Sayfalar

26 Şubat 2019 Salı

France Culture Programı: ‘İran, 40. Yılında Teokrasi’


Radio France grubuna bağlı olarak yayın yapan Fransız devlet radyosu “France Culture”, 1940’lardan bu yana farklı isimlerle faaliyette olan (1963’ten beri şimdiki ismiyle) ciddi bir medya kuruluşudur[1]. Kuruluş, yıllardır farklı alanlarda Fransızca dilinde yaptığı programları internet sitesinden takipçilerinin beğenisine sunmaktadır. Bu istasyonda yayınlanan programlardan birisi de, Belçikalı gazeteci Christine Ockrent[2] tarafından Courrier International dergisi[3] ortaklığında hazırlanan “Affaires Etrangères” (Dış İlişkiler) isimli yayındır. Ockrent, 9 Şubat 2019 tarihinde “L'Iran, 40 ans de théocratie” (İran, 40. Yılında Teokrasi) başlığıyla İran İslam Cumhuriyeti’nin 1979 İslam Devrimi’nin 40. yıldönümünde geldiği noktayı değerlendiren önemli bir program yapmıştır[4]. Bu programa, konuk olarak, İran üzerine çalışan coğrafyacı ve CNRS (Centre national de la recherche scientifique) uzmanı Bernard Hourcade, Le Point dergisi yazarı İranlı-Fransız gazeteci Armin Arefi, IISS (International Institute for Strategic Studies) İran uzmanı Clément Therme, Sciences Po mensubu ekonomist Laurence Daziano, Courrier International dergisi redaktörü Eric Chol ve Amerikalı hukukçu-siyaset bilimci ve International Crisis Group Başkanı Robert Malley katılmışlardır. Bu yazıda, bu programda konuşulanlar özetlenecektir.

Programın ilk konuşmacısı olan İran uzmanı Fransız coğrafyacı Bernard Hourcade, öncelikle 1979 İran İslam Devrimi’nin insan hakları, özgürlük, bağımsızlık ve anti-emperyalizm gibi olumlu idealler doğrultusunda gerçekleştirildiğini ve devrime sadece İslamcıların değil, liberallerin, solcuların ve milliyetçilerin de katıldığını hatırlatmaktadır. Uzun süredir Paris’te sürgünde olan Humeyni’nin devrime sonradan Şubat ayı başında İran’a dönerek yön vermeye başladığını söyleyen Hourcade, Humeyni öncesinde zaten milyonlarca insanın devrim amacıyla sokaklara döküldüğünü ve Şah rejiminin çöktüğünü anlatmaktadır. İslam’ın Şii yorumunun İran’da muhalefeti birleştirmeye muktedir tek siyasal alternatif olduğunu da belirten konuşmacı, Şah’ın gidişi sonrasında ortadan kaybolan polis ve ordu nedeniyle, kendi içlerinde hiyerarşik ve disiplinli bir örgütlenmesi olan mollaların (ulema sınıfı) ülkeye yön verebilecek tek güç olarak ortaya çıktıklarını ve Humeyni’nin onların desteğiyle iktidarı ele geçirdiğini açıklamaktadır. Sunucu Christine Ockrent’in tam 40 yıl sonrasında ruhban sınıfı (clergé) rejiminin halen ayakta kaldığını hatırlatması üzerine ise, Hourcade, öncelikle, günümüzde İran siyasal sisteminde kilit konumda bulunan Dini Lider Ali Hamaney ve İran Meclis Başkanı Ali Laricani gibi isimlerin o yıllarda henüz 20’li yaşlarında olan Şah rejimi karşıtı genç devrimciler olduklarını söylemektedir. Devrim sonrasnda tam 8 yıl süren İran-Irak Savaşı sayesinde molla rejiminin konsolide olmayı başardığını belirten Hourcade, ayrıca 40 yıl ayakta kalmayı başarabilen bir rejimin sadece kaba kuvvetle açıklanamayacağını ve İran Devrimi’nin ideallerinin İran halkınca halen bile desteklendiğini söylemektedir.

Daha sonra söz alan İranlı-Fransız gazeteci Armin Arefi, 3 yıl boyunca Tahran-Paris arasında mekik dokuyarak ve İranlılarla görüşerek hazırladığı Un printemps à Téhéran : la vraie vie en République islamique kitabında belirttiği şekilde, İran’da sosyal medya üzerinden birbirleriyle haberleşen ve rejimin baskıcı yapısını kabul etmeyen gençlerin yaşadığını ve modern düşüncedeki bu gençlerin ABD ve İsrail karşıtlıklarının fanatizm düzeyinde olmadığını söylemektedir. Göstericilerden duyduğu “Ne Gazze, ne Lübnan, sadece İran için kendimi feda ederim” sloganını buna örnek olarak gösteren Arefi, İranlı gençlerin ülkelerini sevdiklerini ve yönetimden memnun olmadıklarını, ama bunun devrim yapmaya çalışacakları anlamına da gelmediğini düşünmektedir. İran dışında yaşayan İranlıların oluşturduğu diyaspora gruplarının etkili bir siyasi güç olmadıklarını da sözlerine ekleyen Arefi, İran siyasal tarihinde Muhammed Musaddık dönemi gibi demokratik ve seküler dönemlerin yaşandığını da hatırlatmaktadır.

Daha sonra söz alan ekonomist Laurence Daziano, İran İslam Devrimi’nin ekonomik açıdan bir başarısızlık olduğu tespitiyle başladığı konuşmasında, İran ekonomisinin petrol ve doğalgaz satışına dayalı “rantiye devlet” modeli doğrultusunda oluşturulduğunu ve ülkenin halihazırda enflasyon (bu sene yüzde 30 dolayında bekleniyor) ve işsizlik gibi (özellikle yüzde 28 dolaylarındaki genç işsizliği) çok ciddi ekonomik sorunlarının olduğunu dile getirmektedir. 2015 JCPOA-İran nükleer anlaşmasından sonra büyümeye başlayan ekonominin artık o yıllardaki büyüme oranlarını yakalayamayacağını söyleyen konuşmacı, İran’ın devalüasyon ve karaborsa gibi başka ekonomik sorunlarının da olduğunu belirterek, daha sonra sözü İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin ilk döneminde yaptığı ekonomik reformlara getirmekte ve bu iyi niyetli girişimlere rağmen son dönemde İran halkının -ABD yaptırımları nedeniyle- ciddi bir fakirleşme yaşadığını vurgulamaktadır. İran’da İran Devrim Muhafızları Ordusu (Pasdaran) kontrolünde paralel bir ekonomi olduğunu da belirten Daziano, bu gruba mensup kişilerin mevcut sistemden memnun olduklarını ve bu sistem sayesinde zenginlik içerisinde yaşayabildiklerini iddia etmektedir.

IISS İran uzmanı Clément Therme ise, konuşmasında, İran ekonomisinin “kayırmacılık” (clientélisme) temelinde oluştuğunu, kuralların herkese eşit olarak uygulanmadığını ve bu nedenle oluşan güvensizlik ortamının ekonomik gelişim için çok kötü olduğunu ifade etmektedir. Politik güvensizlik iklimi dışında geleceğe yönelik ekonomik beklentilerin de bu ortamda olumsuz geliştiğini belirten Therme, bu bağlamda derin devletin ve gizli servisin ekonomi yönetiminde de etkili olduğunu söylemektedir. Ekonomik yaptırımların kalkması durumunda bu sistemin değişmek zorunda kalacağını ve bu durumun mevcut sistemden avantaj sağlayan çevrelerin işine gelmeyeceğini belirten konuşmacı, bu anlamda Trump’ın yaptırımlarının ve JCPOA anlaşmasını iptalinin İran’da sistemi daha da kapalı hale getirmesi riskinin olduğunu vurgulamaktadır. İran’da rejimin devamlılığının ancak ABD ile iyi ilişkiler kurmaktan geçtiğini düşünen bir grubun var olduğunu ve reform ve dünyaya açılma sürecinin Hasan Ruhani’nin çok öncesinde daha Haşimi Rafsancani döneminde başladığını kaydeden Therme, Avrupa Birliği’nin İran’la nükleer anlaşma ve serbest ticareti -INSTEX mekanizması aracılığıyla- sürdürmeye çalışarak Cumhurbaşkanı Ruhani ve ılımlılara destek olmaya çalıştığını, ancak ABD’deki Trump yönetimi ve İran’daki radikallerin bu durumu engellemeye çalıştıklarını da sözlerine eklemektedir. Clément Therme, ayrıca, AB’nin ABD ile arasındaki ticari çıkarların AB’nin İran’la arasındaki ticari çıkarlara kıyasla çok daha üst düzeyde olması sebebiyle, AB’nin ilerleyen dönemde İran karşıtı Amerikan politikalarına eklemlenme riskinin bulunduğunu da konuşmasında belirtmektedir. İran Dini Lideri Ali Hamaney’in 80 yaşında ve sağlık sorunlarından muzdarip olduğunu da belirten Therme, ayrıca Cumhurbaşkanı Ruhani ile Ali Hamaney arasında bazı sıkıntılar olduğu konusunda sunucu Christine Ockrent’in yaptığı tespiti de onaylamaktadır. İran’da Dini Lider’in vefatı sonrasında yaşanacak güç değişimine de dikkat çeken İran uzmanı, Humeyni’den sonra Cumhurbaşkanı Ali Hamaney’in bu makama seçildiğini hatırlatmakta ve Hamaney’den sonra İran’da yaşanabilecek sıkıntılara işaret etmektedir.

Courrier International dergisinden Eric Chol, program kapsamında yaptığı konuşmada, neredeyse 80 yaşında olan ve yıllardır kanserle mücadele eden İran Dini Lideri Ali Hamaney’in durumunu gündeme getirmekte ve İran’da bir tabu olarak görülen bu konunun önemli olduğuna vurgu yapmaktadır. Hamaney’in kendisi yerine geçebilecek ideal Dini Lider olarak Mahmud Şahrudi’yi gördüğünü, ancak Şahrudi’nin geçtiğimiz günlerde vefat ettiğini söyleyen Chol, Meclis Başkanı Ali Laricani’nin kardeşi ve İran yargı sisteminin başında bulunan Sadık Laricani ve ülkenin en prestijli vakıflarından olan İmam Rıza Türbesi Vakfı Başkanı Seyyid İbrahim Reisi’yi Hamaney’in koltuğuna potansiyel adaylar öne çıkarmaktadır. Sadık Laricani’nin Irak-Necef doğumlu olması (her ne kadar anayasada böyle bir kısıtlama olmasa da) ve insan hakları ihlalleriyle ilgili suçlamalara konu olması gibi eksileri olduğunu belirten konuşmacı, Reisi’nin ise 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hasan Ruhani’ye kaybetmesinin ardından şansının azaldığını düşünmektedir.

Programın ilerleyen dakikalarında yeniden söz alan Bernard Hourcade, İran’la ilgili tartışmalarda Batı dünyasında öne çıkarılan hususun İslam dininin kendisi değil, İran’daki molla rejimi olduğunu vurgulamakta ve İran’da gücü elinde bulunduran ruhban sınıfının İslam dininde bulunan “adalet” değerlerine uygun hareket etmediklerini iddia etmektedir. Ayrıca ABD’nin JCPOA anlaşmasından çekilmesinin çok önemli bir gelişme olduğunu belirten Hourcade, bu kadar önemli devletlerle (BM Güvenlik Konseyi üyesi 5 ülke ve Almanya) İran arasında imzalanan bir uluslararası anlaşmanın uluslararası düzeni ayakta tutan ve bundan en çok istifade eden ülke (ABD) tarafından bir anda iptal edilmesinin İran için olumsuz bir gelişme olduğunu ve Tahran’ın bu süreçte bir siyasi ve ekonomik çıkmaza girdiğini söylemektedir. Ancak bu durumun ABD ve uluslararası istikrar açısından da kötü olabileceğini düşünen Fransız araştırmacı, agresif ve kötü durumda bir ülke olan İran’ın bundan sonra tehlikeli girişimlerde bulunabileceğini öngörmektedir.

Daha sonra söz alan International Crisis Group Başkanı Robert Malley, ABD Başkanı Donald Trump’ın seçim kampanyası döneminden başlayarak İran’ı ABD’nin en önemli düşmanı olarak öne çıkardığını ve Trump’ın Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail gibi ülkelerle geliştirdiği diplomasinin de İran’ı hedef aldığını hatırlatarak, buna rağmen Trump’ın Tahran’la diyalog ve daha iyi bir anlaşma için müzakerelere başlamasının mümkün olduğunu söylemektedir. Trump’ın sürekli olarak İran’ı hedef almasına karşın Tahran’ın JCPOA anlaşmasına bugüne kadar sadık kaldığını belirten Malley, ABD Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo’nun girişimleriyle toplanan İran karşıtı Varşova Konferansı’nda, İran’ın Orta Doğu ülkelerinin iç işlerine karışması konusunun öncelikli gündem maddesi ve eleştiri konusu yapıldığını açıklamaktadır.

Malley’den sonra bir kez daha görüşleri sorulan Clément Therme, İran’ın İslam Devrimi’nin 40. yıldönümünde yeni balistik füze denemeleri yapmasının Barack Obama sonrasında Donald Trump’ın işbaşı yapmasıyla bozulan İran-ABD ilişkilerinin doğal bir sonucu olduğunu ve sorunun İran’ın füze programının menzilinden/kapsamından ziyade, İran rejminin yapısı ve İsrail’e ve Batı dünyasına yönelik tehditleri olduğu tespitinde bulunmaktadır. Suudi Arabistan’ın askeri kapasitesinin İran’dan çok daha iyi durumda olduğuna ve Riyad’ın ABD’yi dış politikada yönlendirme imkânının Tahran’a kıyasla çok daha üst düzeyde olduğuna da vurgu yapan Fransız uzman, ayrıca Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin füze denemeleriyle kendisini zora soktuğunu, zira bu şekilde Avrupa’daki Atlantikçilerin de İran karşıtı koalisyon konusunda Trump’a destek vermeye başlayabileceklerini söylemektedir. Suriye’deki son gelişmeleri de özetleyen Therme, son dönemde Rusya ile İran arasında Suriye’nin geleceği konusunda bazı görüş aykırılıkları oluşmaya başladığını ve hatta Rusya’nın İsrail’in İran hedeflerini vurması karşısında tepkisiz kaldığını da bu noktada sözlerine eklemektedir.

İkinci defa söz alan ekonomist Laurence Daziano ise, ABD Başkanı Donald Trump’ın 2018’in Kasım ayında uygulamaya soktuğu ekonomik yaptırımlarla İran’ı petrol ihraç edemez hale getirerek bu ülkedeki molla rejimini çökertmeye çalıştığını, ancak bazı ülkelere bu yaptırımlara 6 ay uymama hakkı verilmesi ve Venezuela, Libya ve Nijerya’daki petrol üretim ve arzının azalması nedeniyle Tahran’ın henüz bu yaptırımlardan tam anlamıyla etkilenmediğini açıklamaktadır. Trump’ın uygulamaya soktuğu yaptırımların Avrupalı ve bilhassa Fransız şirketlerini olumsuz etkilediğini de belirten Daziano, bu noktada özellikle Total’in durumuna dikkat çekmektedir. Konuşmacı, ayrıca bu süreçte ABD’den ve Avrupa’dan uzaklaşan İran’ın Çin’e yakınlaştığını ve Çin’in İran ekonomisi açısından çok önemli bir ülke haline geldiğini de konuşmasında belirtmektedir. Avrupa ülkelerinin İran’la ticareti sürdürmek için oluşturdukları INSTEX mekanizmasına da değinen Daziano, bu mekanizmanın verimli olamayacağını, çünkü İran’ın INSTEX kapsamında “conditionnalité” (koşulsallık) uygulanmasına karşı çıktığını vurgulamaktadır.

İranlı-Fransız gazeteci Armin Arefi ise, ikinci kez söz aldığında, konuyu İran halkına getirmekte ve İran halkının 2015 JCPOA anlaşmasıyla dünyaya açılmaları ve Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmalarından büyük mutluluk ve heyecan duyduklarını söylemektedir. Anlaşmanın iptalinin İran’da büyük bir hayalkırıklığı yaşattığını düşünen Arefi, ayrıca İran’ın Yemen, Lübnan, Irak ve Suriye gibi ülkelerde nüfuz elde etmesinin halkın memnuniyetini arttırmadığını ve İran halkının öncelikle kendi ülkelerinin güvenli, dışa açık ve refah içerisinde olmasını istediklerini -bu ülkedeki deneyim ve görüşmelerinden edindiği intibaya dayalı olarak- açıklamaktadır.

Son olarak programdaki tartışmayı bir sonuca bağlaması istenen konuşmacılardan Bernard Hourcade, İran’da molla rejimine alternatif bir siyasi düşünce ve hareketin henüz oluşturulamadığını ve bu nedenle İran’daki insanların umutsuzluğa düştüğünü söylemektedir. Hourcade, ayrıca İran’da rejim içerisinde çok farklı grupların olduğunu ve Şah karşıtlığı gibi 1970’lerde tüm unsurları birleştiren bir ideolojik atmosfer olmadığını belirterek, Fransız tarihindeki Bonapartizm modeli ve İran halkının çok sevdiği General Kasım Süleymani gibi bir figürün kurtarıcı lider olarak öne çıkması ihtimalini değerlendirmekte, ancak bu konuda bir öngörüde bulunamayacağını söylemektedir. Armin Arefi değişim konusunda daha umutlu kesimlerin varlığına işaret ederken, Clément Therme ise İran halkının rejimi değiştirmek konusundaki soylu isteklerinin Trump’ın politikaları nedeniyle heba olabileceğini, zira İran’ın radikalleşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söylemektedir.

Programın oldukça faydalı olduğunu ve özellikle Ali Hamaney'in ardından seçilebilecek Dini Lider konusunda kritik bilgiler içerdiğini belirttikten sonra, İslami rejimler tarihinde demokrasi ve sekülerizm dinamiği üreterek iyi yönde değişim/dönüşüm gerçekleştirebilen henüz başarılı bir örnek olmadığını belirtmeyi gerekli görüyor (bir istisna olarak Arap Baharı sonrasındaki Tunus deneyimi ve AK Parti'nin ilk yılları söylenebilir) ve Türkiye’nin de İslami yönetim altında son yıllarda demokratik ve ekonomik gelişim konularında geriye gitmeye başladığını vurgulamak istiyorum.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için; https://www.franceculture.fr/.
[2] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Christine_Ockrent.
[3] Bakınız; https://www.courrierinternational.com/.
[4] Programı buradan dinleyebilirsiniz; https://www.franceculture.fr/emissions/affaires-etrangeres/liran-40-ans-de-theocratie.

25 Şubat 2019 Pazartesi

CFR Paneli: ‘Suudi Arabistan Hakkında Ne Yapmalı’


Saygın Amerikan düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi), 22 Şubat 2019 tarihinde “What To Do About Saudi Arabia” (Suudi Arabistan Hakkında Ne Yapmalı) başlıklı önemli bir panel düzenlemiştir.[1] Panele, konuşmacı olarak, Wall Street Journal (WSJ) gazetesi editörü ve Suudi Arabistan hakkında ses getiren On Saudi Arabia kitabını[2] yazan gazeteci Karen Elliott House, Southern Methodist Üniversitesi’nde akademisyen ve eski ABD Suudi Arabistan Büyükelçisi (11 Eylül faciası sonrasında 2002-2003 yılları arasında) -aynı zamanda Suudi Arabistan hakkında yayımlanmış önemli bir eser olan Desert Diplomat kitabının[3] yazarı- emekli diplomat Robert W. Jordan ve Wilson Center’da Orta Doğu uzmanı olarak çalışan entelektüel Aaron David Miller katılmışlardır. Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar özetlenecektir.

Panel kaydı

Panelin ilk konuşmacısı olan ABD'nin eski Suudi Arabistan Büyükelçisi Robert W. Jordan, ülkesinin şu anda Suudi Arabistan’da bir Büyükelçisinin olmadığını hatırlatarak[4] başladığı konuşmasında, ilk olarak, son yaşanan olayların (Cemal Kaşıkçı cinayeti vs.) ardından Suudi Arabistan’a verilmesi gereken diplomatik mesajın “Siz deli misiniz?” olması gerektiğini söylemektedir. Jordan, Suudi Arabistan’ın Yemen, Lübnan ve Katar gibi yerlerde sürdürdüğü pervasız mücadeleye devam etmesi durumunda, ABD’nin kendilerine artık destek olamayacağı mesajını vermesi gerektiğini de düşünmektedir. Emekli Büyükelçi, bu bağlamda Suudi Arabistan’ın ekonomik sorunlarına odaklanmak yerine Yemen’de milyarca dolar harcayarak İran karşıtı bir güç mücadelesine girişmesinin mantıksız olduğunu da sözlerine eklemektedir. 

Daha sonra söz alan Wall Street Journal gazetesi editörü Karen Elliott House, şimdilerde Suudi Arabistan hakkında yorum yaparken Veliaht Prens Muhammed bin Salman hakkında konuşmak gerektiğini; çünkü -talihsiz bir kaza yaşamadığı sürece- babası Kral Selman bin Abdülaziz’in görevde tuttuğu genç Veliaht Prens’in Suudi Arabistan dış politikasına yön vereceğini söylemektedir. House, ayrıca ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin yıllar içerisinde bir dönüşüm sürecinden geçtiğini; Washington’ın artık Riyad’a daha az bağımlı olduğunu ve Körfez bölgesinin istikrarına yönelik en büyük tehdidin de Suudi Arabistan’ın mevcut rejimiyle istikrarlı olmasından kaynaklandığını iddia etmektedir. Suudi Arabistan nüfusunun yüzde 60’ının 30 yaş altında olduğunun altını çizen konuşmacı, Riyad rejiminin önümüzdeki 4-5 yıl içerisinde gerekli ekonomik reformları yaparak gençler için yeni iş imkânları yaratamazsa, bunun bölgesel istikrar açısından da büyük bir tehlike arz etmeye başlayacağını düşünmektedir. Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın “2030 Vizyonu” (Vision 2030) doğrultusunda bu konuda çalışmalar yaptığını bildiğini söyleyen House, buna karşın Yemen, Cemal Kaşıkçı vakası ve İran karşıtlığı başta olmak üzere Suudi Arabistan’ın giriştiği birçok maceralı politikayı da yine bizzat Veliaht Prens’in yönlendirdiğini düşündüğünü açıklamaktadır.

Bu turun son konuşmacısı olan Wilson Center’da Orta Doğu uzmanı olarak çalışan Aaron David Miller ise, ilk olarak, 70 yıllık ABD-Suudi Arabistan ilişkileri tarihinde zaman zaman iniş ve çıkışlar yaşandığını, ancak genel itibariyle iyi işleyen bu müttefiklik ilişkilerinin son dönemde hakikaten de bozulmaya yüz tuttuğunu düşündüğünü açıklamaktadır. Durumu “kusursuz bir fırtına” olarak değerlendiren Miller, geçmişte “güvenlik karşılığında petrol” (oil for security) olarak tanımlanabilecek ilişki biçiminin artık değişmek zorunda kalacağını; zira hem ABD’nin Suudi Arabistan’dan petrol alımlarını durdurduğunu, hem de güvenlik konusunda ABD’ye ihtiyacı olan Riyad’ın artık Washington’a güvenmediğini belirtmektedir. Bu durumun 11 Eylül faciası ve sonrasında yaşananlar ile Irak Savaşı’yla alakalı olduğunu düşünen konuşmacı, 800 yıl aradan sonra -ABD’nin George W. Bush dönemindeki politikaları neticesinde- Irak’ın başkenti Bağdat’ın Şii hükümdarların kontrolüne geçtiğini ve bunu Suudilerin hiçbir zaman kabullenemediğini hatırlatmaktadır. Barack Obama döneminde ABD’nin tarihin akışına uygun hareket etmek için Tunus’ta ve daha birçok ülkede Arap Baharı sürecine ve demokratikleşme hareketlerine destek olduğunu da anımsatan Miller, bu konuların Amerikan-Suudi dostluğuna zarar verdiğini söylemektedir. Ayrıca Suudi Arabistan’da son dönemde ipleri eline alan Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın genç, tecrübesiz, içgüdüsel hareket eden ve pervasız yapıda bir lider olduğunu söyleyen Miller, bu nedenle genç Veliaht Prens’in ABD’nin beklediği tipte bir lider olmadığını vurgulamaktadır. Cemal Kaşıkçı cinayetinin de gösterdiği üzere, son dönemde ABD ile Suudi Arabistan arasında hem bir değerler, hem de çıkarlar çatışması yaşanmaya başladığını düşünen Aaron David Miller, buna karşın Donald Trump’ın Başkanlığı döneminde ABD dış politikasında Suudi Arabistan’ın öneminin arttığını kabul etmektedir.

İkinci turda yeniden söz alan emekli Büyükelçi Robert W. Jordan, Trump yönetiminin Suudi rejimine en değerli müşterisi gibi yaklaşarak büyük bir hata yaptığını; zira Suudilerin bu durumu kullanarak üzerlerindeki ABD etkisini azaltmayı başardığını düşünmektedir. Diplomasinin barışçıl amaçlarla istenilen sonucu elde etmek olduğunu söyleyen deneyimli diplomat, Trump yönetiminin bu konuda hatalı politikalar izlediğini ima etmektedir. Bunların yanı sıra, Cemal Kaşıkçı cinayeti nedeniyle ABD’nin yaptığı eleştirilere Suudilerin gösterdikleri tepkilerin 11 Eylül faciası sonrasında verilen tepkilere benzer olduğunu düşünen Jordan, Suudi Arabistan’ın bu konularda sorumluluk hissetmemesini ve ABD’nin Riyad rejimi üzerinde etkili olamamasını Amerikan dış politikasının bir başarısızlığı olarak değerlendirmektedir.

Bu turda yine ikinci konuşmacı olarak söz alan Karen Elliott House, her iki ülke liderinin de (Donald Trump ve Muhammed bin Salman) kendilerine dönük ve öz yeteneklerine aşırı güvenen kimseler olduklarını ve bu nedenle ikili ilişkilerde stratejik düşüncenin son dönemde arka plana atıldığını söylemektedir. Buna karşın, iki ülke lideri arasında güven ortamının kaybolmadığını düşünen House, bunun nedenini, her iki liderin de kendi ülkeleri içerisinde bölünmüş bir kamuoyu tablosuyla karşılaşmaları neticesinde diplomaside bireysel dostluklarına büyük önem vermeleri olarak açıklamaktadır. Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın ülkesinde gençler nezdinde çok popüler bir lider olduğunu kabul eden konuşmacı, buna karşın reformların daha çok yüzeysel ve Batı tipi tüketime yönelik olduğunu, yoksa özgürlükler anlamında Riyad rejiminin henüz ciddi bir aşama yapamadığını -Mariah Carey konseri ve hapishanedeki gençler örnekleriyle- anlatmaktadır. Suudi Arabistan’daki popülistlerin Muhammed bin Salman’ı Donald Trump’ın kuklası olarak gördüğünü de düşünen Karen Elliott House, bunun gerçekte böyle olmadığı halde, Suudi Arabistan’da bu şekilde algılanabildiğini söylemektedir.

Bu turda yine son sözü alan konuşmacı olan Aaron David Miller, öncelikle son dönemde ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını "çökmüş, sinirli ve işlevsiz" (broken, angry and dysfunctional) olarak tanımlamaktadır. ABD’nin Afganistan ve Irak deneyimleri sonrasında bölgeyi dönüştüremeyeceğine (transformation) iyice kanaat getirdiğini söyleyen Miller, buna karşın Washington’ın bölgeyi kendi haline bırakma (extrication) kararını da henüz alamadığını belirtmektedir. Bu bölgede ABD’nin müttefikleri, hasımları ve çıkarları olduğunu hatırlatan Miller, bölgeye yönelik doğru politikanın “transaksiyon-etkileşim” (transaction) olgusundan geçtiğini iddia etmektedir. Miller, ABD’nin bölgedeki üç önemli çıkarını; 1-) ABD’ye cihatçı terör gruplarından kaynaklanan saldırıları önlemek ve anavatanı korumak, 2-) bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının güvenliğini sağlamak, 3-) bölgede nükleer güce sahip bir bölgesel gücün ortaya çıkmasını engellemek olarak sıralamaktadır. ABD’nin bölgede İsrail-Filistin Sorunu’nun çözüme kavuşturulması ve Amerikan değerlerinin Arap-Müslüman topluluklara yayılması gibi başka amaçları da olduğunu belirten Miller, İran rejiminin diğer ülkelerin iç işlerine karışmak ve insan hakları konusunda çok kötü bir sicili olmasına karşın, bu konuda Washington’ın Suudi Arabistan’ın oyununa gelerek son dönemde fazla iddialı bir politika benimsediğini vurgulamaktadır. İran’a yönelik olarak, olumlu adımlara olumlu, olumsuz adımlara olumsuz karşılık vermenin daha doğru olduğunu kaydeden konuşmacı, İran’la yeniden başlatılacak diyaloğun Suudilere çok iyi bir uyandırma servisi olarak yansıyacağını da iddia etmektedir. Son olarak, Suudilerin izledikleri hatalı politikalarla İran’ın bölgedeki fırsatlarını daha da arttırdığını iddia eden Miller, Filistin-İsrail Sorunu konusundaysa Riyad’ın gerçekten de Washington’a yardımcı olabileceğini; ama bunun için de ABD Başkan Yardımcısı ve Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’in İsrail genel seçimleri sonrasında açıklayacağı barış planını beklemek gerektiğini söylemektedir.

Üçüncü turda bir kez daha söz alan Karen Elliott House, Donald Trump ile Muhammed bin Salman’ın kurdukları ilişki biçiminin stratejiden yoksun ve daha çok transaksiyonel düzeyde oluştuğu tespitiyle başladığı konuşmasında, Arap devletlerini Filistin Sorunu’nu unutarak İran karşıtı bir koalisyonda bir araya getirmenin gerçekçi bir strateji olmadığını iddia etmektedir. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile Muhammed bin Salman’ın yapacakları görüşmeye de değinen House, bir Suudi liderinin İsrail’le -Doğu Kudüs’ün Filistin toprağı olarak tescil edilmesinden önce- anlaşma yapması ve İsrail’i tanımasının zor olduğunu söylemektedir. Böyle bir siyasi gelişmenin ülkedeki ekonomik sorunlarla birleşmesi durumunda Suudi Arabistan’da ilerleyen yıllarda iç karışıklıkların yaşanabileceğini de iddia eden konuşmacı, bu nedenle, Trump yönetimine İsrail-Filistin Sorunu çözülmeden bu konuda iddialı adımlar atmamasını tavsiye etmektedir.

Üçüncü turdaki konuşmasında Robert W. Jordan ise, ABD’nin Suudi Arabistan stratejisini “idare etmek, güç bela yönetmek” (muddling through) olarak şekillendirmesi gerektiğini belirtmektedir. Bu stratejinin zaten yıllardır uygulandığını belirten Jordan, Arap devletlerinin komşu ülkelerle ve kendi bölgelerinde daha iyi ilişkiler kurmaları için cesaretlendirilmesi gerektiğini belirtmekte, ayrıca Suudi Arabistan Ordusu’nun zayıflığına dikkat çekmektedir. Orta Doğu ve özellikle Körfez bölgesinde modern diplomasinin henüz gelişmediğine de vurgu yapan konuşmacı, bu bölgede diplomasinin daha çok bir “sıfır toplamlı oyun” (zero sum game) mantığıyla anlaşıldığını Suudi Arabistan’ın Yemen politikası üzerinden açıklamaktadır. Ayrıca Arap-İsrail Sorunu’nun kendisinin Büyükelçi olarak görev yaptığı döneme kıyasla daha önemsiz hale geldiğini de belirten emekli diplomat, o dönemlerde dünyadaki her sorunun kaynağını İsrail olarak gören Riyad rejiminin, günümüzde her sorunun kaynağını İran olarak görmeye başladığının altını çizmektedir. Ayrıca günümüzde İsrail’in Körfez ülkelerine istihbarat sistemleri bile satar hale geldiğine vurgu yapan Jordan, Kral Selman’ın yerine ilerleyen yıllarda Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın başa geçmesi halinde, Suudi Arabistan’ın Filistin konusunda daha pragmatik davranabileceğini de sözlerine eklemektedir.

Son konuşmacı olan Aaron David Miller ise, ilk olarak Orta Doğu politikasının son yıllarda çok hızlı bir şekilde değiştiği ve dönüştüğünü, ABD’nin kısa süre içerisinde Tel Aviv’deki İsrail Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşıması örneği üzerinden açıklamaktadır. Körfez ülkelerinin son dönemde Filistin Sorunu’ndan bıkar hale geldiğini, üstelik günümüzde İran ve Sünni cihatçı terör grupları gibi daha öncelikli tehditlerle uğraştıklarını vurgulayan konuşmacı, ayrıca İsrail’in Mısır’daki Sisi rejimi ve Ürdün’le ilişkilerini "tarihinin en iyi dönemi" olarak nitelendirmekte ve İsrail’in dünyada toplam 160 ülkeyle ilişki içerisine girerek diplomatik olarak çok iyi bir konuma geldiğine vurgu yapmaktadır. Buna rağmen, Suudilerin İsrail’le Filistin konusunu unutarak bir barış yapmaya yanaşacaklarını düşünmediğini belirten Miller, bu sorunla ilgilenen Amerikalı en üst düzey yetkili olan Jared Kushner’in işinin çok zor olduğunu da sözlerine ekleyerek konuşmasını tamamlamaktadır.

Son turda Muhammed bin Salman’ın “Ilımlı İslam” reformlarını değerlendirmesi istenen konuşmacılardan Karen Elliott House, bu konuda Veliaht Prens’e destek verilmesi gerektiğini, sosyal yaşam ve kadın hakları konusunda ciddi açılımlar yapan Muhammed bin Salman’ın bu noktadan sonra geriye dönüşü asla savunmayacağını ve elinde topladığı gücü diğer hanedan üyeleri ve dini liderlerle paylaşmayacağını düşündüğünü söylemektedir. Aynı konuda Robert W. Jordan, Muhammed bin Salman’ın reformlarını -akıllı bir şekilde- yenilikten ziyade 18. yüzyıldaki "gerçek ve barışçıl İslam’a dönüş" olarak lanse ettiğini söylemekte, ancak o dönemlerde de Suudi Arabistan’da ve İslam dünyasında radikalizmin var olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca Suudi Arabistan’ın medreseler yoluyla dünyanın birçok bölgesinde köktendinci Vahhabi-Selefi çizgisinde İslami propaganda yaptığını kaydeden konuşmacı, bu nedenle Veliaht Prens’in reformlarında inandırıcı olabilmek için bu konularda da değişikliğe gitmesi gerektiğini söylemektedir. Bu konuda Aaron David Miller ise, Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün 1920’lerde ve 1930’larda başardığı şekilde Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın reformlarını bilgelikle ve doğru yönde gerçekleştirmesi durumunda, büyük bir dönüşümcü lider olarak başarılı olabileceğini söylemekte ve Veliaht Prens’in güvenliğine dikkat edilmesi gerektiğine dair ilginç bir tespitte bulunmaktadır. 

Panelin bir değerlendirmesini yapmak gerekirse; oldukça faydalı ve öğretici bir tartışma olduğu, ancak Amerikalı yorumcuların karamsarlıklarıyla dikkat çektikleri söylenmelidir. Ayrıca ABD Başkanı Donald Trump’ın siyasi çizgisinde bazı aşırılıklar olsa da, İsrail-Filistin Sorunu’nda sonuç almaya en çok yaklaşan Amerikalı lider olabileceği konusunda benim iyimser bir görüşüm olduğunu bu noktada belirtmek isterim. Bunun nedenleri ise, Amerikalı konuşmacıların da belirttiği üzere, İsrail-Filistin Sorunu’nun ve bunun neden olduğu çatışma ve kaosun artık Orta Doğu’daki halkları bunaltması ve bu konuda kalıcı bir çözümün ancak İsrail’e sağlam güvenlik garantileri ve tavizler sağlanması durumunda gerçekleşebileceğinin Trump yönetimince gayet doğru şekilde anlaşılması olarak belirtilebilir. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden son dönemde İsrail’e yönelik olarak verilen sıcak sinyaller de dikkate alındığında, Filistin konusunda “iki devletli çözüm” için Jared Kushner ve Donald Trump’ın tarihi bir başarıya imza atmalarının gayet mümkün olduğunu ve bu şekilde Trump’ın bir kez daha Başkan seçilmesini garantilemesinin yanında, Orta Doğu’ya barış getiren bir ABD Başkanı olarak da -önyargıları aşarak- geniş kitlelerce saygı ve sevgi ile karşılanmaya başlayacağını belirtmem gerekiyor. Amerikan diplomasisi de, bu şekilde, yıllar sonra ilk kez ciddi bir sorunu çözebilen maharetli bir bürokrasi olduğunu yeniden tüm dünyaya ispatlayabilir ve ABD'ye son dönemde azalmaya başlayan uluslararası güveni yeniden yükseltebilir. Ancak elbette, bu sorun halledilse bile, kapsamlı bir Orta Doğu barışı için, mutlaka İran-Suudi Arabistan gerginliğini yumuşatmaya yönelik diplomatik çalışmalara devam edilmelidir. Ayrıca bu süreçte barışın gerçekleşmemesi için çalışacak grupları da yakından gözlemlemek ve tespit etmek, -dünya barışını korumak adına- son derece gerekli ve faydalı olacaktır. Bu konudan çıkarılacak bir diğer ders ise, ABD'nin yıllardır sorunları öteler çizgide politikalar izlemesinin kendisine ve dünya liderliğine zarar verdiğinin anlaşılmaya başlanmasıdır. Zira dünyadaki her sorun çözülemese bile, her ABD Başkanı'nın Filistin Sorunu'nu çözmeye çalışmak için bir plan ortaya koyması ve sonrasında başarısızlığa uğraması, ABD'nin itibarını sarsmakta ve bu ülkeyi zayıf ve güvenilmez bir devlet olarak dünya kamuoyuna lanse etmektedir. Trump'ın Filistin-İsrail barışı konusundaki girişimlerini Amerikan iç siyasetindeki verimsiz tartışmalara konu etmemek de bir diğer önemli ve hayati nokta olarak burada söylenebilir. 

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; https://www.cfr.org/event/what-do-about-saudi-arabia.
[2] Bakınız; https://www.amazon.com/On-Saudi-Arabia-People-Religion/dp/0307272168.
[3] Bakınız; https://www.amazon.com/Desert-Diplomat-Inside-Arabia-Following/dp/1612346707.
[4] ABD Başkanı Donald Trump, emekli General John Abizaid’i bu pozisyon için aday göstermiş ve halen Senato onayı beklenmektedir.

24 Şubat 2019 Pazar

Didier Billion’dan Türkiye Analizi: ‘Sınırlı Kapasiteye Sahip Kaçınılmaz Bölgesel Güç’


Giriş
Fransa’nın önde gelen Türkiye uzmanlarından olan akademisyen, jeopolitika uzmanı ve Fransız düşünce kuruluşu IRIS (Institut de Relations Internationales et Stratégiques)[1] mensubu araştırmacı Didier Billion[2], 31 Ocak 2019 tarihinde “Turquie : puissance régionale incontournable aux capacités limitées” (Türkiye: Sınırlı Kapasiteye Sahip Kaçınılmaz Bölgesel Güç) başlıklı yeni ve ilginç bir analiz yayımlamıştır[3]. Billion, makalesinde Türkiye’nin değişen Suriye politikasının etkilerini ve son dönemde yaşadığı zorlukları kendi perspektifinden analiz etmiştir. Bu makalede, bu analiz Türkçe’ye çevrilecek ve değerlendirilecektir.

Didier Billion

Makale Çeviri[4]
Türkiye’nin güney sınırındaki çelişkili gelişmeler nedeniyle çeşitli yorumlara konu olmadığı bir hafta bile geçmiyor. Ankara’nın son dönemde üzerinde durduğu en önemli konular ise, Suriye’deki PYD güçlerine karşı verilen mücadele ve İdlib bölgesinin durumu olarak belirtilebilir. 2016 yazından itibaren, Türkiye, Suriye’de 2011 yılından beri sürdürdüğü Beşar Esad rejimini devirmeye yönelik politikasını etkili bir biçimde ve hoyratça değiştirdi. Bu dönüşümde, Türkiye’nin Suriye politikasında görece yalnız kalması ve Ankara tarafından terörist bir örgüt olarak görülen Suriye Kürtlerinin oluşturduğu -PKK’nın Suriye kolu- PYD’nin bu süreçte askeri ve siyasi aşama yapması etkili oldu. Neticede, Türkiye, Suriye konusunda oyuncu kurucu aktör olan Rusya ile yakınlaşmaya başladı.

Bu ortamda, ABD Başkanı Donald Trump’ın 19 Aralık 2018 tarihinde Amerikan askeri birliklerinin Suriye’den çekileceğini açıklaması, zincirleme şekilde birçok gelişmeye neden oldu. Bu olayın hemen öncesinde ABD Savunma Bakanı James Mattis’in hızlı istifası ise, ABD’nin bölgeden çekilmesinin Rusya ve İran’a yarayacağını düşünen General Mattis’le Başkan Trump arasındaki yaklaşım farklarını ortaya koyuyordu. Trump’ın bu kararı, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la yapılan bir telefon görüşmesi sırasında ve Ankara’nın Fırat’ın doğusuna bir askeri operasyon yapacağını ilan etmesinin ardından alındı. Ankara’nın amacı, bölgeyi PYD ve YPG güçlerinden temizlemek olarak belirtiliyor. Bu esnada, Türkiye, Suriye sınırına ve Menbic bölgesine askeri yığınak yapmakta ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın askeri operasyon söylemleri sıklaşmaktaydı.

Ancak bu gelişmelere rağmen, gerçeklerle söylemler arasında farklılıklar bulunuyor. Nitekim ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, İsrail ziyareti sırasında 6 Ocak’ta Amerikan askeri birliklerinin Suriye’den çekilmenin hemen gerçekleşmeyeceğini açıkladı. Bolton, ayrıca Türkiye’nin Suriye’ye yönelik operasyonunda ABD ile koordinasyon halinde hareket etmesi ve operasyonun -İsrail başta olmak üzere- bölgedeki ABD müttefiklerine (bunun YPG’yi de kapsadığı düşünülüyor) zarar vermemesi gerektiğini açıkladı. Bunun Türkiye tarafından tepkiyle karşılandığı, Bolton’un iki gün sonra geldiği Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edilmemesinden de anlaşılabilir.

ABD Başkanı’nın bu ani kararı, Türk-Amerikan ilişkileri açısından da gerçekleri su yüzüne çıkarıyor. Ne tam bir uyum, ne de tam zıtlaşma halinde, Türk-Amerikan ilişkileri, iki tarafın da ne yapılmamasını bildiği bir ortamda devam ediyor. Bu durumda, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna olası askeri operasyonu, büyük olasılıkla düşük yoğunlukta ve sınırlı bir alanda gerçekleşebilir. Bunun tek nedeni 2016 yılındaki (15 Temmuz) darbe girişimi sonrasında yapılan tasfiyelerle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin operasyonel ve lojistik kapasitesinin azalması da değil. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, salt askeri güç kullanmak yerine, askeri operasyonu diplomatik bir koz olarak kullanmanın ülkesine daha fazla avantaj sağladığını kavramış durumda.

YPG ve PYD’ye mensup Suriye Kürtleri ise, ABD’nin çekilme kararının olumsuz sonuçlarından çekinerek, Suriye rejimiyle olan ilişkilerini geliştirdiler. Hatta bu süreçte, Suriye rejimi, Kürt milislerini korumak için askeri güçlerini Menbic yakınlarına kaydırmayı bile kabul etti. Bu ortamda Beşar Esad’a bağlı Suriye rejim kuvvetleriyle Türk Ordusu arasında bir çatışmanın yaşanmasını düşünmek ise zor; zira Rusya buna izin vermeyecektir.

Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşma, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevkidaşı Putin’le yaptığı 23 Ocak tarihli görüşmede de bir kez daha teyit edildi. Başbaşa geçen ve iki saat süren görüşmede Suriye konusu konuşuldu. Buradaki pazarlık gündemi, Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca bir “güvenli bölge” oluşturulması olarak öne çıkıyor. Bu süreçte Ankara’nın baskısıyla PYG-YPG’nin kontrol ettiği bölgelerin güneye doğru çekilmesi gerçekleşebilir. Bu durumda, Suriye rejimi de, egemenlik hakları kendisinde kalmak ve toprak bütünlüğünü korumak koşuluyla, Suriye Kürtlerinin kontrol ettiği bölgelerde bir tür otonomiyi kabullenebilir.

Görüldüğü üzere, Türkiye’nin elinde kozlar olsa da, karşısında bir dizi zorluklar da bulunuyor. En önemli faktör, Ankara’nın İdlib’de cihatçı bir ayaklanmayla karşılaşma riski. İdlib, Astana görüşmeleri kapsamında -Rusya, İran ve Türkiye arasında- üzerinde uzlaşılan çatışmasızlık bölgelerinden birisi. 2018 Eylül’ünde, Moskova, Ankara’nın talebi üzerine, İdlib üzerindeki -Özgür Suriye Ordusu ve cihatçı güçleri hedef alan- kitlesel bombalamalarını ertelemeyi kabul etmişti. Hâlihazırda 3,5 milyon mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, bu bombalamalar nedeniyle yeni bir mülteci dalgasıyla karşılaşmaktan korkuyordu. Bunun karşılığında, Ankara, bölgede barışı sağlamayı ve milisleri silahsızlandırmayı taahhüt etmişti. Buna rağmen, eski El Kaide bileşeni ve bölgedeki temel cihatçı milis gücü olan Heyet Tahrir el-Şam, 2019 Ocak ayından itibaren İdlib’de uzlaşmaya uymamaya ve bölgede kontrolü ele geçirmeye başladı. Bu durum, Türkiye için büyük bir başarısızlığa işaret ediyor; zira Ankara sadece bölgedeki cihatçı güçler üzerinde güç sahibi olamadığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda bölgede aktif olan radikal unsurları nötralize edecek gücünün olmadığını belli ederek, kendi pozisyonunu da sürdürülemez hale getirdi.

Bu hatırlatmalar yeterince net bir şekilde ortaya koyuyor ki, Türkiye’nin bölgesel güç olabilmesi önünde çözülmesi gereken engeller ve kendisinin kontrol edemediği ve çözemeyeceği bazı gelişmeler bulunuyor. Böyle bir coğrafyada (Orta Doğu), çok taraflılık (multilatéralisme), müzakere ve uzlaşı -Suriye krizinin çözümü konusunda- en önemli kavramlar olarak karşımıza çıkıyor.

Sonuç
Didier Billion’un bu yazıda özetlenen Türkiye’nin yeni Suriye politikası analizi, kısa, ancak oldukça faydalı ve gelişmeleri doğru şekilde özetler niteliktedir. Ancak Billion’un esgeçtiği bazı noktaları da bu bölümde belirtmek faydalı olabilir. Öncelikle 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasında yaşanan tasfiye süreçleri ardından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kapasitesinde herhangi bir düşme olmadığı gibi, son dönemde yapılan başarılı askeri operasyonlar nedeniyle Türk toplumunda yeniden militarist bir ruhun ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Bu nedenle, 80 milyonu aşan nüfusu ve giderek profesyonelleşen ordusuyla Türkiye’nin askeri müdahaleler konusunda herhangi bir endişesi yoktur. Daha önemlisi, Avrupa Birliği’nin maddi destek sözünü henüz tam olarak yerine getirmediği Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye’nin gösterdiği insani ve sorumlu tavır, uluslararası kamuoyundan destek almakta ve Ankara’nın Suriye’deki konumunu güçlendirmektedir. Türkiye ile Rusya arasında -olumsuz bazı gelişmelere rağmen- İdlib’de henüz bir anlaşmazlık yaşanmadığını da bu noktada belirtmek gerekir. Ancak elbette, Ankara’nın sınırlı kapasitesiyle Suriye Kürtlerinin kontrol ettiği alanların tamamını salt askeri güçle elde tutabileceği düşüncesi hatalıdır. Türkiye, bu konuda Batılı müttefikleri ve Rusya ve İran’la birlikte bir siyasi çözüm yöntemi üzerinde çalışmalıdır. Bu bağlamda, Fırat’ın doğusuna yönelik askeri operasyon, Türkiye-Suriye sınırının birkaç kilometre içerisine girmek ve sınırı terör tehditlerinden korumak amacıyla yapılmalıdır. Daha kapsamlı bir operasyon ise, Billion’un da işaret ettiği gibi, toptan bir başarısızlığa neden olabilir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için; http://www.iris-france.org/.
[2] Hakkında bilgiler için bakınız;
[3] Orijinal yazıyı buradan okuyabilirsiniz; http://www.iris-france.org/129755-turquie-puissance-regionale-incontournable-aux-capacites-limitees/.
[4] Zaman kazanmak açısından birebir çeviri yapılmamış ve anlam bütünlüğü korunarak, makalenin özetlemesi yapılmıştır.

22 Şubat 2019 Cuma

CFR Paneli: ABD-Kuzey Kore İlişkilerinin Geleceği


Tanınmış Amerikan düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi), 21 Şubat 2019 tarihinde “The Future of U.S.-North Korea Relations” (ABD-Kuzey Kore İlişkilerinin Geleceği) başlıklı bir panel[1] düzenlemiştir. ABD’nin eski Güney Kore Büyükelçisi ve Boeing şirketi Başkan Yardımcısı Mark W. Lippert’in moderatörlüğünü yaptığı panele, konuşmacı olarak, Güney Kore asıllı Amerikalı diplomat, akademisyen ve yazar Victor Cha, CSIS nükleer işler uzmanı Rebecca K. Hersman ve CFR Kore uzmanı Amerikalı analist Scott A. Snyder katılmışlardır. Bu yazıda, bu güncel panelde konuşulanlar özetlenecektir.


Panel kaydı

Panelin ilk konuşmacısı olan CSIS nükleer işler uzmanı Rebecca K. Hersman, öncelikle Kuzey Kore nükleer programının tarihçesi hakkında dinleyicilere bilgiler vermektedir. Kuzey Kore nükleer programının ülkedeki komünist rejim için büyük bir gurur kaynağı olduğunu belirten Hersman, ayrıca rejimin devamlılığı açısından da nükleer programın -on yıllardır ve başa geçen farklı liderlerce- kritik bir unsur olarak görüldüğüne vurgu yapmaktadır. Kuzey Kore nükleer programı konusundaki temel tartışmanın programın savunma amaçlı mı, yoksa saldırı amaçlı mı olduğu şeklinde cereyan ettiğini belirten konuşmacı, geçmişte daha çok bir pazarlık kozu (bargaining chip) olarak değerlendirilen bu unsurun şimdilerde Pyongyang için bir kabiliyet (capability) haline geldiğine dikkat çekmektedir. Hersman, Kuzey Kore rejiminin 30 ile 60 arasında değişen miktarda nükleer başlığa sahip olduğunun bilindiğini de bu noktada belirtmektedir. Hersman, ayrıca Pyongyang rejiminin kayıtdışı birçok nükleer tesisinin bulunduğunu söylemekte ve son yıllarda materyal üretiminde yaşanılan artışa dikkat çekmektedir. Nükleer denemeler konusunda Kuzey Kore’nin zaman zaman hızlanan, zaman zaman da yavaşlayan bir grafik gösterdiğini de sözlerine ekleyen Rebecca K. Hersman, nükleer silah ve balistik füze projelerinin Pyongyang rejiminin neredeyse tamamen kendi imkânlarıyla gerçekleştirdiği yerli programlar olduğunu da açıklamaktadır. Hersman, son olarak, bunların dışında Kuzey Kore’nin biyolojik ve kimyasal silah anlamında da çok ileri noktada olduğunu ve bu unsurların da komşu ülkelere yönelik tehlikeler ve nükleersizleştirme (denuclearization) tartışmaları kapsamında ele alınması gerektiğini söylemektedir.

İkinci konuşmacı olan Güney Kore asıllı Amerikalı diplomat, akademisyen ve yazar Victor Cha, öncelikle Kuzey Kore’yi nükleersizleştirmek için tarafların sorunun çözümü için kapsamlı bir irade beyanı yapmasının ardından bu ülkeyle müzakereler yürütmek gerektiğini; ancak nükleer silahların varlığını reddeden Kuzey Kore rejimi ile pazarlık yapmanın çok zor olduğunu söylemektedir. Diğer yöntemin, kapsamlı bir niyet beyanı olmadan müzakerelere başlamak ve süreci ilerleterek bir uzlaşma ve yol haritası metnini açıklamak olduğunu söyleyen Cha, ABD ile Kuzey Kore heyetleri arasında Hanoi'de önümüzdeki hafta yapılacak görüşmelerde bu ikinci yöntemin uygulanacağını düşündüğünü açıklamaktadır. ABD’nin bu konuda Pyongyang’ı uzlaşmaya zorlamak için en önemli manivelasının Kuzey Kore’ye son dönemde uygulanan yaptırımlar olduğunu ifade eden Amerikalı analist, bu yaptırımların sadece nükleer programla ilgili değil, insan hakları ihlalleriyle de alakalı olarak uygulandığını hatırlatmaktadır. Hanoi'de haftaya yapılacak Donald Trump-Kim Jong Un görüşmesinin iki ülke lideri arasındaki ikinci önemli buluşma olacağını söyleyen Cha, bu görüşmede ilerleme kaydedilememesi durumundaysa, görüşmelerin etkisini giderek kaybedeceğini iddia etmektedir. Geçmişten farklı olarak, ülkesinin Kuzey Kore ile görüşmelerde bu defa Japonya ve Güney Kore ile koordineli olarak hareket etmediğine de vurgu yapan Cha, Japonya’nın bu görüşmelerden izole olduğuna, Güney Kore’nin ise Kuzey Kore ile doğrudan diplomasiye geçtiğine dikkat çekmektedir.  Çin’in ise bu süreçte Kuzey Kore’yi müzakerelere yönlendirmede yapıcı bir rol oynadığını vurgulayan Victor Cha, buna karşın müzakereler öncesinde ABD’nin en iyi koşullarında olmadığını ima etmektedir.

Üçüncü konuşmacı olan CFR Kore uzmanı Amerikalı analist Scott A. Snyder ise, konuşmasında, son dönemde Kore yarımadasındaki gelişmeleri anlatmakta ve bunun müzakerelere etkisini değerlendirmektedir. Konuşmasına ortada iki farklı sürecin olduğunu belirterek başlayan Snyder, bunları; ABD-Kuzey Kore nükleersizleştirme görüşmeleri ve Kuzey Kore-Güney Kore barış görüşmeleri olarak açıklamaktadır. Kuzey Kore-Güney Kore barış görüşmelerinin ABD’nin beklentisi ve isteğinin ötesinde bir hızda geliştiğini düşünen Amerikalı uzman, öncelikle bu iki sürecin birlikte götürülmesi gerektiğini düşünmektedir. Trump-Kim görüşmesinde alınabilecek mesafenin Kore içi görüşmelere de olumlu yansımalarının olacağını belirten Snyder, Güney Kore Devlet Başkanı Moon Jae-in’in bu görüşmeleri Kuzey Kore’yi nükleersizleştirme sürecinden Kore içi barış sürecine doğru yönlendirdiğine dikkat çekmektedir. Buna karşın, Güney Kore’de barışa ulaşılması yönünde bazı engeller olduğunu düşünen konuşmacı, bunları; Moon Jae-in’in düşmeye başlayan popülaritesi, partisi Kore Demokratik Partisi’nin son dönemde skandallara bulaşması ve ekonomik büyümede yaşanan zorluklar olarak sıralamaktadır. Ayrıca Güney Kore’de toplumun tüm kesimlerinde Amerikan askeri varlığının ülkelerindeki devamı konusunda görüş birliğinin olduğunu kaydeden Scott A. Snyder, Güney Korelilerin 2/3’ünün -Kuzey Kore ile müzakereler aşamasında- caydırıcı Amerikan kapasitesinin geliştirilmesini gerekli olarak gördüğünü de sözlerine eklemektedir. Snyder, son olarak Güney Korelilerin Amerikan askeri varlığını Kore içi barış görüşmelerine bir engel olarak görmediğini de söylemektedir.  

İkinci turda kaldığı yerden devam eden Scott A. Snyder, ABD’nin bu süreçte Güney Kore ile lider düzeyinde bazı sıkıntılar yaşayabileceğini, ancak bunun kurumsallaşmış müttefiklik ilişkilerine zarar vermeyeceğini iddia etmektedir. Güney Kore’nin Japonya ile ilişkilerinin de son dönemde bozulduğuna vurgu yapan Snyder, ABD’nin perde arkasında işleri düzeltme kapasitesinin yüksek olmadığı bir dönemde iki ülke arasında yaşanan çeşitli krizlere örnekler vermektedir.

İkinci turda yeniden söz alan Victor Cha, Güney Kore ile Japonya’nın geçmişte de sorunlarının olduğunu, ancak Kuzey Kore ve diğer önemli bölgesel meselelerde ABD’nin geçmişte bu iki yakın müttefikini daima bir araya getirmeyi başardığını söylemektedir. Ayrıca ABD Başkanı Donald Trump’ın daha 1990 yılından başlayarak tüm beyanatlarında istikrarlı bir şekilde yurtdışında asker bulundurmaya sıcak bakmadığını belirten ifadeler yer aldığını hatırlatan Cha, bu anlamda Trump’ın müttefiklerine masraflara ortak olmayı öneren bir çizgide olduğunu belirtmektedir. Hanoi’deki müzakerelerle ilgili bir diğer sorunun, Kuzey Kore’nin çok az taviz verme ihtimaline karşın Başkan Trump’ın zaten sıcak bakmadığı askeri harcamalar ve güvenlik taahhütleri konusunda ileri adımlar atması olduğunu düşünen Cha, bu anlamda Başkan Trump’a eleştirel bir gözle yaklaştığını belli etmektedir.

Bu turda yeniden söz alan Rebecca K. Hersman ise, Kuzey Kore rejiminin nükleersizleştirilmesinin gerçekleşmesi halinde bile bunun uzun yıllar alacağını ve bölgedeki tehlikeli durumun ABD ile Kuzey Kore arasında müzakereler yapılıyor diye unutulmaması gerektiğini söylemektedir. Bu bağlamda, müzakerelerde Pyongyang rejiminin daha önce açıklamadığı bazı nükleer tesislerini beyan etmesinin anlamlı bir ilerleme kabul edilmesi gerektiğini düşünen Hersman, yine bir veya iki uranyum zenginleştirme tesisinin kapatılmasının önemli bir adım olabileceğini belirtmektedir. Konuşmacı, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) çalışanlarının Kuzey Kore’de denetleme yapmalarına izin verilmesinin de yine benzer şekilde olumlu ve önemli bir adım olarak kabul edilmesi gerektiğini beyan etmektedir.

Sonuç olarak, Haziran 2018’de Singapur'da gerçekleşen tarihi görüşme ardından açıklanan deklarasyon da dikkate alındığında[2], bana kalırsa ABD-Kuzey Kore görüşmeleri konusunda gerçekçi olmak ve mucize beklememek gerekmektedir. Zira hâlihazırda nükleer güce ulaşmış olan ve bunu rejimin devamlılığı için kritik bir unsur olarak gören Pyongyang rejiminin bu konuda ciddi adımlar atması kısa sürede gerçekleşebilecek bir şey değildir. Rebecca K. Hersman’ın da söylediği gibi, bu görüşmelerde temel amaç Pyongyang rejimini kısa vadede nükleersizleştirmek değil, nükleer denemelerine son veren ve denetimler konusunda işbirliğine yönelen bir çizgiye çekmek olmalıdır. Ancak Washington tarafında bu konuda hızlı bir sonuç alınmak isteniyorsa, meseleye daha büyük bir Asya-Pasifik perspektifinden bakılmalı ve Çin Halk Cumhuriyeti ile bu konuda kapsamlı bir anlaşma gerçekleştirilerek, Kuzey Kore’nin kısa ve orta vadede nükleersizleştirilmesi için ortak bir yol haritası belirlenmelidir.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

18 Şubat 2019 Pazartesi

Yeni Makale: Sarı Yelekliler Protestolarının Analizi


Doç. Dr. Ozan Örmeci'nin "Sarı Yelekliler Protestolarının Analizi" adlı makalesi, BİLGESAM düşünce kuruluşunun yayımladığı Stratejist dergisinin Şubat 2019 tarihli sayısında yer aldı. Aşağıdaki linklerden bu makaleye ulaşabilirsiniz.


Chatham House’da Düzenlenen ‘Sarı Yelekliler’ Paneli


Daha 1920 yılında kurulan ve dünyanın en köklü düşünce kuruluşlarından birisi olarak kabul edilen Chatham House veya diğer adıyla Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü, 23 Ocak 2019 tarihinde “Une Nouvelle Révolution? Macron and the Gilets Jaunes” (Yeni Bir Devrim Mi? Macron ve Sarı Yelekliler) başlıklı önemli bir panel[1] düzenlemiştir. Fransa’da son birkaç aydır etkili olan Sarı Yelekliler (Gilets Jaunes) protestolarını ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un performansını konu alan ve Georgina Wright’ın moderatörlüğünü yaptığı bu panele; The Economist dergisinden Emily Mansfield, University College London’dan (UCL) Fransa ve Avrupa Politikaları uzmanı akademisyen Philippe Marlière ve Chatham House Avrupa Programı’nda görevli akademisyen Quentin Peel katılmıştır. Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar özetlenecektir.

Panelin video kaydı

Panelde ilk söz alan konuşmacı olan The Economist dergisinden Emily Mansfield, Sarı Yelekliler protestolarını anlamak için sözü Cumhurbaşkanı Macron’un seçildiği döneme getirmekte ve genç Cumhurbaşkanı’nın seçmenlere Fransa ekonomisini canlandırmak, kamu harcamalarını azaltmak, daha esnek bir sosyal güvenlik sistemi oluşturmak ve iş piyasasını liberalleştirmek gibi vaatlerde bulunduğunu hatırlatmaktadır. Bu gibi reformlarla Macron’un amacının Fransa’yı uluslararası yatırımcılar için daha cazip hale getirmek ve yeni iş imkânları yaratmak olduğunu söyleyen Mansfield, Cumhurbaşkanı açısından en büyük sorununun ise, uzun yıllar gerektiren bu gibi yapısal reformları çok kısa sürede gerçekleştirmeye çalışması olduğunu vurgulamaktadır. Macron’un 2022 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bu reformları -en zorlarından biri olan iş piyasasının liberalleştirmesinden başlayarak- hızlı bir şekilde gerçekleştirmeye çalıştığını söyleyen konuşmacı, ancak bu süreçte Cumhurbaşkanı’nın seçmen nezdinde ciddi bir destek kaybına uğradığını ve “zenginlerin Cumhurbaşkanı” olarak algılanmaya başladığını iddia etmektedir. Sarı Yelekliler protestolarına sebep olan benzin fiyatlarındaki -vergilendirmeye dayalı- artışın aslında bardağı taşıran son damla olduğunu kaydeden Mansfield, halkın reel ücretler ve kamu hizmetleri konusunda zaten hâlihazırda sıkıntıları olduğunu (özellikle kırsal bölgelerde) söylemektedir. Sarı Yelekliler protestoları karşısında Macron’un iki önemli değişikliğe yöneldiğini belirten Mansfield, ilk olarak Cumhurbaşkanı’nın protestoculara 10 milyar dolarlık ciddi ekonomik tavizler verdiğini, ikinci olarak da bu konuda iki aylık bir kamusal tartışma başlatarak demokratik rejim içerisinde sorunu çözmeye çalıştığını anlatmaktadır. Macron’un bu süreçle birlikte daha ayakları yere basan bir politik çizgiye yöneldiğini düşünen Emily Mansfield, bu nedenle Cumhurbaşkanı’nın artık “halk için” anlayışından “halkla birlikte” anlayışına geçiş yaptığını söylemektedir. Macron’un bu süreçte kısa ve uzun vadeli hedefleri olduğunu da belirten Mansfield, Cumhurbaşkanı’nın kısa vadeli hedefinin şiddetli tepkilerin sona erdirilmesi (ki bu doğrultuda bir ulusal tartışma başlatan Macron, akıllı bir stratejiyle göstericileri bir azınlık durumuna düşürmüştür), uzun vadeli hedefinin ise siyasetin dışında kalmış hisseden özellikle kırsal bölgelerdeki dar ve orta gelirli seçmenlerin siyasi süreçlere katılmalarını sağlayarak, onların aşırı sağ (Marine Le Pen) ve aşırı sola (Jean-Luc Mélenchon) yönelmelerini önlemek olduğunu düşünmektedir. Sarı Yelekliler protestoları sonrasında Fransa ve Cumhurbaşkanı Macron için iyi senaryonun hükümetin muhalefetten gelen talepleri göz önüne alarak programını reforme etmeyi ve öfkeli kesimleri memnun etmeyi başarması olduğunu söyleyen Mansfield, kötü senaryonun ise hükümetin programında yaptığı değişikliklerin göstermelik kalması durumunda Macron ve hükümetinin halk desteğinin tamamen kaybolması olduğunu belirtmektedir. Macron’un zenginlere yönelik varlık vergisini yeniden uygulamaya sokmak gibi bir düşüncesi olmadığını da sözlerine ekleyen Mansfield, buna karşın hükümetin seçici bir şekilde bazı konularda Sarı Yelekliler’e tavizler vermesini ve bazı politikalarında erteleme yapmasını yerinde bulmaktadır. Ayrıca 2019 yılı içerisinde Fransız Ulusal Meclisi’nde üç önemli konunun görüşüleceğini söyleyen Mansfield, bunları; sosyal güvenlik sisteminin reforme edilmesi, kamu emeklilik sisteminin reforme edilmesi ve kamu işlerinde kesintiye gidilmesi olarak sıralamaktadır. Bu konularda yapılacak erteleme ve verilecek bazı tavizlerin hükümetin programından sapması olarak yorumlanmaması gerektiğini belirten Mansfield, bunun daha çok bir stratejik revizyon olarak değerlendirilmesi gerektiğini ve Macron’un protestolar nedeniyle ilerleyen yıllarda yapmayı planladığı merkez sola yönelik açılımını erkene çekmek zorunda kaldığını söyleyerek konuşmasını tamamlamaktadır.

Konuşmasında Sarı Yelekliler protestolarının yeni ve özgün olup olmadığı sorusuna yanıt arayan University College London’dan (UCL) Fransa ve Avrupa Politikaları uzmanı akademisyen Philippe Marlière, yaklaşık üç aydır devam eden protestoların popüler bir sosyal hareket olarak yeni bir fenomen olduğunu söyleyerek analizine başlamaktadır. Sarı Yelekliler’in sınıflararası geçişkenlik gösteren büyük bir kitleyi bir araya getirmeyi başardığını düşünen Marlière, buna karşın tipik bir Sarı Yelekliler göstericisinin beyaz, orta yaşlı, erkek ve orta-alt gelir grubundan olduğunu iddia etmektedir. Fransa’nın en fakir kesimlerinin veya işsizlerin bu protestoların ana gövdesini oluşturmadığını da belirten akademisyen, daha çok orta sınıfa mensup ve ekonomik beklentileri karşılanmayan beyaz ve mavi yakalı çalışan kesimlerin protesto gösterilerine katıldığını söylemektedir. Göstericilerin büyük şehirlerden değil, Fransa’nın kırsal bölgeleri ve küçük şehirlerinden geldiklerine de vurgu yapan konuşmacı, -“dégagisme” anlayışı doğrultusunda- göstericilerin, temsili demokrasiye ve klasik temsili demokrasi kurumları olan siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve sendikalara karşıt ve radikal (doğrudan) demokrasi talebinde olduklarını vurgulamaktadır. Göstericilerin kendi içlerinden bir lider çıkmasına bile tepki gösterdiğini hatırlatan Marlière, bu anlamda göstericilerin eşitlikçi ve devrimci bir duruşlarının olduğunu ortaya koymaktadır. Göstericilerin klasik sol içerikli protesto gösterilerinde olduğu gibi genel grev yapmaya çalışmadıklarını da hatırlatan konuşmacı, haftaiçi günlerde çalışan protestocuların yalnızca haftasonlarında protesto gösterilerine katılarak, bu yönleriyle de özgün bir hareket olmayı başardıklarını açıklamaktadır. Konuşmacı, Sarı Yelekliler gösterileri ile Fransa tarihinde ses getiren bazı sosyal protestolar arasında da benzerlikler kurmakta ve 14. yüzyıl ortalarındaki köylü isyanı “Jacquerie” hareketi ve Pierre Poujade önderliğinde 1953-1958 döneminde etkili olan yüksek vergilendirme karşıtı “Poujadisme” hareketini bu bağlamda öne çıkarmaktadır. Philippe Marlière, Fransa tarihinde yer alan bu gibi hareketlere de yön veren sosyoekonomik sorunlar temasının öne çıktığı gösterilerde, ayrıca son dönemde Brexit referandumu sürecinde İngiltere’de görülen elitizm karşıtlığı ve siyasetçilerin halkı dinlemediği algısının da yoğun olarak görüldüğünü belirtmektedir. Ayrıca Marlière, Sarı Yelekliler hareketinin semboller açısından da harika bir pazarlamanın ürünü olduğunu; zira her arabada bulundurulması gereken -Nicolas Sarkozy döneminde zorunlu kılınan- Sarı Yelek (gilet jaune), Fransa milli marşı La Marseillaise ve “tricolor” olarak bilinen Fransa bayrağının öne çıktığı gösterilerin tüm topluma hitap edebildiğini düşünmektedir. Bunların yanı sıra, Sarı Yeleklilerin protesto gösterileri açısından yer seçimlerinin de özgün olduğunu kaydeden konuşmacı, klasik sol protestolarda kullanılan Bastille Caddesi yerine Champs Elysées (Şanzelize) gibi zengin semtlerinde yapılan protestoların daha etkili olduğunu düşünmektedir. Göstericilerle konuştuğunda, onların kendilerini “işçi sınıfı” olarak değil, “halk” olarak tanımladığına da dikkat çeken akademisyen, bu anlamda hareketin sınıfsal temelden çok ekonomik talepler ve siyasal meşruiyet teması etrafında geliştiğini açıklamaktadır. Ayrıca Fransa’da yıllardan beri konuşulan ama buna rağmen bir türlü siyasal elitin gündemine girmeyen eşitsizlik meselesinin Sarı Yelekliler sayesinde ülke gündeminde üst sıralara taşındığını belirten konuşmacı, Macron için “Pandora’nın Kutusu”nun açıldığını ve artık Cumhurbaşkanı’nın reformlarına devam etmesinin çok zor olduğunu da sözlerine eklemektedir. Son olarak, Sarı Yelekliler’in sayıca çok fazla olmamalarına karşın böyle bir güce erişebildiklerine dikkat çeken Marlière, 1968 Mayıs olaylarında yaklaşık 13 milyon insanın gösterilere katıldığını, 1995 protestolarında 2 milyon işçinin greve dâhil olduğunu ve Sarkozy döneminde 2010 yılında düzenlenen emeklilik reformu karşıtı gösterilerde 3 milyon insanın sokaklara döküldüğünü hatırlatmakta ve Sarı Yelekliler’in en büyük gösterilerinde bile Fransa genelinde ancak 100.000 kişinin toplanabildiğine dikkat çekmektedir. Philippe Marlière, konuşmasının son bölümünde 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Fransa’nın iki büyük partisi merkez sol PS (Fransız Sosyalist Partisi) ile merkez sağ LR’nin (Cumhuriyetçiler) çöktüğünü hatırlatmakta ve bu ortamda yükselen -merkez sol ile merkez sağı birleştirme iddiasındaki- Macron ve partisi LREM’in (Cumhuriyet Yürüyüşü Partisi) Sarı Yelekliler nedeniyle zor durumda kaldığını söylemektedir. Marlière, son olarak bu durumun Fransa siyasetinde aşırı sağ RN (Ulusal Birleşme) ve onun karizmatik lideri Marine Le Pen’in işine yarayacağını düşündüğünü -üzülerek- belirtmektedir.

Panelin son konuşmacısı olan Chatham House Avrupa Programı’nda görevli akademisyen Quentin Peel ise, Fransa’da 2019 Ocak ayında yapılan son yapılan anketlerde Macron’a verilen desteğin Aralık 2018’deki yüzde 23’ten yüzde 27’ye yükseldiğine dikkat çekerek, Cumhurbaşkanı’nın bu süreci o kadar da kötü yönetmediği mesajını vermektedir. Buna karşın, Fransa genelinde Cumhurbaşkanı’ndan memnun olmayanların halen yüzde 72 seviyesinde (Aralık ayında yüzde 76 düzeyindeydi) olduğunu belirten Peel, Cumhurbaşkanı Macron’un ulusal tartışma önerisi ve bazı tavizlerle bu süreci halen atlatma şansının olduğunu vurgulamaktadır. 2019 Mayıs ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Marine Le Pen ve partisi Ulusal Birleşme’nin birinci parti olmasının kimseyi şaşırtmayacağını belirten Quentin Peel, Ocak 2019 tarihli son anketlerde Macron’un partisinin yüzde 23 oyla birinci sıraya yükseldiğini (Aralık 2018’de yüzde 18 düzeyindeydi) ve Le Pen’in partisi RN’nin yüzde 21’le ikinci sıraya gerilediğini (Aralık 2018’de yüzde 24’le birinci sıradaydı) söylemektedir. Aynı anketlerde PS’nin yalnızca yüzde 4 düzeyinde, Mélenchon’un La France Insoumise (Boyun Eğmeyen Fransa) partisinin yüzde 9,5, Cumhuriyetçiler (LR) partisinin ise yüzde 10 düzeyinde kaldığını belirten Peel, Nicolas Dupont-Aignan liderliğindeki pek bilinmeyen bir Gaullist sağ parti olan Débout la France’ın (Fransa Ayağa) ise yüzde 7,5 gibi tarihinin en yüksek desteğine ulaştığını belirtmektedir. Daha sonra Macron’un siyasi çizgisini değerlendirmeye başlayan Peel, Macron’un Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası süresince tutkulu bir AB yanlısı gibi hareket ettiğini ve seçildikten sonra Sorbonne’da yaptığı önemli konuşmada da AB için ortak bir savunma mekanizması (AB Ordusu), ortak bir savcılık makamı ve ortak bir sınır kontrol gücü önererek AB’nin daha da derinleşmesi konusundaki vizyonunu ortaya koyduğunu söylemektedir. Bu vizyonuyla Macron’un AB içerisinde yeni ve daha güçlü bir Alman-Fransız ortaklığı inşa etmeye çalıştığını iddia eden konuşmacı, Almanya’nın ise bu konuda halen çekinceleri olduğunu düşünmektedir. Macron’un AB vizyonu ve Marine Le Pen karşıtı duruşuyla makamındaki ilk haftalarında hem ülkesinde, hem de Avrupa’da büyük bir sempati yaratmayı başardığını söyleyen Quentin Peel, buna karşın, Cumhurbaşkanı’nın ihtiraslı AB bütünleşmesi programını yavaşlatması gerektiğini düşünmektedir. Peel, bunun hem Avrupa’daki reel politik gerçekler, hem de Sarı Yelekliler protestolarından kaynaklandığını belirtmektedir. Genç, dinamik, zeki ve tutkulu bir AB yanlısı olarak Emmanuel Macron’un halen Avrupa genelinde desteklendiğini düşünen konuşmacı, buna karşın sözünü dinletebilme anlamında Macron’un eskisi kadar etkili olamadığı kanaatindedir. Sarı Yelekliler’in temsil ettiği büyük şehirlere karşı kırsal bölgeler, siyasal elit sınıfına karşı geniş halk kitleleri ve sermayeye karşı emek vizyonunun Fransa ile sınırlı kalmadığını ve benzer protestoların Avrupa’nın birçok yerinde düzenlenmeye başlandığını da söyleyen Peel, bunun sebebinin Fransa başta olmak üzere Avrupa’nın küçük şehirlerinde süpermarketlere yenilen işletmelerin iş yapamaz hale gelmesi olduğunu iddia etmektedir. Macron’un 2018 bütçesinde yüzde 3’ün üzerinde (yüzde 3,4) bir bütçe açığı vermek zorunda kaldığını da belirten Peel, Sarı Yelekliler’e verdiği tavizler sonrasında bunun 2019’da daha da artabileceğini; buna karşın Almanya ve AB’nin reformlara devam etmesi durumunda Macron’a bu konuda destek verebileceklerini düşündüğünü -AB Komisyonu yetkilisi Günther Oettinger’ın bir sözüne referans yaparak- söylemektedir. Ayrıca Macron’un Fransa’da yaşadığı zorlukların benzerini yakında Almanya’da Angela Merkel ve CDU’nun da yaşayabileceğini düşünen Peel, bu sene içerisinde Almanya’nın doğusundaki üç eyalette seçimlerin yapılacağını ve bu seçimlerde AB karşıtı aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) ve aşırı sol Die Linke (Sol Parti) gibi partilerin başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamlamaktadır.

Oldukça faydalı olan bu panelde bazı dersler çıkarmak gerekirse, bunlar şöyle sıralanabilir:
  • Fransa için çok ihtiraslı bir ekonomik reform programı ve AB bütünleşmesi vizyonu ortaya koyan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Sarı Yelekliler protestolarıyla birlikte reelpolitik sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu durum, Macron için, demokratik sınırlar içerisinde iddialı reform programlarının çok hızlı bir şekilde yapılamayacağının ispatı olmuştur.
  • Macron, protestolar karşısında paniğe kapılmayarak akıllıca hareket etmiş ve göstericilere devletle diyalog imkânı yaratarak ve bazı tavizler vererek ortalığı yatıştırmayı -şimdilik- başarmıştır.
  • Fransa’nın bütçe açığı sorunu ciddi bir meseledir ve bu konuda Sarı Yelekliler’in talepleri tamamen yerine getirilirse, Fransa ekonomisi çok zor duruma düşebilir.
  • Macron’un partisi LREM, halen Fransa siyasetinde en çok destek alan siyasi parti durumundadır. Köklü merkez partiler PS ve LR’nin (eski UMP) oy oranları ise hiç de yüksek değildir. Ancak daha önce hiç iktidar şansı bulamamış Débout la France’ın anketlerdeki hızlı çıkışı, Fransız seçmenlerinin halen bir arayış içerisinde olduğunu göstermektedir. Macron’un en büyük şansı ise, en güçlü rakibinin toplumdaki her kesimce (AB yanlıları, Müslümanlar, Afrikalı veya Arap göçmenler) çok sevilmeyen ve sahiplenilmeyen Marine Le Pen olmasıdır.
  • Sarı Yelekliler, sadece Fransa’ya özgü bir durum değil, Avrupa genelinde küçük şehirlerde ve kırsal bölgelerde yaşayan insanların tepkilerini yansıtan genel bir Avrupa sorunudur. Bu, Avrupa’da yaşanan kalkınma farklılıkları ve kamu hizmetlerine erişim dengesizliklerinden kaynaklanmaktadır.
  • Fransa ve Almanya, AB’nin başarısı için birlikte hareket etmeye devam etmelidirler.
  • AB, fazladan bürokrasi (kırtasiyecilik), aşırı kuralcılık gibi olumsuz özelliklerini törpülemeli ve daha önemli sorunlara (ekonomi, güvenlik ve dış politika, yeni üye alımları, Rusya ile ilişkiler vs.) odaklanmalıdır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Bakınız; https://www.chathamhouse.org/event/une-nouvelle-r-volution-macron-and-gilets-jaunes.


Doç. Dr. Ozan Örmeci, Türkiye-AB İlişkilerini DHA İçin Yorumladı


İKV tarafından yapılan araştırmaya göre, AB ile ilişkilerde yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Türk halkının üyeliğe desteği yüzde 78,9 oldu. Destek oranının yüksek olmasını değerlendiren Doç. Dr. Ozan Örmeci, ekonomik kriz algısının AB'yi 'kurtarıcı' olarak gösterdiğini söyledi.

İktisadi Kalkınma Vakfı'nın (İKV) 18 ilde, 1311 kişi ile yüz yüze görüşme metodu ile yapılan ve Ocak 2018'de açıklanan AB algısının ölçüldüğü bir araştırmasının sonuçlarına göre, AB üyeliğine olan desteğin yüzde 78,9 ile oldukça yüksek bir düzeyde gerçekleşti. Daha önce yapılan araştırmaya kıyasla destek oranı bir önceki seneye göre yüzde 3 artış gösterdi. Aynı kişilere Türkiye'nin yakın bir gelecekte AB üyesi olacağına inanıp inanmadıkları sorulduğunda ise olumlu beklenti oranı yüzde 31,2 olarak gerçekleşti. Türkiye'nin AB üyeliğini destekleme sebepleri arasında, yüzde 48,3 ile en başta refah ve ekonomik kalkınma beklentisi geldi. Onu yüzde 38,1 ile AB'de serbest dolaşım, yerleşme ve eğitim imkânı izledi.


KATILIMCILARIN ÜÇTE BİRİ YAKIN ZAMANDA ÜYELİĞİN GERÇEKLEŞMESİNİ BEKLEMİYOR
AB üyeliğine verilen destekteki artışın son derece doğal bir durum olduğunu belirten İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Doç. Dr. Ozan Örmeci, "Bir sene içerisinde yüzde 3’lük artış küçümsenemeyecek bir yükseliş grafiğidir. Turizm faaliyetleri ve gezi programları sayesinde Avrupa’daki yüksek yaşam standartlarının Türk halkınca fark edilmesi de bu durumda etkili olmuş olabilir. Zaten anket sonuçlarının devamında, AB’ye olan desteğin refah ve ekonomik gerekçeler (yüzde 48,3) ve serbest dolaşım, yerleşim ve eğitim imkânları (yüzde 38,1) temelinde olduğu görülüyor. Buna karşın, anket sonucunda ortaya çıkan AB üyeliğine yönelik yüzde 78,9 oranındaki muazzam destek, bence toplumdaki gerçek dengelerin üzerinde bir rakam. Bunun sebebi de ekonomik kriz algısı nedeniyle toplumun bir kurtarıcı araması ve bu umudu Avrupa Birliği’nde görmesi olabilir. Lakin aynı ankette Türk halkının AB üyeliği beklentisi ve umudu yüzde 31,2’de sınırlı kalıyor ki, bu noktada Ankara kadar Brüksel ve diğer Avrupalı başkentlerin de hatalarını sorgulamaları lazım." şeklinde konuştu. "Türkiye, genç nüfusu ve büyüyen rekabetçi ekonomisiyle, Avrupa ekonomisine dinamizm katmak ve rekabet gücünü yükseltmek anlamında ideal bir partnerdir" ifadelerini kullanan Doç. Dr. Ozan Örmeci, "Türkiye, tam üyelik durumunda Avrupa’ya muazzam bir bilgi dağarcığı ve deneyim fırsatı da katacaktır" dedi.

"TÜRKİYE'NİN AB'YE ÜYELİĞİ TÜM SEKTÖRLERDE FIRSAT YARATABİLİR"
Doç. Dr. Ozan Örmeci sözlerine şöyle devam etti: "Somut birkaç örnek vermek gerekirse tam üyelik ve entegrasyon durumunda, Avrupalı sosyologlar ve genel olarak sosyal bilimciler için İslami ve seküler yaşam tarzlarının bir arada olduğu İstanbul ve Anadolu şehirlerinde yoğun gözlem ve bilimsel araştırma yapma imkânları ortaya çıkacaktır. Bu sayede Avrupa’nın İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirmesi, Müslüman toplumları daha iyi anlaması ve Avrupalı bilim insanlarının yaratıcı ve özgün bilimsel yayınlar yapması konusunda eşsiz bir fırsat doğacaktır. Bu gibi örnekleri hayatın tüm alanında ve tüm sektörlerde düşünebiliriz. Mesela Avrupalı bir müzisyen için de (geçmişte Amerikalı ünlü caz sanatçısı Dave Brubeck’in Türkiye’deki ayakkabı boyacılarının ritimlerinden etkilenmesi gibi) Türkiye’de uzun süre ve rahatça yaşama/çalışma fırsatlarının oluşması müthiş bir sentez ve yaratıcılığa neden olabilir. Aynı şey tabii ki Avrupa’ya gidecek Türk bilim insanları ve sanatçıları için de geçerli olacaktır. Dahası, şimdilerde PESCO girişimi ile hız verilen AB Ordusu konusunda da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin deneyimi ve Türkiye’nin demografik gücü Avrupa için başlı başına bir avantajdır. Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaştırılması ise, diğer bloklara yanaşması durumunda 'kelebek etkisi' şeklinde Avrupa ve dünya için beklenmedik ve olumsuz etkilere neden olabilir."

YENİ PAZAR İMKÂNLARI DOĞACAK
AB’nin bir 'Hıristiyan Kulübü' değil de, evrensel ve seküler bir medeniyet projesi olduğunu ispatlamak için Müslüman halklara kapısını açması gerektiğini vurguluyan Doç. Dr. Ozan Örmeci, "AB tam üyelik durumunda, Türkiye’ye müthiş bir uluslararası saygınlık, Türkiye’nin ticaret yapmasını kolaylaştıracak kural ve düzenlemeler ve tabii ki daha kolay ulaşılabilir büyük bir pazar imkânı sunacaktır. Türkiye’nin AB üyeliği, Medeniyetler Çatışması tezini körüklemek ve Müslüman-Hıristiyan çatışması yaratmak isteyenlere de harika bir cevap olacaktır" açıklamalarında bulundu.

"AB'NİN ELEŞTİRİLERİNİ OLUMLU KARŞILAMAK GEREKLİ"
Türkiye’nin AB'ye üyeliğinin bazı olumsuzluklara da yol açabileceğini söyleyen Doç. Dr. Ozan Örmeci, "Türkiye, 80 milyonu aşkın nüfusu ve Avrupa standartlarına kıyasla daha ucuz ve esnek olan işgücü nedeniyle Avrupa’daki çalışan kesimlere yönelik endişe kaynağı oluşturabilir. Avrupa’daki sağ ve aşırı sağ siyasetlerin bunu körüklemesi de önyargı ve korkuları güçlendirmektedir. Türkiye’nin neredeyse tamamı Müslüman olan nüfusu da Avrupalılar için bir endişe kaynağıdır. Ancak Türkiye’nin en seküler Müslüman toplumlardan birisi ve Türkiye’nin de tüm sorunlara rağmen halen laik bir devlet olduğu düşünülürse, bu konuda aşırı korkulara gerek yoktur.

AB’nin Türkiye’ye yönelik eleştirilerinin olumlu karşılanması gerektiğinin altını çizen Doç. Dr. Ozan Örmeci şunları söyledi: "Zira bu eleştiriler Türkiye halkının yaşam standartlarını geliştirmek için ve büyük ölçüde iyi niyetle yapılmaktadır. Lakin şunu da belirtmek gerekir ki, AB içerisinde de demokrasi standartları veya ekonomik gelişmişlikleri yüksek olmayan bazı üye ülkeler bulunmaktadır. Türkiye’de halkın ve devletin bürokratik prosedür ve kurallar konusunda AB’nin katı yaklaşımlarına uyum sağlamakta zorlanması gibi sorunlar da mevcuttur."

"BREXİT, TÜRKİYE İÇİN OLUMLU BİR SÜRECE DÖNÜŞEBİLİR"
Brexit sürecinin Türkiye'nin AB üyeliğine desteğini olumsuz etkilediğini belirten İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Doç. Dr. Ozan Örmeci, sözlerini şu şekilde tamamladı: "Zira Birleşik Krallık, Türkiye’nin AB’ye üyeliğine açık ve aktif destek veren ülkelerden birisiydi. Bu ülkenin yokluğunda, Türkiye’nin üyeliğini savunan ülkelerin sayısı iyice azalmış ve Türkiye karşıtlığı AB’nin genel duruşu haline gelmiş durumda. Brexit sürecinin etkilerinin Türkiye-AB ilişkilerine nasıl olacağını henüz tam olarak hesap edemiyoruz ancak AB, Türkiye ve Birleşik Krallık’ı ortak olarak ilgilendiren konularda, bunun etkileri mutlaka hissedilecektir. Fakat bu olumsuz orta ve uzun vadede olumlu bir şeye de sebep olabilir. Yıllardır Türkiye’yi üyelik için kapısında bekleten ve Birleşik Krallık gibi en önemli üyelerinden birini kaybeden AB, bu şekilde devam ederse daha da kan kaybedeceğine kanaat getirirse, belki hızlı bir şekilde toparlanma sürecine girebilir ve Türkiye’nin üyeliği yönünde olumlu adımlar atabilir. AB’nin nasıl bir birlik olmayı tasarlayacağı da bu noktada çok önemli. Türkiye’nin üyeliği konusunda en kritik mesele ise Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesi ve Türk-Yunan ilişkilerinin geliştirilmesidir."

15 Şubat 2019 Cuma

CFR Paneli: İran’ın Emperyal Dış Politikası


1979 İran İslam Devrimi’nin 40. yıldönümünün kutlandığı şu günlerde, ABD yaptırımları nedeniyle son birkaç aydır ekonomisi oldukça kötüye giden İran İslam Cumhuriyeti’ndeki siyasi, ekonomik ve sosyal durum hakkında uluslararası platformlarda çeşitli tartışmalar yapılıyor ve paneller düzenleniyor. Bu paneller arasında en dikkat çekici olanlardan birisi de, Council on Foreign Relations’ın (Dış İlişkiler Konseyi) 7 Şubat 2019 tarihinde düzenlediği “İran’ın Emperyal Dış Politikası” (Iran’s Imperial Foreign Policy) başlıklı akademik oturumdur.[1] Mona Aboelnaga Kanaan’ın moderatörlüğünü yaptığı panele, ABD’deki tanınmış İran uzmanlarından Philip H. Gordon, Michael Rubin ve Karim Sadjadpour katılmışlardır. Bu yazıda, bu panelde konuşulanlar özetlenecektir.

Panelin video kaydı

Moderatör Mona Aboelnaga Kanaan’ın “İran İslam Devrimi’nin 40. yılında İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrasında benimsediği emperyal dış politikanın başarılı olup olmadığı” sorusuyla başlayan panelde, sözü, ilk olarak Carnegie Endowment for International Peace uzmanı[2] Karim Sadjadpour almaktadır. Sadjadpour, konuşmasına Henry Kissinger’ın ünlü “Iran has to decide whether it’s a nation or a cause” (İran bir dava mı, yoksa bir devlet mi olduğuna karar vermelidir) sözüne referans vererek başlamakta ve İran’ın İslam Devrimi sonrasında ulusal çıkarları doğrultusunda hareket eden bir milli devlet gibi değil, yüce idealler (Şiilik) peşinde koşan bir dava fedaisi gibi davrandığını söylemektedir. İran’ın bu doğrultuda bazı başarılar kazandığını kabul eden konuşmacı, Orta Doğu’da İran nüfuzunu birçok ülkeye yaymayı başaran Hizbullah’ı bu bağlamda ilk somut örnek olarak vermektedir. Hizbullah’ın özellikle ABD’nin Saddam Hüseyin’i devirmesi sonrasında ve Arap Baharı sürecinde güçlendiğine ve bölgesel siyasette başarılı olduğuna vurgu yapan uzman, buna karşın İran’ın ekonomik ve sosyoekonomik gelişme bağlamında devrim sonrasında geri kaldığına dikkat çekmektedir. Sosyal sermayesi, zengin yeraltı kaynakları, büyüklüğü ve stratejik açıdan çok önemli coğrafi konumu nedeniyle İran’ın normalde G-20’de yer alması gereken bir ülke olduğunu vurgulayan Sadjadpour, devrim öncesinde İran’ın gayrisafi milli hâsıla (GDP) açısından gerisinde olan Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin bugün G-20’de yer aldıklarını dinleyicilere hatırlatmaktadır. Bu doğrultuda, İran’ın İslam Devrimi sonrasında küresel bir oyuncu olmaktansa bölgesel bir yağmacı (spoiler) olmayı tercih ettiğini iddia eden konuşmacı, Şah dönemiyle bugünkü İran arasında büyük farklılıklar olduğunu ve İran rejiminin halkının iyiliği anlamında başarısız bir noktada bulunduğunu söylemektedir.

Daha sonra söz alan American Enterprise Institute for Public Policy Research uzmanı[3] Michael Rubin, öncelikle Karim Sadjadpour’un görüşlerini destekleyerek, İran hükümetinin göstermeye çalıştığının aksine, İran İslam Cumhuriyeti’nin devrimin 40. yılında başarısız bir noktada olduğunu iddia etmektedir. İran’ın birkaç sene önce Atlantik Okyanusu’na gemi göndermeye çalışırken yaşadığı başarısızlığa vurgu yapan Rubin, bu bağlamda İran’ın katı ideolojik eğilimleri ve pragmatizm arasında yaşadığı ikilemlere dikkat çekmektedir. 1970’lerde İran’da “ne Doğu, ne Batı, İslam Cumhuriyeti’nin yolu” şeklinde bir dış politik eğilimin güçlü bir şekilde var olduğunu, ancak günümüzde İran siyasal elitinin Doğu (bilhassa Rusya) yöneliminin ağır bastığını düşünen Amerikalı uzman, sıradan İran halkının ise geçmişten gelen Rus emperyalizmi hatıraları nedeniyle Rusya konusunda daha mesafeli düşündüğünü söylemektedir. Çin konusunda da benzer tartışmaların İran’da sürdüğünü söyleyen Rubin, eski İran Devrim Muhafızları Komutanı ve Dini Lider Ali Hamaney’in askeri danışmanı olan Yahya Rahim Safavi’nin İran büyük stratejisinin ABD ve İsrail antipatisi nedeniyle Rusya ve Çin’e dayanması gerektiğini belirten sözünü de bu noktada dinleyicilere aktarmaktadır. Ayrıca bu turdaki konuşmasının son bölümünde İranlıları Amerikalılara benzeten Michael Rubin, Amerikalılar gibi İranlıların da zaman zaman kendilerini dünyanın merkezine koyarak strateji geliştirdiklerini; oysa İran’ın Rusya veya Çin konusundaki planlarının o ülkelerin İran’a yönelik planlarıyla her zaman örtüşmeyebileceğini söylemektedir. 
      
İlk turun son konuşmacısı olan CFR Orta Doğu uzmanı[4] Philip H. Gordon ise, diğer konuşmacıların aksine, İran’ın komşuları üzerindeki etkisi açısından bakıldığında, bu ülkenin İslam Devrimi sonrasında uyguladığı dış politikada başarılı olduğunu iddia etmektedir. İran ve Suudi Arabistan çekişmesi temelinde devam eden bölgesel Sünni-Şii ve Arap-Fars rekabetinde Tahran’ın birçok Arap ülkesinde (Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen) nüfuz alanları yaratarak üstünlüğü ele geçirdiğini belirten Gordon, dış politikanın diğer ülkeler üzerinde etki elde etmek için yapıldığını; bu nedenle İran dış politikasının başarılı olarak algılanması gerektiğini söylemektedir. Gordon, İran’ın artan bölgesel etkisi karşısında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan üçlüsünün ise (hatta moderatör Mona Aboelnaga Kanaan Mısır’ı da dördüncü bir devlet olarak İran karşıtı bu üçlüye dâhil etmektedir) tehdit algılaması geliştirdiğini sözlerine eklemektedir.

Philip H. Gordon’dan sonra söz alan Michael Rubin, Gordon’un sözlerine cevaben, İran’ın son yıllarda artan bölgesel etkisine -ABD, İsrail, Suudi Arabistan üçlüsü dışında- bu etkiye muhatap olan ülkelerden de çeşitli tepkiler yükseldiğini; örneğin Irak’ta oluşan tepkiler nedeniyle Basra’da İran Başkonsolosluğu’nun halk tarafından yakıldığını hatırlatmaktadır. İran tarafından devletlerinin kontrol edilmesinin Arap halklarında bir tür gücenme (resentment) duygusuna neden olduğunu belirten Rubin, özellikle İran’ın bu ülkelere yönelik müdahalelerinin tahakküm (overbearingness) noktasına geldiği anlarda halkın tepkisel bir psikoloji içerisine girdiğini düşünmektedir.

Karim Sadjadpour ise, bu görüşlere ek olarak, İran’ın aynı anda üç önemli ülkeyle (ABD ile Irak, İsrail ile Lübnan ve Suudi Arabistan ile Yemen konusunda) vekâlet savaşları içerisine girmiş durumda olan dünyadaki tek ülke olduğunu vurgulamaktadır. Bu üç cephedeki savaşların hepsinin de sıcak savaşa dönüşme ihtimali olduğunu vurgulayan konuşmacı, ayrıca İran’ın -nüfus anlamındaki dezavantajına karşın (Müslüman dünyanın yüzde 85’i Sünni ve ancak yüzde 15’i Şii’dir)- Şii radikalizmi sayesinde bu rekabette görece üstün bir konuma sahip olduğunu düşünmektedir. Şöyle ki, konuşmacının görüşüne göre, dünyadaki tüm Şii radikaller İran için savaşmayı ve ölmeyi göze alırken, Sünni radikaller Suudi Arabistan rejimine destek olmayı değil, onu devirmeyi hedeflemektedir. Suudi Arabistan ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın ancak maddi gücüyle kendisi adına vekâlet savaşları yürütebilecek gruplara nüfuz edebildiğini söyleyen konuşmacı, bu nedenle, radikalizm söz konusu olduğunda Tahran’ın Riyad karşısında önemli bir avantajı olduğunu düşünmektedir.

İkinci turda ABD’deki Cumhuriyetçi Donald Trump yönetiminin Orta Doğu ve özellikle İran konusundaki politikalarını değerlendirmesi istenen yorumculardan ilk sözü alan kişi olan Philip H. Gordon, Trump’ın bir yandan İran konusunda elinden geleni yaptığını ve bu ülkeyi dizginlediğini açıklaması, diğer taraftan da İran’ın “dünyanın en büyük terörizm sponsoru” olarak bölgedeki ABD müttefiklerinin aleyhine yaptığı kötülükleri her gün vurgulamasını bir çelişki olarak yorumlamakta ve bu çelişkiden yola çıkarak Trump yönetiminin -kendi kriterlerine göre- başarısız olduğunu düşünmektedir. Dizginlenmiş ve ABD tarafından hizaya sokulmuş bir İran’ın Trump’ın şikâyet ettiği bu cüretkâr politikaları asla gerçekleştiremeyeceğini düşünen Amerikalı uzman, Trump yönetiminin İran nükleer anlaşmasını (JCPOA) feshederek Obama yönetimine kıyasla hakikaten ciddi bir farklılık yarattığını, ancak daha sonra Suriye’deki askeri birlikleri İran’ı çevrelemek için kullanmak yerine geri çekme kararı alarak stratejik açıdan beklenmedik ve tutarsız bir yol izlediğini söylemektedir. Trump’ın uygulamaya soktuğu ekonomik yaptırımların ise İran’ı ekonomik olarak gerçekten yaraladığını düşünen Philip H. Gordon, buna karşın henüz bu politika için de “başarılı” ifadesini kullanamayacağını, zira bu konuda sonuçları görmek gerektiğini belirtmektedir. Gordon, başarılı olarak tanımlanabilecek bir İran politikasının sonuç alıcı bir diplomasi (İran’ın nükleer programına son vermesi ve bölgesel nüfuzunu arttıran politikaları bırakması) olması gerektiğini de sözlerine eklemektedir.

İkinci turda yeniden söz alan Michael Rubin, mesleğinin Tarihçilik olduğunu vurgulayarak, İran İslam Cumhuriyeti’nin yakın geçmişte iki defa Ayetullah Humeyni ve rejimin söz verdiği politikalardan baskılar nedeniyle caydığını anımsatmaktadır. Rubin’e göre bunun ilk örneği Amerikalı rehinelerin salıverilmesi, ikincisi de İran-Irak Savaşı’nın sonlandırılmasıdır. İran İslam Devrimi sonrasında İran’da alıkonulan Amerikalı rehinelerin Ronald Reagan’ın Başkanlığının ilk gününde salıverildiğini söyleyen Rubin, bunu Irak’ın İran’a saldırması sonrasında Tahran’ın dünyadan daha fazla izole olmamak adına yaptığı bir açılım olarak değerlendirmekte ve kararlı Amerikan diplomasisinin bu konuda sonuç aldığına vurgu yapmaktadır. İkinci olarak İran’daki rejimin Irak Savaşı’nı sonlandırmayı kabul etmesini bu duruma örnek gösteren Amerikalı analist, Humeyni’nin meşhur konuşmasında bu kararı açıklamak zorunda kaldığını, zira savaşın maliyetinin rejimin devamlılığını riske atacak noktaya ulaştığını gördüğünü söylemektedir. İran’a yaptırımlar konusunda Demokrat Bill Clinton yönetiminin de 1994-1995 döneminde çok sert bir duruşunun olduğunu hatırlatan Rubin, yaptırımlar konusunda ayrıca -Irak’ta yapılan hatalı politikada olduğu gibi- ekonominin rejim değişikliği sonrasında bile toparlanamayacak duruma getirilmesi fikrine karşı durmaktadır. ABD’nin İran’daki olası bir rejim değişikliğinin sorumlusu olmayacağını söyleyen Michael Rubin, son olarak Başkan Trump’ın İran’ın faaliyetlerini gözlemlemek için Irak’ta kalmaya devam edeceklerini açıklamasının kamuoyu görüşünün önemli olduğu Irak’ta bazı tepkilere neden olduğunu söylemekte ve İran’ın bunu Amerikan karşıtlığını yaymak için kullanabileceğini ima etmektedir.

İkinci turda yeniden söz alan Karim Sadjadpour, Trump yönetiminin Paris İklim Sözleşmesi, İran nükleer anlaşması ve Suriye’den çekilmesinin büyük bir stratejinin uzantısı olarak alınmış kararlar olmadığını ve Trump yönetiminin daha çok dürtüsel (impulsive) olarak hareket ettiğini iddia etmektedir. Buna karşın, Trump’ın İran politikasının henüz bir “başarısızlık” olarak da değerlendirilemeyeceğini vurgulayan konuşmacı, ABD’nin İran konusunda başarı elde etmek için Soğuk Savaş döneminden dersler çıkarması gerektiğini söylemektedir. Bu noktada John Lewis Gaddis’in Strategies of Containment kitabına referans yapan Sadjadpour, ABD’nin Soğuk Savaş stratejisinden üç önemli ders çıkarılabileceğini söylemektedir. Bunlardan ilki, bölgedeki Amerikan müttefiklerinin -İran’ın gücünü dengelemek adına- güçlendirilmesidir. Konuşmacıya göre, Trump yönetimi bu konuda henüz fazla bir başarı elde edememiştir. (Bölge ülkelerinin silah satışlarıyla askeri olarak güçlendirilmesi ve Arap NATO’su girişimleri burada konuşmacı tarafından vurgulanmamaktadır.) İkinci önemli ders, Soğuk Savaş’ta komünist hareketin bölünmesi/parçalanmasıdır. Ancak günümüzde Şii dünyası içerisinde bir parçalanma olmadığı gibi, İran’ın etkisi her geçen gün daha da artmaktadır. Üçüncüsü de, hedef alınan ülke (Soğuk Savaş’ta SSCB, şimdiyse İran İslam Cumhuriyeti) içerisindeki grupları farklı hareket etmeye zorlamaktır. Yani İran özelinde konuşmak gerekirse, İran’ın bir Şii davası olarak sürmesini isteyen mollalar ve İslami rejime karşı, İran’ın bir ulus-devlet gibi hareket etmesini isteyen güçler arasındaki ikiliği derinleştirmektir. Bu bağlamda, konuşmacı, Trump’ın politikalarının İran’da ikiliğe değil, dış tehditlere karşı ulusal birleşmeye neden olduğunu ve bu nedenle başarılı olma ihtimalinin de zor olduğunu düşünmektedir.

Bu konuşmanın ardından söze giren Philip H. Gordon ise, Trump’ın İran’a yönelik dış politikasının henüz tamamlanmadığını belirtmekte ve bu bağlamda üç konuyu öne çıkarmaktadır. Bunlardan ilki, İran nükleer programı konusunda Trump’ın geri çekildiği JCPOA anlaşmasından daha iyi bir anlaşmayı yapmasıdır. İran nükleer programı konusunda gerçekten daha iyi koşullarda bir anlaşma yapabilirse, Trump, bunu başarı hanesine yazdıracaktır. İkinci önemli husus, İran’ın bölgesel politikalara karışması ve diğer ülkelere müdahale etmesidir. Bunu önleyebilir ve İran’ı durdurabilirse, Trump, yine başarılı bir iş yapmış sayılacaktır. Üçüncü olarak, İran’daki katı İslami rejimi değiştirebilirse, bu, kuşkusuz Trump yönetimi ve ABD için büyük bir başarı olacaktır. Gordon’a göre, ilk iki konuda sonuç alınamasa bile, ortaya çıkan nükleer anlaşma belirsizliği ile bölgesel politikalara yön vermeye çalışmanın ve Amerikan yaptırımlarına maruz kalmanın bedeli olarak ekonomik açıdan diz çöken İran’da bir rejim değişikliği gerçekleştirilebilirse, bu, ABD ve Trump için yine büyük bir başarı olacaktır. Zira yeni rejim her halükarda ABD ile diğer konularda da müzakere ve anlaşmaya daha açık olacak ve yine her halükarda daha açık, demokratik, insancıl ve işbirliğine açık bir pozisyon alacaktır. 

Gordon’un ardından söze giren Michael Rubin ise, ABD’nin İran konusunda istihbarat anlamında iyi bir performans gösteremediğini; zira tüm unsurlarının türdeş olmadığı belirtilen İran Devrim Muhafızları içerisinde hangi kliklerin ve kişilerin öne çıktığının Washington’da iyi bilinmediğini ve İran siyasetinde etkili olan muhafazakârlar ve reformistler konusunda da ABD’nin bilgi dağarcığı ve istihbaratının sınırlı olduğunu söylemektedir. Bu nedenle, Rubin, 40 yıl sonra bile ABD’nin İran İslam Cumhuriyeti’ni anlamak konusunda daha çok çalışması gerektiğini vurgulamaktadır. Son olarak, ABD istihbarat dünyasının İran konusunda Başkan Trump’a yardımcı olmak adına neler yapabileceği sorusuna cevap veren Michael Rubin, İran nükleer programı konusunda üç önemli unsura dikkat çekmektedir. Bunlar; nükleer başlık dizaynı, uranyum zenginleştirme faaliyetleri ve teslimattır. Bu konularda tutarlı bir politika geliştirilmesi gerektiğini kaydeden Rubin, ayrıca kendisi desteklememesine karşın İran’a yönelik askeri operasyonlar konusunda hazırlık yapılmaya başlanması gerektiğini de belirtmektedir. İran’a yönelik olarak düzenlenen 1988 yılındaki “Operation Praying Mantis”in üzerinden 30 yıldan fazla zaman geçtiğini ve her iki ülkenin de geçen zaman içerisinde çok değiştiğini anlatan Rubin, sanılanın aksine Orta Doğu’daki savaşların petrol ya da su kaynakları yüzünden değil, bir tarafın kendine aşırı güvenmesinden kaynaklandığını da sözlerine eklemektedir.

Sonuç olarak, ABD’nin en önemli İran uzmanlarının katıldığı bu panel oldukça faydalı bir tartışmaya sahne olmuş, ancak somut politikalar önermek ve geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak konusunda bence yeterince başarıya ulaşamamıştır. Burada daha başarılı ve verimli bir akademik panel ya da istihbarat raporu için, bana göre şu gibi hususlara yanıt aranmalıdır:

ü  ABD’nin İran’a yönelik ekonomik yaptırımlarının somut ekonomik ve siyasal etkileri nelerdir?
ü  İran’da yakın gelecekte rejim değişikliği beklemek yerinde olur mu? (Ben bu ihtimalin henüz oluşmadığını düşünüyorum.)
ü  2021 İran Cumhurbaşkanlığı seçimleri için potansiyel adaylar kimlerdir?
ü  İran nükleer programı ne aşamadadır ve Tahran rejimi JCPOA anlaşmasına uygun hareket etmeye devam etmekte midir?
ü  AB ülkelerinin İran'a yönelik ılımlı politikaları nasıl değiştirilebilir/yönlendirilebilir?
ü  İran Devrim Muhafızları içerisindeki önemli kişiler/klikler kimlerdir? (Bu soruyu Michael Rubin de konuşmasında vurgulamıştır.)
ü  Olası bir ABD hava saldırısında İran’ın tepkisi ne olacaktır? (İran rejiminin önceki açıklamaları da düşünüldüğünde, İsrail’e yönelik bir saldırı ihtimali ağır basmaktadır.)
ü  ABD’nin bölgesel müttefiklerinden İsrail, Suudi Arabistan, Türkiye, Mısır ve Ürdün gibi ülkelerin İran’a yönelik operasyon konusundaki tavırları nedir?
ü  İran’ın çevresindeki devletlerde (başta Irak ve Lübnan olmak üzere) İran’daki rejime muhalif gruplar daha fazla nasıl desteklenebilir? 


Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ