Sayfalar

15 Nisan 2017 Cumartesi

Prof. Dr. İsmail Melih Baş'la Söyleşi


Prof. Dr. İsmail Melih Baş (1956-)[1], Askeriye ve Mülkiye eğitim ekolleri kökenli bir Türk sosyal bilimcidir. Kendisi, bir ayağı kamu-özel karışımı bir profesyonel geçmişe dayalı, diğer ayağı profesyonel eğitim ve akademik eğitim çalışmalar geçmişine dayalı bir profile sahiptir. Dünya ekonomi-politiği, finans-politik, çevre-ekoloji ve işletmecilik konularındaki görüşlerini basılı ve görsel yayın organlarında ve kimi internet sitelerinde sıklıkla dile getirmektedir. Kendisi, Beykent Üniversitesi'nde akademik hayatına devam etmektedir.

Prof. Dr. İsmail Melih Baş

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam bize vakit ayırdığınız için size teşekkür ediyorum. Son dönemde çevre politikaları üzerine yazdıklarınız dikkat çekiyor. Türkiye siyasetini çevre politikaları açısından değerlendirdiğinizde, bize neler söyleyebilirsiniz?

Prof. Dr. İsmail Melih Baş: Sevgideğer Ozan, asıl ben görüşlerimi ifade etmeme olanak sağladığınız için teşekkür ederim. Sanırım, önce iki üçgenden söz ederek başlasak iyi olacak. İlki MEP üçgeni: Military – Economics – Politics. Dilimize çevirirsek Askersel, Ekonomi ve Siyasalbilim bakış açısı köşeleri. Yerel, ulusal, bölgesel, uluslararası ve hatta uluslarüstü hangi sorunu ya da sorunsalı ele alacaksak alalım, bu üçgende ele almazsak, doğru inceleyemez (eşdeyişle analizini ve sentezini doğru yapamaz) ve bu bağlamda doğru sonuçlara ulaşma şansımızı azaltmış oluruz. Çünkü sorduğumuz sorular ve oluşturduğumuz hipotezler yanlış olunca, yanıtlar da büyük olasılıkla yanlış olacaktır. Üçgenin politics (siyasal bilim köşesinde) köşesindeki politics, policypolity kavramlarının ayrım ve ilişkilerinin okurlar için önemli bir ayrım olabileceğini de vurgulamış olalım, özellikle ayrıntılar önemlidir diyenlere.

İkinci üçgen, Amerikanca ‘triple bottom line’ denilen sürdürülebilirlik üçgeni: Economy – Social – Ecological (Environmental). Dilimize çevirirsek Ekonomi, Sosyal, Ekoloji (Çevresel) köşeleri. Dünyamızdaki (Mars’taki durumu henüz bilemiyoruz?) yerelden uluslarüstüne dek herhangi bir düzeydeki hangi sorun ya da (birçok sorunun oluşturduğu bir yumak niteliğindeki) sorunsalı ele alırsak alalım, bu üçgende ele almazsak, yine doğru inceleyemez ve doğru çözümlere ulaşma şansımızı azaltmış oluruz.

Bu kuramsal ya da kavram kutusu girişini yapmak zorundayız, çünkü ülkemizde ‘azmanlaşmış uzman’ niteliğinde gerek kimi profesyoneller ve gerekse kimi profesörler sorun(sal)lara bütünsel (holistic) bakmak yerine parçacıklı bakmaktadırlar. Zaten ülkemizde incelemenin (study) adı da parçalara ayrıştırarak inceleme anlamındaki analiz olmuş, parçaları birleştirerek inceleme anlamındaki sentez özelliğimiz ve yeteneğimiz neredeyse kaybolmuştur. Hatta bu bağlamda medyaya çıkan kimi Prof (!) yorumcular, ‘ben ekonomiden anlamam olaya siyasi açıdan bakalım’, ya da ‘ben siyasetten anlamam olaya ekonomik açıdan bakalım’ gibi ifadeler kullanabilmektedir. Özürlerinin kabahatlerinden büyük olduğunu vurgulayalım. Bu arada okurlarınıza bir yazarı ve iki kitabını salık vermeme izin verin: Stephen R. Covey, "Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı" ve ikinci kitabı "8. Alışkanlık Bütünlüğe Doğru". Dilimize çevrilmiş yapıtlar bunlar. Vurguladığım bütünsel bakış konusu özellikle ikinci kitapta detaylı incelenmiş.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Türkiye’de fazla üzerinde durulmasa da, dünya siyaseti açısından 2015 yılı sonlarında imzalanan Paris İklim Sözleşmesi’nin önemli bir kırılma noktası olduğu söyleniyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Bu anlaşmanın dünya siyasetine kalıcı etkileri olacak mı?

Prof. Dr. İsmail Melih Baş: 20 yıldır süregelen tartışmalı ve sonuçsuz toplantılardan sonra 200’e yakın ülke siyasal temsilcileri Paris’te iklim değişikliği ile ilgili bir sözleşmeye imza attılar. Sözleşme birçok basın organında sevinçle karşılandı, hatta bu konuda en muhalif tonda yayınlar yapan The Guardian’da bile! Oysa sözleşme ile bağıtlanan hedef ve içerik, ilgili ve yetkin kurumların bilimsel çalışma model çıktılarıyla uyuşmuyor. Önce sözleşmede ne bağıtlanmış, ona bakalım. Küresel ısınmadaki artışın 2 (Celsius) derecenin altına düşmesi hedefleniyor, tercihen de 1,5 (Celsius) dereceden söz edilmiş. Ama gel gör ki, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (HİDP=IPCC), sözleşmeye taraf olarak imza atan ülkelerin Niyet Edilen Ulusal Katkı (NEUK – İngilizce INDC) Planları’ndan yararlanarak hazırladığı sentez raporundaki modelde, 2,7 (Celsius) derece ile 3,7 (Celsius) derece arasında bir küresel ısınma olacağı saptanmış. Örneğin, 2 derecenin altına düşülmesi için Türkiye’nin NEUK’unu ikiye, üçe katlaması gerektiği belirtiliyor. Bu duruma ne demeli? Altı kaval üstü şişhane! Acaba sözleşmede fosil yakıt, kömür, petrol ve doğalgazın adları geçiyor mu derseniz, rastlayamadık! 32 sayfalık metni okudum, inanamadım bir de yazılımın aramasını kullandım, yine bir şey çıkmadı. Haklarını yemeyelim, tabiat ana sözcüğü geçiyor ama! İmzalanan sözleşmede konulan hedef, fosil yakıtların % 80’inin toprak altında kalmasını gerektiriyor. İmzalayan ülkelerin hedefe ulaşmak için her 5 yılda bir hesap vermeleri de kararlaştırıldı. Paris sözleşmesini bir son değil de, yeni bir başlangıç olarak yorumlamak çok da yanlış gözükmüyor.

Belirtmeliyiz ki, imzalanan sözleşme, yükselen denizlere, şiddetlenen fırtınalara, daha derin taşkınlara maruz halklara kısa erimde fazla bir şey getirmiyor. Hükümetlerin bu kararın arkasında durmaları ve buna yönelik çalışmaları, elbette ki halkların bu konuda işin takipçisi olup, hükümetlerine kamuoyu baskısı yapmaları ile olanaklı. Çünkü gerçek ve asıl istem, bu konuda gelişme değil, yaşanabilir bir dünya. Bunun için de tüm fosil yakıtlardan vazgeçilmeli ve yüzde 100 yenilenebilir enerjiye geçilmeli. Sözleşmeye bakılırsa, Kyoto anlaşmasının süresinin sona ereceği 2020’den başlayarak 2100’e dek sera gazı emisyonları her yıl yüzde 3 azaltılarak (zengin ülkeler her yıl yüzde 10 azaltarak), 2050’de sıfırlanacak yani karbon nötralizasyonu gerçekleşecek. İklim Değişikliği İçin Tyndall Merkezi’nden İngiliz iklimbilimci Kevin Anderson bunu gerçekçi bulmuyor; 2 derecenin altında kalabilmek için zengin ülkelerin sera gazı emisyonlarını 2020’ye dek yüzde 70, 2030’a dek yüzde 90 azaltması gerektiğini savlıyor.

HİDP’nin yaptığı model çalışmasına göre, atmosfere verilebilecek olan azami karbondioksitin miktarı 2900 Gt (cigaton= 1 milyar ton demektir). Bunun 1900 Gt’u 2011’e dek zaten verilmiş. Kaldı mı geriye 1000 Gt ? 2011’den 2014’e dek 140 Gt daha salınmış yani atmosfere verilmiş. 2100’e dek kaldı mı geriye 860 Gt ? Bundan iki kalem daha düşelim: 60 Gt (Ormansızlaşma etkisi), 150 Gt (Çimento endüstrisinin salımı). Kaldı mı geriye 650 Gt ? Şimdi de 2015’ten Paris Sözleşmesi’nin devreye gireceği 2020’ye dek salınacak miktarı hesaplayıp (yıllık yaklaşık 37 Gt’dan diyelim yaklaşık 185 Gt), düşelim kaldı mı geriye 465 Gt. Bozdur bozdur harca. 2020’den 2050’ye dek sürecin sonunda karbon nötralizasyonu veya etki sıfırlanması nasıl olacak? Bu arada petrol, doğalgaz ve kömür konularında faaliyet gösteren tekellerin rezervlerinde 2795 Gt karbon olduğu bilgisini de paylaşalım. Geldi mi gündeme tekellerle mücadele kaçınılmaz olarak? Zaten NASA Goddard Enstitüsü’nden James Hansen, sıcaklık artışı hedefiyle ilgilenmeyi doğru bulmuyor, enerji dengesiyle ilgilenmeyi salık veriyor. Hansen, on bilim insanıyla birlikte yaptığı çalışmada atmosferdeki karbondioksit yoğunluğun 350 ppm (milyonda parçacık demektir) düzeyine, tercihen altına çekilmesi gereği sonucuna varmışlar.

Paris Anlaşması 4.11.2016’da resmen yürürlüğe girdi.  197 ülke tarafından imzalanmıştı kimileri anlaşmayı kendi ulusal mekanizmalarında da onayladılar. Daha sonra Kasım 2016’da Marakeş’te bir iklim zirvesi COP 22 yapıldı. Kurallar kitabı ve diğer sürece ait kararlar ise 2017 ve 2018 yıllarına dağıtılarak takvime bağlandı. Marakeş toplantısının bir diğer çıktısı da, ülkelerin birbirlerine iklim mücadelesi konusunda destek olmak üzere sayısız koalisyonun kurulmasına olanak sundu. Örneğin bunlardan biri de kırılgan ülkeler forumu. İklim değişikliğinden en fazla etkilenecek 48 ülke 2050 yılına kadar yüzde 100 yenilenebilir enerjiye geçiş taahhüdünde bulundular, finansman argümanlarını bir yana bırakıp. COP 22, Türkiye’nin katılımı açısından sönük geçti. Paris Anlaşması’nı henüz onaylamış değil, kurulan sayısız işbirliklerinde yer almadı, iklim finansmanına erişim isteğini dile getirmekle yetindi.

Ülkemiz 2016 yılı için yayınlanan İklim Değişikliği Performans Endeksi'nde de son sıralardayız! COP 22, iklim değişikliği ile mücadelede rol alan sivil toplum, belediyeler, ülkeler, iş dünyası ve bireylerin net bir beyanı ile sonlandı. Umuyor ve talep ediyoruz! Bu arada Trump’ın ilk bütçe teklifinde iklim değişikliğine yönelik bütçede kesintiler olacağa benziyor, zaten teklifin başlığı "Önce Amerika"! Aslında ne yapılmalı biliyor musunuz? J.B. Foster’ın son yazısının (Monthly Review, Kasım 2015) başlığıyla başlayalım yanıtımıza: ‘System change not climate change’. Yani, Foster diyor ki, sistemi değiştirin, iklimi değiştirmekle uğraşmak nafile çaba! Çünkü kapitalizmin sermaye birikim modeli, iklimin değişmesine kilitli. Yazıya bakmayı salık veriyorum. Zaten iklim değişikliğinin kendisi de bir ticaret endüstrisi haline geldi. Bu konuda Mike Hulme’un ‘İklim Değişikliği Konusunda Neden Anlaşamıyoruz?’ adlı kitabı da dilimize çevrildi. Salık veriyorum.

Küresel ısınma sorunu, piyasacı çabalarla, örnekse etkili bir karbon piyasası işletimi vb. piyasacı çabalarla hafifletilebilir ama çözülemez, hatta kilit olur. Köktenci çözümün yaşam biçimimizi değiştirip eko-toplumcu bir düzene geçilip, daha tutumlu ve fosil yakıtlardan kurtulup, tümüyle yenilenebilir ve temiz enerji kullanımıyla sürdürülebilir yaşama ulaşmak olduğu unutulmamalıdır. Bilimsel çalışmalara göre, eğer ısınma 2 derece olursa, gezegendeki canlı türlerinin yüzde 30’u yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklar. Bu yüzde 30’a, sizin, sizin çocuğunuzun ya da torununuzun, sizin kedi-köpeğinizin, sizin bahçenizdeki kiraz ağacının, ormanınızdaki sincabın girmeyeceğine dair vadeli işlem senedi almak ister miydiniz? O zaman İsrafil Bey’in kurduğu Eko-Kıyamet Menkul Kıymetler Anonim Şirketi’ne gecikmeden başvurabiliriz! Bu arada ENVER’e yani enerji verimliliğine de önem vermek gerek. Meraklısı ENVER Derneği’nin çalışmalarına ve ülkemizin Enerji Verimliliği Strateji Belgesi’ne de ulaşabilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Hocam, zaman zaman dünya ekonomisi üzerine de ilginç yazılar yazıyorsunuz. Dünya ekonomisinde önümüzdeki birkaç yıldaki gidişatı nasıl görüyorsunuz? Özellikle BRICS ülkeleri ve Çin’in durumu sizce nasıl olacak?

Prof. Dr. İsmail Melih Baş: Dünya ekonomisindeki Doğu Asya Kaplanları (mucizesi) kavramlarını anımsar mısınız? 1980-90’larda Güney Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur vd. ortalama yüzde 9’lar oranında büyüme sağlayan ülkeleri! Özellikle Güney Kore’yi  (halk sınıflarına ne gibi acımasız maliyetler doğurduğuna kulak asmadan) ülkemize örnek gösteren liboş veya ‘sözde ulusalcı’  profes(yoneller)örler de bolcaydı! Dünyada yükselen ekonomiler deyimi son zamanlarda BRIC+S deyimi ile eş anlamlı oldu. Ama kimi KİA’lar (kitle iletişim araçları) bu olguya burun kıvırıyorlar. Onlar hala Trilateralci (ABD, AB, Japonya)! Bu ülkeler öbeğinin adı yatırım bankası Goldman Sachs’tan Jim O’Neill tarafından 2001’de BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) olarak konulmuştu; sonra 2011’de Çin’in  çağrısıyla Güney Afrika da işbirliği işleyişi (tam üyelik değil!) konumuna girmiş oldu. Yerli ve yabancı yazında bu ülkeleri Güney Afrika’yı da ekleyerek BRICS olarak ananlar da var. Ama Goldman Sachs, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin aynı kulvarda olmadığının altını çiziyor ve öbeğin esasen BRIC olduğunu vurguluyor.

BRIC ülkeleri dünya yüzölçümünün yüzde 28,7’sini kaplıyor, nüfusunun yüzde 41,7’sini kapsıyor. Cari fiyatlarla Katışıklı Ulusal Gelir (GSYİH) dünya toplamı (2015) rakamı olan 74,15 trilyon doların dağılımına bakalım. 18 trilyon doları ABD’nin, 15,12 trilyon doları (yüzde 20) ise BRIC’in! Ancak Satın Alma Gücü Paritesi (SAGP) ile sadece Çin bile (2016) rakamı olan 21,27 trilyon dolar ile ABD’yi (18,56 trilyon dolar) geçmiş durumda. Dünya ekonomisi 2016’da yüzde 2,8 büyüdü. Bu büyümeye katkıda ABD, Çin ve Hindistan’dan sonra üçüncü. Çin, bu büyümenin beşte ikisini sağlıyor. ABD, 20 yıl önce toplam GSYİH’nın yüzde 30’una sahipken şimdi yüzde 25’in bile altına düşmüş durumda. 2016 İnsani Kalkınma İndeksi Raporu’na göre, 188 ülke içindeki İnsani Kalkınma İndeksi (HDI) sıralamaları ise şöyle: B:79; R:49; I:131; C:90. 21. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuracaklar BRIC ülkeleri. Jim O’Neill’in yaptığı 2009 tarihli çalışmaya göre, BRIC ülkeleri topluca biçimde Trilateral’i 2020 sonu veya 2030 başında yakalayacaklarmış. AB’nin ağababası Almanya’yı, Brezilya ve Rusya 2029’da, Hindistan 2024’te yakalayacaklarmış. Çin zaten ABD dışındakileri yakaladı ve ayrıca ABD’nin ensesinde boza pişirmeye başladı bile! Ayrıca ortak bir akçal dizge oluşumu da söz konusudur, 2016’da devreye giren Yeni Kalkınma Bankası vb.

Türk girişimciler bu gelişmeyi yakalıyorlar mı? Özbey Men’in Scala Yayıncılık’tan çıkan kitaplarına bakılabilir. Öncelikle vurgulayalım, bu ülkeler nüfus, hızla artan gelir ve tüketiciler, doğal kaynaklar, hızla ilerleyen teknolojik altyapılarının yanısıra, bilim insanı, teknik donanımlı mühendis ve deneyimli yöneticiler barındıran insan varlıkları havuzu olma gibi özelliklere sahipler. Üretim maliyetleri avantajları nedeniyle hızlı büyüme fırsatı yaratabilen, uluslararası yatırımları çekebilen, dışsatımlarını artırabilen, iktisadi bunalımlardan görece daha az etkilenen, döviz birikimlerini arttırabilen ülkeler.

Nedense Rusya ve Çin’in bir başka ortak yönü olarak kamu ağırlıklı bir toplumcu (sosyalist) deneye sahip oldukları vurgulanmıyor pek BRIC çalışmalarında! Sanayi ürünleri üreticisi konumundaki Çin ve Hindistan ile hammadde ve enerji tedarikçisi konumunda olan Rusya ve Brezilya’nın anlamlı bir blok oluşturduğu tezi incelenmelidir. Kapitalist bir iktisatçı olan Jim O’Neill, BRIC fazla ünlenince hemen emperyalizmin çöküşünü açığa çıkarmayacak bir başka blok tasarımı daha yapıverdi 2009’da: N-11 (Next 11): Gelecek-11. Ama bu yeni icatların temeli zayıf! Belki bu yeni kavram bağlamında Avrasya çağına girdiğimizi söylemek olanaklı. Avrasya çağı derken Avrupa’yı dışlayan bir Asya’dan söz etmiyoruz. Bu kavramın içinde Almanya da var sözgelimi. Niyeti olup, kısmetini gerçekleştirmek için kıspetini giyip er meydanında güreşe çıkmayan Türkiye’de olsa keşke. Ama olacak, başka çıkar yolu yok, Kevin Costner’ın oynadığı ’No Way Out’ filmini izleyenler bilir, öyle bir şey. Avrasya konusu başka bir söyleşimizin konusu olsun izninizle.

Yrd. Doç. Dr. Ozan Örmeci: Bize vakit ayırdığınız için size teşekkür ediyor ve başarılarınızın devamını diliyorum.

Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Tarih: 15.04.2017


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder