Sayfalar

27 Ağustos 2017 Pazar

Ali Tayyar Önder’den ‘Türkiye’nin Etnik Yapısı’


Ali Tayyar Önder[1], bir dönem Ortadoğu Teknik Üniversitesi Gaziantep Fen ve Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevinde bulunmuş değerli bir Türk bilimadamıdır. Önder’in en önemli ve kalıcı eseri, bugüne kadar onlarca baskı yapan ve önemli bir klasik haline gelen Türkiye’nin Etnik Yapısı: Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler adlı eseridir.[2] Bu yazıda, Kripto Kitaplar tarafından yayınlanan bu eserin giriş bölümündeki demografik veriler ve bilgiler özetlenecek ve tartışmaya açılacaktır.

Ali Tayyar Önder

Ali Tayyar Önder, kitabına “etniklik” (etnisite) kavramını açıklayarak başlamaktadır. Yazara göre; etnik kimlik, temelde başta dil ve dini inanç olmak üzere, gelenek-görenek ve benzeri öğelerin belirlediği kültürel bir olgudur. Etnik kimliği ise, büyük ölçüde kişinin içine doğduğu ailenin ve içinde yetiştiği çevrenin kültürel değerleri belirler. Dolayısıyla, etnik kimlik doğuştan kazanılan bir kimlik değildir, keza biyolojik ya da ırki bir özellik de değildir. Yani, kişi farklı bir çevrede yetişerek çok farklı bir etnisiteyi (etnik kimliği) içselleştirebilir. Etnik kimlikte anadil çok önemli olmasına karşın, etnisiteyi dile dayandırmak da yanlıştır. Etnik kimliklerin asimilasyonu konusunda en zorlayıcı olgu ise “din”dir. Örneğin Türkiye’de, halkın yüzde 95’lik büyük çoğunluğunun Müslüman kimliğini içselleştirmesi, ülkenin birlik ve bütünlüğü açısından faydalı bir işlev görmüş ve farklı etnik kimliklerin bir arada tek bir ulus çatısı altında yaşayabilmesi açısından kolaylaştırıcı bir faktör olmuştur. Nitekim Türkiye’de Türk, Çerkes ve Kürtler başta olmak üzere birçok farklı etnik grubun tek bir millet çatısında buluşmasını kolaylaştıran en önemli faktör din birliği olmuştur.

Türkiye’nin Etnik Yapısı

Toplumsal alanda etnik grup kimliği iki farklı bakışa bağlı olarak tanımlanabilir:

A-) Emik Bakış: Emik bakış, bir grubun kendi kimliği ile ilgili kendi tanımıdır; kendini “ne” ve “kim” olarak gördüğüdür. Emik bakışta etnikliğin ölçütü tamamen grubun kendi kabulüdür. Burada ise, “özgür irade” kavramı karşımıza çıkar. Bazı durumlarda, bu, aynı ülke içerisinde bölgeden bölgeye göre bile farklılık gösterebilir. Örneğin, Türkiye’de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan Kürtler kendilerini neredeyse tamamen Kürt olarak tanımlarken, İstanbul ve Batı vilayetlerine göçerek burada yaşamaya başlayan Kürtlerin büyük çoğunluğu kendilerini öncelikle “Türk” olarak tanımlamaktadır.

B-) Etik Bakış: Etik bakış, dışarıdaki bir grubun bir başka grubu tanımlamasıdır. Örneğin, Türkiye’de Karadeniz bölgesindeki vatandaşlarımıza Laz, Doğu ve Güneydoğu’dakilere de Kürt olarak bakılması buna bir örnektir. Bu, genellemeci ve kaba bir yaklaşımdır ve bilimsel gerçeklere uygun değildir.

Etnik kimlik, zaman içerisinde çok ciddi değişimler geçirebilir. Tarih boyunca birçok topluluk ve millet öz benliklerini ve kimliklerini kaybetmiş ve başka kimlikleri benimsemişlerdir. Örneğin, Avşarlar gibi öz be öz Türk boyundan olan birçok aile (Karakeçililer, Türkanlar, Döğerler, Kalaçlar, Kikiler vs.), bugün Kürtleşmiş ve Kürt kimliğini benimsemişlerdir. Buna karşın, Türkiye’deki Kürtlerin önemli bir bölümü de tarihsel süreç içerisinde ve özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkleşmişlerdir.

Ali Tayyar Önder, kitabında “Türkiye mozaiği” görüşüne de karşı çıkmakta ve milliyetçi bir pozisyon almaktadır. Yazara göre; bir topluma “mozaik” yakıştırması yapılabilmesi için, öncelikle mevcut etnik grupların toplam nüfusunun ülke nüfusunun en az yüzde 35’ini oluşturması ve toplumda birçok farklı etnik grubun var olması gerekir. Ancak Türkiye’de, yazarın görüşlerine göre Kürtlerin oranı yüzde 6,5, Arapların oranı yüzde 1, Zazaların oranı yine yüzde 1, Çerkeslerin oranı yüzde 0,4 ve Lazların oranı yalnızca yüzde 0,27’dir. Diğer etnik grupların oranı ise bunlardan bile daha azdır (hepsinin toplamı yaklaşık yüzde 0,4). Dolayısıyla, yazara göre, Türkiye’de Osmanlı Devleti gibi “mozaik” tanımlamasına uygun bir sosyal yapı (doku) mevcut değildir. Zira farklı etnik grupların oranı ancak yüzde 10 dolaylarındadır. Ayrıca bir ulus-devlet olan Fransa’da bile diğer etnik grupların toplam nüfusa oranı yüzde 20’yi bulmaktadır ve bu durum tüm Fransa vatandaşlarının kendilerini “Fransız” kimliği altında tanımlamalarına bir engel oluşturmamaktadır. Yazarın kitapta verdiği rakamlar ise şöyledir;

GruplarNüfusOran (yüzde)
Türkler66.600.00090
Kürtler5.000.0006,76
Zazalar800.0001,08
Araplar800.0001,08
Çerkesler300.0000,40
Lazlar200.0000,27
Diğer300.0000,41
Toplam74.000.000100


Yazar, bu rakamları verirken, Türkiye’de etnik nüfus sayımı konusunda yapılan bazı yanlışlıklara da dikkat çekmektedir. Örneğin, Batılı bilimadamlarının sıklıkla yaptığı bir hata, anadile göre etnik nüfusu belirlemektir. Oysa anadili farklı (Kürtçe, Zazaca, Arapça vs.) milyonlarca kişi, Türkiye’de kendilerini öncelikle bir üst-kimlik çatısı altında “Türk” olarak tanımlamakta ve diğer kimliklerini “ikincil kimlik” olarak kabul etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’deki gerçek etnik nüfus, anadil etnik nüfusunun altındadır. Ayrıca göç ve evlilikler nedeniyle, etnik ikincil kimliklerin toplam nüfus içerisindeki oranı da azalmaktadır. Türkiye’de Batı’ya göçüp Türk bir bireyle evlenen farklı etnik unsurdan gelen kişiler, genelde zamanla Türk kimliğini içselleştirmekte ve çocukları da Türk kimliğine meyil göstermektedir. Bu nedenle, denilebilir ki, yazara göre Türkiye’de ulus-devlet girişimi sorunlarına karşın büyük ölçüde başarılı olmuştur. Bu tip demografik çalışmalarda bir diğer önemli sorun da, ikinci dilden yola çıkarak kişileri farklı etnik gruplarla ilişkilendirme gayretidir. Oysa ikincil dil olarak Türkiye’de Arapça ve Kürtçe bilen çok sayıda kişi vardır. Bu, hem etnik kökenin ve farklı etnik gruplarla evliliklerin bir sonucu, hem de Türkiye’nin artan entelektüel kapasitesine paralel olarak yerel dilleri bilen çok sayıda kişi yetiştirmesiyle alakalıdır. Dolayısıyla, Ali Tayyar Önder’e göre Türkiye bir etnik mozaik ülkesi değildir.

Lakin yazarın bu noktada hem rakamlar konusunda oldukça muhafazakâr davrandığı[3], hem de Alevilik gibi din-mezhep temelli olmasına karşın son derece yaygın bir grubu etnik farklılıklara dâhil etmediği görülmektedir. Oysa Batı dünyasındaki bilimsel çalışmalarda dini ve mezhepsel farklılıklar da etnik farklılıklar arasında sayılmaktadır ve yazarın giriş bölümünde tanımladığı etniklik kavramı açısından da Aleviler ayrı bir etnik grup olarak değerlendirilmelidir. Alevilik, Caferilik, son dönemde hızla artan Selefilik (Vahabilik) ve tüm diğer etnik grupları da düşündüğümüzde (bu noktada birbiriyle rekabet halindeki aynı mezhep içerisindeki dini cemaat ve tarikat kimlikleri bile aslında etnik farklılık kapsamında değerlendirilebilir), aslında Türkiye’nin etnik mozaik dokusuna (yüzde 35 oranı) oldukça yakın bir durumda olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Ayrıca ulus-devlet modelinin başarılarının yanında, yaklaşık 40 yıldır devam eden ve neredeyse 50.000 vatandaşımızın ölümüne sebebiyet veren PKK terörünün de temelde etnik bir çatışmadan kaynaklandığı yazar tarafından görmezden gelinmektedir. Bu nedenle, ülkemizde en iyi yönetim modelini bulmak ve halkımızı barış ve refah içerisinde yaşatmak için, farklı görüş ve analizlere de yer vermek ve bir dönem milliyetçi-muhafazakâr akademisyenler tarafından “Dağ Türkleri” olarak lanse edilen Kürtleri görmezden gelmek yerine, etnik sorunlara barışçıl çözüm yolları bulmak gerekir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[3] Bu noktada yazarın verilerinin oldukça ihtiyatlı olduğunu belirtmek gerekir. Zira dünyada kabul gören birçok önemli çalışmada, Türkiye’de Kürtlerin oranı yüzde 12-15 arasında gösterilmektedir.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Şevket Süreyya Aydemir: Hayatı ve Fikriyatı


Giriş
Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976)[1], Türk siyasal tarihinin en ilginç ve renkli şahsiyetlerinden birisidir. Aydemir’in özelliği, hem tarihsel akademik çalışmalar yapması, hem de yaşadığı dönem itibariyle çok ilginç olayları bizzat görmüş yaşamış olmasıdır. Türk siyasal tarihinde önemli rol oynayan kişiler hakkında birçok değerli kitap yazan Aydemir, bu nedenle genç nesillerce bilinmesi ve okunması gereken bir isimdir. Ayrıca Aydemir’in siyasal çizgisi de, Kemalizm, Türkçülük ve sosyalizm ideolojileri kapsamındaki sentez çabaları nedeniyle araştırılması ilginç bir husustur. Bu yazıda, Aydemir’in kendi eserleri ve İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in Kadrocuları ve Kadro'yu Anlamak kitabı[2] temelinde Şevket Süreyya Aydemir’in hayatı ve fikriyatı özetlenecektir.

 Şevket Süreyya Aydemir

Hayatı
1897 yılında Edirne’de doğan Şevket Süreyya Aydemir, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan (93 Harbi) sonra Bulgaristan’ın Deliorman yöresinden Edirne’ye kaçmış olan bir Müslüman Türk ailesinin çocuğudur. Şevket Süreyya'nın dedesi, Deliorman yöresinin en büyük toprak sahibi olan varlıklı bir kişidir. Savaşın zor koşullarına bir de ailenin göçü sırasındaki Kazak atlılarının baskını eklenince, koca aileden Edirne’ye yalnızca Şevket Süreyya, babası Mehmet Ağa, annesi Şaziye Hanım, kardeşleri ve babaannesi varabilmiştir. Büyük bir serveti geride bırakarak Edirne’de yokluk içinde yeni bir hayatı güçlükle kurabilen Mehmet Ağa, bir beyin konağında bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Süreyya’nın annesi Şaziye Hanım da mahalledeki tek dikiş makinesinin sahibi olarak dikiş-nakış yoluyla aile bütçesine yardım eder. Şaziye Hanım aydın bir kadındır; ancak aynı zamanda bir Mevlevi tarikatı üyesidir ve dinine çok düşkündür. Şevket Süreyya, annesinin cinli perili masalları ve kendisine okuduğu edebiyat klasikleriyle büyür. Şaziye Hanım oğluna henüz okula başlamadan okuma-yazma da öğretir. Mahalle Mektebi’ni büyük bir başarıyla bitiren Şevket Süreyya, bu yıllarda mahallede oynadıkları savaş ve çetecilik oyunlarında lider kişiliğiyle ön plana çıkmaktadır. Mahalle Mektebi sonrası Askeri Rüştiye'ye yazılan Süreyya, askerliği çok sevmiştir. Askeri okulda okuyan gençler o dönemde Düveli Muazzama'dan Osmanlı’nın nasıl kurtulacağını tartışmaktadır. Şevket Süreyya okula devam ederken, 23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Bu olayın genç Şevket Süreyya üzerinde büyük etkisi olacaktır.

Meşrutiyet’in ilanından sonra “hürriyet kahramanı” olarak anılan İttihatçı komitacıların gazetelerde basılan resimlerini biriktirmeye başlayan Şevket Süreyya, çok geçmeden komitacılar gibi giyinmeye de başlar. Bu dönemde en çok İttihatçıların gözü kara ismi Enver Paşa’ya karşı hayranlık beslemektedir. Meşrutiyet coşkusu sonrası ortaya çıkan gerici 31 Mart Vakası’nı bastırmak için Edirne’de kurulan Hareket Ordusu’na Süreyya’nın iki ağabeyi de katılacaktır. Ancak 31 Mart Vakası’nın bastırılmasına ve İttihatçıların yönlendirdiği modernleşmeci Meşrutiyet yönetimine rağmen, Osmanlı Devleti gün geçtikçe güç kaybetmekte, çökmekte ve Balkan Savaşları’nda ağır kayıplar vermektedir. Şevket Süreyya’nın bir ağabeyi Balkan Savaşları öncesi hastalanarak ölmüştür. Şevket Süreyya’nın annesi de savaş öncesi doğal sebeplerden vefat etmiştir. Aydemir’in babasının da gözleri rahatsızlığı nedeniyle görmez olur ve işten atılır. Aile için herşey kötüye gitmektedir. Diğer ağabey de Edirne’de düşmana direnen güçler arasındadır. Şehirdeki kadın ve çocuklar, katliamdan kurtulmak için İstanbul’a gönderilir. Gönderilenler arasında Şevket Süreyya da vardır. Ancak kara haber gecikmeden İstanbul’a ulaşır; Edirne de düşmüştür… Bir süre sonra şehrin yeniden alınması herkes için bu karanlık günlerde bir umut ışığı olmuştur. Edirne’nin geri alınmasından sonra, önceden Kuleli Askeri İdadisi’ne gönderilen Süreyya, babası tarafından Edirne’ye geri çağrılır ve Darülmuallim’e yazılır. Babası, Şevket’i de diğer oğulları gibi kaybetmek istememekte, bu nedenle asker olmasına sıcak gözle bakmamaktadır. Şevket Süreyya’nın askerlik hayalleri suya düşmüştür ve artık genç Süreyya bir öğretmen olmak için çalışmaktadır. Bu nedenle sürekli okumakta ve dönemin Türkçü gazetelerini yakından takip etmektedir. Okuldaki başarısıyla parmakla gösterilen bir öğrenci olmuştur. Törenlerde bayrağı o taşımakta, bağımsızlık şiirlerini o okumaktadır. Ayrıca ailesini geçindirmek için de yazları köyde çalışmaktadır. Kitaplardan öğrendiği kadar topraktan da öğrenmektedir genç Şevket Süreyya.

Türkçü ideolojiye giderek kendini kaptıran Aydemir, Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış cephesinden bulunan diğer ağabeyinin de ölüm haberini alınca büyük bir hırsla savaşa katılmak için askerlik şubesine başvurur ve 1915 yılında subay namzedi olarak askere alınır. İstanbul’daki talimler sonrası da Kafkas cephesine yollanır. Cepheye gecikmeli de olsa sağsalim ulaşan Şevket Süreyya, Yüzbaşı Ali Osman Bey’in taburuna katılır. Cephedeki askerlerin cehaletini ve Anadolu’nun fakirliğini dehşetli bir ruh haliyle gözlemleyen Süreyya, Bolşevik Devrimi sonrası Rus Ordusu’nun zayıflamasından faydalanılarak 1918 Şubat’ında verilen hücum emriyle beraber harekete geçer. Ancak koşullar çok ağırdır ve birkaç defa soğuktan donma tehlikesi atlatır. Sarıkamış alınırken yanında patlayan bir bomba nedeniyle attan düşer ve bacağı kırılır. Cephede geceleri sürekli Feride Müfit Tek’in Aydemir romanını okumakta ve kendini romanın başkahramanı olan Aydemir’le özdeşleştirmektedir. Zaten bilindiği üzere, soyadı kanununun çıkmasından sonra Aydemir soyadını alacaktır. Yarı peygamber, yarı meczup bir karakter olan Aydemir, Şevket Süreyya’ya ruh ve inanç olmadan askeri gücün hiçbir işe yaramayacağını öğretmiştir. Türk Ordusu Kafkasya’da hızla ilerlerken, Enver Paşa’nın barış teklif edileceğini açıklamasıyla ordu geri çekilmeye başlar. Ancak ataları kabul ettiği kişilerin topraklarında olmak Aydemir’i çok etkilemiştir ve Kafkasya’dan çekilirken buraya yeniden geleceğine dair kendine bir söz verir. İşgal altındaki İstanbul üzerinden Edirne’ye geçen Süreyya, burada da İtalyan işgaliyle karşılaşır. Edirne’de kurulan direniş hareketlerine katılan Süreyya’nın hayatı Kafkasya’da oluşan Müstakil Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti’nin İstanbul’dan öğretmen istemesiyle değişecektir. Aydemir’e artık Bakü yolları gözükmüştür…

Azerbaycan’ın kuzeybatısındaki Nuha şehrine öğretmen olarak atanan Aydemir, kısa sürede halkla içli dışlı olur ve kendini çok sevdirir. Cuma namazları öncesi imam hutbesinden önce ateşli konuşmalar yaparak Azeri Türklerine Türklüğü ve bağımsızlığı anlatır. Aydemir Nuha’yı, Nuhalılar da Aydemir’i çok sever. Aydemir aşkını asla kaybetmeyeceği Sitare ile de orada tanışır. Ermeni tehdidi üzerine Nuha ve çevresinden toplanan gönüllü birliklere de katılan Aydemir, bu birliğin kumandanlığına kadar yükselir. Savaş kazanılır ve Askeran Geçidi kurtarılır. Aydemir, artık bir yerel kahraman olmuştur. Savaş dönüşü yolda İttihat ve Terakki’nin eski önemli isimlerinden Talat Muşkara ve Enver Paşa’nın amcası Halil Bey’le tanışır. Kafkasya’nın çok etnikli yapısı nedeniyle Turancı ideallerinin ne derece gerçekçi olduğunu sorgulamaya başlayan Aydemir, 1920 Nisan sonlarında Nuha’ya giren Kızıl Ordu’yu hayranlıkla izlemektedir. Komünist subayların bahsettikleri sınıf kavgası, burjuvazinin tasfiye edilmesi, feodalizmin kökünün kurutulması gibi konular Aydemir’e yabancı gelmektedir. Entelektüel bir insan olmasına rağmen bu konulardaki cehaleti nedeniyle kendini yetersiz hisseder. Yine de şehrin en saygın ismi olarak Şark Milletleri Kurultayı’na Nuha delegesi olarak katılır. Kongrede dünyanın birçok yerinden delegeleri görmek Aydemir’i şaşırtmıştır. Hintliler, İranlılar, Afganlar, Moğollar, Araplar, Türkler ve diğer birçok milleti bir araya getiren ideolojinin ne olduğunu daha iyi bilmek istediğine karar verir. Ayrıca Grigoriy Yevseyeviç Zinovyev’in başkanlık ettiği toplantıda çocukluk kahramanı Enver Paşa’nın eriyip gitmesine tanıklık eder. Enver Paşa’nın konuşulanları yeterince idrak edemediği ve Yeşil Ordu’nun tam bir hayal olduğunu orada anlar. Kongrede “milli mesele” konusunda yapılan konuşmalar Aydemir’i etkilemiştir. Demek ki komünizm enternasyonalist yapısına rağmen milli olanı silmek değil, tam tersine kardeşçe ve ilerici idealler uğruna köklü bir şekilde inşa etmek isteyen bir ideolojidir. Kongre sonrası Türkiye Komünist Fırkası’nın (sonrasında Türkiye Komünist Partisi adını alacaktır) toplantısına katılan Aydemir, burada Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve İsmail Hakkı gibi komünist Türk aydınlarıyla tanışır. Kafkas cephesinden arkadaşı Hüseyin Avni Ulaş vasıtasıyla Aydemir’in yurda dönmesi ve Milli Mücadele’ye katılması için uygun bir ortam yaratılır. Ancak Aydemir, Bakü’deki devrimci ruhtan öylesine etkilenmiştir ki, hemen yurda dönmek istemez. Yurda dönüşü daha sonraları olacaktır. Önce bu merak ettiği ideolojiyi öğrenmelidir.

Fakat Nuha’ya dönüşünde, Aydemir, tatsız bir durumla karşılaşır. Önceden halkın büyük ilgi gösterdiği Turancı konuşmaları nedeniyle Kızıl Ordu mensuplarının sıkı denetimi altındadır. Ölesiye bir aşkla sevdiği Sitare’yi bırakma pahasına Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (kısaca KUTV olarak bilinir) kayıt olur. KUTV’da Aydemir'in yanı sıra birçok Türk öğrenci de bulunmaktadır; İsmail Hüsrev Tökin, Vala Nurettin ve tabii ki daha sonra bu öğrencilerin en ünlüleri olacak Nazım Hikmet. Bu ekibin derslerdeki başarısıyla en göze batanı ve grubun lideri haline geleni Aydemir’dir. Aynı ekip Moskova’da bulunan eski İttihatçı lideri, meşhur komitacı Doktor Nazım’la da anılarını yazmak için görüşmeler yapar. Bu buluşmalarda iki adaşın (orta yaşlı babacan Doktor Nazım ve ateşli genç Nazım hikmet) şiddetli tartışmalar yaşadığı da bilinmektedir. O dönemde, Aydemir, Lenin hayatta olmasına karşın büyük bir Troçki hayranıdır ve dünya ihtilalinin gerçekleşmesini amaçlayan gruba sempati duymaktadır. Ancak karşılarında “tek ülkede sosyalizm”i savunan Stalin yanlısı çok güçlü bir grup daha vardır. Eğitimini tamamlayan Aydemir, artık TKP’de çalışmak üzere 4 yıl önce Turancı olarak geldiği Rusya'dan Türkiye’ye bir komünist olarak dönmektedir.

İstanbul’da bir ilköğretim okulunda öğretmen olarak işe başlayan Aydemir, Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki dostluğa rağmen sürekli göz hapsindedir. Yeni kurulan Kemalist Cumhuriyet, Sovyetler’e duyduğu sempatiye rağmen milli ve bağımsızlıkçı kimliğini bırakmaya asla yanaşmamakta ve gizliden gizliye bir Sovyet tehdidi algılaması geliştirmektedir. TKP illegal olduğu için legal komünist siyasal oluşum Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’na kayıt olan Aydemir, partinin yayın organı Aydınlık’ta da çalışmaya başlar. Bir yandan da öğrencilerle, işçilerle, köylülerle, kenar mahalle sakinleriyle konuşmakta ve komünizm propagandası çalışmaları yürütmektedir. 1924’te Aydemir’in Sadrettin Celal Antel’le beraber hazırladığı Lenin ve Leninizm isimli kitap yayınlanır. 1925’teki TKP üçüncü kongresinde, Aydemir, Şefik Hüsnü’nün genel sekreterliği altında 7 kişilik icra komitesine seçilir. Ancak aynı yıl patlak veren Şeyh Said İsyanı nedeniyle Takrir-i Sükûn kanunu ilan edilmiş ve rejim karşıtı tüm gruplar (İslamcılar, komünistler vs.) göz hapsinde tutulmaya başlanmıştır. 1 Mayıs 1925’te TİÇSF’nin Amele ve Teali Cemiyeti adına, üzerinde “Dünyanın bütün işçileri birleşiniz” sloganı yazılı bir broşür dağıtması üzerine 1925 tevkifatı olarak bilinen olay vuku bulur. 1925 tevkifatı sonucu, Aydemir, birçok ünlü komünistle beraber tutuklanır. Kendisine yapılan tüm telkinlere rağmen, Vedat Nedim Tör’ün aksine diğer komünist arkadaşlarını ispiyonlamak istemez ve bu nedenle hapse atılır. Aydemir, 10 yıl hapis cezası almış, arkadaşlarını ispiyonlayan Vedat Nedim ise serbest bırakılmıştır. Nazım Hikmet, bu olay nedeniyle Tör için daha sonraları şu dizeleri kaleme almıştır; “Bu adam sattı arkadaşını, Sattı altın bir tepside arkadaşının, Kanlı kesik başını, Bu adamın ayaklarına dolaşıyor korku, Karanlık bir su gibi yaşıyor bu adam”. Davadan hüküm giyen 11 komünist arkadaşıyla beraber Aydemir Afyon Cezaevi’ne yollanır. Hapishane günleri Aydemir açısından oldukça verimlidir. Bol bol okuma, düşünme ve yazma fırsatı bulur burada. Hatta Muasır Türkiye’nin İktisadi İnkişaf İstikametleri isimli kitabını da burada hazırlar. Aydemir’in Kemalist Devrim’e bakışı dönemin diğer tüm komünistleri gibi olumludur. Ancak diğerlerine göre esas hedef sosyalist bir rejimi kurmak olmalıdır. Aydemir ise, Türk toplum yapısı nedeniyle sosyalist bir rejimin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu düşünmekte ve sınıfsız bir toplumun dayanışmacılık (solidarizm) ve devletçi bir ekonomi sayesinde sınıflar üstü bir anlayışla öncü ve devrimci bir kadro tarafından kurulabileceğine inanmaktadır. Bu nedenle bazı komünist arkadaşlarıyla arası da açılmıştır. 29 Ekim 1926’da genel af ilan edilmesiyle, Aydemir, beklemediği şekilde serbest bırakılır. Artık geçmişte Turancılık’tan komünizme evrilmiş ideolojik çizgisi daha da netleşmiştir...

Hapishane çıkışında eski yoldaşlarıyla vedalaşan Aydemir, devlet görevi almak için Ankara’ya gider. Kadro Hareketi’nin kurulacağı yıllara kadar devletin çeşitli kademelerinde görev yapar. Ahmet Cevat Emre vasıtasıyla Yüksek ve Teknik Öğretim Umum Müdür muavinliğine getirilir. “Türk Parasının Periyodik Dalgalanma Karakteri” adlı araştırması çok beğenilir ve İktisat Meclis-i Alisi umumi kâtip muavinliğine terfi eder. Kemalist rejim artık kendisine kucak açmıştır… Rejim Kemalist’tir belki ama Kemalizm henüz ortada yoktur. Bilime ve akla verilen önem, bağımsızlıkçılık ve milliyetçilik rejimin ana karakterleridir; ama rejimin nasıl bir kalkınma yolu belirleyeceği, Kemalizm denilen mefkurenin içinin nasıl doldurulacağı hala bir muammadır. İşte CHP’nin yaşadığı ideoloji krizinin bu denli yüksek seviyeye ulaştığı ortamda, Aydemir, Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yazılar yazmaya başlar. Bu yazılar aydın çevrelerinde büyük ses getirmektedir. Aydemir’in İnkılap ve Kadro adlı kitabı ise, Büyük Buhran nedeniyle CHP içerisindeki liberal kanadın (İş Bankası Grubu) elinin iyice zayıfladığı dönemde CHP’nin devletçi ekonomik politikaları için bir ideolojik dayanak oluşturur. Aydemir artık çok dikkat çeken gözde bir aydındır. Aydemir, arkadaşları Vedat Nedim ve İsmail Hüsrev’le beraber önce Yakup Kadri’nin kayınbiraderi ve genç bir komünist olan Burhan Belge ile, daha sonra da Yakup Kadri’nin kendisiyle tanışır. 1931’de görüşmeler ve ev toplantıları sıklaşır. Bu ekip, artık rejimi ileriye taşıyabilecek bir ideoloji yaratmak için tetiğe basmıştır. Bu amaçla Yakup Kadri’nin çabalarıyla Türk siyasal hayatında çok önemli izler bırakacak olan Kadro Dergisi’ni çıkarmaya başlarlar.

Şevket Süreyya ve Kadrocular

Başlarda bu dergi etrafında kurulan Kadro Hareketi için herşey iyi gitmektedir. Dergide yazılan özgün yazılar büyük ses getirmekte ve Ebedi Şef Mustafa Kemal Atatürk'ten bile tebrik mesajları gelmektedir. Ancak komünist geçmişleri ve eğilimleri bulunan kişilerin çıkardığı Kadro’nun bu derece etkili olması, zamanla CHP elitlerini rahatsız etmiş ve Recep Peker’in yoğun muhalefetine ek olarak Kadrocuların Kemalizm’in solidarizm anlayışına ters düşen sınıfsal analizleri nedeniyle Kadro bir süre sonra kapatılmaya zorlanmıştır. Lakin Atatürk'ün Yakup Kadri'ye olan saygısı nedeniyle, kapatılma işlemi oldukça kibar bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Atatürk, derginin imtiyaz sahibi Yakup Kadri’yi Tiran’a Büyükelçi olarak atamış ve dergi imtiyaz sahibi olmadan kapanmak zorunda kalmıştır. Kadro dergisine ve Aydemir’in İnkılap ve Kadro adlı kitabına fikriyatını değerlendirirken yeniden döneceğiz. Ancak önce Aydemir’in Kadro’nun kapanması sonrası şekillenen yaşamına göz atalım.

Kadro Dergisi kapandığında Ankara Ticaret Mektebi’nde müdür olan Aydemir, 1936 yılına kadar bu görevini sürdürmüş ve 1936-1938 yılları arasında da Ankara Belediyesi İktisat Müdürlüğü’nü yapmıştır. Daha sonra İktisat Vekaleti’ne atanan Aydemir, yaptığı araştırmalarla İsmet İnönü’nün en güvendiği bürokratlardan birisi olmuştur. 1939’da İktisat Vekaleti Sanayi Tetkik Heyeti Başkanlığı’na getirilen Aydemir’in hazırladığı ve sür-prodüksiyon nizamnamesinin iptalini de içeren sanayi programı, hükümet tarafından kabul edilmiş ve yürürlüğe sokulmuştur. Aydemir’in komünist geçmişi, mevkisi yükseldikçe çeşitli eleştirilere konu olmuş, ancak bilgisi ve işindeki başarısı nedeniyle yükselişi engellenememiştir. Fakat İnönü’nün kolladığı Aydemir, Şükrü Saraçoğlu kabinesinin Ticaret Vekili Behçet Uz’un liberal bir ekonomi politikası uygulamaya koymak istemesi üzerine Başbakanlık Umumi Murakabe Heyeti Üyeliğine atanarak bir anlamda kızağa çekilir. 1946’da Recep Peker hükümetinin kurulmasıyla yeniden yıldızı parlayan Aydemir, 1951 yılında Demokrat Parti iktidarı tarafından görevden uzaklaştırılıncaya kadar burada çalışır. Emekliye ayrılması sonrası kendini yazmaya veren Aydemir, klasik haline gelecek ünlü birçok eserini 1950 sonrası kaleme almıştır. Mesela otobiyografik şaheseri Suyu Arayan Adam 1959 yılında yayınlanmıştır. Aydemir, ayrıca 1950'li ve 1960'lı yıllarda Tek Adam, İkinci Adam, Menderes’in Dramı, Toprak Uyanırsa ve Makedonya'dan, Orta Asya’ya Enver Paşa gibi birçok değerli ve öncü çalışmaya imzasını atmıştır.

Suyu Arayan Adam

1960’larda 27 Mayıs ihtilali sonrası Türkiye’de giderek güçlenen sosyalist hareketlerin baş göstermesi Aydemir’i heyecanlandırmış ve yaşlı kurt yeniden siyasetle yakından ilgilenmeye başlamıştır. Bu yıllarda, Aydemir, Ankara Bahçelievler’de oturmakta ve evinde sürekli ziyaretçiler kabul etmektedir. Cumhuriyet Gazetesi’nde Pazartesi günleri yazıları yayınlanmakta olan Aydemir, kısa sürede Yön Dergisi etrafında şekillenen Yön Hareketi’ne dâhil olur. Yön çıktığı dönemde ülkenin tüm aydınlarınca desteklenen, heyecan yaratan bir dergidir. Derginin başyazarı ve temel ideoloğu Doğan Avcıoğlu olmasına karşın, Aydemir’in yazıları da sol çevrelerde oldukça ses getirmektedir. Aydemir, Yön’e bağlı olarak kurulan Sosyalist Kültür Derneği faaliyetlerine de müdahil olur. Ancak Avcıoğlu ve Aydemir’in çizgileri aynı değildir. Avcıoğlu, Aydemir’in Kemalist solidarizm anlayışına hala sahip çıkmasına ve devletçiliği yalnızca bir kalkınma modeli olarak benimsemesine tepkilidir. Bu dönemlerde Aydemir’in “Türk Sosyalizmi” adı altında Kemalizm ve sosyalizm arasında bir üçüncü yol bulmaya çalıştığı görülebilir. 12 Mart sonrası Yön kapatılır ve Aydemir yazılarına Cumhuriyet’te devam eder. Yaşlı kurt artık iyice yaşlanmış ve yorulmuştur. 79 yaşında 25 Mart 1976’da Ankara’da evinde vefat eder. Aydemir anısına Ankara Ticaret Lisesi’nin ve Ankara Belediyesi İktisat Müdürlüğü’nün önünde anma törenleri düzenlenir. Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay’ın emriyle Aydemir’in tabutu Türk bayrağına sarılı olarak defnedilir. Ölümünden sonra Aydemir’le ilgili birçok kitap ve yazı yayınlanır. Sol çevreler, Aydemir’i fikir farklılıklarına rağmen mert kişiliği ve çalışkanlığıyla benimsemiş ve bir önceki kuşağın temsilcisi olarak kabul etmişlerdir.

Fikriyatı
1915 yılında Kafkas cephesine bir Türkçü-Turancı olarak giden Şevket Süreyya Aydemir, bilindiği üzere burada geçirdiği yıllar ve KUTV’da aldığı eğitim sonrası ülkesine örgütlü bir komünist olarak dönmüştür. Türkiye’ye dönüşünden sonra TKP’de siyasi faaliyetlerine devam eden, bir yandan da öğretmen olarak çalışan Aydemir, Mayıs 1925’te TİÇSF’nin Amele ve Teali Cemiyeti adına üzerinde “dünyanın bütün işçileri birleşiniz” sloganı yazılı bir broşür dağıtması üzerine 1925 tevkifatı olarak bilinen olayda tutuklanır. Kendisine yapılan tüm telkinlere rağmen Vedat Nedim Tör’ün aksine diğer komünist arkadaşlarını ispiyonlamak istemez ve bu nedenle hapse atılır. Aydemir 10 yıl hapis cezası almış, arkadaşlarını ispiyonlayan Vedat Nedim ise serbest bırakılmıştır. Hapishanede, Aydemir, sosyalizm üzerine düşünmeye ve Kemalizm’e ön yargısız bir şekilde yaklaşmaya çalışır. Ona göre, Kemalist Devrim dünya anti-emperyalist mücadele tarihinde Bolşevik Devrimi ile beraber yeni bir sayfa açılmasına yol açmış çok önemli bir tarihsel olaydır. Bu nedenle, bu devrimin enternasyonal bir ideolojiye ihtiyacı vardır. Ekim 1926’da genel af ilan edilmesiyle Aydemir serbest bırakılır. Bu tarihten itibaren dünya görüşü netleşmeye başlar...

Gerçekten de Şevket Süreyya’nın ideolojik çizgisi hakkında net konuşmak doğru değildir. Kesin söyleyebileceğimiz şey, kendisinin alışılmış kalıplara uygun bir komünist ve Kemalist olmadığıdır. Ayrıca ideolojik çizgisini net olarak belirlemeye engel teşkil edecek birkaç unsuru da belirtmeliyiz. Aydemir, tek-parti döneminde bir devlet bürokratı olarak görev yapmış ve bu nedenle belki de her görüşünü istediği şekilde dile getirememiştir. İkinci olarak, Aydemir’in ürünleri genelde 1920 ve 1930’lar ve 1960’lar olmak üzere iki ana dönemde yoğunlaşır. Bu iki dönem arasında da belirli bazı farkların oluştuğu ortadadır. NATO üyeliği sürecine rağmen 27 Mayıs sonrası Türkiye’de hızla yükselen sosyalist hareket nedeniyle, 1960’larda, Aydemir bazı konularda daha açık ve tutarlı bir tavır gösterme imkânı yakalamıştır. Aydemir’in ideolojik çizgisi hakkında kalıplara uygun yorumlar yapmak yerine, isterseniz düşüncelerine biraz daha yakından göz atalım ve daha sonra genel bir değerlendirme yapalım. Bu konuda Aydemir’in 1920 ve 1930’lardaki düşünceleri için İnkılap ve Kadro eseriyle birlikte Kadro Dergisi’ndeki yazıları ve 1960’lardaki düşünceleri için Yön Dergisi’ndeki yazıları ve Yön Dergisi hakkındaki kitaplardan yararlanmak sanırım faydalı olacaktır.

İnkılap ve Kadro

Şevket Süreyya; Kadro dergisinin ilk sayısının ilk sayfasında yer alan yazısında, Kadro Hareketi ve kendisinin ideolojik çizgisi hakkında önemli ipuçları vermektedir. Bu yazı, Aydemir açıkça amaçlarının Kemalist Devrim’in ideolojisini belirlemek ve içini doldurmak olduğunu belirtmiştir. Aydemir’e göre, inkılâp henüz bitmiş değil, yeni başlamıştır. Ona göre, askeri ve siyasal alanda yapılan devrimler, ekonomik ve siyasal alanda devam etmeli ve ideolojik bir temele oturtularak güçlendirilmeli, anlam kazanmalıdır. Kemalist Devrim genişlemeli ve derinleştirilmelidir. “O henüz son sözünü söylemiş, son eserini vermiş değildir. Tavsiye edilmiş bir zemin üstünde yarın ki Türk cemiyetinin, kendine has ve kendine uygun binası kurulabilmek için, inkılâbımız derinleşme ve genişlemelidir” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no: 1). İnkılâp ve Kadro eserinde, Aydemir, Kemalist Devrim’in yerel ve milli bir ideolojiden çok tüm milli kurtuluş mücadelelerine örnek olacak âlemşümul bir nitelikte olduğunu belirtmektedir. Onun düşüncesinde, devrimin derinleşmesi ve korunması için şuurlu bir avangardın ve kadronun devrimin ideolojisini yapması ve bunu halka yayması gerekmektedir. Aydemir ve diğer Kadrocuların ideolojik derinliğe verdikleri bu önem, dünyanın 1930’larda içinde bulunduğu fazlasıyla gergin ve ideolojik siyasal ortam ve Kadrocuların Marksist geçmişleriyle alakalı olabilir. Yine Türk Devrimi’ni tarihsel süreçte bir yere oturtmak ve arkası gelmesi beklenen anti-emperyalist devrimlere öncülük edebilecek güçlü bir Türkiye isteği, Kadrocuların ideoloji konusundaki ısrarlarında bir etken olabilir. Zaten Aydemir de bu isteğini açıkça belirtmiş ve Kemalist Devrim’i dünyanın en anlamlı olaylarından biri olarak nitelendirmiştir. “Gerek milli mahiyeti gerek beynelmilel şümul ve tesirleri itibariyle, tarihin en manalı hareketlerinden biri inkılâbımızın, zatinde mündemiç bu ileri fikir ve prensip unsurlarını, şimdi inkılâbın seyri içinde ve onun icaplarına uygun bir şekilde izah işi, bugünkü Türk inkılâp münevverliğine düşen vazifelerin en acil ve en şereflisidir” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no: 1). Aydemir’e göre, işte tüm bu düşünceleri gerçekleştirmek için Cumhuriyet’in ilerici bir yönetici kadro gereksinimi vardır. “İnkılâbın irade ve menfaati, inkılâbı duyan ve yürüten azlık, fakat şuurlu bir avangardın, azlık fakat ileri bir KADRO’nun iradesinde temsil olunur. Bu kadro, inkılâbın şeniyetinden çıkarılan ve onun seyrine uygun bir şekilde izah edildikçe şekilleşen ve nazariyeleşen prensipleri kendine şuur edinir” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no: 1). İşte Kadro Hareketi, devlet elitlerine yakın bir grup olarak bu ideolojiyi belirlemeye talip olarak ortaya çıkmıştır.

Aydemir’in görüşlerini daha iyi anlayabilmek için isterseniz diğer ideolojileri yaklaşımı konusunda bazı noktalara değinelim. Aydemir ve diğer Kadrocuların liberalizme bakışı gayet açık ve net bir şekilde olumsuz ve küçümseyicidir. Kadrocular, liberalizmi kapitalizmin demokrasiyle beraber kullandığı bir kılıf ve araç olarak görmüş ve bu nedenle şiddetle eleştirmişlerdir. Onlara göre, kapitalist sistemin göbeğinde yer alan ülkeler diğer çevresel ülkeleri müstemleke (sömürge) ya da yarı-müstemleke (yarı-sömürge) haline getirmektedir. Özellikle Vedat Nedim’in işlediği bu kategorizasyonlarıyla, Kadrocular, Dünya Sistemi Teorisi’nin ulaştığı değerlendirmeye yaklaşık 40 yıl öncesinden ulaşabilmişlerdir. Yine Aydemir ve diğer Kadro Dergisi yazarlarının üzerinde durduğu bir konu, 3 farklı ekonomi model ayrımıdır. Birinci model, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist ülkelerde görülen ve işçi sınıfı diktatoryasına dayalı planlı ve devletçi ekonomidir. İkinci model, ABD ve Milletler Cemiyeti ülkelerinde görülen ve büyük eşitsizliklere yol açtığı için eleştirilen kapitalist gelişme yoludur. Kadrocuların üzerinde durduğu yeni üçüncü model ise, bağımsız bir ulusal ekonomi arayışında olan ülkelerin izlemesi gereken ve bu ülkeleri sömürge olmaktan kurtaracak planlı “milli ekonomi”dir. Liberalizmi “şuursuz iktisat siyaseti” olan gören ve “anarşik” tanımını getiren Kadro Hareketi yazarları ve hareketin ideolojik lideri Şevket Süreyya Aydemir, korumacı politikaları savunmuş ve otarşizme yakın bir ekonomik sistemden yana olmuşlardır. Kadro yazarları, Büyük Buhran’ı da kendi perspektiflerinden açıklamaya çalışmışlardır. Kadroculara göre anti-emperyalist devrimlerle sarsılan Batılı ülkelerde bu kriz kapitalizmin çökeceğinin işaretlerini vermektedir. “İşte şimdi biz, emperyalizmin hem çöküş ve dağılış çağı içinde, hem de artık hayat usaresi kalmayan, düşkün fakat sırnaşık teaddisi karşısındayız” (Aydemir, “Emperyalizm Şahlanıyor Mu ?”, sayfa 10, Kadro no: 16). Liberallerin sistemsizlik ve metotsuzluklarından yakınan Kadrocular, Lenin’in emperyalizm teorisinden de fazlasıyla etkilenmişlerdir.

Kadro Hareketi’nin ve Aydemir’in faşizm ve nasyonal sosyalizme yaklaşımı da oldukça enteresan ve tartışmalı bir konudur. Bazı akademik çalışmalarda hiçbir somut kanıt sunulmamakla birlikte, Kemalizm, Kadro Hareketi ve İtalyan Faşizmi’nin üçünün de otoriter nitelikli bir eğilim içinde oldukları ana temasından hareketle Kadro’nun faşizm kategorisi içinde incelemesi gerektiği ima edilmektedir. Giacomo Carretto’nun “1930larda Kemalizm-Faşizm-Komünizm Üzerine Polemikler” adlı makalesi bu paralelde yazılmış en bilinen eserdir.” (Türkeş, “Kadro Hareketi”, s. 53). Ancak Kadrocular’ın faşizme ve nasyonal sosyalizme bakışları kesin ve açık bir şekilde olumsuzdur. Kadrocular, faşizmi bazı yarı-kapitalist ülkeler tarafından kullanılan ve burjuva sınıfının çıkarına yarayan bir korporatizm anlayışı olarak gördüğünü vurgulamıştır. (Belge, “Faşizm ve Türk Milli Kurtuluş Hareketi”, ss. 36-39, Kadro no: 8). Türkeş’e göre, Kadrocular, daha sonraları fikirlerini daha da netleştirerek “faşizmin kapitalizmde doğal olarak var olan sınıf çatışmasını bastırmaya, uzlaştırmaya çalıştığını ve son analizde işçi sınıfının çıkarları pahasına sanayi burjuvazisinin çıkarlarını savunduğunu” belirtmişlerdir (Mustafa Türkeş, “Kadro Hareketi”, s. 127). Kadro’nun anti-emperyalist anlayışı da faşizm ve nasyonal sosyalizmle kesinlikle uzlaşmayacak ölçüde nettir. Kadro’nun bu tutumunu devlet politikası ve dönemsel koşullarla da açıklamak zordur. Zira İtalyan Faşizmi’nin “Mare Nostrum” politikası doğrultusunda Akdeniz’deki saldırgan tavrına karşı açıkça net bir tavır koyan Türkiye Cumhuriyeti devleti, Hitler’e rağmen Almanya ile olan ekonomik ilişkileri kesmemiş ve bundan istifade etmiştir. Ancak Kadrocuların hem İtalya, hem de Almanya’daki rejimlere karşı muhalif tavrı bu anlayışlarının pragmatist bir ölçekte olmadığının ispatıdır. Ayrıca Kadrocular ırkçılık karşıtı görüşlerini de birçok yerde açıkça belirtmiş ve faşizm ve nasyonal sosyalizm gibi ideolojilere karşı mesafeli olduklarını göstermişlerdir. Milliyetçilik ve otoriterlik bağlamında da Kadro Hareketi ve faşizm arasında bir ilişki kurmak zorlama olacaktır. Zira Kadrocular, anti-emperyalist ve yayılmacılık karşıtı ileri bir milliyetçiliği ve ulusal bağımsızlığı savunmuşlardır. Kadro ile faşizm arasında ilişki kurmak isteyenlerin sıklıkla gönderme yaptığı yazı, Yakup Kadri’nin derginin 11. sayısında yer almış “Ankara-Moskova-Roma” isimli makalesidir. Bu makalede, Karaosmanoğlu, Mussolini İtalya’sındaki coşkun ruhu ve disiplini övmüş ve şöyle demiştir; “Mussolini sayesinde daha doğrusu Faşizm sayesinde bütün İtalya kronometre gibi işleyen bir memleket halini almıştır” (Tekeli & İlkin, Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, s. 231). Yakup Kadri gibi Kadro Hareketi içerisinde edebiyatçı kimliğiyle ön plana çıkan birinin bu sözlerinden hareketle Kadro’ya ve Şevket Süreyya’ya “faşist” damgası vurmak kolaya kaçmak ve makro değerlendirme yapamamak olacaktır. Zaten Kadro yazarları faşizmle ilgili görüşlerini açıkça belirtmişlerdir. Örneğin, bizzat Şevket Süreyya, derginin 4. sayısında yayınlanan “Fikir Hareketleri arasında Türk Nasyonalizmi, FAŞİZM” isimli makalesinde faşizmin gelişmesinde İtalya’da 1918-1922 arasındaki dönemde yaşanan sancılı kapitalist süreçten bahseder ve faşizmin üzerindeki durduğu beş maddeyi sıralar: ulusal birlik, yönetici gücün tekeli, emperyalizm, devlet için yaşayan vatandaşlar ve sınıfların birliği (Aydemir, “Fikir Hareketleri arasında Türk Nasyonalizmi, FAŞİZM”, sayfa 9, Kadro no: 4). Her ne kadar Kadrocularda ulusal birlik ve yönetici gücün tekeli gibi konularda faşizmle paraleller bulmak mümkün de olsa, Kadro Hareketi’nin yaptığı sınıfsal analizler ve güçlü anti-emperyalist tutumu Kadrocuları faşizmden kesin bir çizgiyle ayırmaktadır. Aydemir, Hitler’in ırkçı yönünü de şu sözlerle eleştirmiştir; “Bundan başka Hitler, beyaz ırkın dünya üstünde yalnız iktisadi hakimiyetle iktifa etmesine de razı değildir. Esirlerin kanına susayan Neron gibi o da, milletlerin esaretine susamıştır” (Aydemir, “Fikir Hareketleri arasında Türk Nasyonalizmi, FAŞİZM”, sayfa 13, Kadro no: 4). Tüm bu nedenlerle, Kadro’nun ve Şevket Süreyya’nın anti-faşist bir düşünce sistemine sahip olduğunu iddia etmek doğru olacaktır.

Kadro Hareketi’nin ve Aydemir’in sosyalizme yaklaşımıysa oldukça karışık bir konudur. Bilindiği üzere Kadro Hareketi’nin dört önemli yazarı (Aydemir, Tör, Belge, Tökin) komünist geçmişleri bulunan ve yaptıkları devletçe sürekli izlenen kimselerdir. “Bu süreç içinde bir yandan Kadro dergisi çıkarılmakta, öte yandan benimsenen ideolojik çizginin programı aydınlatılmaktadır. Şevket Süreyya’nın Murat Belge’ye anlattığına göre, devlet bu konuyla yakından ilgilenmekte ve toplantıları izletmektedir” (Tekeli & İlkin, Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, ss. 143-144). Kadrocuların Marksizm’den kendi istekleriyle mi vazgeçtikleri, yoksa devlet baskısı nedeniyle takiyye mi yaptıkları asla kesin olarak bilinemeyecek bir konudur. Ancak Kadrocu yazarların yaşam öykülerine ve özellikle Şevket Süreyya Aydemir’in hayatı boyunca yazdıklarına bakarsak; Kadrocular, Marksizm’den koparak bir üçüncü yol olarak Kemalizm-sosyalizm sentezini yapmaya çalışmışlardır. Kadrocu düşüncede ülkeler arası eşitsizlikler, ülke içerisindeki sınıfsal eşitsizliklerden daha ön plandadır. Ayrıca Türkiye gibi kapitalist gelişmenin henüz yaşanmadığı ülkelerde sınıf farklılıkların ortaya çıkmadan önlenebileceğini iddia ederek Kadrocular, Marksizm’den farklı bir anlayışları olduğunu ortaya koymuşlardır. Kadrocular, cüretkâr bir şekilde tarihin Karl Marks’ı yanılttığını ve Türkiye’nin kapitalist dönem yaşanmadan sınıfsız toplum idealine ulaşabileceğini bile iddia eder. (Mustafa Türkeş, “The Ideology of the Kadro Movement: A Patriotic Leftist Movement in Turkey”, s. 110). Yine de Kadrocular, özellikle Batı ülkelerinin tarihsel gelişimini açıklamak için tarihsel maddecilik yöntemini ve Marksist şablonu sıklıkla kullanmışlardır. Özellikle Aydemir ve Tökin’in yazılarında Marksist argümanlara sıkça rastlanabilir. Ancak Kadrocular ve özellikle Şevket Süreyya, Batı ve Doğu toplumları arasındaki tarihsel-yapısal farklılıklara dikkat çekmiş ve Marksizm’in ancak Batı dünyasını anlamak için kullanılabileceğini iddia etmişlerdir. Devletçi bir ekonomiyle yeni oluşmakta olan sınıflar arasındaki çatışmalar önlenecek ve Türkiye kapitalist evreyi atlayarak sosyalizme Kemalizm yoluyla ulaşabilecektir. “Kadrocular, devletçiliği sınıf kavramını yok ederek sınıflararası çatışmayı önleyecek bir politika olarak kabul etmektedirler” (Heper & Canıvar, “Ülkü ve Kadro Dergilerinde Yayınlanmış Bazı Makalelerde Beliren Devletçilik Anlayışı”, s. 10). Akademisyen Mustafa Türkeş, Kadrocu yazarların tarihsel materyalizmi uygulamaktaki bu seçici tutumlarına dikkat çekmiştir.

Aydemir, ayrıca Batı’da oluşan sınıfsal eşitsizlikler kadar, Batı ülkelerinin sömürgecilik yoluyla doğu ülkelerinin ham madde kaynaklarını tüketerek ve bunları teknolojik, toplumsal gelişmelerinde kullanarak nasıl doğu ülkelerine üstünlük sağladıklarını belirtir. Kadrocular, devletin yapmayı düşündüğü toprak reformu konusunda sosyal sınıfların varlığını kabul ederken, diğer alanlarda solidarizm anlayışına karşı çıkmamaktadırlar. Bunun nedeni, Kadrocuların Kemalist rejimle ve onun en önemli unsurlarından biri olan Emile Durkheim’ın solidarizm anlayışıyla ters düşmemek istemeleridir. Zira Kadroculara göre, modern dünya düzeninde üç büyük çatışma alanı ve türü vardır. Birinci çatışma, işçi sınıfı ve kapitalist sınıflar arasında yaşanan ve yalnızca endüstrileşmiş Batı ülkelerinde görülen sorunlardır. İkinci tip çatışma, gelişmiş Batı ülkelerinin kendi aralarında yaşadıkları pazar bulma, silahlanma ve kalkınma yarışıdır. Üçüncü tip ve en önemli olan çatışma ise, gelişmiş Batı toplumlarıyla kapitalistleşmemiş sömürge ya da yarı-sömürge durumundaki Doğu ülkeleri arasında yaşanan sorunlardır. Aydemir’e göre, Marksizm ve Faşizm gibi ideolojiler kapitalist toplumlara ait tarihsel-yapısal gelişim ve sınıf çatışmaları sonucu ortaya çıkmış düşünce sistemleridir ve Türkiye’de uygulanması imkânsızdır.

Kadrocular, tarihi okurken Marksist-Leninist metotlar kullanmaktan kaçınmamışlardır. Mesela Aydemir, Lenin’in “emperyalizm teorisi”nden etkilenerek, emperyalizm olmadan kapitalizmin ayakta duramayacağını ve Batı’da sosyal devletin çökerek Marksist devrimlerin yaşanacağını ileri sürer. Bu nedenle ulusal bağımsızlık savaşları, Batı sömürgeciliğine ve dolayısıyla kapitalizme son verecek önemli olaylardır. Şevket Süreyya Aydemir, çok başarılı bir şekilde 20. yüzyılın anti-emperyalist devrimler çağı olacağını öngörmüştür. Türkiye’yi anti-emperyalist kapitalist veya sosyalist olmayan bu bloğun lideri olarak düşünmüş ve Kemalizm’i bu yönde tüm üçüncü dünya ülkelerine model olacak bir ideoloji yorumlamış ve tasarlamıştır. Bu konuda Aydemir’e kulak verelim; “İnkılabımızın, her biri ayrı ayrı kıymettar ve orijinal olan bu fikir ve nazariye unsurları birer birer izah edildikçe, bu esaslar inkılap nesli için kriteryumlar olacak, yeni ve standartlaşmış inkılapçı tip böyle doğacaktır. Bu tip her nerede, her ne şerait içinde olursa olsun, karşılaştığı her inkılap sahasında, aynı hadiseyi aynı kriteryumlara vuracak, aynı ölçülerde düşünecek, aynı neticelere varacak ve inkılabın kendisine has CİHANI TELAKKİ TARZI böyle vücut bulacaktır” (Aydemir, “Kadro”, sayfa 3, Kadro no: 1). Toplamak gerekirse, Kadro Hareketi ve Şevket Süreyya Marksizm’den fazlasıyla etkilenmesine karşın, tam anlamıyla Marksist bir hareket değildir. Diyebiliriz ki, daha sonra Latin Amerika’da ve üçüncü dünya ülkelerinde belirecek olan sosyalizm anlayışına uygun bir düşünce sistemine ulaşmışlardır. Türkeş’in iddialarına karşın, Kadrocuların fanatik seküler tutumları onları Sultan Galiyev ve İslami sosyalizmden de uzaklaştırmaktadır. Bu nedenlerle, Kadro ile Bağımlılık Okulu ve Dünya Sistemi Teorisi arasında bir bağ kurmak daha mantıklı olacaktır.

Şevket Süreyya Aydemir’in Yön Dergisi’ndeki yazıları da ideolojik çizgisini belirlemek açısından bize çok yardımcı olabilir. Aydemir, Yön’deki yazılarında sıklıkla “Türk Sosyalizmi” terimini kullanmıştır. Türkiye’nin emperyalist-kapitalist ülkelerle işbirliği yaptığından yakınan Aydemir, Demokrat Parti döneminde Cezayir’in bağımsızlığının tanınmamasının ne denli büyük bir utanç olduğundan bahseder. Aydemir’e göre, Türk Sosyalizmi’nin ilk önemli ilkesi demokrasidir. Çünkü Kemalist Devrim, memleketin istiklali için olduğu kadar halkın kayıtsız-şartsız hâkimiyeti için yapılmıştır. Aydemir’e göre, özel mülkiyet tam anlamıyla yok edilmeyecek; ancak ekonomide planlı, devletçi bir sistem belirlenecek ve bu yolla büyük sanayilerin şahısların eline geçmesine engel olunacaktır. Ayrıca büyük toprak sahiplerinin mallarına da el konulacak ve köylüler arasında eşit bir bölüşüm yaptırılacaktır. Aydemir’in düşüncesinde, Türk Sosyalizmi dine karşı değildir, ancak laikliğin yılmaz bir savunucusudur. Yine Aydemir’e göre, Türk Sosyalizmi bir sınıfın diğeri üstündeki diktatörlüğünü savunmamaktadır ve bunun için sınıfsal farklılıkların derinleşmemesi, sınıf kavgalarının önlenmesi adına planlı bir ekonomik sistem uygulanacak, adil bölüşüm sağlanacak ve tüm yurttaşlara özgür ve ferah bir yaşam olanakları tanınacaktır. Aydemir’e göre, Karl Marks değerlendirmelerinde haklı olmasına karşın ,durum o öldüğünden beri çok değişmiştir. Marks’ın döneminde devlet tamamen burjuvazinin tekelindedir. Ancak artık devletin bir sınıfın tekelinde olma dönemi sona ermektedir. Proletarya örgütlenmiş ve demokratik yollarla haklarını savunabilmektedir. Bu nedenle, devletin görevi halen ağırlığı fazla olan burjuvazinin gücünü işçi sınıfı lehine kırmak ve gerçek bir demokrasinin hüküm sürmesini sağlamaktır. Aydemir’in düşlediği sistem, defalarca belirttiği üzere, imtiyazsız, sınıfsız ve kaynaşmış bir millettir. Ancak 1960’larda hâkim olan tezler, sınıfsal toplum idealine ancak proletarya diktatörlüğü ile ulaşılabileceği yönündedir ve bu nedenle Aydemir hem soldan, hem de sağdan acımasız eleştiriler almaktadır. Zaten o yıllarda sağlığı bozulacak ve çalışmalarına ara verecektir. Doğan Avcıoğlu ile yaşadığı polemik sonrası yazılarına yalnızca Cumhuriyet Gazetesi’nde devam etmiş ve ideolojik tartışmalardan uzak güncel konular ve Atatürk hakkında yazılar yazmıştır.

Sonuç
Şevket Süreyya Aydemir’in ideolojik konumu hakkında genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, rahatlıkla söylenebilir ki, karşı yönde bazı argümanlara karşın, kendisi şiddetli bir anti-faşist ve anti-liberaldir. Tarihi okurken Karl Marks’tan fazlasıyla faydalanmasına karşın, tam anlamıyla bir Marksist de değildir ve diğer Kadro yazarları ile birlikte kendine özgü bir Kemalizm-Sosyalizm sentezi anlayışı oluşturmuştur. Bu sentezde Baas Partisi düşüncesi, Dünya Sistemi Teorisi ve Bağımlılık Okulu’na benzer birçok nokta bulunmaktadır. Aydemir, sınıfsız bir toplum idealinin işçi sınıfı diktatoryası olmadan yaşanabileceğine inanmış ve demokrasinin bunun için kilit unsur olduğunun altını kalınca çizmiştir. Büyük ölçekte özel mülkiyete karşı olmasına karşın, Aydemir özel mülkiyeti de reddetmemektedir. Ekonomide savunduğu sistem planlı, devletçi bir milli ekonomi modelidir. Ayrıca din karşıtı değildir, ancak laikliği sonuna kadar sahiplenmektedir. Demokrasi yanlısı olmasına karşın, halkın demokrasi için yeterli birikime sahip olmadığını düşünmekte ve bu nedenle eğitim sisteminin geliştirilmesine büyük önem vermektedir. Son tahlilde, Şevket Süreyya Aydemir’in Türk Sosyalizmi, ulus-devleti temel alan ve enternasyonal nitelikte bir sosyalist devrimin ancak ulus temelinde bir devrim tamamlandıktan sonra gerçekleşebileceğini savunan niteliktedir. Aydemir, yalnızca kendi ülkesinde ezilen kesimlerin yanında olmamış, farklı ülkelerde ezilen kesimler ve genel olarak dünya sisteminde diğer ülkeler karşısında ezilen tüm uluslara sahip çıkmaya çalışmıştır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKÇA
  • Aydemir, Şevket, Süreyya (1932), İnkılap ve Kadro, Ankara: Ahmet Halit Kitaphanesi.
  • Aydemir, Şevket Süreyya (2005), Suyu Arayan Adam, İstanbul: Remzi Kitabevi.
  • Biyografi.net, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=685.
  • Harris, George (2002), The Communists and The Kadro Movement Shaping ideology in Atatürk’s Turkey, İstanbul: The Isis Press.
  • Harris, George S. (1975), Türkiye’de Komünizmin Kaynakları, İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
  • Heper, Metin & Canıvar, Gülser (1977), “Ülkü ve Kadro Dergilerinde Yayınlanmış Bazı Makalelerde Beliren Devletçilik Anlayışı”, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, c. 4-5.
  • Kadro Aylık Fikir Mecmuası, 1932, sayı 1, 2, 3, 4, 8, 12, 16, 2. Kanun.
  • Kim Kimdir, http://www.kimkimdir.gen.tr/kimkimdir.php?id=518.
  • Lipovsky, Igor (1992), The Socialist Movement in Turkey, New York: E.J. Brill.
  • Özdemir, Hikmet (1986), Kalkınmada Bir Strateji Arayışı Yön Hareketi, Ankara: Bilgi Yayınevi.
  • Tekeli, İlhan & İlkin, Selim (2003), Kadrocuları ve Kadro'yu Anlamak, 2003, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
  • Türkeş, Mustafa (1999), “The Ideology of the Kadro Movement: A Patriotic Leftist Movement in Turkey”, Turkey Before and After Atatürk (editör: Sylvia Kedourie), London: Frank Cass Publishers.
  • Türkeş, Mustafa (1999), Kadro Hareketi Ulusçu Sol Bir Akım, Ankara: İmge Kitabevi.
  • Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eevket_S%C3%BCreyya_Aydemir.

[1] Kitapları için; http://www.kitapyurdu.com/yazar/sevket-sureyya-aydemir/5079.html.
[2] Bakınız; http://www.kitapyurdu.com/kitap/bir-cumhuriyet-oykusu-kadroculari-ve-kadroyu-anlamak/53970.html.

18 Ağustos 2017 Cuma

Yeni Makale: "Military Coups: Do They Still Matter in the 21st Century and the Turkish Example"


Uluslararası Politika Akademisi (UPA) Genel Koordinatörü ve Beykent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (İngilizce) bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci’nin "Military Coups: Do They Still Matter in the 21st Century and the Turkish Example" adlı makalesi, Scottish Journal of Arts, Social Sciences and Scientific Studies (SJASS) dergisinin Ağustos 2017 tarihli 29. cildinin 2. sayısında yayınlandı. Aşağıdaki linkten bu makaleye ulaşabilirsiniz.

Homeland Dizisi ve Popüler Kültürde 'Güvenlikleştirme' Siyaseti


Giriş
“Homeland” dizisi[1], 2011 yılından beri Showtime Networks kanalında yayınlanmakta olan popüler bir Amerikan televizyon dizisidir. İstihbarat-suç-aksiyon-gerilim tarzındaki dizi, Howard Gordon ve Alex Gansa tarafından İsrail TV dizisi Hatufim (Türkçesiyle “Savaş Esirleri”, İngilizcesiyle “Prisoners of War”) dizisi[2] temel alınarak geliştirilmiş ve Gideon Raff tarafından yaratılmıştır. Dizinin başrollerindeki oyuncular; CIA ajanı Carrie Mathison rolündeki Claire Danes, CIA şefi Saul Berenson rolündeki Mandy Patinkin, CIA tetikçisi Peter Quinn rolündeki Rupert Friend, bir diğer CIA şefi Dar Adal rolündeki F. Murray Abraham ve El Kaide tarafından tutsak alınıp radikal İslamcı bir teröriste dönüştürülen Amerikan askeri Nicholas Brody rolündeki Damian Lewis’tir. Dünya çapında büyük ilgi gören ve Altın Küre ödülleri de kazanarak kısa sürede fenomen haline gelen dizi, tartışmalı siyasi konulara girmesi ve güvenlikçi bir siyasi perspektif sunmasıyla benzerleri arasında hemen sivrilmiştir. Dizinin üst düzey kalitesinin yanında, konu seçimleri ve sunduğu güvenlikçi ve realist siyaset perspektifi de bu başarıda oldukça etkili olmuştur. Bu yazıda, bu fenomen dizi hakkında bilgi verilecek ve sonrasında dizinin ilk 4 sezonunda işlenen konular ve sunulan perspektif bağlamında popüler kültürdeki “güvenlikleştirme siyaseti” olgusu tartışmaya açılacaktır.

Homeland’in çekirdek kadrosu

Homeland Dizisi: Karakterler ve İlk Dört Sezonda İşlenen Konular
Homeland dizisi, temel itibariyle Amerikan istihbarat teşkilatı CIA’in dünyada güvenlik tehditleriyle mücadele etmesini konu almaktadır. İlk 3 sezonda dizideki ana oyuncular; bipolar bozukluk hastası yetenekli bir CIA ajanı olan Carrie Mathison (Claire Danes), deneyimli bir CIA şefi olan ve CIA’in güvenlik politikalarına yön verebilen kudretteki Saul Berenson (Mandy Patinkin) ve El Kaide tarafından kaçırılıp 7 sene işkence gördükten sonra kurtarılan ve ülkesine kahraman olarak dönen bir ABD askeri olan Nicholas Brody’dir (Damian Lewis). İlerleyen sezonlarda aldığı her emri sorgulamadan yerine getiren acımasız CIA tetikçisi Peter Quinn (Rupert Friend) ve Berenson’la rekabet içerisindeki bir diğer CIA şefi Dar Adal (F. Murray Abraham) karakterleri de dizinin ana oyuncuları haline gelecek, ayrıca 3. sezondan itibaren Brody karakteri (İran’da idam edilerek öldürülüyor) dizide yer almayacaktır. Dizide bu kişiler dışında onlarca ilginç yan karakter de yer almaktadır. Şimdiye kadar 6 sezon ve 72 bölüm olarak çekilen dizinin 7. sezonu daha yeni başlamış ve henüz 2 bölüm yayınlanmıştır. Dizinin 12 bölümlük 7. sezon ve 12 bölümlük 8. sezonunun ardından sona ermesi planlanmaktadır. Ülkemizde de ilgiyle takip edilen dizinin, yapımcı şirketin talebiyle, bir sezonu (4. sezon) Türkiye’de çekilmek istenmiş; ancak dizide yer alan İran’ın kara para aklama faaliyetlerinin Türkiye’yi de kötü göstereceği endişesiyle çekimlere Türk hükümetince izin verilmemiştir.[3] Bunun üzerine, senaryoya göre başta İstanbul’a atanan Carrie Mathison karakteri, daha sonraki gelişmeler neticesinde Pakistan’a atanmıştır.

Dizinin ilk sezonunda, El Kaide tarafından esir tutulduktan sonra ülkesine kahraman olarak dönen ve siyasette de hızla yükselmeye başlayan Nicholas Brody karakterine odaklanılmakta ve Brody’nin ABD’ye dönüşü sonrasında yaşadıkları anlatılmaktadır. CIA analisti Carrie Mathison, ilk günden itibaren Brody’nin esir tutulduğu dönemde maruz kaldığı işkence ve olaylar nedeniyle beyninin yıkanmış olabileceğini düşünmekte ve onun terörist olduğundan şüphe etmektedir. Bu nedenle Brody'i takip etmek için yasal ve yasadışı birçok yöntem kullanan Mathison, bu konuda şefi ve ustası Berenson’la ve onun amiri David Estes’le (David Harewood) sorunlar yaşamakta ve hatta sonunda işini kaybetmek zorunda kalmaktadır. Mathison-Saul ikilisi, ülke çapında büyük bir kahraman olarak görülen Brody’i teşkilatın resmi faaliyetleri dışında sürekli göz hapsinde tutmaktadırlar. Hakikaten de, Nicholas Brody, maruz kaldığı ağır işkenceler ve üzerinde uygulanan psikolojik teknikler neticesinde El Kaide sempatizanı bir Müslüman’a dönüşmüş, ama bunu çok iyi gizlemektedir. Sezon sonunda, Brody, ABD Başkan Yardımcısı’nı ve yanındaki önemli kişileri öldürme şansı yakalar; ama şans eseri üzerine giydiği suikast yeleğinin bomba mekanizması çalışmayınca operasyonu gerçekleştiremez. Ancak bu eylemi öncesinde herşeyi itiraf ettiği ve yaptıklarını izah ettiği bir video kaydeder ve bu video kaydı evinde sakladığı yerden çalınır. .

İkinci sezon, ilk sezonun devamı niteliğinde Saul ve Carrie’nin Brody’i takip etmeleriyle devam eder. Kongre üyesi seçilen Brody, aşk yaşamaya başladığı Carrie’nin çabaları sayesinde ikili ajan haline gelir ve hem CIA’e, hem de El Kaide’ye bilgi vermeye başlar. CIA, özellikle birçok terör eylemini organize eden ve Brody’nin tutsak tutulduğu dönemde ABD’nin düzenlediği bir hava saldırısında oğlunu kaybeden Abu Nazir’le (Navid Negahban) yakından ilgilenmektedir. Nazir, Brody’nin iki taraflı oynadığını düşündüğü halde, onun siyasette iyi bir yere gelmesi durumunda örgüte yardım edebileceğini düşünmekte ve bu nedenle onunla irtibatı koparmamaktadır. Nitekim Brody, onun emirleri doğrultusunda Başkan Yardımcısı’nı öldürür. Artık kendisinin ABD Başkan Yardımcısı olma yolu açılmıştır ve buna en çok sevinen de Nazir’dir. Ancak Brody’nin verdiği bilgiler sayesinde ABD’ye gelen Nazir öldürülür. Sezon sonundaysa, Nazir’in intikamını almak isteyen El Kaide’nin düzenlediği bir eylem sonucunda, Langley’deki CIA merkezinde yaşanan büyük bir patlamada onlarca teşkilat çalışanı ölür. Brody’nin bu saldırıyla alakası olmadığı halde, önceki eylemi için kaydettiği video Nazir’in adamları tarafından medyaya sızdırılır. Böylelikle, herkesçe bu eylemi Brody’nin yaptığı düşünülür. Brody, Carrie’nin yardımıyla ülkeden kaçar.

Homeland jeneriği

Üçüncü sezonda, Brody, Venezulea’da Caracas’da saklanmaya çalışmakta, ama burada kendisini saklayan ve alıkoyan adamlar tarafından uyuşturucu bağımlısı yapılmaktadır. Patlamada David Estes’in ölümü sonrası CIA’in geçici direktörü olan Saul Berenson ise, Carrie ile beraber İran istihbaratına yönelik faaliyetlerini yoğunlaştırmaktadır. Bu noktada müthiş bir aldatmaca planı uygulayan Saul, Carrie’yi teşkilattan atılmış ve dışlanmış gibi göstermekte ve İran istihbaratının ona yakınlaşma çabalarını yakından takip etmektedir. Bu çalışmaların sonucunda, İran istihbaratının iki numaralı ismi olan Majid Javadi (Shaun Toub), Saul ve Carrie tarafından ABD’ye çalışması için ikna edilir. Plan basittir; Javadi İran istihbaratının başına geçirilecek ve olası ABD-İran Savaşı'nı önlemek için Saul’la koordineli hareket edecektir. Bunun karşılığında, Javadi’nin yaptığı yolsuzluklarla ilgili belgeleri, CIA, İran’a vermeyecektir. Bu amaçla Caracas’tan kurtarılan Nicolas Brody, gizlice ABD’ye geri getirilir ve operasyon için hazır hale getirilerek Irak sınırından geçer ve İran güvenlik güçlerine teslim olur. İran’da kahraman olarak karşılanan Brody, şartlar aleyhine olmasına karşın büyük bir cesaretle üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirir ve İran istihbaratının bir numaralı ismi Danesh Akbari’yi öldürür. Ancak daha sonra Brody yakalanır ve İran’da asılarak idam edilir. Brody’nin ölümü nedeniyle bunalıma giren Carrie ise, yeniden resmi olarak teşkilata döner ve İstanbul’a şef olarak atanır. ABD ile İran arasında Saul ve Javadi’nin çalışmaları sayesinde nükleer anlaşma yapılır ve savaş riski ortadan kalkar.

Dördüncü sezonda, Carrie, bir görev değişikliği sonucu İstanbul yerine Pakistan’da çalışmaya başlar. Pakistan’da görev yapan CIA istasyon şefi Sandy Bachman’ın öldürülmesi nedeniyle bu ülke ile ABD arasındaki ilişkiler gergindir. Ayrıca Pakistan istihbaratı da CIA’e yönelik karşı operasyonlar düzenlemekte ve onları çok zor duruma düşürmektedirler. Özellikle Pakistan’da görev yapan ABD Büyükelçisi Dana Boyd’un akademisyen kocası Dennis Boyd’un Pakistan istihbaratına bilgi vermesi nedeniyle, CIA’in işleri çok kötü gitmektedir. Bir diğer önemli sorun ise, Usama Bin Ladin benzeri bir terörist lider olan Haissam Haqqani’nin (Numan Acar) faaliyetleridir. Haqqani, Saul’un kaçırılmasını organize eder ve onun karşılığında birçok El Kaide militanının serbest bırakılmasını sağlar. Pakistan istihbaratından bazı kişiler de ona yardımcı olmaktadır. Ancak Haqqani’nin planı bununla da sınırlı değildir; Dennis Boyd’dan alınan bilgiler sayesinde ABD Büyükelçiliği’ne büyük bir terör saldırısı düzenlenir. Burada birçok kişi öldürülür. Peter Quinn, intikam için Haqqani’yi kendi başına öldürmeye karar verir. Ancak Carrie’nin Dar Adal’ı Haqqani ile beraber görmesi herşeyi değiştirir. CIA, Haqqani ile bir anlaşma yapmıştır. Bu duruma sinirlenen Carrie teşkilattan ayrılır ve Almanya’da özel bir firmada görev yapmaya başlar. Peter Quinn ise Suriye’de tehlikeli görevler üstlenir.

Güvenlikleştirme Olgusu
Akademik literatüre ilk kez 1995 yılında Ole Waever’in yazdıklarıyla[4] giren “güvenlikleştirme” (securitization) kavramı, daha sonra Kopenhag Okulu’nun[5] çalışmaları sayesinde Uluslararası İlişkiler alanında önemli bir yaklaşım haline gelmiştir.[6] Kopenhag Okulu, en önemli temsilcileri Barry Buzan, Ole Waever and Jaap de Wilde olarak sayılabilecek realizm temelli ve güvenlik odaklı bir yaklaşıma sahiptir. Bu üçlünün yazmış olduğu Security: A New Framework for Analysis kitabı[7], bu ekolün başucu eseri durumundadır. Gözügüzelli’ye göre, çağdaş güvenlik çalışmalarına yeni bir güvenlik düşüncesi getirerek güvenliğin analizini sağlayan Kopenhag Okulu, 1980’lerden sonra ortaya çıksa da, esasen çalışmaları Soğuk Savaş’ın bitmesi ile ön plana çıkan ve güvenlik çalışmalarına ivme kazandıran bir ekoldür.[8]

Security: A New Framework for Analysis

Bu ekolü oluşturan Ole Waever’a göre, güvenlik, bir güvenlik tehdidinin varlığı ve buna karşı birtakım tedbirlerin alındığı durumu ifade etmektedir.[9] Güvenliksizlik ise, bir güvenlik probleminin olduğu, ancak buna karşı yeterli tedbirin alınmadığı veya cevabın verilmediği bir durumu anlatmaktadır. Baysal ve Lüleci’ye göre; “İnşaacı (constructivist) bir temele sahip olan güvenlikleştirme teorisi, güvenliği söz-edim (speech act) olarak görür. Teoriye göre; güvenlik konuları, söz-edimler sayesinde birer güvenlik tehdidi olarak inşa edilmektedir. Bu sayede, inşa edilmiş olan güvenlik tehditlerine karşı olağanüstü yollara başvurulması meşru hâle gelmektedir. İktidar sahipleri, olağanüstü tedbirler almak istedikleri konuları, hâlihazırda güvenlik tehdidi olarak sunmak suretiyle, uygulayacakları yaptırımları meşrulaştırma yolunu seçebilmektedir.”[10] Bu bağlamda, güvenlikleştirme siyaseti şöyle bir sıralama izler; önce politize edilmemiş ve devletin ilgi alanına girmeyen konular politikleştirilir ve söz-edimler yoluyla siyasi gündem maddesi haline getirilir. Daha sonra ise, politik hale getirilen konunun güvenlik riskleri içerdiği işlenerek, konu, devletin kural koyucu ve hatta tekel olduğu bir tehdit meselesi olarak lanse edilir. Bu sayede, bu alana devletin hükmetmesi ve kendisine karşıt ya da kendisinden bağımsız hareketler geliştirmesi engellenir. Bunu Başar Baysal ve Çağla Lüleci’nin makalelerinde kullandığı tablo ise göstermek gerekirse:

Güvenlikleştirme mantığı

Bunun tersi niteliğindeki “güvenlik dışılaştırma”-"güvenliksizleştirme" (desecuritization) ise, daha önce tehdit olarak kabul edilen bir olgu, hareket ya da kişinin artık tehdit olarak kabul edilmemeye başlamasıdır. Gözügüzelli’ye göre, sorun politikacıların uzun süre dikkatini çekmez ise, kendiliğinden hallolma yoluna girer.[11] Ya da güvenlikleştirme akışının tersine bir şekilde, bir konu güvenlik meselesi olmaktan çıkarılarak zamanla yalnızca bir siyasi mesele haline getirilebilir ve ilerleyen süreçte politik yönü de aşındırılarak sorun olmaktan çıkarılır.

Homeland Dizisi ve Güvenlikleştirme Siyaseti
Homeland dizisinin ilk 4 sezonunda yayınlanan bölümleri incelendiğinde, yapımın, Amerikan dış politikası ve güvenlik anlayışının ana çizgisiyle de uyumlu şekilde, bazı meseleleri ve olguları güvenlikleştirdiği kolaylıkla fark edilebilir. Öncelikle, Nicholas Brody karakteri ile El Kaide ve benzeri terör örgütlerinin eline esir düşen kişiler ciddi bir güvenlik riski olarak tanımlanmaktadır. Nitekim Brody, burada kendisine yapılanlar sonucunda önce Müslüman olmakta, sonra da El Kaide eylemcisi haline gelmektedir. Yine ABD’ye dönüşü sonrasında Brody’nin garajında namaz kılmaya başladığının fark edilmesi sonrasında kendisine aile bireyleri tarafından gösterilen tepkiler, İslam dininin ve İslam dinine uygun dini ritüel ve pratiklerin de yaygın Amerikan eğilimlerine uygun şekilde bir güvenlik meselesi olarak algılandığını göstermektedir. Elbette bu durum, Homeland dizisiyle başlamış bir şey değildir ve Batı dünyasında İslam dünyasının nasıl algılandığı ve ekonomik ve siyasi sorunlar nedeniyle Müslüman toplumların ne halde olduğuyla da yakından alakalıdır. Ancak dizi, bu gibi popüler imge ve söylemleri yeniden üreterek, bunları beslemekte ve daha da güçlü kılmaktadır. Her ne kadar dizide başörtülü CIA çalışanı muhasebeci gibi karakterlerle tüm Müslümanların kötü veya terörist olmadığı vurgulansa da, genel bakış açısının Müslümanlarla alakalı olarak son derece önyargılı olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum, ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın siyasetiyle de gayet uyumludur.

Nicholas Brody karakteri namaz kılarken

Bu bağlamda dizide hedef olarak seçilen dış tehdit ülkeleri de oldukça önemlidir. El Kaide ve benzeri terör örgütlerine ev sahipliği yapan Müslüman coğrafyası ve özellikle Pakistan, Afganistan ve İran gibi ülkeler, dizide Amerikan istihbaratı açısından en riskli ve düşman durumundaki ülkeler olarak gösterilmektedir. Diziye göre, Araplar, terör örgütlerine doğal kaynak sağlayan bir millet durumunda ve Nazir karakterinin olduğu gibi kökten Batı karşıdırlar. Ayrıca Pakistan, ABD ile oldukça yakın ilişkileri olan bir ülke olmasına karşın, dizide oldukça olumsuz yansıtılmış ve Pakistan istihbaratı ile El Kaide’nin ortak çalıştığı vurgulanmıştır. İran da, ABD’ye karşıt terör eylemleri ve istihbarat operasyonlarını organize eden tehlikeli bir ülke olarak sunulmuş; fakat Barack Obama döneminde yapılan nükleer anlaşmayı anımsatır bir şekilde, bu ülke ile bir anlaşmanın daha faydalı olabileceği görüşü dizide yansıtılmıştır.

Yine dizide ABD'nin her konuda doğru, iyi ve güzeli temsil eden taraf olarak sunulması oldukça dikkat çekicidir. Elbette ABD, demokratik ve insan haklarına saygılı bir devlettir ve birçok açıdan dünyada yaşanması en rahat ülkelerden birisidir. Lakin hiçbir ülke, her konuda yüzde yüz haklı olamaz. ABD'nin de geçmişte ve günümüzde dış politika ve iç politikasında birçok yanlışlığı olmuştur ve olmaktadır. Şimdilerde bu ülkede devam eden ve bizzat Hıristiyan beyaz Amerikalıların organize ettiği ırkçı gösteriler, bunun en somut örneğidir. Bu nedenle, bu tarz yapımlarda daha dengeli bir anlatım dilinin kullanılması beklenebilir.

Sonuç
Homeland dizisi ve benzeri filmlerde yansıtılan bu görüşler ve stereotipiye dayalı kalıplar, dün İspanya’da ve son aylarda Avrupa’da yaşanan terör eylemleri de düşünüldüğünde, kesinlikle haksız ve nedensizdir denmeyebilir. Ancak burada kritik husus, neyin güvenlikleştirileceği meselesidir. Bir dinin toptan güvenlik meselesi yapılması, aslına bakılırsa daha büyük güvenlik risklerine de neden olabilecek olayların başlamasına neden olabilir. Zira milyarlarca inananı olan semavi dinler, yüzlerce yıldır ayakta kalabilmiş çok güçlü söylemlerdir. Bu nedenle, dinin kendisi ile dine dayalı siyaset yapanların ve hatta bu siyasette şiddet kullanımını meşru görenlerin ayrıştırılması, popüler kültürde güvenlikleştirme söylemi yaparken dikkat edilecek hususlardandır.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



[1] Resmi web sitesi - http://www.sho.com/homeland.
Imdb.com - http://www.imdb.com/title/tt1796960/
Wikipedia - https://en.wikipedia.org/wiki/Homeland_(TV_series)
Vikipedi - https://tr.wikipedia.org/wiki/Homeland
[2] Bakınız; http://www.imdb.com/title/tt1676462/.
[3] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/126813/Turkiye_Homeland_dizisinin_cekimlerine_izin_vermedi.html.
[4] Bakınız; Ole Waever, “Securitization and Desecuritization”, Ronnie D. Lipschutz (ed.), On
Security, New York: Columbia University Press, 1995.
[5] https://en.wikipedia.org/wiki/Copenhagen_School_(international_relations).
[6] Temel bilgiler için bakınız; https://en.wikipedia.org/wiki/Securitization_(international_relations).
[7] https://www.amazon.com/Security-Framework-Analysis-Barry-Buzan/dp/1555877842.
[8] Emete Gözügüzelli (2016), “Belçika’da Güvenlikleştirilen Sözde Ermeni Soykırımı, İslamofobi ve Belçika Türkleri”, içinde Ozan Örmeci & Hüseyin Işıksal (eds.) Mavi Elma: Türkiye-Avrupa İlişkileri, s. 678.
[9] Ole Waever, “Securitization and Desecuritization”, Ronnie D. Lipschutz (ed.), On
Security, New York: Columbia University Press, 1995, s. 7, Aktaran: Baysal, Başar & Lüleci, Çağla, “Kopenhag Okulu ve Güvenlikleştirme Teorisi”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Yıl: 11, Sayı: 22, Erişim Tarihi: 18.08.2017, Erişim Adresi: http://dergipark.ulakbim.gov.tr/guvenlikstrtj/article/view/5000148022.
[10] Baysal, Başar & Lüleci, Çağla, “Kopenhag Okulu ve Güvenlikleştirme Teorisi”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, Yıl: 11, Sayı: 22, Erişim Tarihi: 18.08.2017, Erişim Adresi: http://dergipark.ulakbim.gov.tr/guvenlikstrtj/article/view/5000148022.
[11] Emete Gözügüzelli (2016), “Belçika’da Güvenlikleştirilen Sözde Ermeni Soykırımı, İslamofobi ve Belçika Türkleri”, içinde Ozan Örmeci & Hüseyin Işıksal (eds.) Mavi Elma: Türkiye-Avrupa İlişkileri, s. 681.

17 Ağustos 2017 Perşembe

Demokrasiye Geçiş Modelleri: Türkiye Örneği


Otoriter ya da totaliter sistemlerden çok partili demokratik bir siyasal dizgeye geçiş konusu, Siyaset Bilimi’nin Karşılaştırmalı Politika alanında en çok araştırılan meselelerin başında gelmektedir. 1950 yılında Türkiye’de yaşanan dönüşüm gibi başarılı örnekleri olsa da, aslında demokrasiye geçiş son derece riskli bir olgudur ve genellikle olağan dönemlerde başarıyla sonuçlanmamaktadır. Bu yazıda, Prof. Dr. Ergun Özbudun’un Türk Siyasal Hayatı adlı ders kitabındaki bazı görüşlerinden yola çıkarak demokrasiye geçiş modellerini açıklamaya ve Türkiye'nin çok partili siyasal sisteme geçişini yorumlamaya çalışacağım.

Prof. Dr. Ergun Özbudun

Öncelikle, demokrasiye geçiş konusunda üç temel model olduğunu belirtmekte fayda var. İlki, ruptura adı verilen ve yürürlükteki kurumsal düzenlemelerden ani bir kopuşu temsil eden modeldir. Bu modelde, mevcut sistemin çöküşü ardından yeni ve demokratik bir rejim kurulur. Sovyetler Birliği’nin dağılması ardından Rusya Federasyonu’nun kurulması buna bir örnektir. Yine Almanya ve İtalya’da faşist rejimlerin İkinci Dünya Savaşı’nda alınan mağlubiyetlerin ardından çökmesinin neticesinde bu ülkelerde kurulan çok partili demokrasiler, bu modele uygun örneklerdir. Devrim yoluyla demokrasiye geçişler de (örneğin Çekoslovakya’daki Kadife Devrim) bu modele uygun örneklerdir. İlginç bir şekilde, askeri darbeler sonrasında da çok partili demokratik hayata geçilebilir. Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında yaşanan ve Cumhuriyet tarihinin en özgürlükçü metinlerinden olan 1961 anayasası ile neticelenen demokratik dönüşüm ve yine Portekiz’de 1974’teki Karanfil Devrimi (temelde halk destekli bir askeri darbedir) sonrasında yaşanan hızlı demokratikleşme süreci, bu açıdan oldukça ilginç örneklerdir. Bu model, hızlı dönüşümü içermesi nedeniyle bazı aksaklıklara da yol açabilir. Ancak halkta büyük öfke birikimine yol açmış iktidarların olması durumunda, bu model kaçınılmaz hale gelebilir.

İkinci model, reforma adı verilen ve iktidar sahiplerinin bilerek ve isteyerek kendi kontrollerindeki devleti reform yoluyla çok partili demokrasiye hazır hale getirmeleri sonucunda ortaya çıkan demokratik geçiştir. Belki de en ideal model olan bu olgu, genelde otoriter, totaliter veya diktatoryal yönetimlerin demokrasiye sıcak bakmaması nedeniyle nadiren başarılı şekilde gerçekleşebilir. Bu bağlamda, Türkiye’de İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde CHP’nin tek partili yönetiminden Demokrat Parti’nin iktidara geldiği çok partili sisteme geçilmesi, büyük ve tarihi bir başarıdır. Nitekim çok partili siyasal hayata geçiş için gerekli yasal altyapı oluşturulduktan sonra, Milli Şef İsmet İnönü, 12 Temmuz Beyannamesi olarak adlandırılan 1947 yılındaki ünlü konuşmasıyla tarafsız bir Cumhurbaşkanı olarak davranmaya başlamış ve DP’nin iktidar yolunu açmıştır.

Üçüncü model ise, pactada (pakt yoluyla sözleşmeli geçiş) adı verilen ve bir ülkedeki iktidar sahiplerinin güç dengelerinin kendi aleyhlerine değiştiğini görerek bir anlaşma yoluyla iktidarı başka bir güce devretme modelidir. İspanya’daki General Franco dönemi ardından yaşanan çok partili demokrasiye geçiş süreci (Transición Demócratica) bunun en mükemmel örneğidir. Yeni bir Kurucu Meclis’in seçilmesi ve otoriter yönetimde ısrarcı olanların tasfiyesini içeren bu süreç, İspanya’da da hiç de kolay olmamış ve bu dönemde bir Avrupa ülkesi olan İspanya’da başarısız bir askeri darbe girişimine bile şahit olunmuştur.

Pactada ve özellikle de reforma modelleri açısından kritik bir unsur da ılımlılar ve radikallerle alakalıdır. Ilımlılar, siyasette köktenci ve hızlı bir dönüşümden yana olmayan ve aşırılıklara karşı olan kişiler olarak tanımlanabilirler. Bu bağlamda, liberalizm, sosyal demokrasi ve muhafazakâr demokrasi günümüzdeki en önemli ılımlı ideolojilerdir. Radikaller ise, bir görüşe sıkı sıkıya bağlı ve çok sert değer yargıları olan kişileri kastetmek için kullanılır. Günümüzdeki radikal ideolojiler ise, faşizm, komünizm ve İslamcılık olarak sıralanabilir. Demokrasiye geçiş süreçlerinde her iki tarafta da (iktidar ve muhalefet) ılımlı aktörlerin olması bir avantajdır. Bu noktada karşımıza şöyle bir tablo çıkar:

İKTİDARDA ILIMLILAR vs. MUHALEFETTE ILIMLILAR: DEMOKRASİ
İKTİDARDA RADİKALLER vs. MUHALEFETTE ILIMLILAR: OTORİTERLEŞME
İKTİDARDA ILIMLILAR vs. MUHALEFETTE RADİKALLER: DEVRİM
İKTİDARDA RADİKALLER vs. MUHALEFETTE RADİKALLER: İÇ SAVAŞ

Bu açıdan Türkiye’deki siyasal dönüşüm süreci incelendiğinde; İsmet İnönü’nin 1930’lar ve 1940’lardaki aşırı devletçi görüşlerinden sıyrılması ve partideki Recep Peker gibi radikalleri tasfiyesi neticesinde, CHP’de ılımlı kanat partiye hâkim olmuş ve bu da demokrasiye geçişi kolaylaştırmıştır. Keza muhalefet kanadının, Demokrat Parti gibi CHP’den kopan Adnan Menderes ve Celal Bayar gibi Cumhuriyet rejimine ve Atatürk devrimlerine bağlı ılımlı kişiler tarafından örgütlenen merkez sağ çizgide bir parti olması nedeniyle, muhalefette de zaman içerisinde ılımlılar ağır basmaya başlamıştır. Bu nedenle, 1950 yılında Türkiye’de demokrasiye geçiş, ılımlı isimlerin her iki kanatta da ön plana çıkması sayesinde mümkün olabilmiştir. Oysa CHP’de Recep Peker ve tek parti iktidarını sürdürmek isteyen radikal kanadın partiye hâkim olmaya devam etmesi veya muhalefette Menderes-Bayar yerine İslamcı grupların ağır basması durumunda, Türkiye, bu süreçte kolaylıkla otoriter bir yönetime ve kaosa (iç savaş, devrim vs.) sürüklenme riski yaşayabilirdi. Bu bağlamda, otoriter rejimlerden demokrasiye geçişler konusunda gerekli fikri altyapı ortamını ancak ılımlı grupların oluşturabileceği hususuna da dikkat etmek gerekir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKÇA
  • Özbudun, Ergun. 2006. Türk Siyasal Hayatı. Haziran 2006. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.


16 Ağustos 2017 Çarşamba

Graham Allison’a Göre ABD-Çin Rekabeti


Profesör Graham T. Allison (1940-), Harvard Üniversitesi’ne bağlı John F. Kennedy School of Government’da[1] ders veren önemli bir Amerikalı Siyaset Bilimcidir.[2] Nükleer terörizm, ABD dış politikası ve Küba füze krizi gibi birçok farklı konuda önemli eserleri olan Allison’ın[3] son dönemde en yoğun olarak çalıştığı konu ise, 21. yüzyıla damgasını vurması beklenen ABD-Çin rekabetidir. Allison, bu konuda daha birkaç ay önce yayınlanan Destined for War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap? (Savaşa Doğru Giden Kader: ABD ve Çin Thucydides Tuzağını Aşabilirler Mi?) adlı önemli bir kitap yazmış[4], ayrıca bu konuda birçok akademik oturuma da katılmıştır. Bu yazıda, sitemizde sık sık yer verdiğimiz bu önemli stratejik konuda birçok güncel ve kayda değer çalışması olan Graham Allison’ın görüşleri özetlenecektir.

Graham Allison

Graham Allison, ABD-Çin rekabetinin önümüzdeki yıllarda alabileceği tehlikeli tırmanışı açıklarken, “Thucydides tuzağı” (Thucydides trap) kavramını kullanmaktadır.[5] İsmini antik Yunan tarihçisi ve Atinalı General Thucydides veya Türkçe çevirisiyle Thukididis’den[6] alan bu kavram, Atina şehir devletinin hızlı yükselişi karşısında paniğe kapılarak savaş başlatan Spartalılardan esinlenerek, bir büyük gücün yerini almasından endişe ettiği başka bir gücün ortaya çıkışı durumunda erken davranarak diğer tarafı yok etmeye çalışması olarak tanımlanabilir. Realist yaklaşıma uygun olan bu kavram bağlamında meseleyi ortaya koyarsak; uluslararası sistemde ekonomik, siyasi veya stratejik açıdan hızlı bir yükselme sürecine giren bir aktör, hâlihazırda hâkim durumda olan devlet veya devletlerde alarm zillerinin çalmasına neden olur. Allison’a göre, son 500 yılda bu koşullar 16 kez ortaya çıkmış ve bunlardan 12’si savaşla sonuçlanmıştır. Bu nedenle, ABD-Çin savaşı artık Çin’in hızlı yükselişi ve ABD’nin buna yönelik geliştirdiği endişeler nedeniyle bir distopya senaryosu olmaktan çıkmış ve ciddi bir siyasi risk haline gelmiştir. Lakin yazar, diğer birçok liberal akademisyen gibi, savaş seçeneğini desteklememekte ve ABD ile Çin arasında bir tür uzlaşının ve yeni bir güç dengesinin kurulması gerektiğini savunmaktadır.[7] Buna karşın, Allison’a göre, koşulların zorlamasıyla iki ülke de istemedikleri bir savaşa doğru sürüklenme riskini halen taşımaktadırlar. Zira Çin hırslarında geri adım atmadıkça veya Washington Pasifik’te iki numara olmayı kabul etmedikçe, bir ticari anlaşmazlık, siber saldırı veya deniz kazası çok geçmeden topyekûn bir savaşa dönüşebilir.[8] ABD Savunma Bakanı James Mattis’in kısa bir süre önce Thucydides’ten alıntı yaparak, devletlerin “çıkarlar”, “korku” ve “şeref-onur” nedeniyle savaşa girdiklerini söylediğini hatırlatan Allison, ABD ile Çin arasında son dönemde bu üç olgunun da ortaya çıkmaya başladığına vurgu yapmaktadır. Ayrıca Allison, ABD’nin önümüzdeki yıllarda temel önceliğinin de terörle mücadele, Rusya ya da çevre politikalarından bile daha fazla ölçüde Çin’in yükselişini dengelemek olacağını iddia etmektedir. Bu durumun ABD’nin süper güç durumunda olduğu yeni dünya düzeninin 70 yıllık büyük savaşa neden olmama durumunu (başarısını) tehdit edebileceğini belirten Graham Allison, Çin’in daha şimdiden teknoloji ve ekonomide birçok alanda dünyadaki hâkim güç haline geldiğini belirtmektedir. Bu bağlamda, Çin, zaten 2009’dan beri dünyanın en büyük otomobil üreticisi, 2010’dan beri en hızlı süper bilgisayarlara sahip ülke, yine 2010’dan beri küresel ekonomik büyümenin temel aktörü, 2011’den beri dünyanın en büyük imalatçısı, yine 2011’den beri en fazla patent dilekçesinin yapıldığı devlet, 2012’den beri en yüksek ticaret hacmi olan devlet, 2014’den beri gayrisafi milli hâsıla (GDP) açısından dünyanın en gelişmiş ülkesi, 2015’den beri dünyanın en büyük orta sınıfına sahip ülke, 2016’dan beri dünyanın en fazla milyarderine sahip ülke ve yine 2016’dan beri en büyük yapay zekâ araştırmaları sponsorudur. Bu nedenle, Çin’in yükselişi hakkında söylenenler kesinlikle bir abartı ya da kurgusal bir yaklaşımın sonucu değildir.

"Thucydides tuzağı" tablosu

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere; 15. yüzyılda denizlerde dünya ticareti hâkimiyeti konusunda önde olan Portekiz’in hızla yükselen İspanya ile rekabeti, 20. yüzyıl başlarında Birleşik Krallık’ın (İngiltere) Batı dünyasının ekonomik liderliğini ve deniz gücü üstünlüğünü Amerika Birleşik Devletleri’ne devretmesi, Soğuk Savaş süresince ABD’nin Sovyetler Birliği’nin meydan okumasına karşı koyması ve son yıllarda Birleşik Krallık ve Fransa’nın Almanya’nın Avrupa hâkimiyeti konusundaki hızlı yükselişi karşısında gösterdikleri sakin tutum, savaşsız yeni bir “güç dengesi” (balance of power) durumu kurulmasına örnek hadiselerdir. Ancak bu 4 önemli örnek dışında, 12 tane de savaşla sonuçlanan rekabet durumları vardır. Bu nedenle, Thucydides tuzağının genel mantığında, savaş, barışçıl geçişe kıyasla çok daha yaygındır. Bu bağlamda, 16. yüzyılın ilk yarısında Fransa ile Hapsburgların Batı Avrupa’da hâkim kara gücü olma mücadelesi, 16. ve 17. yüzyıllarda Doğu Avrupa ve Akdeniz’deki Hapsburg-Osmanlı rekabeti, 17. yüzyılın ilk yarısında Kuzey Avrupa’da yoğunlaşan Hapsburg-İsveç mücadelesi, 17. yüzyılın ikinci yarısında deniz ticareti alanında yoğunlaşan Hollanda-İngiltere rekabeti, 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere ve Fransa arasındaki Avrupa ve dünyanın hâkimi olma yarışı (İngiltere meydan okuyan durumunda), 18. ve 19. yüzyıllarda Fransa’nın Avrupa ve dünya liderliği konusunda İngiltere’ye meydan okuması, 19. yüzyılın ortalarında Fransa ve İngiltere’nin güçlenen Rusya’yı dizginlemeye çalışmaları, yine 19. yüzyılın ortalarında Fransa’nın ulusal birliğini sağlayarak güçlenmeye başlayan Almanya ile rekabeti, 19. ve 20. yüzyıllarda Çin ve Rusya’nın militarist bir modernleşme sürecine giren Japonya’yı dizginleme çabaları, 20. yüzyıl başlarında İngiltere’nin Almanya’nın hızlı yükselişi konusunda geliştirdiği strateji, İkinci Dünya Savaşı döneminde Sovyetler Birliği, Fransa ve İngiltere’nin Nazi Almanya’sının dünyayı hâkimiyeti altına alma girişimi karşısında gösterdikleri tavır ve son olarak yine İkinci Dünya Savaşı döneminde ABD’nin Asya-Pasifik’te kendisine meydan okuyan Japonya’yı yerle bir etmesi, savaşla sonuçlanan Thucydides tuzağı durumlarına örnek olarak sıralanabilir.

Allison’ın yazıda faydalandığım görüşlerinin yer aldığı Harvard Kennedy School’da katıldığı akademik panel

Bu görüşler ve verilerden yola çıkan Graham Allison, bir konuda önemli bir algılama hatası yapıldığına da dikkat çekmektedir. Çin, Allison’ın daha önce rakamlarla ispatladığı üzere, zaten daha şimdiden birçok konuda dünyanın en güçlü devleti durumundadır. Dolayısıyla, bu aşamadan itibaren Çin’in ABD’yi dengelemesi konusunda yazılanlar hatalı olacaktır. Zira Graham Allison’a göre, asıl mesele, ABD’nin bundan sonra Çin’i nasıl dengeleyebileceğidir. Bu nedenle, ABD’nin Barack Obama döneminde başlattığı “Pivot to Asia” politikasını Washington’ın Asya-Pasifik bölgesinde Pekin’i dengeleme girişimi olarak yorumlayan Allison, hakkında bir biyografi yazdığı ve dünyanın en önemli Çin gözlemcisi olarak nitelendirdiği Singapur’un kurucu lideri Lee Kuan Yew’in 2013 yılında söylediği bir söze de bu noktada dikkat çekmektedir. Zira Yew, Çin’i çok iyi bilen ve Çin siyasal elitini tanıyan bir dünya lideri olarak, Asya’da hâkim güç olma peşinde olan bir devletin zamanla dünyada da hâkim güç olmaya çalışacağını söylemektedir. ABD-Çin rekabetinin bundan sonra Amerikalıların hayatında önemli bir unsur olacağını söyleyen Allison, ABD’nin önünde 2 temel strateji olacağını da sözlerine eklemektedir. Bunlar; alışılageldik şekilde Çin’le ekonomik ilişkiler kurmaya devam etmek ve Çin’in yükselişini kabullenmek veya Soğuk Savaş döneminde Sovyet Rusya’ya karşı geliştirilen stratejinin bir benzerini oluşturarak, sıcak savaşa izin vermeden Çin’in hızlı yükselişini ve dünya hâkimiyetini almasını engellemek şeklinde özetlenebilir.

Destined for War: Can America and China Escape Thucydides’s Trap?

Sonuç olarak, Graham Allison’ın ABD-Çin rekabeti hakkındaki görüşlerinin Realist prensiplere uygun olarak oluştuğu, ancak yazarın ofansif gerçekçi Mearsheimer’ın aksine çatışmacı bir yaklaşımı tercih etmediği görülmektedir. Bu bağlamda, Allison, aslında Çin’in gücünü dengelemeye yönelik askeri olmayan politikaları destekler gibi görünmektedir. Ancak elbette yazarın görüşlerinin daha iyi ve bütünüyle anlaşılabilmesi için, kitabının tamamının okunması gereklidir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


KAYNAKLAR
[1] http://www.belfercenter.org/person/graham-allison.
[2] Hakkında bilgiler için; https://en.wikipedia.org/wiki/Graham_T._Allison.
[3] Kitapları için; https://www.amazon.com/Graham-Allison/e/B00AKEQDUM.
[4] Bakınız; https://www.amazon.com/Destined-War-America-Escape-Thucydidess/dp/0544935276/.
[5] Aslında bu kavram, ilk olarak Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping (Xi Jinping) tarafından bir konuşmasında kullanılmış ve Allison’ın kitabı öncesinde bir diğer önemli Amerikalı Siyaset Bilimci Joseph Nye da ABD-Çin ilişkileri konusunda “Thucydides tuzağı” ve “Kindleberger tuzağı” şeklinde iki tehlikeye dikkat çekmiştir. Bakınız; Nye, Joseph S. (2017), “The Kindleberger Trap”, Project Syndicate, Erişim Tarihi: 16.08.2017, Erişim Adresi: https://www.project-syndicate.org/commentary/trump-china-kindleberger-trap-by-joseph-s--nye-2017-01.
[6] Thukididis veya Tukidisis (MÖ 460 - MÖ 395), Antik Yunan tarihçisi ve Atinalı General. Thukididis, Atina ile Sparta arasındaki 30 yıl süren ve MÖ 404 yılında sona eren ünlü Peloponez Savaşı sırasında yaşamış ve bu savaşları tasvir etmiştir. Thukididis’in bu eserleri, birçok uluslararası tarihçi tarafından Realizm (Gerçekçilik) ekolünün ilk örneği olarak kabul edilir. Bakınız; “Thukididis”, Vikipedi, Erişim Tarihi: 16.08.2017, Erişim Adresi: https://tr.wikipedia.org/wiki/Thukididis.
[7] Benzeri görüşler Joseph Nye tarafından da savunulmaktadır. Ancak John Mearsheimer gibi bu konuda askeri politikaları tercih eden Amerikalı uzman ve analistler de mevcuttur. Bakınız; Örmeci, Ozan (2016), “Two Different Perspectives on Sino-American Relations: John Mearsheimer vs. Joseph Nye”, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 16.08.2017, Erişim Adresi: http://politikaakademisi.org/2016/01/06/two-different-perspectives-on-sino-american-relations-john-mearsheimer-vs-joseph-nye/.
[8] “ABD ve Çin Thucydides Tuzağı'ndan kaçabilir mi? - Graham Allison” (2017), Tercüme Odası.org, Erişim Tarihi: 16.08.2017, Erişim Adresi: http://www.tercumeodasi.org/2017/06/savasa-mahkum-amerika-ve-cin-thucydides-tuzagi-abd-savasi-trump-cinping.html.