Sayfalar

10 Temmuz 2018 Salı

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Dr. Sina Kısacık'la "Rusya Siyaseti ve Rus Dış Politikası" Kitapları Hakkında Mülakat


Ahmet Ceylan & İsa Uslu: Sayın Doç. Dr. Ozan Örmeci ve kıymetli Dr. Sina Kısacık, siz değerli yazarlarımızın böylesi önemli bir kitabı literatüre kazandırmasını Uluslararası Politika Akademisi (UPA) okurları büyük bir ilgiyle takip etmekte. Emeğiniz için tebrik ve teşekkür ediyoruz. Bizimle yeni eserinizin fikriyatının nasıl ortaya çıktığını ve eseri tamamlama sürecinizi paylaşır mısınız?

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Sizin de bildiğiniz üzere, Turkish Foreign Policy in the New Millennium (2015, Peter Lang) ve Mavi Elma (2016, Gazi Kitabevi) adlı editörlüğünü yaptığım çok yazarlı kitapların başarısı üzerine, son dönemde Uluslararası İlişkiler alanındaki çalışmalarımı yoğunlaştırdım. Yabancı dil bilgimi kullanarak, Türk öğrencileri ve araştırmacılarına katkı yapacak şekilde, ülke incelemeleri serisi yayınlamaya karar verdim. Çalışmalarıma da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi 5 önemli ülke (P5 ülkeleri) ile başladım. Bu doğrultuda, 2017 yılında Amerikan İç ve Dış Politikası (2017, Cinius Yayınları) ve bu yıl içerisinde Ejderin Ayak Sesleri: Dünya Siyasetinde Çin Halk Cumhuriyeti (2018, Cinius Yayınları) adlı eserlerim yayımlandı. Bu kitaplar sonrasında yine bu yıl içerisinde Rusya kitabı için çalışmalara başladım. Ancak bu ülkenin ekonomi ve enerji politikalarını yeterince iyi bilmediğimi fark edince, bu alanda doktora çalışmasını Yeditepe Üniversitesi’nde yeni tamamlayan ve UPA’da yazarlık yapan Sina Kısacık dostuma projemden söz ettim. O da projeye katılmak isteyince, ortaya böyle bir çalışma çıktı. Ülke incelemelerine Fransa ve Birleşik Krallık (İngiltere) ile devam edeceğim. Sonrasında Almanya ve Türkiye’nin komşu ülkeleriyle ilgili de araştırma-inceleme kitapları yazmayı planlıyorum.

Dr. Sina Kısacık: Öncelikle böyle bir mülakat yapmanızdan ve çok değerli dostum ve de meslektaşım Sayın Doç. Dr. Ozan Örmeci ile beraber hazırladığımız kitap çalışmamızla ilgili müspet düşüncelerinizden ötürü en içten duygularımla teşekkür ediyorum size. Kitap fikrinin nasıl ortaya çıktığına gelince, şu hususların altını çizmek istiyorum. Yeditepe Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde 2009-2017 seneleri arasında yaptığım doktoram esnasında çok kıymetli hocam Sayın Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın sayesinde, ki ben hâlihazırda kendisinin asistanlığını yapmaktayım, Avrasya jeopolitiği konusuna yönelmiştim. Bu bölgenin başat ülkelerinden birisi olarak kıymetlendirilen Rusya Federasyonu’nun dış politikasıyla ilgili bir ders almamın ertesinde, bu ülkeyle ilgili derinlemesine çalışmalar yapmanın gerekli olduğuna karar verdim. Nitekim Temmuz 2012’den bu yana sürdürdüğüm Uluslararası Politika Akademisi (UPA) yazarlığı süresince yaptığım çalışmalarda, daha sonrasında tamamladığım doktora tezimde ve yine geçtiğimiz yıllarda yazdığım kitaplarda ve kitap bölümlerinde akademik yönelimimin ağırlığını Rusya dış siyaseti ve enerji politikaları oluşturdu. Dünyanın en önemli küresel güçlerinden birisi olan ve özellikle Vladimir Putin döneminde bölgesel ve daha geniş ölçekteki jeopolitik, jeostratejik, jeoekonomik ve jeokültürel gelişmelerde çok dikkat çekici bir role sahip olan bir ülke olarak Rusya Federasyonu’nun iç ve dış politikasında yaşadığı dönüşümlerin, bilhassa da tarihsel rekabet ve işbirliği düzleminde ilişkiler tesis ettiği bir ülke olan Türkiye halkı tarafından iyi bilinmesi gerekliliğinden hareketle çok değerli meslektaşım Sayın Örmeci ile böyle bir çalışmayı yapmayı gerekli gördük. Söz konusu çalışmamızın gelecekte bu alanda çalışmalar yapacak olan akademisyen adayları ve ilgili kişiler için bir rehber olmasını umut etmekteyiz.

Rusya Siyaseti ve Rus Dış Politikası (2018, Seçkin Yayıncılık)

Ahmet Ceylan & İsa Uslu: Değerli yazarlarımız, kitabınız için tercih etmiş olduğunuz başlık içerik açısından bize fikir veriyor, fakat takip edemeyenler için bu değerli eserinizin içerik tanıtımını bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Kitap, “Önsöz” ve “Sonsöz” dışında 3 bölüm ve 33 makaleden oluşuyor. Kitabın “Rusya İç Politikası” başlıklı ilk bölümünde; Rus siyasal tarihi, Rusya Federasyonu siyasal sistemi, Rus siyasal kültürü, Rusya ekonomisi, 2018 Rusya Devlet Başkanlığı seçimleri ve karizmatik Rus lider ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’e dair bilgi ve analizlere yer verdik. “Rusya Dış Politikası” başlıklı kitabın ikinci bölümünde; güncel Rus Dış Politikası’nın temel ilkeleri, Rus Dış Politika geleneği, enerji diplomasisinin Rus Dış Politikası’ndaki yeri, Kremlin üzerinde etkili olan Rus filozof Aleksandr Dugin ve Avrasyacılık düşüncesi, Rusya-Orta Asya ülkeleri ilişkileri, Rusya-Çin ilişkileri, Rusya-Almanya ilişkileri, Rusya-İran ilişkileri, Rusya-ABD ilişkileri ve Yeni Soğuk Savaş tartışmaları, Ukrayna Krizi ve Kırım Referandumu, Rusya Ulusal Güvenlik Stratejisi, Rusya-Suriye ilişkileri, Rusya-Kuzey Kore ilişkileri ve Kuzey Kore nükleer programı, Kuzey Akım projesi ve Rusya-Avrupa ilişkileri ve Rus akademisyen Dmitri Trenin’in perspektifinden Rusya-Batı dünyası ilişkileri gibi konuları işledik. Kitabın “Türkiye-Rusya İlişkileri” başlıklı üçüncü ve son bölümünde ise; Aleksandr Dugin’in perspektifinden Rusya-Türkiye ilişkileri, son dönemde yaşanan Rusya-Türkiye yakınlaşması, Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 hava savunma sistemi, Türkiye ile Rusya’nın Mersin Akkuyu Nükleer Santrali projesiyle somutlaşan enerji işbirliği ve Ukrayna Krizi’nin Türk-Rus ilişkilerine etkisi gibi konulara değindik. Eksikliklere karşın, bu alanda güncel siyasete değen en önemli Türkçe çalışmalardan birisini yazdığımızı ve literatürdeki önemli bir boşluğu doldurduğumuzu düşünüyorum.

Dr. Sina Kısacık: Kıymetli meslektaşım Sayın Örmeci’nin düşüncelerine tamamen katılmakla birlikte, birkaç önemli hususun altını çizmek istiyorum. Öncelikle bizim kitabımız bir tarih kitabı hüviyetinde değildir. Rusya tarihi, çok daha geniş ölçekte ve daha kapsamlı olarak tarihçiler tarafından ele alınması gereken bir alandır. Bizim kitabımız ise Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanlarına yönelik ve güncel siyaset ağırlıklıdır. İkinci olarak belirtilmesi gereken önemli bir husus, bu kitabın ilk iki bölümünde Uluslararası Politika Akademisi’nde hem Sayın Örmeci, hem de benim tarafından kaleme alınan makalelerimizden bir derleme yapmamız ve ilgili bölümlerde olabildiğince güncel gelişmelere yer vermemizdir. Bu iki bölümde, kitabımızın çıktığı ay olan Haziran 2018’e kadar Rus iç ve dış politikasının önemli gördüğümüz konuları üzerinde yapılan en güncel analizlere yer vermeye çalıştık. Dolayısıyla, kitap, en güncel gelişmeleri bile kapsayan niteliktedir. Üçüncü olarak değinmek istediğim konu ise, kitabımızın üçüncü ve de son bölümünü oluşturan Türkiye-Rusya ilişkileri üzerine olacaktır. Avrasya jeopolitiğinin en kayda değer iki başat gücü olarak, Türkiye ve Rusya arasında tarihsel süreç içerisinde zaman zaman çatışma, zaman zaman da işbirliği düzleminde yürütülen ilişkilerin kendisine özgü doğasından ötürü, ayrı bir bölümde farklı konu başlıkları üzerinden değerlendirmeyi uygun bulduğumuzdan böyle bir tercih yapmış durumdayız. Uluslararası politikanın anlık değişen karakterinden ötürü kitaba bazı konuları dâhil edemememizin yanı sıra, -kitapta bulunan eksikliklerin idrakinde olarak- herşeye rağmen Türkçe literatür anlamında bu alanda yapılmış en dikkat çekici çalışmalardan birisini ortaya çıkardığımız kanaatindeyim. Öte yandan, şu husus da unutulmamalıdır ki, bu kitabımız gelecekte gözden geçirilmeye ve önümüzdeki senelerde ilgili konu başlıklarıyla cereyan edebilecek yeni gelişmelerin de dâhil edilmesiyle güncellenmeye açık bir karaktere sahiptir. Yani ilerleyen baskılarda çok daha güncel ve kapsamlı analizler yer alabilir. Ancak elbette kitabımız hakkında kararı Türk okurları ve entelektüelleri verecektir.

Doç. Dr. Ozan Örmeci ve Dr. Sina Kısacık, Türkiye'nin en önemli Rusya uzmanlarından Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın'ı İstinye Üniversitesi'nde ziyaret ederken

Ahmet Ceylan & İsa Uslu: Tarihsel perspektiften baktığınız zaman, Rusya-Türkiye ilişkilerinin bugününü etkileyen ve geleceğini şekillendirme olanağına sahip olan unsurlar sizce hangi başlıklarda ele alınabilir? Sizce iki ülke arasında ilişkilerin bugününde söz sahibi olan kırılma noktaları olarak neleri incelemek gerekir?

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türk-Rus ilişkileri açısından benim nazar-ı itibarımda en önemli konular; enerji projeleri başta olmak üzere iki ülke arasında giderek artan ekonomik münasebetler, tarihsel açıdan iki devletin birbirlerine karşı geliştirdikleri ve kimliklerinin bir parçası haline gelen rekabet algısı, Türkiye’nin NATO üyesi olması ve Rusya’nın da Batı ile ilişkilerinin genelde sorunlu şekilde sürmesi nedeniyle ikili ilişkilerde zaman zaman yaşanan zorluklar, iki ülkenin Suriye iç savaşı, Dağlık Karabağ Sorunu ve diğer bazı konularda farklılaşan çıkarları ve hem Batılı, hem de Doğulu özellikleriyle aslında birbirlerine benzeşen Türk ve Rus toplumlarının siyasal kültürlerinde “güçlü lider” ve “tek adam-tek seçici” eğilimlerinin güçlü olması gibi faktörlerdir. Kırılma noktaları açısından bir değerlendirme yaparsak; Atatürk-Lenin dönemindeki dostluk, sonrasında Soğuk Savaş’ın ilk safhasında bir anda alevlenen düşmanlık, 1970’lerdeki geçici yakınlaşma, 1980’den Soğuk Savaş bitene kadar yeniden yükselen rekabet algısı, 1990’ların sonlarından itibaren enerji anlaşmalarının ve artan ekonomik ilişkiler ve turistik faaliyetlerin sürüklediği istikrarlı yükseliş ve bunun neticesinde 2000’lerde otoriter eğilimli liderler olan Erdoğan-Putin ikilisi sayesinde ortaya çıkan “ekonomik müttefik” algısı, Arap Baharı döneminde yeniden başlayan ve Rus jetinin düşürülmesiyle zirveye çıkan ama oldukça kısa süreli olan yeniden rekabet/hamaset algılaması ve son olarak S-400 hava savunma sistemi, Mersin Akkuyu Nükleer Santrali ve Türk Akımı projesi ile taçlanan “daha da güçlü ekonomik müttefiklik” dönemleri belirtilebilir. Ancak bu konuda giderek daha zorlu bir döneme girildiğini de bu noktada belirtmem gerekiyor; zira Batı siyasal-askeri kurumlarına ortaklık ve aynı zamanda Rusya ile yakın ekonomik ilişkiler, yakın bir gelecekte Ankara’yı tercih yapmaya zorlayabilir. Fakat Türkiye’nin sakin, sağduyulu ve uluslararası hukuka uygun şekilde adımlar atması durumunda korkmasını gerektiren hiçbir şey yoktur. Hatta Batı-Rusya gerginliğinden Türkiye’nin kendisine önemli diplomatik roller çıkarması bile mümkün olabilir. Şunu da belirtmek isterim ki, Rusya ile ekonomik ve siyasi ilişkiler kurmak ABD ve Avrupa düşmanlığı gibi algılanmamalıdır. Tam tersine, bu ülke ile kapsamlı siyasi ve ekonomik ilişkilerin olması, Batı ile ilişkileri de ivmelendirebilir. Bu noktada elbette ciddi bir hüner gereklidir ki, AK Parti hükümeti ve Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı zaman zaman bunu göstermektedir.

Dr. Sina Kısacık: Çarlık Rusyası ve Osmanlı İmparatorluğu döneminden bu yana çeşitli vesilelerle dönem dönem savaşan, dönem dönem de içinde bulundukları  durum gereğince ittifaklar tesis eden bu iki büyük güç, -adı geçen iki büyük yapılanmanın parçalanmasının ertesinde- Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) olarak 1945 senesine kadar birbirleri ile genel anlamda uyumlu politikalar izlemişlerdir. Ancak 1945’te biten İkinci Dünya Savaşı’nın muzaffer ülkelerinden birisi olan Sovyetler Birliği’nin lideri Joseph Stalin'in Türkiye’den toprak taleplerinde bulunmasından ötürü, Ankara, şartların da zorlamasıyla ABD liderliğindeki Batı Bloku’na dâhil olmuştur. Bu dönem boyunca Ankara ve Moskova ilişkileri çok düşük seviyede cereyan etmiştir. Ancak Soğuk Savaş’ta yaşanan ve kısa süren Yumuşama (Detant) dönemi ve Türkiye’nin özellikle Kıbrıs Sorunu’yla alakalı olarak 1964 Johnson Mektubu’ndan sonra çok boyutlu dış politika geliştirme arayışları neticesinde, Soğuk Savaş döneminde bile iki ülke arasında kısa süreli bir yakınlaşma olmuştur. Ancak esas önemli gelişme, Soğuk Savaş’ın sonlarına doğru Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ne getirilen Mikhail Gorbaçov’un izlediği açılım politikaları sayesinde Türkiye-Rusya ilişkilerinde somut bazı gelişmeler yaşanmaya başlanmasıdır. 1984 senesinde imzalanan bir doğalgaz alım-satım anlaşmasıyla enerji temelli olarak ivmelenen Ankara-Moskova ilişkilerinde, 1990’lı yıllar ise, her iki ülkede yaşanan iç ve dış kaynaklı sorunların çokluğundan ötürü sıkıntılı ve verimsiz geçmiştir. Dağlık Karabağ ve Çeçenistan gibi meselelerin yanı sıra, dondurulmuş çatışmalar ve iç politik sarsıntılar nedeniyle de çok zor yıllar geçiren Rusya Federasyonu’nda, siyasi ve ekonomik durum, bu tarihten sonra adeta eski KGB ajanı Vladimir Putin’in St. Petersburg Belediyesi’nde başlayan siyasi kariyeriyle paralel olarak ilerlemeye başlamıştır. St. Petersburg Belediyesi'nden sonra ilk olarak KGB’nin yerine kurulan FSB’nin Başkanlığına, daha sonrasında ise dönemin Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in yardımcılığına atanan Putin, son olarak önce 31 Aralık 1999 günü Yeltsin tarafından Başkanlığa vekâleten atanmış ve Mart 2000’de yapılan Devlet Başkanlığı seçimlerini kazanmasıyla birlikte de Rusya'da ipleri tamamen eline almıştır. İç politikada sert, otoriter ve merkeziyetçi bir yapı tesis eden Putin, bu yönden halkın tam desteğine sahip olmakla birlikte, dış politikada da sertlik yanlısı bir tutum takınarak, o dönemde yüksek seyreden hidrokarbon fiyatlarının sağladığı özgüvenle 1990’larla kıyaslanmayacak ölçüde pro-aktif bir politika izlemeye başlamıştır. 1990’larda, 1980’lerin ortasında başlayan ve bu dönemde şiddetlenen PKK terörünün yanı sıra, iç siyasi istikrarsızlıklarla da boğuşan Türkiye’de ise, 14 Ağustos 2001’de kurulan AK Parti’nin 3 Kasım 2002 seçimlerini büyük bir sürpriz neticesinde kazanmasıyla yeni bir dönemin startı verilmiştir. Bu minvalde, "Stratejik Derinlik" doktrini çerçevesinde önem atfedilen ülkelerin başında Rusya Federasyonu gelmiştir. Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi ve sağlamlaştırılmasıyla bulundukları bölgelerdeki birçok sorunun çözüme kavuşturulabileceği düşüncesinden hareket eden iki küresel lider Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan, enerji ekseninde temellenen ilişkilerin boyutlarını her geçen sene farklı alanlar dâhil etmek suretiyle çeşitlendirme yönünde kararlı politikalar ortaya koymaktadır. Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı’na ilaveten Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı’nın yakın bir zamanda faaliyete geçirilecek olması, Türkiye’nin ilk nükleer santralinin Mersin’in Akkuyu ilçesinde Rusya tarafından yapılıyor olması, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alması, iki ülke arasında karşılıklı yapılan ticari yatırımlar ve sayısı son yıllarda çok artan Türk-Rus evlilikleri, ikili ilişkilerin güçlü ve gelişmekte olan alanlarını göstermektedir. Ukrayna ve Suriye özelindeki anlaşmazlıklar, yakın geçmişte uçak düşürme ve Büyükelçi suikasti gibi istenmeyen hadiseler yaşanmasına yol açmasına karşın, özellikle Türkiye’de hükümete 15 Temmuz 2016’da FETÖ tarafından düzenlenen hain darbe girişimi esnasında Rusya’nın verdiği siyasi destek ve Türkiye ile Avro-Atlantik Blok arasında son zamanlarda yaşanan ciddi gerginliklerden ötürü, Ankara ve Moskova arasında son dönemde yeniden kapsamlı bir yakınlaşma meydana gelmiştir. Avro-Atlantik Blok tarafından endişeyle karşılanan ve geçici olması umulan bu yakınlaşmanın önümüzdeki dönemde konjonktürel gelişmeler çerçevesinde daha da güçlenip güçlenmeyeceğini zaman gösterecektir. Ancak işaretler, iki ülke arasındaki münasebetlerin gittikçe sağlamlaştığı ve gelecekte de büyük çaplı jeopolitik ve jeostratejik krizlerin yaşanmaması durumunda her geçen gün daha da sağlamlaşacağı yönündedir.

Dr. Sina Kısacık ve Doç. Dr. Ozan Örmeci

Ahmet Ceylan & İsa Uslu: Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alımı söz konusu. Gündemdeki bu konuya dair Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, 28 Haziran 2018 tarihinde yaptığı açıklamada, “geri adım söz konusu değil” dedi. Sizce Ankara’yı bu yönde bir yönelime iten gerekçe ulusal çıkarlar konusundaki askeri temelli hassasiyetler mi, yoksa politik kökenli bir tercih önceliği midir?

Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bu konuyu elbette askeri uzmanlara sormak lazım. Ancak Türk gazeteleri ve televizyonlarında uzmanlardan okuduğum/dinlediğim düşünceler etrafında bir cevap vermem gerekirse; kanımca Türkiye’nin bu konuda siyasal bazı polemik ve sürtüşmeler dışında (daha çok ABD kaynaklı) korkmasını gerektiren bir durum söz konusu değildir. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade ettiği kadarıyla, Washington, Ankara’nın ısrarlarına rağmen Patriot füze sistemlerini satmak istememiştir. Dahası, bir diğer NATO üyesi ülke olan Yunanistan’da da Rus yapımı S-300 hava savunma sistemi vardır. Daha da önemlisi, bu tarz bir hava savunma sistemi alınmaması durumunda, koskoca Türkiye’nin havadan korunması/savunulması sadece Türk jetlerine kalacaktır. Oysa Türkiye’nin, terör riskleri, devam eden Suriye iç savaşı, Ermenistan kaynaklı tehditler ve olası bir İran-İsrail Savaşı gibi sorunlarla karşı karşıya olduğu düşünülürse, bir hava savunma sistemi edinmesi ve şehirlerini koruma altına alması gayet doğaldır. Hatta Türk askeri uzmanlar sadece S-400 hava savunma sisteminin bile ileride bu konuda yeterli olmayabileceğini söylüyorlar. Sonuçta, Rusya’dan gelen 2 batarya ve Türkiye’de üretilecek 2 batarya ile birlikte (ki kulislerde bunların Doğu vilayetlerine yerleştirilmesinin planlandığı konuşulmaktadır) bu füzelerin 400 kilometrelik menzil kapasitesi düşünüldüğünde, Türkiye’nin tamamının büyük bir savaş durumunda korunması bu sistemle bile kolay kolay mümkün olmayabilir. Bu nedenle, ilerleyen yıllarda başka hava savunma sistemleri de Ankara tarafından satın alınabilir. Fransa-İtalya ortak yapımı Eurosam veya Çin malı hava savunma sistemi yerine S-400 tercihi ise elbette teknik olduğu kadar siyasi de bir karardır. Bence jet krizi ve Büyükelçi Andrei Karlov suikasti sonrasında Rusya karşısında mahcup duruma düşen ve NATO müttefiklerince yeterince desteklenmediğini düşünen Ankara, bu yüzden bu konuda son derece hızlı davranmış ve tercihini Rus yapımı S-400’den yana kullanmıştır. Ancak salt teknik bir değerlendirme yapıldığında, kuşkusuz Çin hava savunma sistemi -Pekin’in teknoloji transferine izin vermesi nedeniyle- en iyi seçenek olarak görülebilirdi. Patriot sistemi ise -şayet ki ABD bu konuda istekli olsaydı- siyasal açıdan daha risksiz bir tercih olurdu. Teknik uzmanlar elbette bu konuda daha iyi bir yanıt verebilir; ama Türk hükümet yetkilileri ve Türk gazeteciler S-400 alınmasının NATO açısından da herhangi bir risk/sorun yaratmayacağını belirtiyorlar. Sonuç olarak, benim görüşüme göre, emperyalist ülkeler gibi yayılmacılık-işgal için değil, fakat savunma amaçlı olarak silah alınmasını -hele ki Türkiye gibi riskli bölgelerde bulunan ülkeler için- gönül rahatlığıyla desteklemek lazım.

Dr. Sina Kısacık: Türkiye, 2010’lu yıllarda hava savunma sistemine sahip olmak maksadıyla çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada yaşanan krizler ve bunların ülkemize olası yansımaları göz önünde bulundurulduğunda, Ankara'nın bir hava savunma sistemine sahip olması elzem bir ihtiyaçtır. Çin ve Avrupalı savunma sanayii şirketleriyle bu konuda gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda, daha az maliyet ve ortak üretimin yanı sıra teknoloji transferini de içermesinden ötürü, ilk başta Pekin’in teklifi Ankara tarafından 2013 senesinde kabul edilmiştir. Ancak daha sonrasında Avro-Atlantik Blok’tan yükselen itirazlar ve Çin’in teknoloji transferi hususunda çekinceli davranmasından ötürü, bu alım ihalesi iptal edilmiştir. Bunun sonrasında ise, dünyanın en önemli hava savunma sistemleri üreticilerinden birisi olan Rusya’dan S-400 alınması savunma sanayii anlamında gündemin ilk sıralarında yer almıştır. 24 Kasım 2015 günü bir Rus savaş uçağının Türk hava sahasını ihlali gerekçesiyle tüm uyarılara karşın Türk savaş uçaklarınca düşürülmesiyle patlak veren büyük kriz, Haziran 2016 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın muadili Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’e gönderdiği özür mektubu ile çözülme sürecine girmiştir. Bunun sonrasında, iki ülke arasında gittikçe sıklaşan temaslarda öne çıkan konulardan birisini de Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi alması oluşturmuştur. Ankara’nın Avro-Atlantik Blok’tan hava savunma sistemi tedarik etmeye yönelik girişimlerine özellikle ABD ve Avrupalılar tarafından taş konulması neticesinde, Türkiye, kendi hava savunması bakımından yaşamsal önemde gördüğü S-400 sistemlerinin alınması konusunda Rusya ile çok ciddi görüşmeler yürütmeye başlamıştır. Nihayetinde anlaşmanın imzalanması ve kaporanın verilmesi ertesinde, bu sistemin 2019 senesi içerisinde Türkiye’ye verilmesi öngörülmekte ve 2020’li yılların başında ikinci partinin teslimatının yapılması planlanmaktadır. Her iki ülkede de bu işin nihayete erdirilmesi konusunda çok ciddi bir siyasi kararlılık söz konusudur. Bunu, her iki ülkenin ilgili yetkililerinin açıklamalarına baktığımızda rahatça görmemiz mümkündür. Konu hakkında düşüncelerine başvurulan askeri yetkililerin, uzmanların ve öğretim üyelerinin ortak görüşü; Rusya’dan S-400 hava savunma sisteminin almanın gerekli olduğu ve bunun NATO sistemlerine herhangi bir uyumsuzluk arz etmeyeceği gibi, NATO ülkelerinin içerisinde bu sistemlerden yararlanan Yunanistan gibi ülkelerin zaten bulunduğudur. Nitekim kanımca Türkiye’nin istediği ülkeden hava savunma sistemi alma hakkı müzakereye kapalı bir konudur. Çünkü yukarıda da belirttiğim üzere, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu coğrafya, onu savunma konusunda birtakım ivedi önlemler almaya zorlamaktadır. Türkiye-Rusya arasında özellikle 2016 senesinden bu yana kaydedilen yakınlaşmadan memnun olmayanların bu yönde eleştirilerde bulunması ise doğaldır. Sonuç olarak, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi tedarik edecek olmasının Ankara'nın ulusal güvenlik çıkarlarıyla tam bir paralellik arz ettiğini düşünüyorum. Öte yandan, Türkiye’nin Avro-Atlantik Blok ülkeleriyle de hava savunma sistemi alımı konusunda bazı görüşmeler yürüttüğü akıldan çıkarılmamalıdır. Türkiye’nin bu tarz projelerde öncelik verdiği husus, milli çıkarlara uygunluk ve tamamlayıcılıktır. Savunma gibi her ülke açısından birinci derecede önceliğe sahip bir konuda, Türkiye’nin kendi menfaatleri doğrultusunda karar vermesinden ve bunu hayata geçirme konusunda sarsılmaz bir kararlılığa sahip olmasından daha doğal bir husus olamaz. Rusya’nın da Türkiye ile ilişkilerini çeşitlendirme ve ekonomik kazanç bağlamında S-400 sistemini Türkiye’ye verecek olmasını kendi çıkarları açısından çok mantıklı bir hareket olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü iki ülke, çeşitlendirilmiş ilişkilerin her iki tarafın da kazanacağı sonuçlara yol açacağını düşünmektedirler. ABD ve Rusya arasında gerginliklerin yaşandığı bir dönemde Ankara-Moskova arasında savunma sanayiini içerecek çok kapsamlı ilişkilerin geliştirilmesi çok büyük önem arz etmekte olup, bu ilişkilerin gelecekteki seyri hem bölgesel, hem de küresel düzlemde kayda değer etkilere sahip olabilecektir.

Ahmet Ceylan & İsa Uslu: Bu keyifli söyleşi için size teşekkür ediyor ve başarılarınızın devamını diliyoruz. Ayrıca tüm okurlarımıza bu önemli kitabı satın almalarını tavsiye ediyoruz.


Röportaj: Ahmet CEYLAN & İsa USLU
Tarih: 11.07.2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder