Sayfalar

9 Mayıs 2018 Çarşamba

CFR Oturumu: Post-Brexit Sürecinde Britanya Dış Politikası


Birleşik Krallık’ın 23 Haziran 2016 düzenlendiği referandum sonucunda Avrupa Birliği’nden ayrılma (Brexit) kararı almasının üzerinden neredeyse 2 yıl geçmesine rağmen, bu süreçle ilgili belirsizlik ve endişeler devam ediyor. Bu konuda, 4 Mayıs 2018 tarihinde Council on Foreign Relations (CFR) çatısı altında “British Foreign Policy Post Brexit” (Post-Brexit Sürecinde Britanya Dış Politikası) başlıklı önemli bir akademik oturum düzenlendi.[1] Steve Myrow başkanlığında düzenlenen oturuma; Kent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Matthew Goodwin, Financial Times yazarı Edward Luce ve Georgia Üniversitesi Hukuk Merkezi ziyaretçi öğretim üyesi Jennifer Anne Hillman katıldılar. Bu yazıda, bu oturumda değinilen önemli konular özetlenecektir.

Oturumun kaydı

Oturumun ilk konuşmacısı olan Matthew Goodwin, önceki gün yapılan yerel seçimlerin de ispatladığı üzere, Birleşik Krallık’ta Brexit yanlıları ve karşıtları arasındaki kutuplaşmanın halen devam ettiğini ve bu kutuplaşmanın daha çok büyük şehirlerde yaşayan orta sınıf mensupları ve “millennial” kişilerle, kırsal alanlarda veya küçük şehirlerde yaşayan daha muhafazakâr kimseler ve işçi sınıfı mensupları arasında olduğunu söylemektedir. Muhafazakâr Parti’nin (Conservative Party) önceki gün düzenlenen son yerel seçimde Brexit’e yüzde 60 ve üzerinde “evet” oyu veren bölgelerde yine çok başarılı olmayı başardığına dikkat çeken Goodwin, bunun partiyi “hard Brexit” (AB’den daha sert ve keskin bir ayrılış) sürecine yönlendirebileceğini vurgulamıştır. Muhafazakâr Parti üyeleri ve milletvekilleri içerisinde yalnızca azınlık bir grubun (yüzde 24) AB ile “ortak pazar” (Gümrük Birliği) içerisinde yer alınmasına sıcak baktığını kaydeden İngiliz akademisyen, bu süreçte Muhafazakâr Parti’nin AB’den iyice soğuduğunun ve aşırı sağa doğru kaydığının altını çizmektedir.

İlk turda ikinci konuşmacı olan Edward Luce, Brexit sürecinde Britanya’nın A noktasından B noktasına doğru ilerleyemediğini, zira sürecin bir dairesel düzlem şeklinde Birleşik Krallık’ı başlangıç noktasına getirdiğini ve “post-Brexit” (Brexit sonrası) süreciyle ilgili bu ülkede herhangi bir uzlaşı olmadığını iddia etmektedir. Başbakan Theresa May’in zor durumda olduğuna dikkat çeken Luce, kabinedeki Boris Johnson ve Michael Gove gibi “hard Brexit” yanlıları ile Philip Hammond ve Amber Rudd gibi “soft Brexit” yanlıları arasında bir denge tutturmanın kolay olmadığını ve May’in bu kadar zorlu bir süreci yönetecek liderlik yeteneklerine sahip olmadığını söylemektedir.

Theresa May

İlk turun son konuşmacısı olan Jennifer Anne Hillman ise, Luce’nin tespitine katılarak, İrlanda ile Kuzey İrlanda arasındaki sınırın ortak dolaşım ve Gümrük Birliği mevzuatı gibi konularda nasıl yönetileceği konusunda Brexit sürecinin çözümsüzlüğe takıldığını işaret ederek, AB ile Birleşik Krallık’ın yoğun ekonomik ilişkilerine dikkat çekmektedir. Birleşik Krallık’ın dünyanın en büyük 5. ekonomisi olduğunu, lakin dünyanın en büyük 2. ekonomisi olan AB içerisinde yüzde 16’lık pay ve yüzde 42’lik ihracat oranıyla (Birleşik Krallık’ın toplam ihracatının yüzde 42’si AB ülkelerine yapılmaktadır) çok daha güçlü olduğunun altını çizen Hillman, ticaret meselesinin Brexit sürecinde en önemli sorun olduğunu vurgulamaktadır. Başbakan Theresa May’in bu konuda AB ile müzakere etmesine karşın henüz bir sonuca ulaşamadığına dikkat çeken Hillman, şu an için en önemli meselenin Kuzey İrlanda-İrlanda sınırının ticaret ve serbest dolaşım konularında nasıl yönetileceği olduğunu detaylı bir şekilde anlatmaktadır.

İkinci turda ilk konuşmacı olan Edward Luce, Başbakan Theresa May’in AB ile ilişkiler konusunda Norveç ve Kanada modelleri arasında sıkıştığını belirtmektedir. Norveç’in Gümrük Birliği üyesi olduğunu ve bu modelin Boris Johnson gibi “hard Brexit” yanlılarınca kabul edilmeyeceğini belirten Luce, Kanada modelinin ise bir ikili ticaret anlaşmasından ibaret olduğunu ve bunun da Brexit karşıtlarınca hoş karşılanmayacağını vurgulamaktadır. Brexit sürecinin AB ile Birleşik Krallık arasında müzakerelere sahne olmasını beklerken, bu konunun daha çok Birleşik Krallık’ta ve hatta Londra’daki Muhafazakâr Parti saflarında bir iç mesele gibi tartışıldığını vurgulayan konuşmacı, Theresa May’in ise bu süreçte kötüler arasındaki en iyi tercih (worst leader possible except for all the others) olduğunu belirtmektedir.

Jacob Rees-Mogg

İkinci turda yeniden söz alan Matthew Goodwin, ülkesi Birleşik Krallık’ta son dönemde AB kuşkucularının (Eurosceptics) kabine içerisinde güçlendiğini belirtmekte ve Amber Rudd yerine yeni İç İşleri Bakanı olan Sajid Javid’in de Gümrük Birliği’ne karşı çıkarak sürpriz bir şekilde “hard Brexit” saflarına katıldığını söylemektedir. Özellikle Jacob Rees-Mogg ismine dikkat çeken Goodwin, parti içerisinde bir grubun giderek daha yüksek tonda -Brexit fikrine özünde tezat teşkil ettiğini düşündükleri- AB ile “ortak pazar” (Gümrük Birliği) yaklaşımına karşı çıkmaya başladıklarını ve bu süreçte ılıman bir isim olarak görülen Theresa May’in yerine daha şahin bir isim olan Rees-Mogg’un birkaç hafta içerisinde Başbakan olma ihtimalinin bulunduğunu iddia etmektedir.

Bu turda son konuşmacısı olan Jennifer Anne Hillman ise, 2019 yılının Mart ayında Brexit sürecinin gerçekleşeceğini ve bu nedenle bu sene Ekim ayına kadar AB ile Birleşik Krallık’ın anlaşması gerektiğini söyleyerek, daralan takvim sürecine işaret etmektedir. Hillman, ayrıca bir boşanmaya benzettiği bu süreçle ilgili konuların yarısının halen belirsiz olduğunu belirtmekte ve Birleşik Krallık’ın AB bütçesine sağlayacağı katkı oranı, Birleşik Krallık’ta yaşayan AB vatandaşlarının durumu, AB ülkelerinde yaşayan Birleşik Krallık vatandaşlarının durumu ve Kuzey İrlanda sorununun çözülmesi gereken en temel meseleler olduğunu açıklamaktadır. 29 Mart 2019’a kadar bu sorunlarda anlaşılmasının ardından, AB ve üçüncü ülkelerle ticari ilişkilerin nasıl olacağı konusunun 2019 Mart-2020 Aralık takviminde çözülmesi gerektiğini kaydeden Hillman, deneyimli bir ticaret anlaşmaları müzakerecisi olarak, kapsamlı bir ticaret anlaşmasının 18 aydan önce yapılmayacağına işaret etmekte ve Birleşik Krallık’ın 2020 yılı sonuna kadar bu süreçleri tamamlaması gerektiğini söylemektedir.

Üçüncü turda ilk sözü alan kişi olan Edward Luce, Avrupa’da Brexit kararı çıkmasının ardından başta AB içerisindeki İngiltere karşıtları, Fransa’daki Anglofobik çevreler ve Almanya’daki “üzücü bir süreç ama gitme kararı aldıysanız gitmelisiniz” perspektifine sahip olanların bu süreç karşısında endişelenmediklerini, ama geçen 2 yıl içerisinde büyük bir demokrasinin kendisini yok etme eşiğine gelmesi ve AB içerisinde de Polonya ve Macaristan gibi otoriterleşen ülkelerin belirmesi nedeniyle son dönemde Brexit’in AB’yi de destabilize edeceğinin anlaşılmaya başladığını söylemektedir. 2019 Mart’ına kadar AB ile Birleşik Krallık’ın bir yol haritası konusunda anlaşamamaları durumunda erken seçim yapılabileceğini ve bu seçimi bir diğer Brexit yanlısı olan Jeremy Corbyn’in liderlik ettiği İşçi Partisi’nin (Labour Party) kazanabileceğini söyleyen konuşmacı, bu belirsiz sürecin sadece Birleşik Krallık’a değil, AB’ye de zarar verdiğini sözlerine eklemektedir.

Jennifer Anne Hillman, bu turda, AB’nin Brexit sürecinde Birleşik Krallık’a çok cazip bir anlaşma sunması durumunda Grexit (Yunanistan’ın AB’den ayrılması) ve Nexit (Hollanda’nın AB’den ayrılması) gibi süreçlerin yaşanmasından korktuğunu ve bu nedenle Brexit sürecinde sert davrandığını açıklamaktadır.

Matthew Goodwin ise, Theresa May’in Avam Kamarası’nda yapılacak “soft Brexit” anlaşması oylamasını kazanabileceğini, zira DUP ile koalisyonu sayesinde May’in parlamentoda çoğunluğunun bulunduğunu ve yüksek Brexit oyu çıkmış seçim bölgelerindeki İşçi Partili milletvekillerinin de oylamada May’e destek verebileceklerini söylemektedir. Oylamanın reddedilmesi durumunda ise Theresa May’in kesin olarak Başbakanlık koltuğunu kaybedeceğini söyleyen Goodwin, Muhafazakâr Parti’nin Jeremy Corbyn’li İşçi Partisi’nin iktidar için yalnızca yüzde 2-4 puanlık bir kaymaya ihtiyacı olduğunun farkında olduğunu ve bu nedenle temkinli davranacağını belirtmektedir. Londra’da birçok kişinin Corbyn ve İşçi Partisi’nin Gümrük Birliği’ne üyeliğin devamını öngören “soft Brexit” yaklaşımına destek verdiklerini, ancak iktidarı İşçi Partisi ve Corbyn’e bırakmak konusunda endişeli olduklarını belirtmektedir.

Konuşulanlardan da anlaşıldığı üzere, Brexit meselesi sadece Birleşik Krallık ve AB’nin geleceğinden öte, iç politikada partiler (Muhafazakâr Parti-İşçi Partisi) ve parti içi hizipler (“hard Brexit” yanlısı muhafazakârlar ve “soft Brexit” yanlısı muhafazakârlar) arasında da büyük bir rekabet ve müzakere sürecine sahne olunan son derece karmaşık bir konudur. Bu konuda alınacak kararlar ise, bence bu ülke halkının ekonomik ve siyasi menfaatlerine uygun olarak akla ve bilime uygun olarak alınmalıdır. Bu noktadaysa, “soft Brexit” seçeneği, hem AB ile ekonomik ilişkileri koparmaması ve gelecekte yeni bir bütünleşmeye açık olması, hem de daha yapılabilir olması açısından daha doğru bir tercih gibi gözükmektedir. Bu süreçte Başbakan Theresa May’in liderlik yeteneklerini göstermesi ise zaruridir. Zira zor süreçler gibi algılanan siyasi krizler, siyasetçiler için aynı zamanda büyük fırsatlar haline de gelebilir; ancak elbette bunun için, siyasetçilerin bu tarz süreçleri doğru yönetmeleri ve halka emin oldukları somut bir program sunabilmeleri gerekmektedir. Öte yandan, ABD Başkanı Donald Trump'ın ve Rusya'nın da etkisiyle, Avrupa ülkelerinde ilerleyen aylarda aşırı sağ hareketlerin güçlenme ve demokrasilerin düşüşe geçme ihtimali hiç de sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Bu süreçte İngiltere gibi köklü bir demokrasinin ayakta kalabilmesi ise kuşkusuz tüm dünyanın lehinedir.

Dr. Ozan ÖRMECİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder