Sayfalar

13 Nisan 2017 Perşembe

Ayşe Ömür Atmaca’dan ‘Turkey-US Relations (2009–2016): A troubled partnership in a troubled world?'


Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Dr. Ayşe Ömür Atmaca[1], Dr. Pınar Gözen Ercan editörlüğünde hazırlanan “Turkish Foreign Policy: International Relations, Legality and Global Reach” adlı kitapta Türk-Amerikan ilişkilerinin son yıllarına ışık tutan “Turkey-US Relations (2009–2016): A troubled partnership in a troubled world?” (Türk-Amerikan İlişkileri (2009–2016): Sorunlu bir dünyadaki sorunlu bir ilişki?) başlıklı bir makale kaleme almıştır.[2] Bu yazıda, bu makale Türkçe’ye çevrilerek özetlenecektir.

Turkish Foreign Policy: International Relations, Legality and Global Reach

Soğuk Savaş döneminin ilk yıllarından beri sadık bir Amerikan müttefiki olan Türkiye, 1990’ların başında Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, 3 istikrarsız ve stratejik bölgenin (Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar) arasında kalması sayesinde, ABD için önemli bir askeri stratejik bölge olmaya devam etmiştir. Washington, bu dönemden başlayarak Türkiye’yi Doğu ile Batı arasında bir “köprü”, enerji zengini ülkelerle enerji ihtiyacı olan Batılı ülkeler arasında bir “enerji transit bölgesi” (energy hub) ve eski Sovyet Cumhuriyetleri için bir “model ülke” olarak görmeye başlamıştır. 1991 yılında Körfez Savaşı’nda ABD’ye üslerini açarak destek olan Türkiye, ayrıca Amerika’nın en önemli müttefiki İsrail’e de destek olarak, bölgedeki en güvenilir Amerikan müttefiklerinden birisi olduğunu ispatlamıştır.

Ancak 2000’li yıllarda Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni fırsatlarla birlikte yeni zorluklar da yaşanmaya başlamıştır. İlk önemli dönüm noktası, 11 Eylül 2001 tarihinde El Kaide tarafından gerçekleştirilen terör saldırılarıdır. Bu konuda ABD’ye tam destek veren Ankara, Washington’ın “küresel terörizme karşı savaş” politikasında önemli bir müttefik haline gelmiştir. Bu terör saldırısı ardından George W. Bush yönetiminin Afganistan’a başlattığı askeri operasyona destek veren Türkiye, Türk Silahlı Kuvvetleri aracılığıyla Afganistan operasyonunda önemli roller üstlenmiştir. 2000’li yıllardaki ikinci önemli dönüm noktası ise, Türkiye’de İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) 2002 yılında yapılan genel seçimlerle iktidara gelmesidir. Bu seçim öncesinde ABD’nin olası Irak müdahalesine destek olmak için çeşitli kanallardan görüşmelere başlamış olan Türkiye, TBMM’de reddedilen 1 Mart Tezkeresi sonrasında Amerikan askerlerinin topraklarında konuşlanmasına izin vermemiş ve sadece askeri üslerini Amerikan uçaklarına açarak Irak Savaşı’na kısıtlı bir destek sağlamıştır. Bu krizden kısa bir süre sonra yaşanan “çuval olayı” ise, ABD-Türkiye ilişkilerini dibe vurdurmuş ve Türk kamuoyunda Amerika’ya olan güveni sıfırlamıştır. ABD'ye yakınlığıyla bilinen dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök bile, bu olayı “en büyük güven bunalımı” olarak yorumlamıştır. Bu dönemde ABD Dış İşleri Bakanı Condoleezza Rice’ın ilan ettiği “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) iki ülkeyi yeniden birbirlerine yakınlaştırırken, Türkiye ve iktidardaki AK Parti, İslami ülkelere model olabilecek Müslüman demokrat kimliği ile Washington nezdinde yeniden önem kazanmıştır. Dönemin Türk Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül de bir konuşmasında bunu vurgulamış ve Türkiye’nin bölge ülkelerine ilham kaynağı olabileceğinden söz etmiştir. 2006 yılı Eylül ayında Rice-Gül ikilisi tarafından imzalanan bir belge ile bu ortaklık pekiştirilmiş, ancak fiiliyatta sorunlar yaşanmaya devam etmiştir. 5 Kasım 2007’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan George W. Bush’la Washington’da bir görüşme yapsa da, ilişkilerin düzeltilmesi ancak 2008’de Barack Obama’nın başa geçmesiyle mümkün olabilmiştir. Bu doğrultuda, Atmaca, çalışmasında Obama dönemi Türk-Amerikan ilişkilerini iki dönemde incelemektedir. İlk olarak 2009-2013 dönemine odaklanan Atmaca, daha sonra Arap Baharı’nın yarattığı değişim rüzgârlarının sonucunda ilişkilerin nitelik değiştirmeye başladığı 2013-2016 dönemini analiz etmektedir.

Barack Obama’nın 2008’de 44. ABD Başkanı seçilmesi, yalnızca Amerikan dış politikasında değil, Türk-Amerikan ilişkilerinde de önemli dönüşümlere yol açmıştır. Seçim kampanyası döneminde “değişim” temasını öne çıkaran ve hep umut pompalayan Obama, Bush döneminde izlenen agresif politikalar nedeniyle bozulan ABD’nin imajı konusunda da aktif politikalar geliştirmiştir. Afganistan ve Irak’tan Amerikan askerlerini geri çekmek, El Kaide liderlerini yakalamak ve bölgedeki müttefiklerle sorumluluğu paylaşmak amacındaki Obama yönetimi için, Türkiye, bir anda ideal bir müttefik haline gelmiştir. Obama da, bunu göstermek istercesine, ilk denizaşırı ziyaretini Ankara’ya yapmış ve ikili ilişkilerde güven tazelemiştir. 6 Nisan 2009’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir konuşma yapan Obama, ABD ile Türkiye’nin çağın zorlukları karşısında birlikte hareket etmek zorunda olduklarını vurgulamıştır. Türkiye’nin NATO üyesi ama nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olarak özgün yapısına dikkat çeken Obama, iki ülke arasında “model ortaklık” temelinde bir ilişki geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. “Model ortaklık” anlayışı çerçevesinde, bu dönemde ikili ilişkilerin gelişmesinde iki faktör kritik rol oynamıştır:
  1. Obama yönetiminin Türkiye ile ikili ilişkiler konusunda önceki (George W. Bush) yönetim döneminde oluşan hasarı düzeltmek istemesi,
  2. AK Parti (Recep Tayyip Erdoğan) hükümetinin iktidarının ilk yıllarında Batı yanlısı, demokratik ve laik çizgide politikalar izlemesi nedeniyle Batılı müttefiklerini kendine hayran bırakması.
Bu bağlamda, ABD yönetiminin Türkiye’ye ve AK Parti’ye bakışında iki farklı dönemden söz edilebilir. İlki, AK Parti’nin “model ortaklık” anlayışına uygun bir siyasal yapılanma ve bölgedeki otoriter ülkelere rol model olarak görüldüğü 2009-2013 dönemi, ikincisi ise 2013 yılından başlayarak bölgedeki Arap ayaklanmalarıyla başlayan istikrarsızlıklar ve Türkiye’de yaşanan otoriterleşme nedeniyle Türkiye’nin bu rolünün sorgulanmaya başladığı dönemdir.

Erdoğan ve Obama

2009-2013 DönemiYeni Vizyon, Yeni Sorunlar
Olumlu başlangıca rağmen, ikili ilişkilerde düzelme bir anda yaşanmamış ve çeşitli sorunlar ilişkilerin düzelmesini engellemeye devam etmiştir. Bunlar arasında Ermeni Sorunu, Türkiye’nin İran konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki tavrı ve Türkiye-İsrail ilişkilerinin gerilmesi sayılabilir. Bu anlamda, ilk test, Ermeni Sorunu olmuştur. Seçim kampanyası döneminde 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanıma sözü veren Obama, Türkiye’nin bu dönemde Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun başlattığı “komşularla sıfır sorun” politikasının bir uzantısı olarak Ermenistan’la yakınlaşmaya ve ilişkileri normalleştirmeye çalışmasının da etkisiyle, “soykırım” yerine “Meds Yeghern” (Büyük Felaket) ifadesini kullanmıştır. Obama’yı böyle davranmaya iten bir diğer faktör de, Irak ve Suriye’de radikal gruplarla mücadele etmek konusunda Türkiye’ye çok ihtiyacı olmasıdır. İran’ın nükleer programı, ikili ilişkilerdeki ikinci önemli kriz konusu olmuştur. İran’ın nükleer programı konusunda bu ülkeye sert yaptırımlar uygulayan Obama yönetiminden farklı olarak, Türkiye, Brezilya ile birlikte, bu ülkeyi uranyum zenginleştirme programını sınırlandırması konusunda bir anlaşma yoluyla uluslararası sistem içerisinde kalmaya yönlendirmeye çalışmıştır. Sonuçta, Türkiye’nin bu konuda İran ile ABD arasında tarafsız durmaya çalışması ABD’yi rahatsız etmiş ve İsrail’le ilişkilerini de bozmuştur. İlişkilerdeki üçüncü ve belki de en önemli kriz konusu ise Türkiye’nin İsrail’le olan ilişkilerinin bozulmasıdır. 1990’larda doruk noktasına çıkan Türkiye-İsrail ilişkileri, AK Parti mensuplarının Filistin konusunda İsrail’e yaptıkları sert eleştiriler ve Hamas’a verdikleri destek nedeniyle hızla bozulma sürecine girmiştir. 2010 yılındaki Mavi Marmara Krizi ile dip noktasına vuran Türkiye-İsrail ilişkileri, Obama döneminde ABD-Türkiye ilişkilerinin de zayıf karnını oluşturmuştur. 2013 yılında Obama’nın devreye girmesiyle İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Türkiye’den özür dilemesi sonucunda ilişkiler yavaş yavaş normalleşmeye başlamış ve sonunda 2016 yılında Obama ofisten ayrılmadan hemen önce de tamamen düzelmiştir. Bu dönemde Türkiye’nin İsrail’e yönelik eleştirel tavrı Washington’daki bazı çevrelerce Ankara’nın Türkiye-ABD-İsrail üçlü ittifakından çıkarak, ABD ile ikili ilişkiler temelinde yeni bir ittifaka yönelmek istediği şeklinde yorumlanmıştır. 2010 yılı sonunda başlayan Arap Baharı dönemi de ilişkileri zorlayan bir diğer faktör olmuştur. Bu süreçte, kendisine verilen “model ülke” rolüne de uygun olarak bölgedeki Sünni Müslüman halklara ve Müslüman Kardeşler türevi hareketlere örnek olmaya ve destek vermeye çalışan AK Parti hükümeti, aslında ABD ile başlarda oldukça uyumlu bir görüntü sergilemiştir. Erdoğan’ın İslam ve demokrasinin birbirine uygun olduğu yönündeki görüşleri Washington’da da desteklenmiş ve Erdoğan, Batılı basın-yayın organlarında göklere çıkarılmıştır. Ancak Mısır’da yaşanan askeri darbe ve bölgedeki istikrarsızlık sonrasında, iki ülkede Arap Baharı sürecine yönelik olarak farklı bakış açıları ortaya çıkmıştır. Bu süreçten itibaren, model ortaklık, sorunlu bir hale gelmeye başlamıştır.

2013-2016: Sorunlu ‘Model Ortaklık’?
2013 yılından itibaren Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunlar artmaya başlamıştır. Bu dönemde, ilk olarak Gezi Parkı protestoları sırasında Türk polisinin göstericilere yönelik sert tavrı Washington’da eleştiri konusu yapılmaya başlanmıştır. Suriye iç savaşı da Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Aslında Washington, Türkiye’nin Beşar Esad yönetimiyle yakın ilişkiler kurmasını başlarda desteklemiş ve bu sayede bu ülkenin İran yörüngesinden çıkabileceğini ummuştur. Hakikaten de, Türkiye-Suriye ilişkileri AK Parti iktidarının ilk yıllarında çok iyi bir seviyeye gelmiştir. Ancak Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçrayacağı anlaşılınca, Türk hükümeti, Beşar Esad’ı defalarca demokratikleşme reformları yapması konusunda uyarmıştır. Esad’ın buna yanaşmaması neticesinde, kısa süre içerisinde Suriye’de kanlı bir iç savaş başlamış ve Türkiye de bu savaşta Esad’ın karşısında yer almıştır. Suriye konusunda ABD de benzer bir siyasal pozisyon almasına karşın, IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) adlı köktendinci terör örgütünün ortaya çıkmasının ardından, Washington’ın önceliği IŞİD’le mücadele haline gelmiş, Türkiye ise Beşar Esad’ın gitmesi konusundaki önceliğini korumaya -en azından bir süre daha- devam etmiştir. Bu durum, kısa süre içerisinde ilişkileri bozmaya başlamış, dahası, Türkiye’de PKK ile yürütülen müzakere sürecinin çökmesi de ikili ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Türkiye’nin dış politikası Arap Baharı sürecinde “komşularla sıfır sorun”dan “değerli yalnızlık” çizgisine evrilirken, Washington’la ilişkiler de iyiye gitmemiştir. IŞİD’le mücadele konusunda Türkiye’nin isteksizliği (Washington’ın IŞİD’le mücadele için İncirlik Üssü’nü kullanmasına başta Ankara izin vermemiştir) ve Türkiye’nin PKK’nın uzantısı olarak gördüğü PYD ve YPG gibi gruplara Washington’ın verdiği destek, ikili ilişkilerdeki en temel sorunlar haline gelmiştir. Buna karşın, 2015 Şubat ayında iki ülke arasında Suriyeli ılımlı muhalifleri eğitmek konusunda bir mutabakat imzalanmış ve IŞİD’in Türkiye’deki bombalı eylemleri sonrasında Ankara Washington’a IŞİD’le mücadele konusunda tam destek vermeye başlamıştır. Bu nedenle, en temel sorunlu meseleler olarak Suriye Kürtlerinin ve PYD-YPG’nin durumu ile Türkiye’nin otoriterleşmesi konusu kalmıştır. Bunların yanında, 2015 yılından itibaren Rusya’nın da Suriye’deki mücadeleye aktif bir şekilde dâhil olmasıyla, Türk-Amerikan ilişkilerinde Suriye meselesi sadece bir ikili ilişki konusu olmaktan çıkmış ve önemli bir bölgesel güvenlik sorunu haline gelmiştir. 2016 yılında Obama’nın Erdoğan’la Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde görüşmek istememesiyle ilişkiler en gergin noktaya ulaşmış; bu süreçte özellikle Türkiye’nin kendi içerisinde uyguladığı otoriter sistem ABD tarafından müttefik bir ülkeye yakıştırılmayarak eleştirilmiştir. Erdoğan’ın son ziyareti bu sorunları biraz olsun yumuşatsa da, Obama için bu dönemde Erdoğan büyük bir hayalkırıklığı haline gelmiştir. Zira Obama, başlarda Erdoğan’ı Doğu ile Batı’yı yakınlaştıracak ılımlı ve reformist bir lider olarak görürken, daha sonra onu otoriter ve başarısız bir lider olarak algılamaya başlamıştır.

Sonuç bölümünde, Ayşe Ömür Atmaca, Barack Obama döneminde “model ortaklık” konsepti doğrultusunda şekillendirilen Türk-Amerikan ilişkilerinin yaşadığı sorunları özetlemiş ve özellikle Kürt meselesi ve Türkiye’nin demokrasi seviyesinin düşmesinin Washington açısından en sorunlu konular olduğuna dikkat çekmiştir. Makalenin dengeli ve tarafsız bir şekilde yazıldığı, ancak Arap Baharı sürecinde ve Suriye özelinde Türkiye’nin takip ettiği dış siyasetin Washington’dan bağımsız ve farklı olarak değerlendirilmesinin tartışmaya açık olduğu söylenebilir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder