Sayfalar

11 Nisan 2017 Salı

Türk Dış Politikası Alanında Yeni Bir Kitap: ‘Turkish Foreign Policy: International Relations, Legality and Global Reach’


Bilkent Üniversitesi'nden Prof. Dr. Yüksel İnan (1943-2015) anısına Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Yrd. Doç. Dr. Pınar Gözen Ercan[1] editörlüğünde hazırlanan “Turkish Foreign Policy: International Relations, Legality and Global Reach” adlı kitap[2], Palgrave Macmillan tarafından bu yıl içerisinde basıma girmiş, Türk Dış Politikası alanındaki yeni bir editörlü ve çok yazarlı İngilizce kitap çalışması olarak dikkat çekmektedir.

Kitap kapağı

Kitabın “Önsöz” bölümü, Prof. Dr. Ahmet Mete Tunçoku tarafından kaleme alınmıştır. Bu bölümde, Tunçoku, 30 yıllık arkadaşı olan Prof. Dr. Yüksel İnan’ı kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşadığını, ama bir yandan da bu kitap vesilesiyle onu başkalarına anlatmanın mutluluğunu duyduğunu ifade etmiştir. Yüksel İnan’la 1980’lerde ODTÜ’de çalışırken tanıştığını anlatan Tunçoku, onunla ilgili anı ve gözlemlerini paylaştıktan sonra, İnan’ın vefat haberini almasının hikâyesini okurlara aktarmaktadır. Zaten “Giriş” bölümünde editör Pınar Gözen Ercan’ın belirttiği üzere, bu kitapta yer alan bölümlerin yazarları, Prof. Dr. Yüksel İnan’ın iş arkadaşları ve öğrencileri arasından seçilmiştir.

Toplam 16 bölümden oluşan kitabın “Giriş” bölümü Dr. Nur Bilge Criss tarafından kaleme alınmıştır. Giriş bölümünde, Criss, Yüksel İnan’ın “joie de vivre” sahibi kibar ve cömert bir insan olduğuna vurgu yapmış ve daha sonra kitapta yer alan makalelerin içeriklerini okurlara kolaylık olması açısından kısaca özetlemiştir. Bu yazıda, Criss’in İngilizce kaleme aldığı ve kitabın içeriğinin yer aldığı “Giriş” bölümü kitabın tanıtımının yapılması adına Türkçe’ye çevrilecektir.

Kitabın bizzat Nur Bilge Criss imzalı ikinci bölümünün ismi “Turkey’s Foreign Policy during the Interwar Period (1923–1939)” şeklindedir. Bu bölüm, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla beraber gelişen yeni dış politikanın temel ilkelerini ve ortaya koyduğu yeni kültürü incelemektedir. Criss’e göre; yeni kurulan Cumhuriyet, kendisinden önceki Osmanlı İmparatorluğu’na kıyasla birçok konuda çok daha farklı hareket etmiştir. En önemli yenilik ise, önceki dönemden ders çıkarılmasıdır. Bu bölümde kullanılan teorik çerçeve, Liberalizm teorisine dayalı “learning theory” olarak belirtilmiştir. Criss’e göre, yeni kurulan Cumhuriyet’in dış politikadaki temel prensipleri; siyasi ve diplomatik olarak uluslararası sistemden izole olmamak, maceracılığa kapılmamak ve bunların sonucu olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndaki düşmanlarla uzlaşmaktır. Bu bağlamda, bu bölümde, önce Osmanlı diplomasinin uzun 19. yüzyıl boyunca Avrupa Ahengi sistemine dâhil olma çabaları konu edilmiş ve daha sonra da Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ve iki savaş arası dönemde izlenen dış politika ve ekonomi diplomasisi incelenmiştir.

Kitabın Esra Pakin-Albayrakoğlu imzalı “Turkish Parliamentary Debates on the American War in Vietnam (1964–1971)” adlı üçüncü bölümü, bugüne kadar neredeyse hiç ele alınmamış Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Vietnam Savaşı döneminde yapılan tartışmaları derleyen özgün bir çalışmadır. Başta kronolojik bir çalışma gibi algılansa da, aslında bu bölümde dış politika yapımında yaşanan değişikliklere dikkat çekilmiştir. Tek parti dönemi ardından 1950-1960 döneminde oldukça değişen Türk Dış Politikası’nın karar alma süreci, 1960 darbesi ve sonrasındaki 1961 anayasası nedeniyle ilerleyen yıllarda kamusal müzakereye (public debate) de açılmıştır. Bu nedenle, artık Dış Politika eleştirilemez ve kutsal (sacrosanct) olmaktan çıkmıştır. Ayrıca kamusal müzakere, sağ, merkez-sol ve sol arasındaki ideolojik farklılıkları da su yüzüne çıkarmıştır. Vietnam Savaşı, afyon krizi ve Kıbrıs Sorunu ile beraber Türkiye’de anti-Amerikanizm’in yükselişinde önemli rol oynamıştır. Bu bölümde, 1964-1971 yılları arasında TBMM’de yapılan tartışmalar ele alınmıştır. Bu süreç, Türkiye siyasetinin Batı yanlısı merkez-sağ parti Adalet Partisi tarafından domine edildiği ve Türkiye’nin ilk kez iki kamaralı sistemi uyguladığı bir döneme tekabül eder. Aynı zamanda ülkedeki sağ-sol ayrımı da bu yıllarda son derece keskindir ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ni bile etkilemeye başlamıştır. Bu durum, 12 Mart’ta (1971) solcu subaylardan gelebilecek olası bir darbeden çekinen sağcı subayların hükümete muhtıra vermesiyle sonuçlanmıştır. Türkiye, bu süreçte ABD ile müttefikliğe devam ederken, bir yandan da, parlamentodaki eleştirilerin de etkisiyle Vietnam’a insani yardım yapmaya başlamıştır.

Kitabın Ayşe Ömür Atmaca imzalı “Turkey-US Relations (2009–2016): A Troubled Partnership in a Troubled World?” başlıklı dördüncü bölümü, 11 Eylül saldırıları ve Irak Savaşı nedeniyle 21. yüzyıl başında önemli bir dönüşüm yaşayan Türk-Amerikan ilişkilerini incelemektedir. Beyaz Saray’a Amerikan askerlerinin Irak operasyonu öncesinde Türkiye’de konuşlandırılması yönünde verilen sözlere karşın, 1 Mart tezkeresi, TBMM’de birkaç oy farkla reddedilmiştir. Bunun üzerine, Amerikan medyası ve yasa yapıcılarından Türkiye’ye yönelik sert eleştiriler gelmeye başlamıştır. Hatta bazı analistler, 2003 yılından sonra Türk-Amerikan ilişkilerinin eski gücünü kaybettiğini iddia etmekte acele etmişlerdir. Ancak aslına bakılırsa, bu dönemdeki Amerikan tepkisi, Türk Başbakanı’nın sözlü desteğinin fiiliyatta gerçekleşmemesinden kaynaklanmıştır. 2008 yılında Barack Obama’nın Başkan seçilmesi ve ilk ziyaretini Türkiye’ye yapmasıyla ilişkilerde yeni bir fırsat yakalanmıştır. Obama, Türkiye’yi rol model bir ülke ve toplum olarak tanıtmış ve dini kimliğinin modern bir uluslararası camia yaratma konusunda engel değil, tam tersine avantaj olabileceğine dikkat çekmiştir. Ancak İran nükleer programı, Arap isyanları, Suriye iç savaşı ve IŞİD’le mücadele konusunda izlenen politikalar nedeniyle, ilişkiler, yine de tam anlamıyla düzelememiştir. Bu bölüm, Obama döneminde gelişen Türk-Amerikan ilişkilerini güncel olaylar ışığında ve eleştirel bir gözle incelemektedir.

“NATO-Turkey Relations: From Collective Defence to Collective Security” isimli ve Müge Kınacıoğlu imzalı kitabın beşinci bölümü, NATO-Türkiye ilişkilerinin Türk Dış Politikası’na etkisini araştıran bir çalışmadır. Alyansın 5. maddesinde belirtildiği üzere, kolektif savunma (collective defence) anlayışı, NATO’nun en önemli ilkesidir. Bu nedenle, kurulduğu günden Soğuk Savaş’ın sona ermesine kadar, NATO’nun stratejik düşüncesi savunma ve caydırıcılık ilkeleri üzerine kurulmuştur. Ayrıca 6. maddede belirtildiği üzere, NATO’nun görev bölgeleri Avrupa, Kuzey Amerika ve Kuzey Atlantik olarak sınırlandırılmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, NATO’nun kendisini yeniden tanımlaması döneminde, Bosna Hersek, Kosova, Somali ve Afganistan krizlerinde, Türkiye, NATO ile uyumlu bir şekilde çalışmıştır. Bu durum, Türkiye’nin Batı dünyasında güvenilir bir ortak olarak algılanmasına ve kendisini Batılı olarak tanımlamasına büyük katkıda bulunmuştur. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, Batı medeniyetinin bir parçası olabilmek, sadece askeri anlaşmalarla mümkün değildir.

Funda Keskin Ata imzalı ve “EU-Turkey Relations (1999–2016): Conditionality at Work?” başlıklı kitabın altıncı bölümü, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini AB’nin koşulluluk (conditionality) politikası bağlamında analiz etmektedir. Bu bölümde, AB’nin insan hakları bağlamında takip ettiği koşulluluk politikasının, aday ülke üyelik perspektifinde tutulduğu sürece başarılı sonuçlar verdiği iddia edilmektedir. Kurumsal olarak Türkiye-AB ilişkileri 1963 yılında başlamış ve 1996 yılında Gümrük Birliği’ne girilmesiyle önemli bir aşama kaydedilmiştir. Her ne kadar Türkiye AB’ye üye olmadan Gümrük Birliği’ne üye yapılan ilk ve tek ülke olsa da, bu vesileyle yapılan ekonomik reformlar sayesinde AB ile ekonomi alanında uyumlu bir ülke haline gelmiştir. 1999 yılında AB’ye aday ülke haline gelen Türkiye, bu tarihten başlayarak üyelik için birçok reform yapmış ve bunları uygulamaya sokmuştur. 1999-2005 arası dönemde büyük bir hızla gerçekleştirilen reformlar, AB üyeliği hedefinin de etkisiyle başarıyla hayata geçirilmiştir.

Kitabın “Reconsidering Turkey’s Balkan Ties: Opportunities and Limitations” başlıklı ve Birgül Demirtaş imzalı yedinci bölümü, Türkiye’nin son yıllarda Balkanlar’da izlediği politikaları analiz etmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin geçirdiği Avrupalılaşma (Europeanization) süreci ve bunun Balkanlar’daki etkileri eleştirel bir gözle incelenmiştir. Ekonomik gücü, demografik yapısı, coğrafi büyüklüğü ve dış politikadaki aktivizmi nedeniyle, Türkiye, “bölgesel güç” tanımına uyan bir aktördür. Kafkasya ve Orta Doğu bağlamında Türkiye’nin bölgesel güç olma yönündeki politikalarının artı ve eksileri olsa da, Balkanlar özelinde bu politikalar istikrarlı ve genelde olumlu bir nitelik kazanmıştır. Balkanlar, Türkiye için Avrupa’ya açılan bir koridor niteliğindedir. Bu nedenle, Ankara, Bosna Savaşı’nın doruk noktasında bile Sırbistan’la ilişkileri koparmamıştır. Buna karşın, Ankara, Kosova’nın bağımsızlığını tanımak konusunda oldukça aceleci ve istekli davranmıştır. Son yıllarda Türk Dış Politikası’nda yaşanan “de-Europeanization” (Avrupasızlaştırma) süreci ise, ne Sırbistan’la, ne de Balkan Müslümanlarıyla ilişkileri daha iyi bir hale getirmemiştir.

Kitabın “Russia-Turkey Relations (1990–2016): Diverging Interests and Compelling Realities” başlıklı ve Didem Ekinci imzalı sekizinci bölümü, Türk-Rus ilişkilerindeki değişim ve devamlılık örüntülerine odaklanmaktadır. Geçmişten kalma stratejik düşmanlık literatürünün yanında, Türk-Rus ilişkilerine hâkim olan literatür, ilişkilerin 1990’larda gelişmeye başladığı ve 2000’lerde bunun daha da hızlandığı anlayışı üzerine kuruludur. Nitekim son yıllarda iki ülke arasında kara sınırı kalmamasına karşın, Türk inşaat sektörünün Rusya’daki ve eski Sovyet coğrafyasındaki yatırımları ve toplumlararası evlilikler artmış ve iki ülkenin ortak girişimleriyle büyük enerji projeleri uygulamaya sokulmuştur. Buna karşın, Gürcistan, Ukrayna (bilhassa Kırım) ve Suriye’de yaşanan görüş ayrılıkları ilişkilerde ciddi sorunlar yaratmış ve geçtiğimiz aylarda bir Rus SU-24 jet uçağının Türk hava sahasını ihlal etmesi nedeniyle düşürülmesi sonucunda ilişkilerde ciddi bir kriz yaşanmıştır. İlişkilerde keskin bir kopuşu engelleyen faktör ise kuşkusuz ekonomik ilişkilerdir. Kitabın bu bölümünde, ikili ilişkiler, Rusya’nın “yakın çevre” (near abroad) ve Türkiye’nin bölgesel güç politikaları doğrultusunda incelenmektedir. Görülmektedir ki, siyasi krizler, son dönemde ekonomik ilişkileri de olumsuz etkilemeye başlamış, buna karşın kopuşu engellemiştir.

“The Role of Energy Security in Turkish Foreign Policy (2004–2016)” başlıklı ve Pınar İpek imzalı kitabın dokuzuncu bölümü, Türk Dış Politikası’nı “enerji güvenliği” parametresi üzerinden incelemektedir. Bu konu, sadece Türkiye için değil, tüm enerji ithal eden ülkeler için de çok kritik bir meseledir. 2015 Aralık ayında enerji fiyatları dip noktasına ulaşsa da, enerji piyasasında son dönemde yaşanan bazı gelişmeler enerji güvenliği konusunda çeşitli endişelere yol açmıştır. Türkiye’nin enerji zengini Hazar ve Orta Doğu bölgelerine yakın ve büyük enerji projelerine ev sahipliği yapan bir ülke olması, 20 yılı aşkın bir süredir Türk Dış Politikası’nda sıklıkla vurgulanan bir konudur. Ancak bugüne kadar enerji güvenliğini dış politika yapım sürecinde bir faktör olarak ele alan çok az sayıda akademik çalışma yapılmıştır. Bu çalışma ise, 2004 yılından itibaren Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarında izlenen enerji güvenliği temelli politikaları ve bunun dış politikaya etkisini sorgulamaktadır.

Defne Günay imzalı kitabın onuncu bölümünün adı “The Roles Turkey Played in the Middle East (2002–2016)” şeklindedir. Bu bölümde, Türkiye’nin son yıllarda Orta Doğu bölgesinde artan dış politika aktivizmi incelenmektedir. Bu konu, zaten 2000 yılından beri birçok akademik tartışmada dile getirilmiştir. Bu bölümde, bu görüşlere ek olarak, Türkiye’nin son 15 yılda Orta Doğu politikaları bağlamında üstlendiği roller incelenmektedir. Türkiye’nin bu bölgede oynadığı roller için birçok farklı tabir kullanılmaktadır: köprü (bridge), kolaylaştırıcı (facilitator), arabulucu (mediator), Avrupalı (European) ve özgürleştirici (liberator) bunlardan en bilinenleridir. Bu bağlamda, yazar Defne Günay, iki konuya dikkat çekmektedir. Birincisi, dış politikada oynanan rollerin başarılı olması, kamusal şovlara (public display) dönüşmemesi durumunda gerçekleşebilmektedir. İkincisi ise, birincisinden daha az önemli olmamakla birlikte, dış politikadaki bu tip uzlaştırma ve kolaylaştırma süreçlerine dâhil olan belli başlı tüm tarafların, bu rolü sağlayan aktörü (devleti) davet etmesi gerekliliğidir.

“Turkey’s Foreign Policy towards Sub-Saharan Africa” başlıklı ve Volkan İpek imzalı kitabın on birinci bölümü, Türk Dış Politikası’nın daha önce pek işlenilmeyen Afrika boyutuna dikkat çekmektedir. Osmanlı döneminde oldukça önemli bir geçmişi olmasına karşın, Afrika kıtası, Cumhuriyet dönemi dış politikasında pek önemli bir yere sahip olamamıştır. Bu, imparatorluklarla cumhuriyetlerin dış politikada farklı davranmalarının da doğal bir sonucudur. İlk Türk Büyükelçiliği, 1926 yılında Etiyopya’da açılmıştır. Ancak Afrika konusunda kapsamlı bir dış politika ve bir eylem planının hazırlanması, ancak İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanlığı döneminde 1998 yılında gerçekleştirilmiştir. Bu eylem planı bir dönüm noktası olmuş ve Türkiye’nin Afrika’ya ilgisi hızla artmıştır. Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine geçmesiyle birlikte, Türk hükümetleri Afrika’ya bir pazar olarak da bakmaya başlamışlardır. AK Parti döneminde bu konuda büyük atılım sağlanmıştır. Nitekim Afrika, günümüzde ekonomik açıdan yükselen bir yıldız ve uluslararası iş çevreleri için büyük bir rekabet ortamıdır.

“Latin America-Turkey Relations: Reaching Out to Distant Shores of the Western Hemisphere” başlıklı kitabın on ikinci bölümünde Murat Önsoy imzası vardır. Her ne kadar Osmanlı (Türk)-Latin Amerika ilişkilerinin tarihi 19. yüzyıla kadar uzansa da, ancak 2000’li yıllarda basit diplomatik ilişkilerin ötesinde ilişkiler tesis edilebilmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Türk Dış Politikası’nda -Afrika’ya benzer şekilde- Latin Amerika’ya yönelik de bir dış politika aktivizmi belirmiştir. Bu bağlamda, bu çalışmada ele alındığı üzere, artan diplomatik ve ekonomik ilişkilerin yanı sıra, çok ciddi kültürel ilişkiler de kurulmuş ve örneğin futbol, müzik ve televizyon dizileri gibi unsurlar sayesinde Latin Amerika halkları ve Türkiye halkı arasında bir yakınlaşma süreci başlamıştır. Bu bölümde, tüm bu unsurlar ele alınmış ve özetlenmiştir.

Kitabın on üçüncü bölümünün ismi East Asia in Turkish Foreign Policy: Turkey as a ‘Global Power’?” şeklindedir ve bu çalışmada Bahadır Pehlivantürk imzası vardır. Pehlivantürk, bu bölümde Türkiye’nin küresel güç olma iddiasını Uzak Asya bağlamında değerlendirmektedir. Bu bağlamda, özellikle Japonya, Güney Kore ve Çin’le olan ilişkilere odaklanılmıştır. Türkiye, Batı ile ilişkilerinde sorun yaşadığı ve yeni bir kimlik arayışına girdiği dönemlerde, genelde yüzünü Asya’ya dönmektedir. Japonya ile olan ilişkiler iyi ama düşük düzeydedir. Ekonomik ilişkilerin sürüklediği ikili ilişkiler, özellikle Japonya’nın “know-how” teknolojisinin Türkiye’ye kazandırılması anlamında çok faydalı görülmektedir. Japon mutfağına Türkiye’de büyük şehirlerde gösterilen yoğun ilgiye karşın, ikili ilişkiler konusunda yapılan akademik çalışmalar çok sınırlı ve yetersizdir. Güney Kore-Türkiye ilişkileri ise, askeri yardımlaşma ve iş dünyası anlamında oldukça yakındır. Koreli öğrenciler, özellikle de askeri öğrenciler, eğitim için her sene Türkiye’ye gelmektedir. Çin-Türkiye ilişkileri de son dönemde gelişmektedir. Artan ekonomik ilişkilerin yanı sıra, iki ülkede Sinoloji ve Türkoloji merkezlerinin kurulması önemli bir gelişmedir. Ancak yazara göre; bu gelişmelerin hiçbiri, Türkiye’nin Uzak Asya’da da etkili olmayı başarabilen bir küresel güç olduğu iddiasını desteklememektedir.

Yüksel İnan ve Pınar Gözen Ercan imzalı kitabın on dördüncü bölümüne “Maritime Relations of Peninsular Turkey: Surrounded by Hostile or Peaceful Waters?” adı verilmiştir. Bu bölümde, Türkiye’nin taraf olduğu deniz sularına dayalı anlaşmazlıklar (maritime disputes) uluslararası hukuk ışığında incelenmektedir. Türkiye, üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada ve bir deniz ülkesidir. Türkiye’nin Karadeniz’deki deniz sınırı belirli değildir ve bu konuda ikili anlaşmalar yoluyla anlaşmazlıklar önlenmektedir. Ancak Ege Denizi ve Akdeniz konusunda daha ciddi anlaşmazlıklar mevcuttur.  Ege Denizi konusunda, kitabın bir sonraki bölümünde ele alınacağı üzere, çeşitli girişimlere karşın Türk-Yunan uzlaşmazlığı devam etmektedir. Doğu Akdeniz konusunda ise, Lübnan, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi gibi diğer devletlerin deniz yetki alanları (maritime jurisdiction) konusunda çeşitli girişimler yapmaları nedeniyle, çok daha tehlikeli olabilecek bir durum söz konusudur. Bu nedenle, Türkiye 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamamıştır. Ancak Türkiye, bu bölümde iddia edildiği üzere, barışçıl yöntemlerle ve iyi niyetle hareket ederek, bu bölgedeki anlaşmazlıkların çözümlenmesine katkı sağlayabilir ve böylelikle kendi güvenilirlik ve prestijini de arttırabilir.

Şule Anlar Güneş imzalı kitabın on beşinci bölümünün adı “Aegean Sea Territorial Waters Issue” şeklindedir. Türk Dış Politikası’nın kronik sorunlarından olan Ege Sorunu, Türkiye ve Yunanistan’ı doğrudan ilgilendiren ve ikili ilişkileri bozan önemli bir meseledir. Atina’nın Türkiye’yi -Kıbrıs Sorunu’nun da etkisiyle- bir tehlike olarak görmesi ve Türkiye’nin de Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarması konusundaki tedirginliği, ikili ilişkileri sürekli gergin bir düzeyde tutmaktadır. 1999 yılında Türkiye’de yaşanan büyük deprem ve sonrasındaki “deprem diplomasisi” sayesinde ilişkiler biraz olsun düzeltilse de, bu konuda kapsamlı bir uzlaşıya henüz varılamamıştır.

Kitabın “The Cyprus Question: At an Impasse for Too Long” başlıklı ve Pınar Gözen Ercan imzalı on altıncı ve son bölümü, Ege Sorunu ile birlikte Türk Dış Politikası’nın değişmez gündem maddelerinden olan Kıbrıs Sorunu’nu analiz etmektedir. Çalışma, bu sorunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları ışığında ve kronolojik olarak incelemekte ve zaman içerisinde 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve sonrasında KKTC’nin kurulmasının Türkiye’yi nasıl ‘işgalci’ durumuna düşürdüğü sorgulanmaktadır. Annan Planı’nda Kıbrıslı Türklerin ‘evet’ oyuna karşın Rumların ‘hayır’ oyu vermesi neticesinde bugüne kadar çözülemeyen Kıbrıs Sorunu, özünde politik bir mesele olmasına karşın uluslararası hukuk boyutu da olan Kıbrıs Sorunu’nu bu bağlamda incelemektedir.

Sonuçta, Türk Dış Politikası’na alanına yeni bir katkı olarak görülebilecek bu kitabın üniversite kütüphanelerinde yer alması öğrenciler ve araştırmacılar adına faydalı olacaktır. Kitabın vefat eden bir akademisyen anısına ve ona ithafen yazılmış olması da, işin akademik yönü dışında duygusal ve hoş bir boyutunu oluşturmaktadır.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Hakkında bilgiler için; http://yunus.hacettepe.edu.tr/~mpgozen/.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder