Sayfalar

17 Ağustos 2017 Perşembe

Demokrasiye Geçiş Modelleri: Türkiye Örneği


Otoriter ya da totaliter sistemlerden çok partili demokratik bir siyasal dizgeye geçiş konusu, Siyaset Bilimi’nin Karşılaştırmalı Politika alanında en çok araştırılan meselelerin başında gelmektedir. 1950 yılında Türkiye’de yaşanan dönüşüm gibi başarılı örnekleri olsa da, aslında demokrasiye geçiş son derece riskli bir olgudur ve genellikle olağan dönemlerde başarıyla sonuçlanmamaktadır. Bu yazıda, Prof. Dr. Ergun Özbudun’un Türk Siyasal Hayatı adlı ders kitabındaki bazı görüşlerinden yola çıkarak demokrasiye geçiş modellerini açıklamaya ve Türkiye'nin çok partili siyasal sisteme geçişini yorumlamaya çalışacağım.

Prof. Dr. Ergun Özbudun

Öncelikle, demokrasiye geçiş konusunda üç temel model olduğunu belirtmekte fayda var. İlki, ruptura adı verilen ve yürürlükteki kurumsal düzenlemelerden ani bir kopuşu temsil eden modeldir. Bu modelde, mevcut sistemin çöküşü ardından yeni ve demokratik bir rejim kurulur. Sovyetler Birliği’nin dağılması ardından Rusya Federasyonu’nun kurulması buna bir örnektir. Yine Almanya ve İtalya’da faşist rejimlerin İkinci Dünya Savaşı’nda alınan mağlubiyetlerin ardından çökmesinin neticesinde bu ülkelerde kurulan çok partili demokrasiler, bu modele uygun örneklerdir. Devrim yoluyla demokrasiye geçişler de (örneğin Çekoslovakya’daki Kadife Devrim) bu modele uygun örneklerdir. İlginç bir şekilde, askeri darbeler sonrasında da çok partili demokratik hayata geçilebilir. Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında yaşanan ve Cumhuriyet tarihinin en özgürlükçü metinlerinden olan 1961 anayasası ile neticelenen demokratik dönüşüm ve yine Portekiz’de 1974’teki Karanfil Devrimi (temelde halk destekli bir askeri darbedir) sonrasında yaşanan hızlı demokratikleşme süreci, bu açıdan oldukça ilginç örneklerdir. Bu model, hızlı dönüşümü içermesi nedeniyle bazı aksaklıklara da yol açabilir. Ancak halkta büyük öfke birikimine yol açmış iktidarların olması durumunda, bu model kaçınılmaz hale gelebilir.

İkinci model, reforma adı verilen ve iktidar sahiplerinin bilerek ve isteyerek kendi kontrollerindeki devleti reform yoluyla çok partili demokrasiye hazır hale getirmeleri sonucunda ortaya çıkan demokratik geçiştir. Belki de en ideal model olan bu olgu, genelde otoriter, totaliter veya diktatoryal yönetimlerin demokrasiye sıcak bakmaması nedeniyle nadiren başarılı şekilde gerçekleşebilir. Bu bağlamda, Türkiye’de İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde CHP’nin tek partili yönetiminden Demokrat Parti’nin iktidara geldiği çok partili sisteme geçilmesi, büyük ve tarihi bir başarıdır. Nitekim çok partili siyasal hayata geçiş için gerekli yasal altyapı oluşturulduktan sonra, Milli Şef İsmet İnönü, 12 Temmuz Beyannamesi olarak adlandırılan 1947 yılındaki ünlü konuşmasıyla tarafsız bir Cumhurbaşkanı olarak davranmaya başlamış ve DP’nin iktidar yolunu açmıştır.

Üçüncü model ise, pactada (pakt yoluyla sözleşmeli geçiş) adı verilen ve bir ülkedeki iktidar sahiplerinin güç dengelerinin kendi aleyhlerine değiştiğini görerek bir anlaşma yoluyla iktidarı başka bir güce devretme modelidir. İspanya’daki General Franco dönemi ardından yaşanan çok partili demokrasiye geçiş süreci (Transición Demócratica) bunun en mükemmel örneğidir. Yeni bir Kurucu Meclis’in seçilmesi ve otoriter yönetimde ısrarcı olanların tasfiyesini içeren bu süreç, İspanya’da da hiç de kolay olmamış ve bu dönemde bir Avrupa ülkesi olan İspanya’da başarısız bir askeri darbe girişimine bile şahit olunmuştur.

Pactada ve özellikle de reforma modelleri açısından kritik bir unsur da ılımlılar ve radikallerle alakalıdır. Ilımlılar, siyasette köktenci ve hızlı bir dönüşümden yana olmayan ve aşırılıklara karşı olan kişiler olarak tanımlanabilirler. Bu bağlamda, liberalizm, sosyal demokrasi ve muhafazakâr demokrasi günümüzdeki en önemli ılımlı ideolojilerdir. Radikaller ise, bir görüşe sıkı sıkıya bağlı ve çok sert değer yargıları olan kişileri kastetmek için kullanılır. Günümüzdeki radikal ideolojiler ise, faşizm, komünizm ve İslamcılık olarak sıralanabilir. Demokrasiye geçiş süreçlerinde her iki tarafta da (iktidar ve muhalefet) ılımlı aktörlerin olması bir avantajdır. Bu noktada karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

İKTİDARDA ILIMLILAR vs. MUHALEFETTE ILIMLILAR: DEMOKRASİ
İKTİDARDA RADİKALLER vs. MUHALEFETTE ILIMLILAR: OTORİTERLEŞME
İKTİDARDA ILIMLILAR vs. MUHALEFETTE RADİKALLER: DEVRİM
İKTİDARDA RADİKALLER vs. MUHALEFETTE RADİKALLER: İÇ SAVAŞ

Bu açıdan Türkiye’deki siyasal dönüşüm süreci incelendiğinde; İsmet İnönü’nin 1930’lar ve 1940’lardaki aşırı devletçi görüşlerinden sıyrılması ve partideki Recep Peker gibi radikalleri tasfiyesi neticesinde, CHP’de ılımlı kanat partiye hâkim olmuş ve bu da demokrasiye geçişi kolaylaştırmıştır. Keza muhalefet kanadının, Demokrat Parti gibi CHP’den kopan Adnan Menderes ve Celal Bayar gibi Cumhuriyet rejimine ve Atatürk devrimlerine bağlı ılımlı kişiler tarafından örgütlenen merkez sağ çizgide bir parti olması nedeniyle, muhalefette de zaman içerisinde ılımlılar ağır basmaya başlamıştır. Bu nedenle, 1950 yılında Türkiye’de demokrasiye geçiş, ılımlı isimlerin her iki kanatta da ön plana çıkması sayesinde mümkün olabilmiştir. Oysa CHP’de Recep Peker ve tek parti iktidarını sürdürmek isteyen radikal kanadın partiye hâkim olmaya devam etmesi veya muhalefette Menderes-Bayar yerine İslamcı grupların ağır basması durumunda, Türkiye, bu süreçte kolaylıkla otoriter bir yönetime ve kaosa (iç savaş, devrim vs.) sürüklenme riski yaşayabilirdi. Bu bağlamda, otoriter rejimlerden demokrasiye geçişler konusunda gerekli fikri altyapı ortamını ancak ılımlı grupların oluşturabileceği hususuna da dikkat etmek gerekir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKÇA
  • Özbudun, Ergun. 2006. Türk Siyasal Hayatı. Haziran 2006. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder