Sayfalar

23 Ocak 2017 Pazartesi

Gulbenkian Komisyonu ‘Sosyal Bilimleri Açın’ Raporu

Portekiz merkezli Calouste Gulbenkian Vakfı’nın[1] öncülüğünde ve Binghamton Üniversitesi Fernand Braudel Merkezi Başkanı Profesör Immanuel Wallerstein Başkanlığında altısı Sosyal Bilimci, ikisi Doğa Bilimci ve ikisi de İnsani (Beşeri) Bilimlerden gelen 10 seçkin akademisyen tarafından kurulan Gulbenkian Komisyonu[2], 1990’lı yıllarda Sosyal Bilimlerin yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak “Sosyal Bilimleri Açın” (Open the Social Sciences) adlı çok önemli bir rapor hazırlamıştır. 1993 yılında hazırlanmaya başlanan rapor, son halini 1995 yılında almıştır. Rapor, Şirin Tekeli tarafından Türkçe’ye de çevrilmiş ve Metis Yayınları tarafından kitap olarak yayınlanmıştır.[3] Bu yazıda, bu tarihi rapor özetlenecektir.

Gulbenkian Komisyonu “Sosyal Bilimleri Açın” raporu

Birinci Bölüm: On Sekizinci Yüzyıldan 1945’e Kadar Sosyal Bilimlerin Tarihsel Kuruluşu
Sosyal Bilimler, yazılı tarih kadar eski ve insanların birbiriyle, doğayla ve manevi güçlerle olan ilişkilerini araştıran ve içinde yaşadığımız toplum üzerine fikir üretilmesini sağlayan önemli bir bilim dalıdır. 16. yüzyılda modern anlamda şekil almaya başlayan Sosyal Bilimler, aslında başlarda sadece “bilim” (scientia) olarak adlandırılıyordu. Bilim görüşü, temelde iki varsayıma dayalıydı. Birincisi, geçmiş ile gelecek arasında bir simetri öngören Newton modeliydi. Bu, neredeyse Teolojik bir görüştü ve Tanrı gibi bizim de kesin bilgiye ulaşabileceğimizi iddia ediyordu. İkincisi ise, doğa ile insanlar, madde ile akıl, fiziksel dünya ile sosyal/manevi dünya arasında köklü ayrımlar bulunduğunu varsayan Kartezyen düalizmdi. Bilim, zamanla, her zaman ve her yerde doğru olan doğanın evrensel yasalarını aramak şeklinde tanımlandı. İlerleme düşüncesi bilim dünyasına hâkimdi ve Sosyal Bilimciler olarak kendimizi tüm baskı ve kısıtlamalardan kurtararak dünyanın gizlerini çözmeye çalışan kâşif yerine koymamız gerektiğine inanılıyordu. Burada “ilerleme” ve “keşif” anahtar sözcükler olsalar da, durumu anlayabilmek için bilim, birlik, basitlik, egemenlik ve hatta “evren” gibi başka sözcükler de gerekiyor.

17. ve 18. yüzyıllardaki biçimiyle, Doğa Bilimleri, öncelikle gökyüzü mekaniğinin incelemesinden yola çıkılarak kuruldu. Başlangıçta, doğa yasalarını saptamanın meşruluğunu ve önceliğini kabul ettirmek isteyenler, bilimle felsefe arasında fazla bir ayrım yapmıyorlardı. İki alanı ayırdıkları durumda da, bu iki dalın dünyevi gerçeği aramakta el ele verdiklerini düşünüyorlardı. 19. yüzyıla doğru, “ayrı ama eşit” doktrini kaybolmaya ve bilimi felsefenin üzerinde tutan bir anlayış gelişmeye başladı. Hatta bilim, öncelikle Doğa Bilimleri için kullanılan bir kelime haline geldi. Bu doğrultuda, üniversiteler canlandı; Teoloji fakülteleri önemini kaybetti ve Doğa Bilimleri değer kazandı. Tıp fakülteleri giderek uygulamaya dönük hale geldi. Üniversitelerin bu kurumsallaşma sürecinde, farklı disiplinler ve meslekler ortaya çıktı. Yöneticiler de bu sürece destek oldular; Kraliyet Akademileri çoğaldı ve Napolyon gibi liderler büyük okullar (grandes écoles) kurdular. 19. yüzyılda üniversiteleri canlandırmak için en çok çaba harcayanlar tarihçiler, klasik dilciler ve ulusal edebiyat uzmanlarıydı. Birçok ülkede, bu süreci Fransız Devrimi’nin yarattığı altüst oluş ortamı sağladı. Siyasal ve toplumsal dönüşüm yönünde o kadar büyük baskı oluşmuştu ki, Sosyal Bilimlerin ve toplumun önemi artık üniversitelerde de gizlenemiyordu. Bilimle felsefe arasındaki ayrışma ise, ünlü Fransız sosyolog Auguste Comte tarafından bir “boşanma” olarak tanımlandı. Sosyal Bilimleri “sosyal fizik” olarak değerlendiren Comte’un düşüncesine paralel şekilde, Sosyal Bilimler alanında çalışan bilimadamlarının görevinin Doğa Bilimleri mantığını sosyal dünyaya uyarlamak olduğu düşünüldü. Benzer bir yaklaşımı İngiliz filozof John Stuart Mill’de de görmek mümkündür.

19. yüzyılda bilim alanında 5 ülke öne çıkmıştı: Büyük Britanya (Birleşik Krallık), Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Almanya ve İtalya. Bütün önemli araştırmacılar bu 5 ülkede toplanmışlardı. Bu yıllarda Sosyal Bilimlerin dalları da tartışma konusuydu. Temelde 5 bilim dalından söz ediliyordu: Tarih, İktisat, Sosyoloji, Siyaset Bilimi ve Antropoloji. Bunlara bir de Doğu Bilimleri’ni (Orientalism) eklemek mümkündü. Bu bilim dalları arasında özerkliğini sağlayabilen ilk dal Tarih oldu. Şüphesiz ki, vakanüvislik geleneği de düşünüldüğünde, Tarih, çok eski ve köklü bir bilim dalıdır ve yöneticiler tarafından da daima teşvik edilmiştir. 19. ve 20. yüzyıllarda, Fransa ve Almanya’da Sosyoloji alanında büyük aşamalar sağlandı. Pozitivist felsefeye uygun olarak, Fransa’da Comte’la beraber Emile Durkheim, Almanya’da da Max Weber çok önemli çalışmalar yaptılar. Siyaset Bilimi, İktisat ve Antropoloji de diğer önemli dalları oluşturuyorlardı. Antropoloji alanında heyecan verici çalışmalar yapılıyordu; Fransız antropologlar Afrika’ya, Amerikalı antropologlar Guam’a, İtalyan antropologlar da Libya’ya giderek özgün çalışmalar yaptılar.

Sosyal Bilimlerin hiçbir zaman asli parçası olmayan üç önemli alandan da burada söz etmek gerekir. Bunlar; Coğrafya, Psikoloji ve Hukuk dallarıdır. Coğrafya, aynı Tarih branşı gibi insanlık tarihi kadar eskiydi ve 19. yüzyıl sonunda Alman üniversitelerinde bir akademik disiplin olarak yenilendi. Ancak bu dönemde bile Coğrafya alanında mekân ve yer konuları ihmal edildi. Psikolojinin durumu ise daha farklıydı ve daha çok Biyoloji ve Tıp alanlarında kalmasına neden oldu. Psikoloji branşını Sosyal Bilimler alanına sokmak konusunda en çok çaba gösteren kişi Sigmund Freud oldu. Ancak Freud’un teorileri ve yöntemleri (Psikanaliz) bile Tıp pratiği içinden çıkmıştı ve skandal derecesinde sansasyon yaratacak şekilde ortaya atılan yeni fikirler de Sosyal Bilimlerle Psikoloji’nin arasını açtı. Sosyal Bilimlere dahil edilmeyen üçüncü önemli branş ise Hukuk oldu. Bunun temel nedenleri, Hukuk bölümünün ve fakültesinin Sosyal Bilimler’den önce kurulmuş olması ve temel gayesinin Hukukçu yetiştirmek olmasıydı. Ayrıca Hukuk, Sosyal Bilimler için fazlasıyla normatif bir disiplindi.

Sosyal Bilimlerin kurumsallaştığı dönemin Avrupa medeniyetinin diğer ülkeler/medeniyetler üzerinde hâkimiyet kurduğu bir döneme denk gelmesi de bu noktada tartışmaya açılmalıdır. Avrupa’nın dünya hâkimiyeti kurması, Darwinci dönüşümle de eşzamanlı oluyordu. Evrim teorisi ve doğal seleksiyon kavramlarının öne çıktığı bu dönem, Avrupa’nın siyasal üstünlüğüne ve faşist teorilere de uygun ortam sağlayan bir nitelik kazanmıştı. Bu dönemlerde öğrenci ve aynı zamanda vatandaş yetiştirmenin kurumsallaşması, disiplinlerinde uzmanlaşmış akademik dergilerin ortaya çıkışı, çeşitli akademik/mesleki derneklerin oluşması ve büyük kütüphanelerin kurulması da çok önemli gelişmelerdi.

İkinci Bölüm: 1945’ten Günümüze Sosyal Bilimler İçinde Yapılagelen Tartışmalar
1945 sonrası dünyada Sosyal Bilimleri etkileyen üç önemli gelişme oldu. Birincisi, dünyanın siyasal yapısında büyük dönüşümler meydana geldi ve ABD ile birlikte Sovyetler Birliği, dünyanın iki süpergücü haline geldiler. Bu iki ülke arasında başlayan Soğuk Savaş ise, dünyayı kabaca kapitalist ve komünist ülkeler şeklinde ikiye böldü. İkinci önemli gelişme, 1945 sonrasındaki 25 yıl içerisinde dünyada benzeri hiç görülmedik bir üretim patlamasının yaşanması ve nüfusun da aynı oranda ve hızla artmasıydı. Bu durum, insan faaliyetlerinin ölçek değiştirmesi anlamına geliyordu. Üçüncüsü ise, üniversitelerin nicel ve nitel olarak artması ve Sosyal Bilimlerle ilgilenen öğrenci ve bilimadamlarının da sayısında patlama yaşanmasıydı. Bu dönem, ABD’nin diğer ülkelere kıyasla ezici bir üstünlük kurmasına da şahitlik etti. Sosyal Bilimler ve hatta diğer bilimler arasında artan kaynaşma ve disiplinlerarası yaklaşımlar da bu dönemin bir yeniliğiydi. Bu dönemde Sosyal Bilimlere ayrılan bütçeler de (hem devlet, hem de özel kurumlar tarafından) önceki dönemlere kıyasla hızla arttırıldı ve üniversitelerin dışında vakıfların ve araştırma merkezlerinin de kurulmasına yol açtı. Ancak bu dönem, aynı zamanda Avrupa üstünlüğüne dayalı dönemin bitişi ve üçüncü dünyacılığın yükselişine denk geliyordu ve bilim alanında da farklı sesler ve yaklaşımlar hızla yükseliyordu. Bu noktada üç tartışma konusu ortaya çıktı: (1) Sosyal Bilimler arasındaki ayrımların geçerliliği, (2) Sosyal Bilimler mirasının ne ölçüde yerel görüşlü olduğu ve (3) “İki kültür” arasındaki ayrımın gerçekliği ve geçerliliği.

(1) Sosyal Bilimler arasındaki ayrımların geçerliliği: Klasik 19. yüzyıl yaklaşımında, Sosyal Bilimlerde üç temel ayrım görülüyordu: (1) modern dünyayı inceleyen (Tarih ve diğer nomotetik bilimler) ve modern olmayan dünyayı inceleyen dallar (Antropoloji ve Doğu Bilimleri), (2) geçmişi inceleyen (tarih) ve bugünü inceleyen dallar ve (3) piyasayı (İktisat), devleti (Siyaset Bilimi) ve toplumu (Sosyoloji) inceleyen dallar. 1945’ten sonra ise, bölge araştırmaları hızlı bir şekilde yeni bir ayrım haline geldi. ABD’de başlayan bu akım, kısa sürede tüm dünyaya yayıldı ve dünyadaki farklı kültürler, devletler, toplumlar ve medeniyetlerin farklı bölgesel çalışmalar kategorilerinde incelenmesine yol açtı. SSCB, Çin (ya da Doğu Asya), Latin Amerika, Orta Doğu, Afrika, Güney Asya, Güneydoğu Asya, Doğu-Orta Avrupa ve çok sonra bunlara katılan Batı Avrupa. Bölge araştırmaları, tanımı gereği çok-disiplinli ve disiplinlerarası bir nitelikteydi. ABD’nin bölge uzmanlarına ihtiyaç duyması da bu süreci hızlandırdı. Artık önceki ayrımlar geçerli değildi; geçmişi ve bugünü inceleyenler, piyasayı, devleti ve toplumu inceleyenler birlikte çalışabiliyorlar, birbirlerinin çalışmalarından faydalanabiliyorlardı. Ayrıca disiplinlerarası yaklaşım sayesinde, bilim dalları arasındaki açık seçik sınırlar kayboldu ve bilim dallarının kendi içlerindeki türdeş yapı da ortadan kalktı. Yine Batı (modern) dünyası için geliştirilen teorilerin diğer bölgelerde geçerli olup olmadığı da önemli bir tartışma konusuydu. Bu konuda oldukça belirsiz bir entelektüel uzlaşıya varılmıştı; Batı dışı bölgeler analitik olarak Batı ile aynıdır, ama tam olarak aynı değildir! Bu görüşün aldığı ilk şekil modernleşme teorisiydi. Bu teori sayesinde, Batı tipi modernleşme ve kalkınma başarıda anahtar ve diğer ülkelere bir model olarak görüldü. Ancak 1960’lar ve 1970’lerde Sosyal Bilimlerin Avrupa ve Batı merkezli olduğuna yönelik yaklaşımlar güç kazandı ve üniversiter yapı içerisinde etkili oldu. Sosyal Bilimlerin eleştiri oklarını üzerine çeken diğer bir özelliği kendisinin Avrupa merkezci bir yapıya sahip olmasıdır. Mantıksal olarak sınırları tam olarak çizilemese de, Sosyal Bilimlerin 5 alanda Avrupa-merkezci olduğu iddia edilebilir. Bu alanlar; (1) Tarih yazımı, (2) Evrenselciliğinin dar görüşlülüğü, (3) Batı medeniyeti hakkındaki varsayımları, (4) Şarkiyatçılığı ve (5) Modernizm teorisini dayatma girişimleri olarak sıralamak mümkündür.

(2) Sosyal Bilimler mirasının ne ölçüde yerel görüşlü olduğu: Diğer bir sorun yerellik (parochial)-evrenselcilik konusuydu. Sosyal Bilimciler, sosyal olayları ölçebilmek, öngörüde bulunabilmek ve müdahale edebilmek için bunları evrenselleştiriyor ve sosyal gerçekliklerle ilgili çeşitli tipoloji ve modeller geliştiriyorlardı. Öznel tercihlere dayanılarak üretilen bu bilgiler, çoğu zaman pek çok yerel olayı açıklamaktan uzak kalıyordu. Evrenselcilik, tekilciliğin gizli bir biçimi olarak sunuluyor ve bu haliyle baskıcı bir nitelik taşımakla suçlanıyordu. Modern bilimsel ilerlemeler ne kadar büyük olursa olsun, bilimsel düşünce modern zamanlardan çok daha önceki dönemlerde de mevcuttur. Aslında bütün önemli medeniyet bölgelerinde, kendileri için evrensel sayılacak bir bilim anlayışı vardır. Ancak ne evrensellik, ne de yerellik, tek başına problemlerimizi çözmeyecektir. Dolayısıyla, evrenselle tikeli hiçbir zaman ortadan kalkmayacak ortak-yaşamlı (symbiotic) bir çift olarak ele almayı öğrenmeliyiz ve bütün analizlerimize bu anlayışa göre yön vermeliyiz.

(3) “İki kültür” arasındaki ayrımın gerçekliği ve geçerliliği: Kültürler arasındaki ayrımların gerçekliği ve geçerliliği de 1945 sonrası dönemde artık bilim camiasında kuşkuyla karşılanıyordu. Üstün veya model kültür yoktur; her kültür özgündür ve her kültürün kendi kültürel yapısına ait içsel bir mantığı vardır anlayışı ve “kültürel görelilik” (cultural relativism) yaklaşımı yaygın kabul görmeye başladı. Kültür araştırmaları, “Avrupa merkezci olmayan” bütün araştırmaların tarihsel sosyal sistemler üzerindeki önemini ortaya çıkardı. Aynı zamanda yapılan yerel ve tarihsel analizler, pozitivizme alternatif “yorumsamacı dönüş” olarak nitelendirildi. Her şeyin bağlamı vardır, metinler özel bağlamlar içinde yazılır ve özel bağlamlar içinde okunurlar görüşü öne çıktı. Dolayısıyla, bir metnin tek bir anlamı değil, farklı anlamları vardır ve metin, yazarının mülkü değildir şeklinde kabul görmeye başladı. Yine Kültür araştırmaları, teknolojik başarılarla ilişkilendirilen değerlerin başka değerlere göre tartışılmaya açılmasına neden oldu. Bu da, teknolojik ilerlemenin yararları konusunda duyulan kuşkuyu belirli derecelerde arttırdı. Kültürel çalışmalar, temelde determinizm ve evrenselciliğe savaş açmışlardır. Toplumsal gerçeklik hakkında evrenselcilik adına ortaya atılan iddialar aslında evrensel değildir yaklaşımını benimserler. Dünya sistemindeki hâkim tabakalar, kendi gerçekliklerini genelleştirip evrensel insan gerçeklikleri haline getirmektedir ve kendileri dışındaki toplumların gerçekliklerini yadsımaktadırlar görüşü de eleştirel teorinin (Critical Theory) temelini oluşturmuştur.

Üçüncü Bölüm: Şimdi Nasıl Bir Sosyal Bilim Kurmalıyız?
Günümüzde Sosyal Bilimler açısından en temel sorun, örgütlenme yapısıdır. Üniversiter sistem içerisinde kadro bulmak, yayın yapmak, öğrenci ve akademisyen yetiştirmek gibi unsurlar ön plandadır ve bu doğaldır. Ancak uluslararası konferanslar ve yayınlarda giderek kaybolan disiplin farklılıkları ve hızla gelişen disiplinlerarası yaklaşım, bu örgütlenme modelini biraz değiştirmiştir. Bu konu giderek artan ölçüde tüm ülkelerdeki yüksek öğretim kurumlarında ele alınmaktadır. Ancak bu konuyu gündeme getirenler bilimadamları değil, amaçları bilim olmayan ve bütçeyi daha çok düşünen siyasetçi ya da idarecilerdir. Ayrıca bir diğer yeni sorun, akademisyenlerin artık lisans, hatta yüksek lisans ve doktora düzeyinde bile ders vermek istememesi ve araştırmalarını sayıları giderek artan Yüksek Araştırma Enstitüsü veya düşünce kuruluşları (think-tank) benzeri kurumlarda değerlendirmek istemeleridir. Oysa 20. yüzyılda, dünyanın en ünlü ve kariyerleri akademisyenleri bile üniversite kürsülerini korumak ve ders vermek istiyorlardı. İnanılmaz hızlı gelişen iletişim imkânları ve internetin yeni bir iletişim kanalı olarak gelişmesi, akademik ağların da ulusal düzeyi aşmasını ve akademik dünyada farklı gruplaşmalar oluşmasını sağlamıştır.

Günümüzde Sosyal Bilimlerin sorunlarına gelecek olursak; ilk olarak, tarafsız bilimadamı olgusunu tartışmak gerekir. Hiçbir bilimadamı/bilimkadını, yaşadığı fiziksel ve sosyal bağlamdan soyutlanamaz. Her kavramlaştırmanın temelinde felsefi inançlar yatar. Her ölçüm, gerçeği kaydetmeye çalışırken onu değiştirir. Zamanla bu yapay tarafsızlık inancının bizzat kendisi, bulgularımızın doğruluk değerini arttırmamızı önleyen başlıca engel haline gelmiştir. İkinci olarak, Sosyal Bilimlerde zaman ve mekânın konumu da önemlidir. Zaman ve mekânın araştırmalarımızda keyfi olaylar gibi görülmemelerini ve sosyal olarak kurulmuş değişkenler olarak araştırılmalarını sağlayan yeni bir metodoloji geliştirmeliyiz. Üçüncüsü, 19. yüzyılda sözde özerk denilen siyaset, ekonomi ve sosyal alanlar arasında oluşturulan yapay ayrımların üstesinden gelebilmektir. Bugünkü araştırmalarda bu sınırlar zaten fiili olarak ihmal edilmektedir. Ancak mevcut uygulamada disiplinlerin resmi görüşü halen daha buna uygun değildir. Şimdi Sosyal Bilimlerde geçerli olan birkaç güncel tartışma konusuna göz atalım.

İnsanlar ve Doğa: Sosyal Bilimler doğaya artan bir saygı gösterme yönünde yol alırken, Doğa Bilimleri de evreni istikrarsız ve öngörülemez olarak görme, dolayısıyla, onu bir biçimde doğanın dışında bir yere yerleştirilmiş olan insanların egemenliğine tabi bir otomat değil, etkin bir gerçeklik olarak algılama yönünde yol aldılar. Bazı Sosyal Bilimciler, bilimin daha genetik-biyolojik temelde ilerlemesini savundular ve genetik determinizm düşüncesini canlandırdılar. Gulbenkian Komisyonu, bunun büyük bir hata ve Sosyal Bilimler için geriye doğru bir adım olduğunu savunmaktadır. Bunun yerine, sosyal dinamiklerin karmaşıklığını ele almak gerekir.

Analitik Bir Yapıtaşı Olarak Devlet: Sosyal Bilimler, her zaman için fazlasıyla devlet-merkezci oldular; zira devletler, Sosyal Bilimcilerin çözümlediği süreçlerin, içinde cereyan ettiğinden hiç kuşku edilmeyen çerçeveleri oluşturuyordu. Bu, özellikle (en azından 1945'e kadar) esas olarak Batı dünyasını inceleyen tarih ve nomotetik Sosyal Bilimler üçlüsü (İktisat, Siyasal Bilimler ve Sosyoloji) için doğruydu. Ancak devletin sosyal hayatın sınırlarını oluşturduğu düşüncesi, 1970’lerden itibaren çok ciddi şekilde sorgulanmaya başladı. 1960’lardan bu yana gerek her disiplinin kendi içinde, gerekse disiplinlerarası bir düzeyde daha az devlet-merkezci olma yolunda birçok çaba harcandı. Bölgesel çalışmaların yoğunlaşması ve siyasetin bu yönde gelişmesi de devletlerin daha alt düzeyde aktörler olarak kalmalarına ve etkilerinin azalmasına yol açtı.

Evrensel ve Tekil: Evrensel ile tekil arasındaki gerilim, Sosyal Bilimlerde her zaman heyecanlı tartışmalara konu olmuştur; zira bu gerilimin her zaman doğrudan siyasal sonuçlan olduğu düşünülmüş, bu da serinkanlı bir tartışmayı olanaksız kılmıştır. Günümüzde evrensellik ve tekillik tartışmaları bağlamında bir değerlendirme/tartışma yapıldığında, diyalog ve bilgi alışverişinin ancak meslektaşlar arasında karşılıklı saygı varsa kurulabileceği belirtilmelidir. Günümüzün bilimsel tartışmalarına karışan öfkeli retorik ise, temelde bazı sosyal gerilimlerin bulunduğunun işaretidir. Tartışmaları medenice yapalım demek, bunu sağlamaya yetmez. Aynı anda hem evrensel anlamlılık (uygulanabilirlik, geçerlilik), hem de farklı kültürlerin devam eden gerçeklik talebine yanıt verebilmek, bulabileceğimiz örgütsel çözümlerin yaratıcılığına ve Sosyal Bilimler bünyesinde yapılacak yeni entelektüel deneylere belirli bir hoşgörü gösterilmesine bağlıdır. Yenilenmiş, genişlemiş ve anlamlı bir evrenselcilik, çoğulcu bir evrenselcilik arayışındaki Sosyal Bilimler, bütün kültürleri (toplumları, halkları) araştırma ve eğitim kapsamına alacak yeni bir açılım yapmalıdırlar.

Nesnellik: Nesnellik, eski zamanlardan beri Sosyal Bilimlerde metodoloji tartışmalarının merkezinde yer almıştır. Nesnelliğin karşıtı, araştırmada veri toplama ve yorumlama sürecinde taraflı davranılmasını öne süren “öznellik”tir. Sosyal Bilimciler, öznellik sorununu aşmak ve nesnelliği yakalamak için iki yöntem benimsediler. Sosyal Bilimlerin daha nomotetik olanları öznellik tehlikesini ortadan kaldırabilmek için verinin “sağlamlığını” arttırmaya, yani ölçülebilir ve karşılaştırılabilir veriler toplamaya ağırlık vermişlerdir. Bu da, onları, araştırmacının topladığı verinin kalitesini kontrol etmesinin daha kolay olduğu bugünkü zamanla ilgili veri toplamaya yöneltmiştir. Daha idiografîk tarihçiler ise, bu sorunu farklı şekilde çözümlediler. Onlara göre çözüm, araya giren başkalarınca (önceki araştırmacılar) kullanılmamış (çarpıtılmamış) birinci el kaynaklara ve araştırmacının kendini kişisel olarak taraf hissetmediği verilere ulaşarak bulunabilirdi. Bu da, onları geçmişte yaratılmış, dolayısıyla geçmişe ait veriler ile araştırmacının önyargısı gibi görülen kendi modelini dış dünyaya yansıttığı durumun tersine, bağlam zenginliğinin araştırmacıyı, tarafların dürtülerini derinliğine anlamaya davet ettiği kalitatif veriler aramaya yöneltti. Bu yaklaşımlardan ikisinin de nesnel veri toplamamıza ne kadar yardımcı olduğu konusunda daima şüpheler oldu. Nesnellik olgusu bile “kimin nesnelliği” şeklinde değerlendirilir oldu. Gulbenkian Komisyonu, “tarafsız bilimadamı” iddiasını reddetmektedir. Öte yandan, sosyal gerçeklik, fotoğrafın gerçeği temsil etmesi gibi temsil edilemez. Bütün veriler, gerçekliğin içinden, dönemin dünya görüşlerine ve teorik modellerine uygun olarak, döneme özgü grupların bakış açılarından elenerek seçilmişlerdir. Bu anlamda, seçimin temelleri tarihsel olarak kurulmuştur ve dünya değiştikçe, ister istemez değişecektir. Eğer nesnellikten hiçbir olaya taraf olmayan bilimadamlarının kendi dışlarındaki dünyayı yeniden üretmelerini anlıyorsak, o zaman hemen söyleyelim ki, böyle bir şey mümkün değildir. Ama nesnelliğin başka bir anlamı daha vardır. Nesnellik, insanın öğrenmesinin bir ürünü olarak görülebilir ki, bilimadamlarının niyeti de aslında budur ve eldeki kanıtlar bunun mümkün olduğunu göstermektedir. Bilimadamları, elde ettikleri bulguların ve yorumlarının doğruluğu konusunda birbirlerini ikna etmeye çalışırlar. Başkaları tarafından tekrarlanabilecek yöntemler izledikleri olgusunu vurgular ve bu yöntemlerin ayrıntısını meslektaşlarına aktarırlar.

Sonuç: Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılandırılması
Gulbenkian Komisyonu’nun hazırladığı bu raporda temel olarak 3 şey gösterilmeye çalışılmıştır. Birincisi, bir bilgi biçimi olarak Sosyal Bilimlerin tarihsel olarak nasıl oluştuğu ve 18. yüzyılın sonundan 1945’e uzanan süreçte, neden ve nasıl görece standart bir dizi disipline ayrıştığıdır. İkincisi, 1945’ten bu yana dünya genelinde meydana gelen gelişmelerin bu entelektüel işbölümüyle ilgili ne gibi sorular sorulmasına yol açtığı ve böylece bir önceki dönemde yerli yerine oturtulan örgütlenme yapısını yeniden tartışma gündemine getirdiğidir. Üçüncüsü de, son yıllarda çok tartışılan bir dizi temel entelektüel soruyu açarak, daha ileri gidebilmek için bize optimal görünen bir tavır belirlemektir. Bu doğrultuda, Sosyal Bilimlerin geleceği konusunda 4 temel öneri yapılabilir:
  1. Üniversitelerin içinde veya onlarla işbirliği yapan ve aciliyeti olan belirli temalar etrafında bir yıl süreyle çalışmak üzere bilimadamlarını bir araya getiren kurumların yaygınlaştırılması. Disiplinler, ülkeler, kültürlerarası böyle kurum ve faaliyetler, Sosyal Bilimlerin gelişimine büyük katkı yapacaktır.
  2. Üniversite yapıları içinde, geleneksel disiplin sınırlarını aşan, belirli entelektüel hedefleri ve belirli bir zaman dilimi için (örneğin 5 yıl) kendi fonları bulunan birleşik araştırma programlarının oluşturulması. Bu tarz programlar, deneysel uygulamaları ve kapsamlı araştırmaları teşvik edecek ve bilimsel ilerlemeyi hızlandıracaktır.
  3. Profesörlerin birden çok bölüme atanması zorunluluğunun getirilmesi. Bugün norm olan durum, Profesörlerin tek bir bölüme, yani normal olarak doktora derecelerini aldıkları kendi bölümlerine atanmalarıdır. Zaman zaman, bazı Profesörler ikinci bir bölümde “misafir öğretim üyesi” de olabiliyorlar ki, bu da genellikle özel bir izin gerektiriyor. Çoğu zaman bu ayrıcalık, söz konusu Profesöre sırf kibarlık olsun diye sağlanır ve “ikinci” ya da “ikincil” bölümün hayatına aktif olarak katılması pek istenmez. Gulbenkian Komisyonu ise, bu durumu tümüyle tersine çevirmek niyetindedir. Onların düşüncesi, üniversite yapısında herkesin iki bölüme atanmasıdır; bunlardan birincisi araştırmacının lisansüstü/doktora derecesini aldığı bölüm, ikincisi de ilgilendiği ya da anlamlı bir düzeyde araştırma yürüttüğü bölüm olacaktır. Bu yeni uygulama, inanılmaz sayıda yeni bileşimi mümkün kılacaktır.
  4. Doktora öğrencileri için birden çok alanda çalışma zorunluluğu getirilmesi. Bugün durum doktora öğrencileri için Profesörlerinkiyle aynıdır. Normal olarak tek bir bölümde çalışırlar ve genellikle ikinci bir bölümde araştırma yapmaları teşvik görmez. Öğrencilerin bölüm dışında dolanmalarına izin verilen yerler, birkaç üniversite ve birkaç bölümün ötesine geçmez. Oysa bu da tersyüz edilmelidir. Neden belirli bir disiplinde doktora yapan öğrencilerin, başka bir disipline girdiği kabul edilen derslerden birkaçını alması ve bu dalda bir miktar araştırma yapması zorunlu hale getirilmesin? Bu da, aynı şekilde, inanılmaz sayıda bileşimin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Liberal bir yaklaşımla ama ciddi olarak uygulandığında, bu, hem bugünü, hem de yarını tamamen değiştirebilecek bir önlemdir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için; https://gulbenkian.pt/.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder