Sayfalar

10 Mart 2017 Cuma

Türk Tipi Laiklik Tartışmaları


ABD’de Northeastern Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapan Dr. Berna Turam’ın[1] editörlüğünü yaptığı 2012 yılı Palgrave Macmillan basımı “Secular State and Religious Society: Two Forces in Play in Turkey” (Laik Devlet ve Dindar Toplum: Türkiye’de Mücadele Halindeki İki Güç) adlı kitap[2], İslam dünyasında on yıllardır en önemli tartışma konusu olan laiklik uygulamasını Türkiye özelinde inceleyen önemli bir çalışmadır. Koç Üniversitesi Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Murat Somer ise[3], bu kitap hakkında faydalı bir “review” (tenkit) yazısı kaleme almıştır. Bu yazıda, Somer’in makalesi özetlenerek, Türkiye’deki laiklik tartışmalarına dair çeşitli fikirler ileri sürülecektir.

Kitap kapağı

Türkiye, yıllardır kendisini İslam dünyasında seküler demokrasinin başarılı bir örneği olarak sunmakta ve hatta bu şekilde Orta Doğu'da bir “model ülke” konumu kazanmaya çalışmaktadır. Hakikaten de, göreceli olarak bakıldığında, Türkiye’nin İslam dünyasında yer alan ve Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkeler arasında laikleştirme projesini en iyi gerçekleştiren ülkelerden birisi olduğu bir vakadır. Ancak Türkiye’nin devlet merkezli laiklik modeli, aynı zamanda anti-demokratik bir karakter taşımak ve seküler olmamakla eleştirilmektedir.

Türk tipi laiklikle ilgili eleştirileri 3 ana başlık altında toplamak mümkündür:
  1. Türk devleti, Cumhuriyet kurulduğundan beri özünde dine karşıt bir laiklik uygulaması yürütmektedir. Çoğunluğu Müslüman ve dindar olan bir toplum karşısında, devlet, baskıcı ve dinin devlet kontrolünde olduğu bir sistem kurmuştur. Örneğin, Hakan Yavuz, sık sık bu yönde eleştiriler yapan bir akademisyendir.
  2. Türk devleti, laiklik uygulamalarını çok geniş yorumlamakta ve kamusal alanı tamamen dinden arındırmaya çalışarak, dini özel alana hapsetmek istemektedir. Örneğin, Ahmet Kuru, Türk devleti ve özellikle de devleti kuran Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) için “assertive secularism” (ısrarcı laiklik) terimini doğru bulmakta ve demokratik bir sistemde laiklik uygulamalarının yasalar dâhilinde daha geniş yorumlanabileceğini ifade etmektedir. Bu bağlamda, Kuru, Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti-AKP) ve Fethullah Gülen cemaati gibi İslamcı yapıların “passive secularism” (pasif laiklik) uygulamalarıyla başarı kazandığına dikkat çekmektedir.
  3. Andrew Davison gibi başkaları ise, Türk Devleti’nin laiklik adı altında aslında İslamlaştırma siyaseti güttüğünü ve İslam’ın da sadece özel bir yorumunu (Sünni mezhebi) Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla topluma dayattığını iddia etmektedir.
Görüldüğü üzere, bu üç yaklaşımın aynı anda doğru olması imkânsızdır. Bir devlet, hem dine karşıt olup, hem de İslamlaştırma siyaseti yürütemez. Dolayısıyla, Türk tipi laiklik konusunda daha detaylı analizler yapmak şarttır. Bu noktada, Türkiye Cumhuriyeti devletinin laiklik uygulamalarını evrensel kriterler ışığında değerlendirmek gerekir.

Birinci tezi incelemek gerekirse, Türk devletinin dini uygulama, düzenleme ve yasaklarının dine karşıt olduğu tezi birçok ülke ile karşılaştırıldığında temelsiz kalmaktadır. Yakın zamana kadar (1990) dünyada Sovyet Rusya’nın başını çektiği komünist blokta geçerli olan hâkim ideolojinin ateizm felsefesine dayalı Marksizm-Leninizm olduğu da düşünülürse, Türkiye’deki devletin dini kısıtlayıcı bazı uygulamalarını din karşıtı olarak yorumlamak son derece zordur. Unutulmamalıdır ki, nüfusunun büyük çoğunluğu Katolik Hıristiyan olan Fransa gibi bazı “laik” ülkelerde, 18 yaşından küçük öğrencilerin Hıristiyanlık sembolleriyle (örneğin haç) okula gelmelerine izin bile verilmemektedir.[4] Aynı yasak, Müslüman kız öğrencilerin başörtüleri için de uygulanmaktadır. Ancak İslam dünyasındaki bazı basın-yayın organlarında yansıtıldığı gibi, bu yasak, Müslümanlara yönelik bir uygulama değildir ve bu uygulamadan asıl mağdur olan nüfus çoğunluğunu oluşturan Hıristiyanlardır. Türkiye’de ise, son yıllarda başörtüsü (türban) yasağı konusunda tüm engeller kaldırılmış ve zaten yalnızca devlet kurumları ve eğitim kurumlarında geçerli olan bu yasak da tarihe karışmıştır. Ayrıca Türkiye’de 12 Eylül darbesinden sonra zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri müfredata eklenmiş ve bu derste de büyük ölçüde Sünni İslam öğretisinin propagandası yapılmıştır. Dahası, Müslüman dini bayramları (Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı) Cumhuriyet kurulduğundan beri resmi tatil olarak kutlanmakta ve devlet nezdinde, İslam, bir anlamda -anayasadaki laiklik ilkesi hiçe sayılarak- resmi din gibi kabul edilmektedir. Oysa hiçbir diğer dinin bayramı Türkiye’de resmi tatil kabul edilmemektedir. Dolayısıyla, bırakın Türkiye’de devletin dine düşman olmasını, birçok Avrupa ülkesine kıyasla devletin din konusunda fazla hoşgörülü olduğu bile söylenebilir.

İkinci teze bakmak gerekirse, Türkiye’de devletin dini uzunca bir süre kamusal alandan özel alana hapsetmek istediği tespiti haklı olabilir. Lakin bu noktada da İslam dinine özgü laiklik uygulamalarındaki başarısızlık göz önüne alınarak (İran İslam Devrimi, Müslüman nüfusu yoğun ülkelerde giderek artan İslami uygulamalar), devletin böyle davranmasındaki nedenler iyi araştırılmalıdır. Şurası bir gerçektir ki, İslam dinini resmi 5 şartı temelinde değil de, İslam (Şeriat) hukuku çerçevesinde yorumlayarak hayatın her alanına sokmak isteyen yaygın bir kesim Türkiye ve diğer Müslüman nüfusu yoğun ülkelerde bulunmaktadır. Bu kesimler, Müslümanların modern dünya ile irtibatlandırılmasını ve halkın çağdaş yaşamın gereklerini yerine getirmesini zorlaştırmaktadırlar. Dolayısıyla, İslam dünyasındaki ilk köklü laikleşme hareketi olan Kemalizm’in bu noktada kimi açılardan baskıcı uygulamalara yönelmesi anlaşılır bir durumdur. Yazar Ahmet Kuru tarafından başarı modeli olarak gösterilen AK Parti ve Gülen cemaatinin yön verdiği Türkiye’nin son yıllarda demokrasi endekslerinde çok kötü bir performans göstermesi ve son yaşanan 15 Temmuz darbe girişiminin de gösterdiği üzere, dini taassubun sorgulanmadığı sosyal yaşam biçimlerinin bir topluma hâkim olması durumunda hem laiklik, hem de demokrasinin kolaylıkla aşınabilmesi, bize bu konuda yeterince fikir vermiş olmalıdır. Bu nedenle, devletin kamusal alanda dini ne ölçüde kısıtladığı ve bunun yanlış olup olmadığı daha iyi araştırılmalıdır.

Üçüncü tez incelendiğinde ise, bu üç tez arasında en doğru yaklaşımın bu olduğu görülmektedir. Devlet, Türkiye’de, laiklik adı altında çok net bir şekilde -özellikle 12 Eylül sonrasında- Sünni İslam’ın modern yaşamla uyumlu ve daha ılımlı bir versiyonunu vatandaşlarına empoze etmeye çalışmaktadır. Zorunlu din dersleri, mesleki ihtiyacın sayıca çok ötesinde açılan İmam Hatip Okulları, devletin resmi tatil uygulamaları, cemevlerine resmi ibadethane statüsü verilmemesi ve Diyanet’in yalnızca Sünni Müslümanlara hizmet vermesi, bu noktada yasal açıdan kullanılabilecek olan kanıtlardır. Hatta laikliğin en keskin ismi gibi lanse edilen Cumhuriyet rejiminin kurucu ismi Mustafa Kemal Atatürk’ün Ortodoks Hıristiyan Gagavuz Türklerini vatandaşlığa kabul etmeyip, Müslüman Boşnakları vatandaşlık için tercih etmesi, bu noktada Türkiye Cumhuriyeti devletinin daha en başından itibaren tek tipleştirici bir din ve millet anlayışıyla kurulduğunun ispatıdır. Türk devleti, uzun yıllar boyunca, bu uygulamasını devletin sapkın ve radikal dini tarikat, cemaat ve gruplara karşı ortalama ve modern siyasal sisteme uygun bir İslam (Müslüman) anlayışı yaratmak istemesiyle izah etmiş, savunmuş ve bu nedenle toplum ve aydınlar nezdinde destek de bulmuştur. Ancak Türkiye’de son yıllarda gelinen noktada resmi kurumların da laiklikten hızla uzaklaşıyor gibi bir görüntü vermeye başlaması, bu uygulamanın geçerliliği ve başarısı konusunda ciddi soru işaretleri uyandırmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekten demokratik ve laik bir siyasal sisteme ulaşabilmesi içinse, önünde iki farklı seçenek (model) bulunmaktadır. Devletin tamamen laik bir seviyeye çıkarılması ve dini konuların devlet dışında o dinin inananlarına bırakılması (imam ve müezzinlerin maaşlarının devlet tarafından değil, o dinin inananlarınca veya camiye gelen kişilerce karşılanması ve benzeri şekilde tüm dini grup ve cemaatler için de devletin herhangi bir finansman üstlenmemesi) ilk seçenektir. Zira mevcut sistemde, farklı din veya mezhepten olan ya da inançsız olan kimseler bile, devlet görevlisi imam ve müezzinlerin maaşını -ödedikleri vergilerle- finanse etmektedirler. İkinci model ise, devletin tüm din ve mezheplere eşit mesafede durması ve Alevilere, Caferilere ve diğer din ve mezhep gruplarına da Diyanet’te yer vererek, onların finansmanı konusunda da elini cebine atmasıdır. Bu ikinci model, Türkiye açısından daha kolay gerçekleştirilebilir ve demokratik bir hükümetin iktidarında olası gözükmektedir. Bu şekilde nüfus çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslümanlara yönelik politikalar aynen devam ederken, Aleviler ve diğer din ve mezheplere de Diyanet’te ve Din Kültürü derslerinde yer verilerek, daha demokratik bir sistem kurulabilir. Ancak mevcut sistem bu haliyle devam ederse, Türkiye’nin birkaç on yıl içerisinde Suudi Arabistan veya İran gibi bir din (mezhep) devletine dönüşme ihtimali hayli yüksektir. Zira sistem, bu temelde kurgulanmıştır ve Avrupa toplumlarının aksine Türkiye halkı da sekülerlik açısından çok ileri/gelişmiş bir noktada değildir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder