Sayfalar

13 Ağustos 2017 Pazar

Prof. Dr. Metin Heper’den ‘Türkiye’nin Siyasal Hayatı’


Bilkent Üniversitesi’nde Provost ve akademisyen olarak mesleki yaşamına devam eden Prof. Dr. Metin Heper (1940-)[1], Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli Siyaset Bilimcilerinden birisidir. Yurtdışında en çok atıf alan Türk akademisyenlerden olan Heper, yıllardır Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde ders vermektedir. Daha çok İngilizce yazdığı akademik makaleleriyle ve yurtdışında tanınan Heper, buna karşın Türkçe kitaplarıyla da zaman zaman gündeme gelmektedir.[2] Heper’in en önemli Türkçe kitapları arasında Türkiye’de Devlet Geleneği, İsmet İnönü: Yeni Bir Yorum Denemesi ve Devlet ve Kürtler eserleri sayılabilir. Heper’in ilk baskısı 2011 yılında Doğan Kitap tarafından yapılan Türkiye’nin Siyasal Hayatı: Tarihsel, Kuramsal ve Karşılaştırmalı Açıdan…[3] adlı eseri ise, yazarın yurtdışında saygın akademik dergilerde İngilizce yayınlanan makalelerinin Türkçe olarak okurla buluştuğu önemli bir çalışma olarak bunlara eklenebilir. Bu yazıda, Heper’in bu kitabında yer alan 20 makaleden bazıları, Türk Siyasal Tarihi derslerinde öğrencilere yardımcı olması maksadıyla ana hatlarıyla özetlenecektir. Ancak bu bilgilerin daha iyi anlaşılabilmesi için, kitabın tamamının okunmasının gerektiğini de bu noktada belirtmeliyim.

Prof. Dr. Metin Heper

Osmanlı’da merkez ve çevre
Prof. Dr. Metin Heper de, birçok Türk ve yabancı Siyaset Bilimci gibi Osmanlı-Türk siyasal hayatını incelerken merkez-çevre teorisinden faydalanmaktadır. Heper’in bu literatüre önemli ve kendisine özgü bir katkısı ise, daha önce de genç okurlarımız için özetlemeye çalıştığım[4] “Türkiye’de Devlet Geleneği” veya halk dilindeki ifadeyle “Türk Devlet Geleneği” kavramını geliştirmiş ve bu teoriye eklemlemiş olmasıdır. Bu bağlamda, Prof. Dr. Şerif Mardin ve o ekolden yetişen Siyaset Bilimciler analizlerinde “çevre”yi önceleyen bir tutum takınır ve Türk modernleşmesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesinde çevresel aktörlerin (örneğin İslami tarikat ve cemaatler) sisteme katkılarını ön plana alırken, Heper ve onun ekolünden yetişenler için “merkez” ve Osmanlı-Türk siyasal hayatında merkezde konumlanmış (ordu, bürokrasi vs.) aktörlerin katkıları daha büyük önem arz eder. Bu anlamda, bu iki ekol, aslında birbirlerini tamamlar ve Türkiye siyasetine dair büyük resmi ortaya çıkarır durumdadır.

Heper’in 1980 yılında yayınladığı “Center and Periphery in the Ottoman Empire with Special Reference to the Nineteenth Century” adlı makalesi, bu açıdan yazarın fikirlerini anlamak için son derece önemlidir. Elbette, bu makale dışında yazarın Türkiye’de Devlet Geleneği veya orijinal İngilizce ismiyle State Tradition in Turkey adlı kitapları da göz önünde bulundurulmalı ve mutlaka okunmalıdır. Heper’e göre, feodalizm mirasçısı olan Osmanlılar, daha sonra Türkiye’ye de sirayet eden güçlü bir merkezi yönetim sistemi kurmayı başarmışlardır. Osmanlı’da Avrupa toplumlarının aksine feodal bir dönem oluşmamıştı; zira Anadolu köylüsü serflikten çok uzaktı. Devlet, Osmanlı siyasal düzeninde köylülere bir tür yarıcı-ortakçı statüsü vermiş ve bu sayede feodal güçlerin gelişmesine engel olarak kontrolü kendi elinde toplamıştı. Ayrıca Batı’daki gibi kırsal soylular arasında memur seçme geleneği de Osmanlı’da tersyüz edilmişti; Osmanlı Sultanları, Hintli Sultanlar gibi sadık kullarından oluşan özel yetiştirilen bir maiyeti tercih ediyorlardı. Bu anlamda, Osmanlı siyasal sistemini en iyi anlatan terim “patrimonyalizm”dir. Bu sistemde, bütün ülke tek bir mülk ve adeta Sultan’ın malikanesidir. Vakıf ve kişilerin elinde hiç büyük toprak bulunmamakta ve devlet, tımar sistemi sayesinde toprağın kullanım hakkını faydalı gördüğü kişilere vermektedir. Bu düzen, Osmanlı’da hem ekonomik, hem siyasal, hem de askeri sistemin temelini oluşturmuştur. Yine Osmanlı, Roma-Bizans devletlerine benzer şekilde tüm toplumu yöneten kamu hukuku yasaları yapmasıyla önceki Müslüman devletlerden ayrışır. Ayrıca Osmanlı, dini otoritenin devlet otoritesine tabi olduğu da bir sistemdir. Bu bağlamda, teokratik özelliklerine karşın tam anlamıyla İslami bir düzenden bahsedilemez. Zira Sultan (Padişah), dini otoriteye (Şeyhülislam) hükmetme hakkına sahiptir ve gücünün üzerinde herhangi bir kudret (teorideki İslam hukuku dışında) yoktur. Osmanlı Devleti, uzun süre boyunca devleti Sultan’ın kişiliğiyle özdeşleştirerek devlet olgusunu pekiştirmiştir. Ancak zaman içerisinde, mutlak iktidar, yerini Yeniçerilerin, sivil ve dini bürokratların ve saraydaki çeşitli hiziplerin de etkin olduğu farklı bir sisteme bırakmıştır. Hatta bürokrasinin kurumsallaşması neticesinde, Tanzimat Dönemi ve İttihat ve Terakki Partisi iktidarı gibi Sultanların arka planda kaldığı ve bürokrasinin sözünün geçtiği dönemler de yaşanmıştır. Buna karşın, bu durum, merkezi otoritenin şekil değiştirmesinden ibarettir; yani söz gelimi Stanford Shaw da dahil olmak üzere birçoklarınca “Osmanlı Magna Carta’sı” olarak yorumlanan Sened-i İttifak süreci bile Osmanlı’da çevresel aktörlerin merkeze meydan okuyabildiği bir döneme tanıklık etmemiştir. Bu nedenle, Heper’e göre, Osmanlı’da merkez ile çevrenin birbirlerini karşılıklı etkiledikleri (coalescent) bir dönüşüm hiç olmamış ve Eisenstadt’ın ifadesiyle “segregative” yani ayrı düzeylerde gerçekleşen dönüşümler yaşanmıştır.

Osmanlı mirası ve siyasal hayat
Osmanlı’nın siyasal mirası Türkiye Cumhuriyeti’ni de fazlasıyla etkilemiştir. Atatürk devrimleri görünürde sistemi taban tabana zıt bir şekilde değiştirse de, yönetim modeli (merkez-çevre) açısından dönüşüm ayrı düzeylerde yaşanmış ve Osmanlı’nın İslami eliti yerini Cumhuriyet’in laik ve milliyetçi elitine bırakarak merkez-çevre modelini farklı bir şekilde devam ettirmiştir. Osmanlı Devleti, seçmeci (eklektik) popüler kültürün, düzene karşı olan (heterodoks) mezheplerin ve rakip beyliklerin kendilerine güçlük çıkardığı uçbeyliklerinden oluşan bir zümre tarafından kurulmuş ve bu nedenle de devletin devamlılığı en temel kaygısı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin mantığında, Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı Tursun Bey’in veciz ifadesiyle, “Bir toplumda yaşayan insanlar arasında uyum, ancak etkin bir devlet tarafından sağlanır”. Bu nedenle, devleti yöneten kuruma “Askeriye” adı verilmiştir. İlk yıllarında tamamen Sultan’ın şahsiyetinde vücut bulan devlet olgusu, ilerleyen yüzyıllarda ise “adap” adı verilen yazılı olmayan kurallar manzumesi sayesinde devleti soyut bir kavram olarak kurumsallaştırdı ve devlet geleneği yapısını şekillendirmeye başladı. Merkez-çevre yapısı nedeniyle Osmanlı’da kültür de ikili (düalist) bir şekilde oluştu. Üst kültürde Arapça ve Farsça sözcükler yaygınken, halk arasında hakim olan alt kültürde öz ve kaba Türkçe hakimdi. Bu sistem, Cumhuriyet döneminde Fransızca ve İngilizce sözcük ve kavramların üst kültüre girmesi şeklinde değişti. Yine üst kültürde hızla sekülerleşme yaşanırken, alt kültürde İslami eğilim ve pratikler var olmaya devam etti.

Cumhuriyet döneminde de Osmanlı dönemi uygulamaları farklı şekillerde devam etti. Örneğin, Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Adnan Menderes ve Süleyman Demirel gibi liderler, partilerinin kurumsal yapılarından ziyade kişisel özellikleri ve karizmalarıyla yönetime damgalarını vurdular. Bugün de Recep Tayyip Erdoğan için benzer bir tespit yapılabilir. “Baba” lakaplı Demirel’in Sultan eğilimleri öylesine kuvvetliydi ki, bir defasında “Bir ihtiyacı olan doğrudan beni arayabilir” bile demişti. Bu, devletin kurumsal yapısından ziyade Başbakan olan Demirel’in bir Osmanlı Padişahı gibi doğrudan halkına hizmet etme düşüncesini yansıtıyordu. Ayrıca Osmanlı devlet adamları gibi Cumhuriyetçi elit de yüksek siyasetle daha yakından ilgilendi ve popülizme mesafeli durdu. Ancak seçkinler zamanla iki gruba ayrıldılar: Atatürk-İnönü geleneğini devam ettiren ve akılcı ve kontrollü demokrasiye inanan devlet seçkinleri ile Cumhuriyet’in çağdaşlaştırma projesini halka ve geniş kitlelere uygun hale getirmek isteyen Ecevit ve Demirel gibi siyasi seçkinler. Devlet seçkinleri “önce Cumhuriyet, sonra demokrasi” derken, siyasal seçkinler ise “önce demokrasi, sonra Cumhuriyet” demekteydiler. Bu yaklaşım 1960’larda öyle güçlüydü ki, Profesör Bahri Savcı, “aktif dinamik siyaset”-“siyaset” ayrımını geliştirmiş ve makam-mevki olgusuna dayalı aktif dinamik siyaseti siyasetçilere bırakırken, devlet ve toplum menfaatlerini gözeten gerçek siyaseti akademisyenlerin ve aydınların görevi olarak belirlemişti. Bu ayrım bugün bile mevcuttur; devlet seçkinleri hala siyasal seçkinlere tam olarak güvenmemektedirler. Kürt Sorunu, siyasal İslam, kişisel çıkar-ülke çıkarı ayrımı gibi konular temelde olmak üzere, devlet seçkinleri, 21. yüzyılda bile siyasal seçkinlere karşı mesafeli durmayı tercih etmektedirler. Yine de, geçmişteki gibi yaygın destek gören askeri darbelerin olmayışı, sistemin biraz olsun oturduğunu ve siyasal seçkinlerle devlet seçkinlerinin birbirlerine biraz da olsa yanaştıklarını gösteren bir gelişmedir.

Karizma, Atatürk ve Atatürkçülük
Max Weber’in yazdıklarıyla ortaya çıkan “karizma” kavramı, Siyaset Biliminde yeterince işlenmemiş bir olgudur. Oysa karizmatik liderlik, toplumsal dönüşüm süreçleri açısından başlı başına incelenmeyi gerektiren önemli bir husustur. Özellikle geleneksel yönetimden çağdaş yönetime geçiş süreçlerinde, geçici karizmatik liderlik oldukça faydalı olarak görülmektedir. Bu süreçlerde, karizmatik lider, eski normları kaldıran ve yeni normları koyan kişi olarak sivrilir ve yeni sistemin yerleşmesini sağlar. Bu bağlamda, karizma olgusunu “doğal karizma” ve “değer karizması” olarak ikiye de ayırabiliriz. Doğal karizma, liderin halkın duygularını etkilemesidir. Lider, kendisine duygusal bir bağ ile bağlanmış taraftarlarında bir coşkunluk, yoğun bir mutluluk ve siyasetle ilişkili bir tutku yaratır. Değer karizmasında ise, liderin kişiliğinin parıltısı, taraftarlarının onun değerlerini sorgusuz sualsiz kabul etmelerine yol açar. Bu doğrultuda, karizma olgusu ile ilgili bazı temel saptamalar şunlardır:
  1. Değer karizmasının sürekli olma olasılığı doğal karizmadan daha yüksektir.
  2. Liderin otoritesi yalnızca karizmatik olmadığı zaman giderek yasal-akılcı otorite biçimi alır.
  3. Tekrarlayan krizler ve kültürel bölünmelerin ağır basması, karizmatik kişinin etkisinin sürmesi için elverişli ortamlardır.
  4. Kahramanlık, cesaret, otoriterlik, vatanseverlik gibi değerlerin güçlü bir şekilde vurgulanması ve bir bütün halinde siyasi kültürün değişmeden aynen devam etmesi ya da görece seküler olmayışı, karizmatik kişilerin etkilerini sürdürebilmelerine uygun ortamlardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bu model bağlamında incelendiğinde ise, Heper’e göre “gönülsüz doğal karizmatik lider” olgusu karşımıza çıkar. Politik Psikoloji uzmanı Profesör Vamık Volkan’ın da sıklıkla vurguladığı Atatürk’ün kişilik yapısı, adeta lider olmak için doğmuş bir kişiyi işaret eder. Başarma isteği ve cesaretiyle küçük yaştan itibaren sivrilen Mustafa Kemal, sonunda Atatürk olmayı başarmıştır. Atatürk’ün az bilinen bir özelliği de hitabet yeteneğidir. Teknolojik yetersizlik nedeniyle Atatürk’ün konuşmaları günümüzde net olarak dinlenemese de, Amerikalı sosyal bilimci Frederick W. Frey, yaptığı analizler sonucunda Atatürk’ün hitapları sayesinde iktidara geldiğini saptamıştır. Atatürk’ün dünya görüşünü oluşturan 3 ana eğilimi ise Heper şöyle özetlemektedir: (1) kişi çevresini kontrol edebilir, kaderciliğe gerek yoktur, (2) Osmanlı zamanındaki “savaşçı devlet” Cumhuriyet döneminde “ekonomik devlet”e dönüştürülmelidir, (3) Batılı meşruiyet ve özgürlük normları Türkiye’de de benimsenmelidir. Atatürk, doğal karizmasını da kullanarak, sonradan “Fabian Stratejisi” adı verilen bir yaklaşımla, temel reformlarını muhaliflerinin niyetlerinin farkına varamayacakları bir şekilde planlayarak ve sırayla icra ederek, büyük bir devrim yapmayı başarmıştır.

Ancak ilerleyen yıllarda, Atatürk’ün aksi yöndeki uyarılarına karşın, onun karizması devletin toplum karşısındaki özerkliğini kurumsallaştırmak için Türkiye’de sıklıkla araçsallaştırılmış ve bu da Atatürk’e yönelik tepkilere neden olmuştur. Sonuçta, Atatürk ve sonrasındaki siyasal süreçler, Türkiye’de karizma olgusunun siyasetteki önemine dikkat çekmektedir.

Atatürk ve kamu bürokrasisi
Atatürk, Osmanlı bürokrasisini Sultan’ın kişisel çıkarlarına hizmet eden gerici ve işe yaramaz bir unsur olarak görüyordu. Milli Mücadele döneminde bürokrasiden bazı unsurların kendisine sırt çevirmesi de bu görüşünü pekiştirmişti. Bu nedenle, Cumhuriyet kurulduktan sonra kamu bürokrasisinde reform yapmak en önemli amaçlarından birisiydi. Atatürk, kurumsallaşmış bir devlete hizmet etmeyi herşeyden üstte gören ve kişisel çıkarlarını arka planda bırakabilen bir bürokrasi kurmak istemişti. Hegelci bir tavırla, sivil toplumu ezmeden genel çıkarları koruyan devlet görüşünü benimseyen Atatürk, J. H. G. Von Justi’nin meşhur tanımına uygun olarak “çarkları ve dişlileri uyumlu hareket eden bir makine”ye benzer bir bürokrasi tasavvur etti. Ancak Osmanlı’dan kalan sivil bürokrasiye güvenmediği için, ilk yıllarda askeri bürokrasi ve TBMM ve Cumhurbaşkanlığı makamı gibi kurumlarla daha yakın ilişkiler içerisinde oldu. Ayrıca denetimi sağlamak için Richelieu’nün “komiser”inin Türk versiyonu olan “mülkiye heyet-i teftişiyesi”ni oluşturdu. Kendisini ise bu dişlinin üzerindeki denetleyici olarak düşündü ve Cumhurbaşkanlığını böyle konumlandırdı. Dolayısıyla, yasaları çiğnemese bile esnetebilecek kadar gücü kendinde bırakmayı uygun gördü. Sivil bürokrasiyi robot gibi çalışması gereken ve Cumhuriyet ideallerine gönülden bağlı olarak yeniden yapılandırmak istedi. Ancak Frederick T. Bent’in da işaret ettiği gibi, “Atatürk, devletin ilerlemesi gereken yönü göstermekte, zihnindeki amaçları gerçekleştirecek örgütler kurmaktan çok daha başarılı idi”.

Türkiye’nin Siyasal Hayatı: Tarihsel, Kuramsal ve Karşılaştırmalı Açıdan…

Demokrasimizin arkaplanı
1960’lara kadar sosyal bilimlerde genel kanı, modernleşme neticesinde toplumların Gemeinschaft (topluluk) türü yapıdan Gesellschaft (toplum) yapısına dönüşeceği şeklindeydi. Yani toplumlar sanayileştikçe, modernleştikçe ve kentlileştikçe, sekülerleşme ve demokratikleşme de otomatik olarak yaşanacaktı. Ancak 1960’larda Latin Amerika’da ortaya çıkan otoriter rejimlerden başlayarak, bu görüşü yıkan pek çok örnek yaşandı. Üçüncü dünya ülkelerinde köktendinci hareketler ve tepkisel modeller ilerleyen yıllarda daha da sık olarak görülmeye başlandı. Bazı akademisyenler, bunu toplumların büyük şirketlerin etkisi altında oluştukları korporatist yönetim yapısına bağladılar. Diğer bazıları, yeni eğilimleri bağımlı kapitalizmin neden olduğu yapısal kısıtlamalar olarak gördüler. Dankwart A. Rustow ve benzeri akademisyenler ise, geliştirdikleri genetik yaklaşım ile, demokrasiye geçiş ve demokrasinin pekiştirilmesi aşamalarını diyakronik (artzamanlı) olarak ele aldılar. Örneğin, bilhassa İsveç ve Türkiye’yi inceleyen Rustow, demokrasinin pekişmesi için ulusal birliğin ön koşul olduğunu, siyasal aktörler arasında sırasıyla gözlenecek kutuplaşma, kriz ve uzlaşma süreci sonunda kalıcı bir demokrasi çıkabileceğini ve bunun büyük ölçüde uzlaşmayı bilen siyasetçilerin eseri olduğunu yazdı. Bu bağlamda, Meksika gibi ülkelerle birlikte Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye, dünyadaki en önemli araştırma konusu oldular. Özellikle Türkiye, kendisine özgü koşullarıyla araştırmacıların ilgisini çekmeye ve aklını karıştırmaya devam etti. Türkiye’de sivil toplumdan soyutlanmış bir devlet olgusu en belirgin farklılık olmaya devam etti. Siyasal seçkinleri sorumsuz bulan devlet seçkinleri, Türkiye’de sisteme askeri darbeler aracılığıyla defalarca müdahale ettiler. Ancak bu müdahalelerde amaç demokrasiyi engellemek değil, tamtersine demokrasi için uygun koşulları oluşturup bir an önce demokrasiye dönmekti. Bu nedenle, asker, her müdahalesinden kısa süre sonra kışlasına -ve isteyerek- döndü. Bu bağlamda, Türkiye’de rejim istikrarsızlığından ziyade siyasi istikrarsızlık oldu. Latin Amerika’da ise, orduların ve devlet seçkinlerinin tavrı nedeniyle otoriter dönemler çok kötü bir siyasal miras bıraktı; bu nedenle, sivil hayata geçişler daha keskin süreçlerle yaşandı ve siyasetin kurumsallaşması için demokrasiye geçiş ardından büyük çabalar harcandı.

Demokrasimizin sorunları
Demokrasinin pekişmesi (konsolidasyon) için birinci önkoşul ifade özgürlüğü, adil ve özgür seçimler ve siyasal katılımın kısıtlanmamasıdır. İkinci önkoşul ise milli birliğin gelişmiş olmasıdır. Türkiye’de devlet çıkarlarını uzunca bir süre ordu (Türk Silahlı Kuvvetleri) belirlemiştir. Bu bağlamda, Kürt ayrılıkçılığı ve siyasal İslam temel tehditler olarak görülmüştür. Keza Sovyet Rusya, Yunanistan, Suriye ve benzeri dış tehditler de ordunun ilgi alanına girmiştir. Ordu, bu görevini MGK (Milli Güvenlik Kurulu) aracılığıyla sürdürmüştür. TSK, Türkiye’de rasyonel bir demokrasinin kurulmasını ve rejimin bekasının tehlikeye atılmamasını istemiştir. Ancak sivil siyasette rejime yönelik tehditler sürekli güçlenmiş ve bu nedenle Türk siyasal hayatında birçok askeri müdahale yaşanmıştır. Son yıllarda ordunun pasifize edilmesiyle demokrasinin derinleşmesi gibi bir durum ortaya çıktıysa da, demokrasinin önkoşullarının ortadan kalkmaya başlaması gibi bir tehlike de ufukta belirmiştir. Oysa Heper’e göre, “devlet seçkinlerinden bağımsız demokrasi pratiği uygulaması, genelde himaye ve kayırmacılığın ötesine geçememiştir”. Dolayısıyla, Türkiye’de demokrasi bir ölçüde pekişmiş ama aynı ölçüde demokratikleşememiştir.

Ordu ve demokrasi
Hükümetle ordu arasındaki ilişki yönünden dünyadaki coğrafi bölgeler arasında ciddi farklılıklar söz konusudur. Örneğin, Latin Amerika’da askerler uzunca bir süre devlet seçkini gibi değil de siyasi seçkin gibi hareket etmiş ve devletten ziyade kendi kurumsal çıkarlarını koruyarak iktidarda kalmayı denemişlerdir. Doğu Avrupa’da ise, asker, aksine komünist partilerin denetimine girmiş ve siyasi açıdan beyin yıkanmaya tabi tutulmuştur. Türkiye’de ise bu ikisinden de farklı bir model varolagelmiştir. Türkiye’de Batılılaşmanın mihenk taşı olan ordu (TSK), kendisini bir devlet seçkini gibi görmüş ve daima öyle davranmıştır. Bu bağlamda, kurumsal çıkarlardan ziyade ulusal çıkarlar temelinde hareket etmiş ve ancak sivil siyasetin toplumdaki desteğinin kaybolduğu ve sorunları çözmede yetersiz kaldığı dönemlerde müdahalede bulunmuştur. Geçmişteki askeri müdahalelere halkın verdiği büyük destek, bu bağlamda manidardır. Bu durum, kuşkusuz Osmanlı-Türk siyasal hayatında ordunun ayrıcalıklı konumu ve Cumhuriyet’i kuranların asker kadrolar olmasıyla da yakından alakalıdır. Ayrıca TSK, iç hizmet kanunun 35. maddesi uyarınca uzun yıllar boyunca “Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak”la görevlendirilmiştir. 85. madde ise, bunun hem iç, hem de dış tehditlere karşı olduğunu belirtir. Ordu, son dönemde özellikle Refah Partisi ve yükselen siyasal İslam tehlikesi karşısında dikkatli bir tutum belirlemiştir. 28 Şubat dönemine giden süreçte, TSK, “bekle ve gör” stratejisini benimsemiş ve işlerin çığrından çıktığı kanısına vararak 28 Şubat 1997’de MGK aracılığıyla sisteme müdahalede bulunmuştur. Ancak bu, önceki askeri müdahaleler gibi darbe yoluyla değil, sistem içi müdahale şeklinde gerçekleşmiş ve demokrasi sekteye uğramamıştır. Zaten Heper de Türkiye’de artık eski tip bir askeri müdahale olmayacağını öngörmüştür. Zira askerler, sivil siyasetin yeterince kurumsallaştığı ve halka hesap verebilir olduğu düşüncesinden hareketle, sisteme müdahale etme yanlısı değillerdir.

Recep Tayyip Erdoğan, İslamiyet ve demokrasi
İstanbul’un orta-alt sınıf bölgesi olan Kasımpaşa’da 1954 yılında doğan Recep Tayyip Erdoğan, bugün Türkiye’yi büyük ölçüde tek başına yöneten büyük bir kudrete sahip çok önemli bir insandır. Erdoğan, bireysel açıdan son derece dindar biri olmasına karşın, dünyaya oldukça açık bir insan olmasıyla sivrilmiştir. Örneğin, dört çocuğundan üçü yurtdışında, üstelik Müslüman olmayan ülkelerde eğitim almıştır. Heper’e göre, Erdoğan’ın kişiliğini belirleyen 4 önemli faktör vardır: (1) babası, (2) Kasımpaşa, (3) ilkokuldaki öğretmeni, (4) İslamiyet’in tasavvufi boyutu. Öncelikle son derece baskıcı ve katı olan babası, Erdoğan’ın kişiliğinin şekillenmesindeki ilk önemli faktördür. Kasımpaşa, sert ve bıçkın mahalle kültürüyle Erdoğan’ı şekillendiren ikinci önemli faktördür. Erdoğan’ı İmam Hatip Okulu’na gitmeye teşvik eden ilkokul öğretmeni de onun açısından önemli bir kişidir. İslamiyet’in tasavvufi boyutu da Erdoğan’ın kişiliğinde çok baskın bir öğedir. Erdoğan, gençliğinde Nakşibendi Şeyhi Esat Zahit Kotku’nun İskenderpaşa Dergahı’na katılmıştır. Nakşiler (Nakşibendiler), tarihsel olarak Sünni ahlak egemenliğini egemen kılmayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Kotku da, çağdaşlığa duyarlı bir Nakşi Şeyhi idi. İskenderpaşa Dergahı, İsmail Ağa Dergahı gibi mensuplarını İslami giysiler giymeye zorlamıyordu. Ayrıca bu dergahta tasavvuf boyutu siyasetten önce geliyordu. Buradan yetişen Erdoğan, sıklıkla vurguladığı şekilde “Yaradılanı yaradandan ötürü sevmek” olarak tanımlanabilecek İslamiyet’in siyasi değil, insani boyutuyla yetiştirilmiştir. Bu nedenle, daha katı görüşleri olan hocası Necmettin Erbakan’dan zaman içerisinde ayrılmış ve AKP’yi (Adalet ve Kalkınma Partisi-AK Parti) kurmuştur. Erdoğan, demokrasi ile İslamiyet’i uzlaştırma konusunda tarihi bir sorumluluk üstlenmiştir. Özellikle ilk yıllarında yaptıklarıyla Türkiye ve dünyada övgü toplamıştır. Erdoğan, bireysel olarak dindarlığı teşvik ederken, devlet katında laik ve çoğulcu demokratik düzeni savunmaya devam edersee, Türkiye’de tarihi bir uzlaşıyı gerçekleştirebilir.

Bu gibi makalelerin yer aldığı kitap, oldukça düşündüren ve Türk Siyasal Tarihi derslerine teorik boyut katabilecek önemli bir eserdir. Ancak Türkiye’nin çok hızlı siyasal dönüşümü nedeniyle, 1980-2008 yılları arasında yazılan makalelerin yer aldığı kitapta ileri sürülen bazı görüşler günümüzde tartışmaya açık hale gelmiştir. Bunlar, ilerleyen yıllarda yeni bir edisyonda güncellenebilir ve değiştirilebilir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Detaylı biyografisi için; http://tubitak.gov.tr/tubitak_content_files/MetinHeper.pdf.
Yayın listesi için; http://www.provost.bilkent.edu.tr/mheper/publ.html.
[2] Kitapları için; http://www.kitapyurdu.com/yazar/metin-heper/11464.html.
[3] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiyenin-siyasal-hayati/250152.html.
[4] http://politikaakademisi.org/2015/08/11/turk-devlet-gelenegi/.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder