Sayfalar

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Fransa’nın Orta Doğu Politikası


Giriş
Dünyanın önemli diplomatik ve ekonomik güçlerinden birisi kabul edilen Fransa’nın Avrupa ve Afrika dışında en etkili olduğu coğrafyaların başında Orta Doğu gelmektedir. Orta Doğu, Fransa için “Doğu” (l’Orient) denince akla gelen ilk coğrafyadır. Fransa’nın Orta Doğu politikası, geçmiş yüzyıllardan 20. yüzyıl ortasına kadar büyük ölçüde emperyalist güdüler ve Haçlı zihniyeti çerçevesinde kurgulanmış ve geleneksel olarak Hıristiyan azınlıkların korunması ve bölge devletleri ve halkları üzerinde fiziki veya ekonomik hâkimiyet kurulması anlayışı hâsıl olmuştur. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan dekolonizasyon dönemiyle birlikte, Fransa da, -İngiltere gibi- kolonilerini terk etmek zorunda kalmış ve etkisini daha çok bölge ülkeleriyle kurulan askeri, diplomatik, ekonomik ve kültürel ilişkiler sayesinde sürdürmüştür. Bu yazıda, Fransa’nın Orta Doğu politikası, “Tarihsel Miras”, “Yakın Geçmiş”, “İlişkilerin Stratejik Boyutu”, “Fransa’nın Orta Doğu Politikası Arap Yanlısı Mı?” ve “Emmanuel Macron Dönemi” altbaşlıkları altında incelenecektir. Her ne kadar İngilizce literatürde MENA (Middle East and North Africa) adı verilen Orta Doğu ile Kuzey Afrika bölgeleri birbirleriyle bağlantılı ve Fransız dış politikası açısından da ilişkili bölgeler olsalar da, Fransa’nın Kuzey Afrika politikası daha önce “Fransa’nın Afrika Politikası” yazısında[1] değerlendirildiği için, bu yazıda daha çok Orta Doğu (Moyen-Orient) veya Yakın Doğu (Proche-Orient) adı verilen coğrafyaya yönelik Fransız politikaları araştırılacaktır.

Tarihsel Miras
Fransa’nın Orta Doğu’da tarihsel olarak en etkili olduğu ülkeler Lübnan ve Suriye olmuştur. Bu bölgelerde Fransa’nın etkisi, 17. yüzyıldan itibaren Marunîler (Maronitler) ile kurulan yakın kültürel ve dini ilişkilerle başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyıldan itibaren güç kaybetmeye ve yıkılmaya başlamasıyla birlikte, Fransa’nın bölgedeki nüfuzu giderek artmıştır. Zamanla, Fransa, Osmanlı içerisindeki Katolik ve hatta tüm Hıristiyan nüfusun hamisi gibi davranmaya başlamış ve Osmanlı’nın ekonomik ve diplomatik açıdan zayıf düşmesinin de etkisiyle bu ülkenin iç siyasetine yön verir hale gelmiştir. Ancak Müslümanların ekonomide güç kaybetmesi nedeniyle artan hoşnutsuzluk neticesinde, 1860 yılında bu bölgede bir iç savaş patlak vermiş ve Şam’da bir Hıristiyan katliamı yaşanmıştır.[2] Neticede, İngiltere ve Fransa’nın bölgedeki gücü giderek artmış ve zamanla bu iki devlet Osmanlı topraklarını paylaşma konusunda da (Sykes-Picot Antlaşması ile) anlaşmışlardır. Bu anlaşma sayesinde, Paris, Halep, Hama, Humus ve Şam’ı da kapsayacak şekilde Suriye ve Lübnan üzerinde denetim elde etmiştir. Bölgede yaklaşık 23 yıl egemenlik elde eden Fransa, Lübnan’ın 1943 yılında yoğun Hıristiyan etkisinde ve Suriye’den bağımsız bir ülke olarak kurulmasını sağlamıştır. Lübnan’da zaman içerisinde Arap devletleri ve İran’ın etkisi artsa da, Fransa da bu ülkedeki gücünü kısmen korumayı başarmıştır. Günümüzde de bu durum etkisini sürdürmektedir. Öyle ki, Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Aoun’un 26 Eylül 2017 tarihinde Fransa’ya gerçekleştirdiği ziyaret, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Elize Sarayı’nda devlet töreniyle kabul ettiği ilk Devlet Başkanı ziyareti olma özelliğini taşımıştır.[3] Suriye’de ise Fransız mandater (manda) yönetimi yaklaşık 28 yıl etkili olabilmiş ve 1946 yılında Fransız askerlerinin çekilmesiyle Suriye bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak Suriye’de de Fransız etkisi uzun süre devam etmiş ve ağırlıklı olarak Hıristiyan Araplar ve Nusayri azınlık mensubu subaylarca kurulan Baas Partisi günümüze kadar bu ülkedeki hâkimiyetini korumuştur.[4] Baas Partisi’nin ideolojik önderi olan Mişef Eflak’ın (Michel Aflak) Fransa eğitimli ve bu ülkeye yakın bir kişi olduğu da düşünülürse, Suriye’deki Fransız etkisinin yakın zamana kadar sürdüğü iddia edilebilir. Ayrıca Fransa, Birinci Dünya Savaşı ardından Anadolu’nun güney vilayetlerini de işgal etmiş; ancak zamanla Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı bağımsızlık mücadelesinin (Kurtuluş Savaşı) başarıya ulaşacağını düşünerek, işgal topraklarından Türklerle savaşmadan ayrılmışlardır.

Yakın Geçmiş
Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük güç kaybetmesine ve orta büyüklükte bir devlet olmasına rağmen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri olarak konumu koruması, birçoklarına göre “ikinci sınıf tren biletiyle birinci sınıf kompartımanda yolculuk yapan sorunlu ülke” gibi algılanmasına neden olmuştur.[5] Frédéric Charillon, Fransa dış politikasında 1958 sonrası Beşinci Cumhuriyet döneminde sürdürülen 3 temel öncelik alanını; Avrupa bütünleşmesini desteklemek, Fransa’nın küresel pozisyonu ve güvenliğiyle doğrudan ilişkilendirilebilecek konularda yakın Atlantik ilişkileri ve son olarak Frankofon olarak nitelenen Kuzey Afrika ve Yakın Doğu’daki Fransızca konuşan ve eski Fransız sömürgesi olan ülkelerle yakın ilişkiler şeklinde özetlemiştir.[6] Ayrıca Beşinci Cumhuriyet döneminde, dış politika, “cohabitation” sistemine rağmen neredeyse tamamen Fransız Cumhurbaşkanlarının damgalarını vurduğu bir alan (domain reservé) olarak görülmüştür.[7] Buna karşın, etkili bazı Dış İşleri Bakanları, zaman zaman Cumhurbaşkanı’nı bile aşar şekilde Fransız dış politikasına yön verebilmişlerdir.

Charles de Gaulle’ün Türkiye ziyareti (1968)

Fransa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Batı bloğuna dâhil bir ülke olarak, Orta Doğu politikasında başlarda tamamen İsrail yanlısı bir çizgi benimsemiştir. Bu dönemde, İsrail yanlılığına ek olarak, Süveyş Krizi’nde depreşen emperyalist güdüleri ve Cezayir’de yaptıkları (Cezayir Savaşı) nedeniyle de Fransa’nın Orta Doğu coğrafyasındaki etkisi hayli sınırlı ve imajı da genelde olumsuz olmuştur.[8] Bu nedenle, ülkesinin petrol gibi stratejik bir kaynak açısından çok zengin olan bu bölgede etkisiz kaldığını düşünen Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, 1960’lı yıllarda değişen dinamikler doğrultusunda ülkesine “politique arabe” (Arap siyaseti) adıyla yeni bir Orta Doğu merkezli dış politika anlayışı önermiştir.[9] Bu siyasetin temel dayanaklarını; Arap dünyasının liderleriyle dostane ilişkiler ve iki kutuplu uluslararası sistemin süper güçleri arasındaki dengeden yararlanarak ABD’nin ve Sovyetler Birliği’nin hegemonik etkisini kırma yönündeki politikalar oluşturmaktaydı.[10] De Gaulle, politikalarını büyük ölçüde ulusal bağımsızlık güdüsü etrafında şekillendirmeye gayret etmiş ve İngiltere’nin üyeliğine karşı çıkmasına rağmen Avrupa bütünleşmesini de Fransa açısından faydalı olarak görmüştür. Ayrıca ABD karşıtı olmamasına karşın, birçok konuda (Fransa’nın nükleer programı başta olmak üzere) ABD ile mutlak uyumlu hareket etmeyerek, Fransızlara İkinci Dünya Savaşı’nda kaybettikleri özgüveni aşılamaya çalışmıştır. Bu yıllarda Türkiye ise, Fransa ve genel olarak Avrupa’da çok iyi ve güvenilir bir Batı müttefiki olarak görülmüş ve Türkiye’deki laik rejim içerisindeki İslam anlayışıyla radikal İslam anlayışları hiçbir şekilde bir tutulmamıştır.

Georges Pompidou

Georges Pompidou döneminde (1969-1974), Fransa, ulusal bağımsızlık odaklı bir dış politikadan ekonomik menfaat odaklı bir dış politikaya yönelmiştir. Bu dönemde, Pompidou, Avrupa bütünleşmesinin hızlanmasına ve özellikle Federal Almanya ile yakın ilişkiler kurulmasına gayret etmiştir. 1973 OPEC petrol krizinin Avrupa ekonomileri üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle, Pompidou döneminden başlayarak, Fransa, Arap devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeye gayret etmiştir. Bu bağlamda, zaman zaman Washington’dan gelen tepkilere rağmen[11], Melek Fırat’a göre bu dönemde de Gaulle döneminde başlayan Fransa’nın Arap siyaseti (politique arabe) hızlanarak devam etmiştir. Ancak Pompidou’nun erken vefatı nedeniyle bu politikaları daha çok kendisinden sonra gelen Cumhurbaşkanı olan Valery Giscard d’Estaing sürdürmüştür.

Valery Giscard d’Estaing

1973 OPEC petrol krizinin süregelen etkisiyle, Valery Giscard d’Estaing döneminde Fransa’nın Arap yanlısı politikası somut bir hale gelmeye başlamıştır. Nitekim bu dönemde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tanınmış ve İsrail-Filistin Sorunu konusunda uluslararası hukuka ve 1967 sınırlarına uygun iki devletli çözüm yönünde bir tavır benimsenmiştir.[12] Ayrıca yine bu dönemde (1973 yılında), d’Estaing’in girişimleriyle ve Suudi Arabistan Kralı Halid bin Abdülaziz el-Suud’un katkılarıyla, Arap ve Fransız kültürü arasında bir köprü kurmak ve Arap dilini, kültür çeşitliliğini ve zenginliğini tanıtmak amacıyla Paris’te Arap Dünyası Enstitüsü (IMA - Institut du Monde Arabe) kurulması projesine hız verilmiştir. Nitekim 1980 yılında, bu Enstitü[13], 18 Arap devletinin katılımıyla kurulmuştur. Ayrıca yine d’Estaing, 1976 yılında Tunus’la önemli işbirliği anlaşmaları imzalanmasına öncülük etmiştir.[14] D’Estaing de Pompidou gibi Arap ülkeleriyle ilişkileri daha çok ekonomik menfaat temelinde ve pragmatik bir düzlemde ele almış ve İsrail’i ürkütmemeye gayret etmiştir. Buna karşın, 1972 Münih Olimpiyatları’nda İsrailli sporculara yapılan saldırılar ve sonrasında giderek artan terör eylemlerine rağmen FKÖ’nün tanınması sonrasında, İsrail ile ilişkiler yavaş yavaş bozulmaya başlamıştır.[15] Ayrıca bu dönemde İmam Humeyni'ye Paris'te kalma ve siyasi propaganda yapma imkanı tanıyan Fransa, bu şekilde 1979 İran İslam Devrimi'ne bir anlamda uygun ortam sağlamıştır. 

Danielle Mitterrand ve François Mitterrand

1981 yılında Cumhurbaşkanı seçilen ve tam 14 yıl Elize Sarayı’nda kalan François Mitterrand döneminde ise, Fransa, önceki dönemlerde uyguladığı dış politikadan fazla uzaklaşmadan yine ekonomik ve siyasal çıkarlarını koruyacak bir anlayış benimsemiştir. İsrail’e önceki Cumhurbaşkanlarından daha yakın durmaya çalışan Mitterrand, 1981 yılında ilk ziyaretini bu ülkeye yapmak istemiş, ancak tam bu sırada İsrail’in Irak’taki Temmuz nükleer santralini bombalaması ve bir Fransız mühendisin ölmesi üzerine fikir değiştirerek, diğer Devlet Başkanları gibi Orta Doğu’daki ilk ziyaretini Körfez ülkelerine yapmıştır.[16] Bu ziyaret sırasında imzalanan silah satış anlaşmaları ise, 1980’ler boyunca ve sonrasında Fransa’nın Arap ülkelerine artan bir şekilde devam eden silah ihracatı politikasının başlangıcı olmuştur. François Mitterrand’ın kendi döneminde Fransa’nın uyguladığı dış politikayı açıklarken kullandığı “Fransa İsviçre olamaz” sözü[17], Paris’in Mitterrand döneminde dış politikasında daha keskin kararlar alacağı algısını yaratıyordu. Frédéric Charillon’a göre, bu sözü yorumlamak gerekirse, Mitterrand’a göre Fransa, “ABD’den daha az güçlü ancak onunla aynı kategoride, Çin’den daha güçsüz ancak daha fazla sesini duyuran, Almanya’dan daha az zengin ancak daha etkin” bir uluslararası güç olmalıydı.[18] Bu, aslında klasik Gaullizm’in yeni bir yorumuydu. Bu söyleme uygun şekilde, Mitterrand’ın Üçüncü Dünya’ya yönelik politikası eylemden çok etik bir tutumdu ve demokrasinin gelişmesinin önkoşulunun ekonomik gelişme olduğu tezine dayanıyordu.[19] Bu nedenle, Mitterrand, her G-7 toplantısında ABD’yi başta Afrika ülkeleri olmak üzere en fakir ülkelerin borçlarının silinmesi konusunda ikna etmeye çalıştı. Ayrıca Kürdofil olarak nam salan karısı Danielle Mitterrand’ın da etkisiyle[20], Fransa, bu yıllardan başlayarak Kürt Sorunu konusunda Orta Doğu’da müttefiki Türkiye’yi kızdırmak pahasına aktif politikalar geliştirmeye başladı. Mitterrand döneminde ayrıca İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, Fas, Moritanya, Cezayir, Tunus, Libya ve sonradan Malta’nın katıldığı “Dokuzlar Grubu” oluşturulmuştur.[21] İspanya ve Portekiz’in de Avrupa Topluluğu’na katılmasıyla birlikte, Fransa’nın -daima etkin olmak istediği Akdeniz bölgesinde- eli bir süre güçlenmiş; bu dönemden itibaren Almanya daha çok Merkez Avrupa ve Doğu Avrupa ülkeleriyle yakın ilişkiler kurmaya gayret ederken, Fransa da -Akdenizli kimliği nedeniyle- özellikle Güney Avrupa’ya ve Akdeniz’e açılmak istemiştir.[22] Komünizmin çöküşü ardından Almanya’nın birleşmesi ve Avrupa bütünleşmesine daha çok odaklanmak zorunda kalan Mitterrand, bu nedenle Orta Doğu’daki Körfez Savaşı gibi krizlerde yalpalamak zorunda kaldı. Başlarda ABD’ye çok yakın durmamaya çalışsa da, sonradan kendi Savunma Bakanı Jean-Pierre Chevènement’la kapışmak pahasına ABD’yi destekledi.[23] Ancak Fransa’nın bu süreçte silah satışları dışında Arap dünyasıyla ilişkilerinin geliştiğini söylemek zordur. Daha önemlisi, İsrail’le ilişkiler de Irak Scud füzelerinin Tel-Aviv ve Hayfa’yı vurması üzerine ciddi anlamda gerilmiş ve İsrail’den Fransa karşıtı açıklamaların yükselmesi üzerine, Cumhurbaşkanı Mitterrand, İsrail Devlet Başkanı Haim Herzog’u arayarak eleştiriler konusunda uyarıda bulunmuştur.[24] Bu olayın ardından, Fransa-İsrail ilişkileri Sarkozy dönemine kadar tam anlamıyla düzeltilememiştir.

Chirac

Jacques Chirac döneminde, Fransa, Orta Doğu’da de Gaulle döneminin “politique arabe” siyasetinin yeni bir denemesini, daha çok ekonomik menfaatler etrafında kurgulamaya çalışmıştır. Chirac döneminin bir diğer önemli girişimi ise, Barcelona Süreci (1995) ile Avrupa-Akdeniz Ortaklığı’nın (Euro-Mediterranean Partnership) geliştirilmeye çalışılması ve Kuzey Afrika’da Fransız etkisinin arttırılması girişimi olmuştur. Ancak bu yönde fazla bir başarı sağlanamamıştır. Chirac, Fransa’nın Orta Doğu politikasını ve ideal Orta Doğu tasavvurunu 1996 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada şöyle betimlemiştir: “Barışçıl ve refah içinde bir Filistin devletinin, herkes tarafından kabul edilen ve terörden kurtulmuş bir İsrail’in, demokrasi ve gelişmeye örnek bir Ürdün’ün, toprak bütünlüğünü yeniden sağlamış ve eski düşmanı ile barış içinde yaşayan bir Suriye’nin, tamamen özgür, egemen ve dinamik bir Lübnan’ın ve güçlü, akıllı ve barışın öncüsü bir Mısır’ın bir arada ve uzlaşı içinde yaşayacağı yeni bir Orta Doğu.”[25] Chirac döneminin başlarında Fransız dış politikasına büyük ölçüde Mitterrand döneminde Cumhurbaşkanı danışmanlığı yapmış olan Hubert Védrine (1997-2002) yön vermiş, bu nedenle Vedrinizm (Védrinisme) adlı bir akımdan dahi söz edilir olmuştur. Védrine, dış politika anlayışını “Dost, ancak körü körüne bağlı müttefik olmama” şeklinde formüle etmiş[26] ve George W. Bush’un uygulamaya çalıştığı “ya bizdensiniz, ya da bize karşısınız” (You’re either with us, or against us) çizgisine karşı çıkmıştır. Vedrinizm’in ana ilkeleri ise şöyle özetlenebilir:[27]
  • İkna etiği yerine sorumluluk etiği,
  • Fransız seçkinliğini muhafaza etme arzusu,
  • İnsani yüzlü küreselleşme,
  • Kamuoyunu dikkate alma zorunluluğu.
Hubert Védrine

Vedrinizm, Irak Savaşı’na karşı durulması ve ABD’ye meydan okunması bağlamında Fransa’yı Arap dünyasında popüler bir devlet haline getirse de, ABD’nin baskılarının da etkisiyle gücü sınırlı olmuş ve zamanla -Fransa- ABD çizgisine daha fazla destek vermek zorunda kalmıştır. Nitekim Védrine’in ardından bu makama gelen Dominique de Villepin döneminde (2002-2004), Paris, Washington ile ilişkileri düzeltmeye çalışmıştır. Villepin, 30 Nisan 2003 tarihinde yaptığı bir açıklamada Fransa’nın ABD ile ilişkilerinde Irak sayfasını çevirip ilişkileri düzeltme niyet ve kararlılığını şu sözlerle ortaya koymuştur: “Avrupa ve ABD doğal olarak özel sorumluluklara sahiptirler. Bu ortaklık, Irak’ta istikrar ve barışı sağlamak ve Yakındoğu’da barış sürecini yeniden başlatmak amacıyla reel bir etkinlik kazanabilir.”[28] Ayrıca Chirac döneminde 2006 yılında Euro-Arap Diyaloğu başlatılarak AB’nin Orta Doğu politikalarında Fransa’nın öncü bir rol üstlenmesi amaçlanmıştır. Buna karşın, 2005 yılında AB anayasası konusunda yapılan referandumdan “hayır” yanıtı çıkması nedeniyle Avrupa bütünleşmesi anlamında bir duraklama yaşanmıştır. Daha çok ekonomi odaklı bir Arap siyaseti takip edilen bu dönem de, diğer dönemlere benzerlik göstermiştir.

Muammer Kaddafi ve Nicolas Sarkozy

Nicolas Sarkozy döneminde iç siyasette Arap (İslam) karşıtı bazı söylem ve uygulamalara karşın, dış politikada Arap devletleri ve liderleriyle yakın ilişkiler sürdürülmüştür. Sarkozy döneminde NATO’nun askeri kanadına geri dönen ve ABD ile ilişkilerde temiz bir sayfa açan Fransa, ayrıca Arap Baharı sürecinde kendisine yakın otoriter Arap liderlerin koltuklarının sallanmaya başlaması nedeniyle çekinceli bir dış politika ortaya koymuştur. Başlarda “bekle ve gör” tavrı gösteren Fransa[29], Tunus’ta beklenmedik devrim sonrasında Libya ve Mısır’da da gidişatın kötü olduğunu görünce, Libya’da uluslararası koalisyonun yaptığı müdahaleye İngiltere ile beraber öncülük etmiştir. Ancak Sarkozy döneminde, Fransa, Suriye konusunda net bir tavır almaktan kaçınmıştır. Yine de, Dış İşleri Bakanı Alain Juppé, o dönemde “Suriye rejiminin günleri sayılı” açıklamasını yapmıştır.[30] Ayrıca yine Sarkozy döneminde, Arap devletleriyle ve otokrat devlet yöneticileriyle (Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi vs.) yakın siyasi ve özellikle de ekonomik ilişkiler sürdürülmesine karşın, İsrail’in Fransız dış politikasındaki konumu ve itibarı yükselmiştir.[31] Arap liderleri ve devletleriyle yakın ilişkiler, Sarkozy’nin İslam hayranlığından ziyade kuşkusuz ekonomik menfaatlerden kaynaklanmıştır. Nitekim 2003-2012 döneminde Fransız savunma sanayisinin ihracatlarının yarıya yakını (yüzde 48) Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA) ülkelerine yapılan silah satışlarından kaynaklanmıştır.[32] Ayrıca Sarkozy, ilerletilemeyen Barcelona Süreci’ni 2008 yılında Akdeniz Birliği-Akdeniz İçin Birlik (Union pour la Méditerranée - UpM) projesiyle derinleştirmek istemiş, ancak bu yönde yaptığı bazı somut girişimlere karşın büyük bir başarı elde edememiştir. Bunun temel nedeni ise, Almanya başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin bunun bir AB projesi olmaktan çok Fransız ulusal çıkarlarını koruduğu yönündeki çekinceleri olmuştur.

Şimon Peres ve Hollande

François Hollande döneminde ise, Fransa’nın Orta Doğu politikasında ciddi bir kırılma/dönüşüm yaşanmış ve -koşulların da zorlamasıyla- kısmen Sarkozy döneminde başlayan muhalif Arap hareketlerine destek düşüncesi Mısır ve Suriye özelinde çok daha belirgin hale gelmiştir. Bu doğrultuda, Fransa, François Hollande liderliğinde Arap/İslam dünyasındaki muhalif (Sünni) hareketlere açık şekilde destek vermeye başlamıştır. Bu durumun birkaç sebebi bulunmaktadır; öncelikle popüler ABD Başkanı Barack Obama’nın Avrupa ve Fransa’da yarattığı hayranlık nedeniyle, Paris, bu dönemde Atlantikçi bir yönelim göstermiş ve Washington da bu yıllarda net şekilde muhalif hareketlere destek vermiştir. İkinci olarak, uzun yıllardır Fransa’nın destek verdiği laik ve otoriter yönetimler, Türkiye’de İslamcı kökten gelmesine rağmen ilk yıllarında müthiş demokratikleşme reformları yapan ve Türkiye’yi AB tam üyeliğine aday hale getiren Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) yarattığı cazibenin de etkisiyle, bu dönemde tüm Arap-İslam dünyasında prestij kaybı yaşamış ve etki alanları daralmıştır. Ayrıca üçüncü bir neden olarak şunu da belirtmek gerekir ki, Fransa’nın 1960’lar ve 1970’lerde oluşturduğu ve 2000’lere kadar taşıdığı dengeli Orta Doğu politikasının merkezinde yer alan Hafız-Esad, Yaser Arafat ve Refik Hariri gibi liderlerin vefatı nedeniyle, Fransa’nın bu dönemde Orta Doğu politikasında bir değişime gitmesi zorunluluk haline gelmiştir.[33] Dördüncü ve belki de en önemli neden ise, Suriye’de Beşar Esad rejiminin yaptığı iddia edilen kimyasal saldırılar nedeniyle, Fransa’nın insan hakları bağlamında kendisini harekete geçmeye zorunlu hissetmesidir. Hatta bu dönemde -ABD ve Birleşik Krallık (İngiltere) ile birlikte- Suriye’ye kapsamlı bir askeri müdahale bile gündeme gelmiş; ancak Avam Kamarası’nda muhafazakâr David Cameron hükümetinin Suriye operasyonu planının reddi ve ABD’nin müdahale konusundaki isteksiz tavrı ardından bu konuda Hollande yönetimi ve Türkiye’deki Erdoğan yönetimi dışında istekli bir hükümet kalmadığı için, operasyon daha sonra iptal edilmiştir.[34] Hollande, neredeyse ofisteki son günlerine kadar Beşar Esad rejiminin meşruiyetini kaybettiğini ve gitmesi gerektiğini savunmaya devam etmiş; ancak Suriye’de Rusya’nın oyuna dâhil olmasıyla birlikte siyasi süreç Hollande’ın beklediği yönde ilerlememiştir. Sonuçta, Hollande yönetimi Rusya ve İran’dan giderek uzaklaşarak, bu dönemde Suudi Arabistan ve Katar gibi Körfez ülkeleriyle birlikte Suriye, Mısır, Tunus ve Libya gibi ülkelerdeki muhalif Sünni gruplara destek vermiş; ancak Arap Baharı adlı bu süreç, Tunus’taki başarılı demokratik geçişe rağmen, Mısır’daki Abdülfettah el Sisi önderliğindeki askeri darbe, Libya’daki iç karışıklıklar, Suriye’deki kanlı iç savaş ve en önemlisi IŞİD (DEAŞ) adlı radikal İslamcı terör örgütünün ortaya çıkışıyla sona ermek zorunda kalmıştır.

İlişkilerin Stratejik Boyutu
Fransa’nın Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik politikalarında katı ideolojik eğilimlerden ziyade pragmatik (faydacı) bir anlayışa sahip olduğu görüşü bugüne kadar birçok uzman ve analist tarafından yazılmıştır.[35] Bu doğrultuda, Fransa’nın bölge ülkeleriyle olan ticari ilişkileri dış politikasının belirlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Bölge ülkeleriyle 60 milyar avro düzeyinde bir ticaret hacmi olan Fransa, özellikle Suudi Arabistan (yüzde 18,1) Libya (yüzde 8,5) ve kısmen de Cezayir (yüzde 6,1) ve Irak’tan (yüzde 2,2) petrol ithal etmektedir.[36] Ek olarak, Fransa’nın Suudi Arabistan, Fas, Katar, Cezayir ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerde çok ciddi yatırımları bulunmaktadır. Nitekim Total, GDF Suez ve Accor gibi Fransız şirketleri bu bölgedeki en büyük şirketler arasında yer almaktadırlar.

2002-2013 döneminde Fransa’nın en çok petrol ithal ettiği ülkeler[37]

Ayrıca Fransa’nın bölgeye yönelik politikalarında savunma sanayisinin bu bölgeyi hedef olarak seçmiş olması ve büyük silah satışları gerçekleştirmesinin de etkisinden söz etmek gerekir. Bu noktada Fransa’nın en önemli ihracat pazarları ise Suudi Arabistan, Fas, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Cezayir’dir. Fransa, bu konuda ABD ve Rusya’dan sonra en etkili üçüncü ülke görünümündedir. Dolayısıyla, Fransa’nın Orta Doğu politikasında ticari açıdan önemli rol oynayan 2 temel nokta; petrol ithalatı ve silah ihracatı şeklinde belirtilebilir. Bu doğrultuda, Paris’in kendisine uygun fiyatlarda petrol satan ülkelerin (Suudi Arabistan vs.) yönetimlerine verdiği destek, karşılığında bu ülkelerin güvenlik risklerini bertaraf etmeleri için yeni nesil silah teknolojilerinin bu ülkelere aktarılmasıyla birlikte Fransız dış politikasına yön vermektedir. Bu bağlamda, genelde bu ülkelerdeki rejim karşıtı radikal hareketlere Fransa tarafından kuşkuyla yaklaşılmaktadır. Ancak Arap Baharı gibi devrimci konjonktürün ortaya çıktığı ortamlarda, Fransa, genelde Nicolas Sarkozy dönemindeki gibi pragmatik davranarak güç dengelerini gözetmekte, ama zaman zaman da iktidara gelebilecek muhalif hareketlere François Hollande döneminde olduğu gibi destek sunarak geleceği dizayn etme yolunu tercih edebilmektedir.

2005-2010 döneminde MENA (Orta Doğu ve Kuzey Afrika) ülkelerine en fazla silah satan ülkeler[38]

Fransa’nın Orta Doğu Politikası Arap Yanlısı Mı?
Fransa’ya yönelik son yıllarda yapılan eleştirilerin başında, bu ülkenin dış politikada çok Arap (Müslüman) yanlısı olması[39] ve güvenlik politikalarını ihmal etmesi vardır. Ancak bu eleştirilerin birçoğu abartılı bulunabilir. Zira Fransa’nın Orta Doğu politikası, daha çok ulusal çıkarlar temelinde belirlenmektedir ve İslam, Yahudilik veya Hıristiyanlık gibi dinsel, ya da Türk, Kürt, Arap veya Fars gibi etnik kimliklerin etkisinden ziyade, Paris’in ekonomik ve siyasi çıkarlarını öncelemektedir. Olivier Guitta’ya göre, Fransız dış politikasının zaman zaman Arap devletleriyle yakınlaşan ve bu nedenle Arap yanlısı (pro-arabe) eleştirilerine maruz kalan çizgisinin haklı bazı gerekçeleri bulunmaktadır. Bunların başında, Fransa’nın çok ciddi oranda Müslüman nüfusunun bulunması ve Müslüman nüfusun hızlı demografik artışı nedeniyle yüce İslam dininin etkisinin Fransa’da her geçen yıl artması bulunmaktadır.[40] CIA Factbook verilerine göre, 67 milyonluk Fransa’daki Müslüman nüfusun oranı henüz yalnızca yüzde 7-9 arasında olmasına karşın, ilerleyen on yıllarda bu rakamın çok daha yükselmesi beklenmektedir.[41] Bu demografik gelişime uygun olarak, Fransa’nın 1960’lara kadar net İsrail yanlısı olan Orta Doğu politikası, Charles de Gaulle’ün 1967 Altı Gün Savaşı’nı İsrail’in kazanması ardından değişmeye başlayan anlayışı doğrultusunda giderek daha tarafsız bir çizgiye kaymaya başlamıştır.[42] Jacques Chirac döneminden başlayarak giderek güçlenen bu anlayış, dönemin İç İşleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin sert tepkisine neden olan 2005 Paris ayaklanmaları ve son yıllarda (François Hollande’ın Cumhurbaşkanlığı dönemi) Fransa’yı hedef alan İslam motifli terör saldırıları nedeniyle son birkaç yılda yeniden düşüşe geçmeye başlamış ve İsrail’e yönelik olumlu bakış artmıştır.

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve Fransa Dış İşleri Bakanı Laurent Fabius

Bunun yanı sıra, -Fransa’nın tarihsel bağlar nedeniyle de Müslüman dünyasına yakın ilgi göstermesi doğaldır. Zira Uluslararası Frankofon Örgütü’ne üye devletlerden birçoğu Müslüman nüfus ağırlıklıdır.[43] Ayrıca Fransa’nın Körfez ülkelerine yönelik silah satışları gerçekleştirmesi de bu ülkelerle sıcak ilişkilerini koruması noktasında haklı bir gerekçe oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Fransa, İsrail’in varlığını ve güvenlik kaygılarını her koşulda desteklemeye devam ederken, bu ülkenin yayılmacı ve aşırı güç kullanımına dayalı politikalarını da sıklıkla eleştirmektedir. Bunu Arap veya İslam yanlısı bir dış politika olarak yorumlamak ise, daha çok İsrail sağı ve ABD’deki Evanjelist grupların çizgisine uygun bir yaklaşımdır. Zira laiklik bağlamında Fransa’nın iç politik uygulamaları düşünüldüğünde (örtünme yasağı vs.), bırakın Arap (İslam) taraftarlığını, aslında Fransa’nın İslamcılık konusundaki bakışının gayet katı olduğu bile iddia edilebilir.

Emmanuel Macron Dönemi
Emmanuel Macron döneminde benimsenen Fransa’nın Orta Doğu politikası için maceraperestlikten uzak ve gerçekçi, çok yanlılık (multilateralism) taraftarı ve dengeci-sorumlu ifadelerini kullanmak doğru olabilir. Zira Paris, Macron döneminde idealist François Hollande mirasını kısmen reddetmiş ve daha dengeli bir pozisyon almıştır. Bu doğrultuda, savaş ve çatışma yerine, Paris, diplomasi ve ticareti teşvik etmekte ve tartışmalı konularda ve krizlerde (Suriye iç savaşı, İran nükleer programı, Filistin Sorunu, ABD-Rusya ilişkileri vs.) kendisini arabulucu olarak ortaya koymaktadır. Örneğin, Hollande döneminde Kuzey Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsız olması yönünde verilen güçlü sinyallere karşın, Macron yönetimi, 2017 yılında düzenlenen bağımsızlık referandumu öncesi ve sonrasında, Iraklı Kürtlere bunun mümkün olmayabileceğini söylemiştir. Dış İşleri Bakanı Jean-Yves Le Drian, Iraklı Kürtlere bağımsızlık yerine azami özerklik önermiş ve Kürtlerin bağımsızlığı için uygun bir zaman olmadığını ve bağımsızlık ilan edilirse bunun Orta Doğu’da yeni krizlere yol açacağını açıklamıştır.[44] Buna karşın, Fransa’nın asla Kürt karşıtı bir çizgi benimsemediği ve Türkiye ile ilişkilerini zaman zaman geren Kürt yanlısı çizgisini gerçekçi bir temelde koruduğu da ortadadır. Dolayısıyla, Paris nezdinde, bu aşamada Kürt devleti fikrine karşı çıkmaktan ziyade, bunun zamanlaması konusunda (IŞİD henüz tam anlamıyla yok edilmemişken ve Kürt devletinin kurulması konusunda Türkiye ve İran gibi etkili bölge ülkelerinin çekinceleri henüz giderilmemişken) bir endişeden söz edilebilir. Nitekim ANKASAM uzmanı Cenk Tamer’e göre de, ABD ile birlikte Suriye’deki Kürt bölgelerine destek veren Fransa, orta ve uzun vadede bölgeyi istikrarsızlaştırmayacak şekilde kurulabilecek bir Kürt devletine gayet sıcak yaklaşabilir ve hatta aktif destek verebilir.[45] Hatta Fransız özel kuvvetlerinin Suriye’de ABD Ordusu ile beraber YPG’li Kürt grupları Suriye Ordusu, IŞİD ve diğer Sünni muhalif gruplar ve Türk Ordusu karşısında korumak için bulunduğu da Türk basınında yazılmıştır.[46] Fransa’nın Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad konusundaki açıklamaları da tartışmalıdır. Zira Hollande döneminde yapılan keskin açıklamalara karşın, Macron döneminde Beşar Esad’ın gitmesinin ön şart olmadığı açıklamaları ve Esad’ın insanlığa karşı işlediği suçların cezasız kalmaması gerektiği açıklamaları birbiriyle çelişir şekilde resmi makamlarca yapılmıştır.[47] Cenk Tamer’e göre, Fransa’nın Suriye’deki nihai hedefi bu ülke ve Irak’taki Kürt bölgesini kapsayan genişçe bir Irak Suriye Kürt Federal Devleti’nin kurulmasını sağlamak ve Suriye’yi daha çok bir Alevi devletine (Nusayristan) dönüştürmektir.[48]

Macron döneminde Paris’in Körfez ülkeleri-İran denklemi konusunda da Hollande dönemine kıyasla daha dengeli durmaya çalıştığı söylenebilir. Zira Washington’dan gelen büyük baskılara karşın, Macron, İran nükleer anlaşmasının sürdürülmesi ve bu ülkenin uluslararası sistem içerisinde tutulması konusunda son derece ısrarcıdır. Bu noktada Paris’in tavrında küresel barış ve istikrarı koruma güdüsü kadar, Fransız şirketlerinin çıkarlarına zarar getirmeme düşüncesi de etkilidir. Zira 2015 JCPOA anlaşması sonrasında Fransa ile İran arasındaki ticari ilişkiler hızla artmıştır. Örneğin, Avrupalı uçak imalatçısı Airbus İran ile 20,8 milyar dolar değerinde bir uçak satış anlaşması imzalamış, Fransız enerji şirketi Total de İran’ın Güney Pars enerji havzasında yatırımlara başlamıştır. Bunların yanı sıra, Fransız otomotiv şirketi PSA Peugeot Citroën’in İran otomobil piyasasındaki payı yüzde 30 civarındadır.[49] Dolayısıyla, İran yaptırımları Fransız şirketlerini ve Fransa ekonomisini olumsuz yönde etkileyecektir. Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire de, France Culture radyosunda yaptığı bir açıklamada, Fransa’nın 2015’ten sonra İran ile ticaret hacmini üçe katladığını belirterek, “ABD’nin kendini gezegenin ekonomi jandarması olarak görmesinin kabul edilemez” olduğunu söylemiştir.[50] Ancak ABD’nin dünya ekonomik ve siyasi sistemindeki ağırlığı düşünüldüğünde, Fransa ve Fransız şirketlerinin İran’a yönelik yaptırımlara ne kadar direnebileceği tartışmalıdır. Nitekim Fransız Total şirketinin İran’dan çıkacağı ve yerine Çinli CNPC firmasının geçeceği şimdiden yazılmaya başlamıştır.[51] Ayrıca Fransa’nın İran’a yönelik sıcak yaklaşımı, hiçbir şekilde bu ülkenin nükleer silahlara sahip olması çizgisinde değildir. Buna karşın, Macron, Suriye krizi ve İran nükleer anlaşması konularında bu ülke ile diyaloğun sürmesini teşvik ederek, bu alanlarda kendisine uluslararası arabulucu konumu edinmeye gayret etmektedir. Bu doğrultuda, liberal ve küreselleşmeci bir siyasetçi olan Macron’a göre, “Çok taraflılık, savaşı önlemek için esastır. Terörizmi önlemek ve bölgeye istikrar getirmek için tüm dünya ulusları Afrika, Ortadoğu ve Asya’da yürütülen askeri, diplomatik, eğitsel, kültürel ve ahlaki mücadelede birleşmelidir.”[52]

Emmanuel Macron ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman

Macron döneminin Orta Doğu politikasındaki bir diğer unsur ise, François Hollande dönemine kıyasla kayıtdışı göç olgusuyla mücadele konusunda daha sert tedbirler uygulanmasıdır. Hollande döneminde yaşanan Suriye iç savaşı nedeniyle milyonlarca insanın Türkiye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya göçüne şahitlik eden Paris, bu nedenle bu konuda çok daha dikkatli davranmaktadır. Fransa ve genel olarak Avrupa Birliği, göç olgusuna büyük ölçüde bir güvenlik sorunu olarak yaklaşmaktadır. Bu, elbette insani açıdan eleştiriye açık bir tutumdur. Ancak Hollande döneminde Fransa’da yaşanan büyük terör saldırıları (Charlie Hebdo katliamı, Bataclan saldırısı, Nice katliamı vs.), Paris’i yasadışı göç ve terörizm arasında yakın bir bağ olduğuna inandırmış ve bu nedenle bu şekilde hareket etmeye mecbur bırakmıştır. Ayrıca Macron, Hollande döneminin sonlarında Türkiye ile imzalanan mülteci geri kabul anlaşması konusunda destek verici bir pozisyon almış ve Türkiye’ye yönelik demokrasi eleştirilerine karşın, anlaşmanın devamı için Ankara’ya destek vermiştir.

Saad Hariri ve Macron

Emmanuel Macron’un İsrail-Filistin Sorunu konusunda da diğer konularda olduğu gibi dengeci ve uluslararası hukuk ve çok yanlılığı destekler çizgide pozisyon aldığı söylenebilir. Zira İsrail’e yönelik sıcak sözleri ve anti-semitizm karşıtı açıklamalarına karşın, Macron, ABD’nin İsrail Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak lanse etmesine karşı çıkmış ve ancak Filistin Sorunu’na iki devletli bir çözüm bulunması durumunda Paris’in Batı Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanıyabileceğini söylemiştir.[53] Fransa’nın Macron döneminde ABD ve İsrail’e bazı konularda karşı çıkan yaklaşımının temelinde, Charles de Gaulle döneminden beri dış politikasına yön veren ulusal bağımsızlık ve ulusal çıkarlarını koruma düşüncesi ve “la gloire et la grandeur” (şan-şöhret ve büyüklük) anlayışını devam ettirme güdüsü etkili olmaktadır.[54] Bu nedenle, Macron’un Orta Doğu’da hırslı bir dış politika izlediği ve Paris’in etki sahasını genişletmeye çalıştığı iddia edilmektedir.[55] Ancak aynı Macron, Olivier Guitta gibi uzmanlarca ABD ve Birleşik Krallık’ın yokluğunda bölgede onlardan arabulucu olarak rol çalmaya çalışan “oportünist” (fırsatçı) bir aktör olarak da yorumlanmaktadır.[56] Bu bağlamda, Macron’un bir süre önce Lübnan eski Başbakanı Saad Hariri’yi Paris’te kabul ederek ona siyasal destek vermesi ve Hariri’yi Suudi Arabistan’ın elinden kurtardığını iddia etmesi dikkat çekmiştir.[57] Macron, bu şekilde Lübnan konusunda Suudi Arabistan ve İran arasındaki güç mücadelesine çözüm getirebilecek arabulucu Devlet Başkanı gibi davranmakta ve -ABD’nin Donald Trump döneminde kendisini uluslararası politikadan geri çekmesinin de etkisiyle- kendisinin ve ülkesinin yüksek profilli konumunu sağlama almaktadır. Ayrıca Macron’un Dış İşleri Bakanı olarak seçtiği Jean-Yves Le Drian’ın Savunma Bakanlığından gelmesi ve Orta Doğu ülkelerinin Savunma Bakanları ve ordularıyla yakın ilişkisinin olması da güvenlik politikaları ve askeri işbirliği bağlamında Paris adına bir kazanım olarak belirtilebilir.[58] Eski Bakanlardan Hubert Védrine ise, Macron’un Sarkozy’yi Katar, Hollande’ı da Suudi Arabistan’a yakın bulduğuna ve kendisini bir kampa ait olmaktan ziyade (Macron, İran’a bile bir gün gideceğini söylemiştir) her tarafla görüşebilen bir arabulucu olarak konumlandırmaya çalıştığına vurgu yapmıştır.[59] Buna karşın, elbette Fransa’nın ABD gibi bir askeri ve ekonomik kapasitesi olmadığı için, Orta Doğu meselelerinde çözüm sağlayabilen bir arabulucu rolü oynaması kolay değildir.

Sonuç
Sonuç olarak, Fransa’nın Avrupa ve Afrika kadar etkili olmadığı düşünülen bir coğrafya olan Orta Doğu’da da ciddi bir deneyimi ve kayda değer etkisi bulunmaktadır. Bu etki, daha çok bölge ülkelerinin liderleriyle Fransız devlet adamlarının kurduğu kişisel dostluklar ve bölge devletleriyle kurulan ve silah satışları ile petrol alımlarının sürüklediği ticari ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Ayrıca Suriye ve Lübnan başta olmak üzere Fransa’nın kültürel olarak etkin olduğu Arap ülkeleri de mevcuttur. Buna karşın, Fransa’nın Orta Doğu’daki etkisini kuşkusuz ABD veya İngiltere ile kıyaslamak doğru olmaz. Bu nedenle, bölgeye yönelik Fransız dış politikası daima pragmatik ve çıkarlar temelinde kurgulanmaktadır. Buna karşın, İsrail’in varlığını savunmak, radikal İslam’a ve terör hareketlerine karşı durmak ve Hıristiyan azınlığın korunması gibi bazı kırmızı çizgilerden söz etmek de hatalı olmayacaktır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKÇA
[1] Bakınız; http://politikaakademisi.org/2018/08/08/fransanin-afrika-politikasi/.
[2] Eşref Hilmi Açık (2008), Geçmişten Günümüze Türkiye Fransa İlişkileri, İstanbul: İQ Kültür Sanat Yayıncılık, ss. 358-359.
[3] Cenk Tamer (2017), “Emmanuel Macron’un Ortadoğu Politikası-2”, Ankasam, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://ankasam.org/emmanuel-macronun-ortadogu-politikasi-2/.
[4] Eşref Hilmi Açık (2008), Geçmişten Günümüze Türkiye Fransa İlişkileri, s. 369.
[5] İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s. 137.
[6] Frédéric Charillon (2011), La politique étrangere de la France, Paris: La Documentation Française, Les Etudes N°5331-32-33 -, s. 23. Aktaran: İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s. 138.
[7] Sophie Meunier (2012), « La politique étrangère de Nicolas Sarkozy : Rupture de fond ou de style ? », in Jacques de Maillard et al., Politiques publiques 3, Presses de Sciences Po (P.F.N.S.P.), s. 134.
[8] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: http://ormer.sakarya.edu.tr/uploads/files/20_fransa_nin_ortadogu_politikalari.pdf, s. 484.
[9] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, Bilgesam Analysis, No: 1131, 15 May 2014, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-43-2014052043analyses_1131.pdf, s. 2.
[10] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, s. 485.
[11] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 118.
[12] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 119.
[13] Web sitesi için; https://www.imarabe.org/fr.
[14] İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s. 138.
[15] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 119.
[16] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 122.
[17] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, s. 488.
[18] Frédéric Charillon (2002), « Peut-il Encore y Avoir une Politique Etrangère Française? », Politique Etrangère, No:4, 2002, p. 918. Aktaran: Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, s. 488.
[19] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 122.
[20] “‘Kürtlerin annesi’ öldü” (2011), Milliyet, Erişim Tarihi: 13.08.2018, Erişim Adresi: http://www.milliyet.com.tr/-kurtlerin-annesi-oldu/dunya/dunyadetay/23.11.2011/1466137/default.htm.
[21] İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s. 138.
[22] İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, ss. 139-140.
[23] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, ss. 131-132.
[24] Melek Fırat (2009), “Soğuk Savaş Sonrasında Fransa’nın Dış Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 64, Sayı: 1, s. 134.
[25] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, s. 487.
[26] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, s. 488.
[27] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, ss. 488-489.
[28] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, s. 492.
[29] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, Bilgesam Analysis, No: 1131, 15 May 2014, s. 3.
[30] Agnès Levallois (2016), « La politique étrangère de la France en Syrie », Editions Esprit, 2016/5 Mai, s. 79.
[31] İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s 140.
[32] İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s 141.
[33] Nezihe Musaoğlu (2006), “Fransa’nın Ortadoğu Politikaları”, Ortadoğu Yıllığı 2006, s. 485.
[34] Selin Güler (2014), “French Foreign Policy in the Middle East: The Case of Syria”, Bilgesam Analysis, No: 1131, 15 May 2014, s. 5.
[35] Barah Mikail (2014), “France’s shifting Middle Eastern alliances”, FRIDE, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: http://fride.org/download/pb_188_france_shifting_middle_eastern_alliances.pdf, s. 1.
[36] Barah Mikail (2014), “France’s shifting Middle Eastern alliances”, FRIDE, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: http://fride.org/download/pb_188_france_shifting_middle_eastern_alliances.pdf, s. 2.
[37] Barah Mikail (2014), “France’s shifting Middle Eastern alliances”, FRIDE, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: http://fride.org/download/pb_188_france_shifting_middle_eastern_alliances.pdf, s. 3.
[38] Barah Mikail (2014), “France’s shifting Middle Eastern alliances”, FRIDE, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: http://fride.org/download/pb_188_france_shifting_middle_eastern_alliances.pdf, s. 3.
[39] İlhan Aras (2017), “Fransa’nın Arap Baharı Politikası”, Türkiye Ortadoğu Çalışmaları Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 2, s 141.
[40] Olivier Guitta (2005), “The Chirac Doctrine”, Middle East Quarterly, Fall 2005 Vol. 12, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://www.meforum.org/articles/2005/the-chirac-doctrine.
[41] “Europe: France”, CIA The World Factbook, Erişim Tarihi: 12.08.2018, Erişim Adresi: https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/fr.html.
[42] Olivier Guitta (2005), “The Chirac Doctrine”, Middle East Quarterly, Fall 2005 Vol. 12.
[43] Bakınız; https://www.francophonie.org/IMG/pdf/som_xvi_membres_oif_vf.pdf.
[44] Cenk Tamer (2017), “Emmanuel Macron’un Ortadoğu Politikası-1”, Ankasam, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://ankasam.org/emmanuel-macronun-ortadogu-politikasi-1/.
[45] Cenk Tamer (2017), “Emmanuel Macron’un Ortadoğu Politikası-1”, Ankasam, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://ankasam.org/emmanuel-macronun-ortadogu-politikasi-1/.
[46] “Fransız özel kuvvetleri YPG'ye destek için Suriye'de” (2018), Ensonhaber.com, Erişim Tarihi: 12.08.2018, Erişim Adresi: http://www.ensonhaber.com/fransiz-ozel-kuvvetleri-ypgye-destek-icin-suriyede.html.
[47] “Fransa’dan U dönüşü” (2017), Yeni Şafak, Erişim Tarihi: 12.08.2018, Erişim Adresi: https://www.yenisafak.com/dunya/fransadan-u-donusu-2789045.
[48] Cenk Tamer (2017), “Emmanuel Macron’un Ortadoğu Politikası-2”, Ankasam, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://ankasam.org/emmanuel-macronun-ortadogu-politikasi-2/.
[49] “'Fransa İran'daki çıkarlarını korumak için elinden geleni yapacak'” (2018), Akşam, Erişim Tarihi: 12.08.2018, Erişim Adresi: https://www.aksam.com.tr/ekonomi/fransa-irandaki-cikarlarini-korumak-icin-elinden-geleni-yapacaka/haber-733704.
[50] “'Fransa İran'daki çıkarlarını korumak için elinden geleni yapacak'” (2018), Akşam, Erişim Tarihi: 12.08.2018, Erişim Adresi: https://www.aksam.com.tr/ekonomi/fransa-irandaki-cikarlarini-korumak-icin-elinden-geleni-yapacaka/haber-733704.
[51] “China's Energy Giant CNPC Takes Over Total's Share in Iran Gas Project – Reports” (2018), Sputnik International, Erişim Tarihi: 12.08.2018, Erişim Adresi: https://sputniknews.com/business/201808111067127249-china-cnpc-iran-gas/.
[52] Cenk Tamer (2017), “Emmanuel Macron’un Ortadoğu Politikası-2”, Ankasam, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://ankasam.org/emmanuel-macronun-ortadogu-politikasi-2/.
[53] Tovah Lazaroff (2018), “Macron: France will ‘one day’ recognize West Jerusalem as Israel’s capital”, The Jerusalem Post, Erişim Tarihi: 12.08.2018, Erişim Adresi: https://www.jpost.com/Diaspora/Macron-France-will-one-day-recognize-Jerusalem-as-Israels-capital-544583.
[54] Özlem Demirkıran (2007), “Fransa’nın Güvenlik Politikası: De Gaulle Dönemi (1958-1969)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 5, ss. 81-85.
[55] “Is France reinventing itself as a kingmaker in the Middle East?” (2018), Al Jazeera, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2018/04/france-reinventing-kingmaker-middle-east-180416094140646.html.
[56] “Is France reinventing itself as a kingmaker in the Middle East?” (2018), Al Jazeera, Erişim Tarihi: 09.08.2018, Erişim Adresi: https://www.aljazeera.com/news/2018/04/france-reinventing-kingmaker-middle-east-180416094140646.html.
[57] “Macron: Suudi Arabistan'ın esir aldığı Hariri'yi ben kurtardım” (2018), Sputnik Türkiye, Erişim Tarihi: 13.08.2018, Erişim Adresi: https://tr.sputniknews.com/avrupa/201805291033639980-macron-suudi-arabistanin-esir-aldigi-haririyi-ben-kurtardim/.
[58] Alissa J. Rubin (2017), “Macron Steps Into Middle East Role as U.S. Retreats”, The New York Times, Erişim Tarihi. 09.08.2018, Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2017/12/09/world/europe/france-emmanuel-macron-middle-east.html.
[59] Alissa J. Rubin (2017), “Macron Steps Into Middle East Role as U.S. Retreats”, The New York Times, Erişim Tarihi. 09.08.2018, Erişim Adresi: https://www.nytimes.com/2017/12/09/world/europe/france-emmanuel-macron-middle-east.html.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder