyle yer yer gerilebilen Türkiye-Birleşik Krallık ilişkileri, bundan sonra sadece ikili hassasiyetlerle ya da karşılıklı önceliklerle ilerleyebilecektir. Bu iki ülke, hangi konularda ortaklık kurabileceklerini, herhangi bir AB kısıtı olmadan birlikte belirleyip geliştirebileceklerdir. Türkiye, bölgesinde önemli bir güç ve NATO, Avrupa Konseyi ve G20 gibi uluslararası örgütlenmelerin bir üyesi olarak, Birleşik Krallık açısından cazibesini korumaya devam edecektir. Birleşik Krallık’ın Orta Doğu’ya ve Körfez bölgesine yönelik geleneksel ilgisi de, bölgesel istikrarsızlıkların devam ettiği koşullarda, Türkiye’nin işbirliğine ihtiyaçla denk düşmektedir. İki ülke, AB’nin yakın çevresinde güvenlik ve istikrarı sağlama adına doğal ve sürdürülebilir bir ortaklık gerekçesine de sahip olacaktır.

Brexit sonrasında iki ülke için kritik olan konu ticari ilişkilerdir. Şimdiye kadar Gümrük Birliği’nin şekillendirdiği ilişkiler, artık yeni bir ticaret anlaşmasıyla yürütülmek durumundadır. Yeni anlaşma, hem Gümrük Birliği koşullarındaki durumu korumayı, hem de onu daha da geliştirmeyi öngörmelidir. Birleşik Krallık, Brexit sonrasına yatırım yapmaya önceden başlamış, süreç her ne kadar sonuçlanmasa da, Türkiye ile gelecekteki ticari işbirliğinin nasıl olacağına dönük çalışmalar da yapmıştır. Brexit’in Türk vatandaşları açısından olumsuzluk içeren yönleri yok değildir. Örneğin, gelecekte Birleşik Krallık’ta yaşamak ve çalışmak isteyen Türk vatandaşları, artık bu yöndeki başvuru haklarını kullanamayacaklardır. Krallık için ayrılmaya dönük ‘geçiş süreci’ başlamıştır. Bu süreç, 2020 sonunda tamamlanacaktır. Birleşik Krallık, geçiş süreci tamamlandıktan sonra Ankara Anlaşması’nın yükümlülüklerinden çıkacaktır. Böylece, Türk vatandaşlarının Birleşik Krallık’ta yerleşip çalışabildikleri günler geride kalacaktır.

Taraflar arasında anlaşma için acele etmeye gerek olmadığı gibi, bu konuyu ağırdan da almamak gerekir. Krallık için ayrılmaya dönük ‘geçiş süreci’ başlamıştır. Dolayısıyla, Gümrük Birliği koşulları daha bir yıl geçerliliğini koruyacaktır. Bu bir yıl içinde Birleşik Krallık bir yandan AB ile yeni bir ticaret anlaşması imzalayacak, diğer yandan da Türkiye ve diğer ülkelerle ticaret anlaşmalarını kararlaştıracaktır. İki ülke arasında önceden kurulmuş olan Ticaret Çalışma Grubu, Ticaret Bakanlığı gözetiminde yaptığı ön hazırlıkların üstüne yeni bir serbest ticaret anlaşmasını yerleştirecektir. Anlaşmalı ayrılık koşullarında, Türk ürünleri Birleşik Krallık pazarına Gümrük Birliği koşullarına göre girebilecek, gümrük düzenlemeleri aynı şekilde devam da edebilecektir. Dolayısıyla, Brexit sonrasında ikili ilişkilerde ekonomik anlamda bir olumsuzluğun oluşması olasılığı pek de yüksek görülmemektedir.

Dr. Ozan Örmeci: Uzman görüşünüze göre Brexit sonrasında Birleşik Krallık dış politikasında hangi eğilimler ağır basacaktır? Commonwealth geleneğinin diriltilmesi sizce bir ütopya mıdır? Ayrıca ABD ile ilişkilerde yeni bir canlanma sürecine girilebilir mi?

Dr. Sezgin Mercan: Birleşik Krallık dış politikasında İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) geleneği aslında süregelen bir sabittir. Yeni bir gelişme değildir. Varolan bir gerçekliktir; ütopya da değildir. Bu sabitin önemi, tarihsel bakış açısıyla da fark edilebilir. Tarihsel süreçte İngiliz Milletler Topluluğu’nun hem siyasi, hem de ekonomik nitelikler sergilediği görülebilmektedir. 1700’lü yıllar boyunca ülke ihracatının 2-3 kat arttığı, ticaret filosunun ikiye katlandığı bir gelişim süreci yaşanmıştır. Yine bu yıllarda, Avrupa, Birleşik Krallık’ın en büyük pazarı olmaktan çıkmış, sömürgeler pazar ihtiyacını karşılar olmuştur. Bu dönemlerde, Birleşik Krallık, büyük ve istikrarlı sömürge pazarları sayesinde Sanayi Devrimi'nin beşiği haline gelmiştir. Bu doğrultuda, 1700’ler öncesindeki gelişmeler de kayda değerdir. Bu gelişmeleri İngiliz ihracatı bağlamında üç döneme ayırmak mümkündür. İlki, eski kumaşın Kuzey Avrupa’ya ihraç edildiği 1600 öncesi dönemdir. İkincisi, Güney Avrupa piyasasına yönelik yeni kumaş ihracatını barındıran 1600-1650 arasındaki dönemdir. Üçüncüsü de, sömürgelerde tekelin sağlandığı, ürünlerin depolanabildiği ve peyderpey satışa sunulabildiği 1650-1700 arasındaki dönemdir. 1700’le birlikte iki dönem daha tanımlanabilir. Bunlardan ilki, sömürgelere ürün ihracatını kapsayan 1700-1780 arasındaki dönemdir. İkincisi de, Birleşik Krallık’ın tüm dünyaya üretim yapan ülke konumuna geldiği 1780 sonrası dönemdir. Bu ekonomik gelişim sürecinde İngiliz Milletler Topluluğu’nun pazar potansiyelinin stratejik önemi açıktır. Bu önem, savaş dönemlerinde askeri kaynak sağlama üzerinden daha da artmıştır. Bu önem, günümüz koşullarında da geçerlidir. Yaklaşık 2,5 milyarlık bir nüfus ve pazar gücü ve de toplamda yaklaşık 15 trilyon dolarlık gayrisafi milli hasıla ile tersini düşünmek mümkün olmasa gerek.

Birleşik Krallık’ın stratejik güvenlik belgelerinde, İngiliz Milletler Topluluğu, norm temelli bir uluslararası sistem yaratma çabalarında başat bir dayanak olarak konumlandırılmaktadır. Sadece ticari öncelikler değil, demokratik değerlerin yayılması, radikalleşmeyle mücadele ve iklim değişikliği gibi konularda da Topluluk üyeleriyle ortaklığın güçlendirilmesi hedeflenmektedir. Avustralya ile Asya-Pasifik gelişmeleri odaklı savunma ve güvenlik ortaklığı, Kanada ile de askeri işbirliği önemsenmektedir. Yeni Zelanda ise, IŞİD/DEAŞ’la mücadele başta olmak üzere Birleşik Krallık’a destek olmaktadır. Birleşik Krallık’ın stratejik güvenlik belgeleri, Brexit sonrasında takip edilecek dış politika eğilimlerini zaten tanımlar niteliktedir. Güvenlik ve istihbarat personelinin arttırılması, silahlı kuvvetlerin güçlendirilmesi, Fransa ile muharebe hava sistemi ortaklığı, Almanya ile güvenlik işbirliği, terörle mücadele kaynaklarının güçlendirilmesi, ulusal siber güvenlik stratejisinin yürütülmesi, biyo-güvenlik stratejisi üzerinde çalışılması, BBC’nin küresel ağının güçlendirilmesine yönelik yatırımlar ve Körfez bölgesindeki varlığı kalıcı hale getirmek için Körfez stratejisinin geliştirilmesi ülkenin Brexit sonrasındaki öncelikleri olacaktır.

Ülkenin 2010 tarihli Ulusal Güvenlik Stratejisi, “Belirsizlik Çağında Güçlü Bir Britanya” (A Strong Britain in An Age of Uncertainty) başlığıyla yayınlanmıştı. 2015 tarihli strateji belgesi ise “Güvenli ve Müreffeh Birleşik Krallık” (A Secure and Prosperous United Kingdom) başlığıyla kamuoyuna duyurulmuştur. Bunun anlamı, en azından son 10 yıldır İngiliz hükümetlerinin dünyayı oldukça riskli gördükleri, tehdidin nereden geleceğinin belli olmadığı bir uluslararası arenada, özellikle askeri ve ekonomik güvenlik araçlarıyla güvenli bir Birleşik Krallık yaratma arzusunda olduklarıdır. Müreffeh bir Krallık’ın temel dayanağının, daha önce de olduğu gibi, pazarıyla, askeri gücüyle, insan kaynağıyla İngiliz Milletler Topluluğu olduğu hatırlanmalıdır. Temel dayanak AB olamamıştır. Brexit sonrasında Birleşik Krallık dış politikasındaki bir diğer eğilim, Birleşik Krallık’ın diğer ülkelerle ticaretini şekillendirecek yeni anlaşmalar zincirini hayata geçirmek olacaktır. Bununla ilgili ön görüşmelere halihazırda başlamış da bulunmaktadır. İngiliz hükümetlerinin tüm bu konulara hassasiyetle yaklaştığı koşullarda, ABD, elbette Birleşik Krallık için vazgeçilmez ortaklık konumunu korumaya devam edecektir. Özellikle ticari kısıtlarından kurtulmuş bir Krallık, ABD için çok daha cazip görünmektedir.

Bu soru kapsamında son olarak, Birleşik Krallık’ın İskoç hükümetinin bağımsızlık hedefi karşısındaki konumu da değerlendirilmelidir. Brexit, bu konuyu yeniden canlandırmıştır. Dolayısıyla, konu, hem dış, hem de iç politikaya hitap eder konumdadır. İngiliz hükümetleri, ülkedeki siyasi kültürün etkisiyle, İskoçlara karşı sert güce dayalı bir tutum takınmasa da, İskoçya’da yeni bir referandum yapılması fikrini pek de destelememektedir. Halbuki İskoç hükümeti ve İskoçya Ulusal Partisi (SNP), Brexit nedeniyle, yeni seçimlerin yapılacağı 2021’e kadar bağımsızlık referandumunu tekrarlamayı talep etmektedir. Bunun gerçekleştirilmesi için Birleşik Krallık hükümetinin onayı gerektiği ve onayın verilmesi mevcut koşullarda mümkün görünmediği için, durum, belirsizliğini korumaktadır. Ulusal Parti’nin mevcut lideri ve İskoçya Başbakanı Nicola Sturgeon, geleceklerinin Birleşik Krallık dışında daha iyi olacağı fikrinden hareketle, yönetimde bağımsızlık hedefini canlı tutmaktadır.

Dr. Ozan Örmeci: Bize vakit ayırdığınız için size teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Tarih: 02.02.2020

[1] Bakınız; http://sibu.baskent.edu.tr/kw/ozgecmis.php?id=34916.
[2] Bakınız; https://www.21yyte.org/index.php/tr/kadro/dr-sezgin-mercan.