Sayfalar

1 Aralık 2016 Perşembe

Zbigniew Brzezinski'den 'Büyük Çöküş'


Zbigniew Kazimierz Brzezinski (d. 28 Mart 1928 Varşova)[1], Polonya kökenli ABD’li ünlü ve etkili bir Siyaset Bilimci ve devlet adamıdır. Dünyanın en önemli stratejistleri arasında ismi sayılan Brzezinski[2], ABD’de, 1977-1981 yılları arasında, Başkan Jimmy Carter’ın Ulusal Güvenlik yardımcılığını yapmıştır. Brzezinski, bugün de dünya siyasetine dair ne dediği dikkatle dinlenen çok önemli bir isimdir. Brzezinski’nin unutulan bir kitabı ise, orijinal ismi “Grand Failure: The Birth and Death of Communism in the Twentieth Century[3] olan ve Türkçe’ye 1990 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından “Büyük Çöküş” adıyla Gül Keskin ve Gülsev Pakkan tarafından çevrilen[4] 1989 tarihli eseridir. Kitap, Berlin Duvarı’nın yıkıldığı ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmaya başladığı bir dönemde yazılmış önemli bir komünizm eleştirisi ve kapsamlı bir jeopolitik değerlendirmedir. Bu nedenle, bu kitabı yakından incelemek bilimadamları ve öğrenciler açısından oldukça faydalı olacaktır.

Büyük Çöküş

“Önsöz”, “Yazarın Notu”, “Giriş” ve “Sonsöz” bölümleri haricinde 6 bölümden oluşan 235 sayfalık kitabın ilk bölümünün başlığı “Büyük Çöküş” şeklindedir. Bu başlığın altında da 4 bölüm (“Lenin’in Mirası”, “Stalinist Felaket”, “Durgun Stalinizm”, “Reform Paradoksu”) yer almaktadır. “Lenin’in Mirası” adlı ilk bölüm, Bolşevik Devrimi’nin lideri Vladimir Lenin’in (1870-1924) fikirleri ve eylemlerinin eleştirel bir gözle incelendiği bölümdür. Yazara göre; Rusya’da sosyalist demokrasi için koşulların uygun olmadığını ve bu nedenle sosyalizmin ancak proleter diktatörlük yoluyla kurulabileceğine inanan ve bunu konuşmalarında açıkça belirten Lenin, tam da bu nedenle Bolşevik Partisi’ni topluma yol gösterecek öncü bir parti olarak örgütlemiş ve yönetmiştir. Bolşeviklerin ve Lenin’in demokratik sosyalizmi benimsemiş gözükmeleri, onlara Batı’daki sosyalistlerden de destek gelmesini sağlamıştır. Lenin dönemi, siyasal açıdan baskıcı olmasına karşın, Rusya’da sanat ve kültür hayatında önemli yeniliklerin yaşandığı entelektüel açıdan zengin ve verimli bir dönem de olmuştur. Yeni Ekonomi Politikası (NEP) ile halkın en azından karnını doyurmayı başaran Lenin, buna karşın, terörün kullanımını meşru bir siyasal enstrüman olarak görüyordu. Öyle ki, Brzezinski’nin iddiasına göre, yeni bir toplum yaratmak isteyen Lenin, yalnızca siyasal muhaliflere değil, yeterince iyi çalışmayan ve tembellik eden işçilere karşı bile terör metotlarını kullanabiliyordu. Lenin’in Rusya’nın siyasal ve ekonomik sorunlarına çözüm önerisi ise, "yüce parti" olmuştu. Bu anlamda, Stalin’i yaratan da bir ölçüde Lenin’di.

Lenin

“Stalinist Felaket” adlı birinci bölümün ikinci alt başlığı, SSCB'de Lenin sonrasında yaşanan Stalin dönemini incelemektedir. Stalin, Brzezinski’ye göre, Lenin mirasının anlamını asıl şekilde kavrayacak bir zekaya sahipti ve rakibi Leon Troçki (Trotsky) gibi iç devrimi global bir değişikliğe duyulan sürekli istekle bağdaştırmaya çalışma yanlışını da yapmıyordu. Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” anlayışı, zamanla Trotsky’nin “sürekli devrim” stratejisine göre realpolitik açıdan daha başarılı algılanmaya başlandı. Ayrıca Stalin’in şiddet kullanımı konusunda Lenin’e benzer şekilde meşrulaştırıcı bir rol oynaması da, onu daha iyi bir Bolşevik lideri haline getiriyordu. Artık herşey diktatöre ve onun yönettiği devlete bağlıydı; şiirlere konu olan, adına şarkılar bestelenen, heykelleri yapılan Stalin, ülkede her yerdeydi ve herşeyi yönetiyordu. Güç ve yetki piramidi, Stalin’in en yakın yoldaşına bile kişisel güveni tümüyle yıkan terör sistemiyle destekleniyordu. Hiç kimse, diktatörün kaprisinden kaçamıyordu; Stalin’in en sevdiği ve güvendiği Politbüro elemanlarının bile yargılanması ve öldürülmesi mümkündü. A.A. Voznesensky’nin başına gelenler bunun somut bir ispatıydı. Stalin’in yaptığı katliamların ve kurduğu terör rejiminin boyutunu bugün bile tam olarak bilemiyoruz. Milyonlarca Ukraynalının kıtlık nedeniyle ölümüne neden olan Stalin, on binlerce muhalifi de çekinmeden öldürtmüştür. 1937-1938 yılları arasındaki kısa dönemde sadece ordu mensubu 37.000 subayın idam edilmiş olması, durumun vahametini göstermektedir. Ayrıca Gulag’a yollanan muhaliflerin sayısı da yüzbinleri aşıyordu. Stalin rejimi, zamanla Leningrad Yahudilerini de hedef haline getirdi ve onları da katletmeye başladı. Stalin döneminde yaşanan katliamlar nedeniyle 20 milyon civarında insanın öldüğü tahmin edilmektedir. Bu rakamı 40 milyona kadar yükseltenler vardır. Bu anlamda, Stalin, Hitler’den bile daha büyük ve acımasız bir despot olarak tarihe geçmiştir. Ancak Stalin’in başarılı diplomasi atakları ve kurduğu propaganda mekanizması sayesinde, kendisi, Batı dünyasında Rusya’yı endüstrileştiren bir lider olarak görülüyor ve katliamları pek bilinmiyordu. Hakikaten de, bu görüş eksik ama kısmen doğrudur; zira Stalin döneminde Rusya’da ağır sanayi ciddi anlamda gelişmiştir. Bu nedenle, Stalin’in vefatı ardından başlayan anti-Stalinist dönem, Batı’da ilk başta şaşkınlıkla karşılanmıştır. Stalin’in dehşet verici katliamlarını bilmeyen Batı tarafından, ülkesini endüstrileşen ve savaştan zaferle çıkaran bir lidere karşı Kruşçev döneminde başlayan karalama kampanyası oldukça anlamsız bulunmuştur. Dahası, Princeton Üniversitesi’nden Cyrill Black’in “Sovyet Toplumu: Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısı” adlı araştırması net olarak ortaya koymuştur ki; Stalin döneminde yapılan atılımlara rağmen, Rusya, 1917’den beri hiçbir ülkeyi kişi başına düşen gayrisafi milli hasıla konusunda geçememiştir. Bunlara ek olarak, Nikita Kruşçev (Kruşçov) döneminden itibaren Stalin’in gaddarlıkları da yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlamış ve Aleksandr Solzhenitysyn’in “The Gulag Archipelago” (Gulag Takımadaları)[5] eseri sayesinde de geniş kitlelerce öğrenilmiştir. Fakat Stalin’in felaketlerle dolu mirası, aslında Lenin döneminin doğrudan bir sonucudur ve onun kurduğu öncü parti sistemine ve terör metotlarını çekinmeden ve sıklıkla kullanan acımasız gizli polis teşkilatına bağlıdır.  

Stalin

“Durgun Stalinizm” adlı üçüncü alt başlık, Kruşçev döneminde başlayan modernizasyonun Leonid Brejnev döneminde durması ve bu yıllarda yaşanan yarı-Stalinist restorasyonla alakalıdır. Brejnev döneminde görülmüştü ki, Sovyet tarihinin neredeyse üçte ikisini kapsayan Stalin dönemi, artık kalıcı hale gelmişti ve onu değiştirmek mümkün değildi. Kalıcıydı; çünkü ayrıcalıkların, kontrolün, ödüllerin ve kazanılmış hakların iç içe girdiği bir düzen haline gelmişti. Yarım asırdır beyni yıkanan Rus halkı da bu rejime bir alternatif göremiyordu. Sovyet tarihçi Leonid Batkin, 1988’de Nedelya’nın 26. sayısında yazdığı bir makalede, Sovyet döneminde “politikanın silindiğini ve herşeyin politik olduğunu” yazmıştı. Bu, büyük bir durgunluk demekti. ABD ile Rusya arasında giderek açılan gelişmişlik farkını izleyen Sovyet eliti, sistemin çürümesi ve çöküşü nedeniyle çaresiz hale gelmişti. Oysa Kruşçev döneminde Sovyetler’de yeniden bir iyimserlik hakim olmuş ve uzay çalışmalarında gösterilen başarılarla da ABD’yi geçme düşüncesi somut bir temele oturmuştu. Ancak Kruşçev’in ABD’yi kişi başına düşen gelirde geçebileceklerini iddia etmesi, asla gerçekleşmeyecek ve gerçekleşmesi mümkün olmayan bir iddiaydı. 1970’lere kadar dünya ekonomisinde hep ikinci sırada olan Sovyetler, bu yıllarda Japonya’ya da geçildi ve üçüncü sıraya geriledi. Ülkede teknolojik ilerleme de durmuş ve endişe ve üzüntülü bir ruh hali elitlere hakim olmaya başlamıştı. Ekonomideki verimsizlik ve israf düzeni, sorunun sistemsel olduğunu gösteriyordu. Dahası, gıda malzemelerinin bir kısmı hala karne ile alınıyor ve bazı tüketim mallarını tedarikte sıkıntı yaşanıyordu. Alkolizm yaygınlaşmaya devam ederken, sağlık hizmetleri de aksamaya başlıyordu. Bu nedenle, ABD’de 71,5 olan ortama yaşam süreci Brejnev döneminde Sovyetler’de 66’dan 62’ye kadar düşüyordu. Daha çok gelişmemiş ülkelere özgü bir sorun olan bebek ölümlerinde bile seviye hızla artıyordu. Rus halkı da, artık yaşam koşulları olarak Doğu Avrupa’ya kıyasla bile ne ölçüde geride olduklarını anlamaya başlamıştı. Resmi böbürlenmelere rağmen, halk, durumdan hoşnutsuz hale gelmeye başlamıştı. Rus elit kesimi ise, bunun ordunun gücünü kaybetmesiyle doğrudan alakalı olduğunu düşünüyordu.

Kruşçev

“Reform Paradoksu” adlı dördüncü alt başlık, Sovyetlerin içerisine düştüğü stagnasyon durumundan kurtulmak için Brejnev dönemi sonrasında benimsediği reform stratejisini mercek altına almaktadır. Reform gerekli ama zordu; çünkü bir ölçüde Stalin ve özellikle de Lenin dönemi, devlet ve parti açısından hala tabu niteliğindeydi. İlk reform atağını Yuri Andropov yaptı; ama etkisi kısa süreli ve sınırlı oldu. Can çekişmekte olan sisteme Konstantin Chernenko tarafından verilen umut da uzun soluklu olmadı. Ancak bu iki ismin ardından gelen Mikhail Gorbaçov (Gorbachev), reform konusunda daha kararlı ve kendisinden emin gözüküyordu. Gorbaçov’un başa geçmesi tesadüfi değildi; çünkü Rus halkı, devletin tüm propaganda çalışmalarına karşın, oldukça iyi eğitimli ve kültürlü bir halktı ve gerçekleri görebiliyordu. Gorbaçov’un “glasnost” politikası ile, devlet yönetiminde açıklık ve şeffaflık ilkeleri benimsendi. Bu sayede, gizli polis teşkilatına ve Stalinist döneme dair eleştiriler ortaya çıktı. Lakin Stalin dönemine dair tüm mirasın reddedilmesinden korkuldu; zira bunun, bütün sistemi çöküşe götürmesinden endişe edildi. 1987 yılında, siyasi reformlar “perestroika” adı verilen ekonomik reformlarla da desteklenmeye başladı. Ekonomiyi yeniden biçimlendirme programı olan “perestroika”, Gorbaçov’un cesur reformist konuşmalarının da etkisiyle toplumda bir umut yarattı. Ancak Gorbaçov’un zannettiğinin aksine, Rus siyasal kültüründe değişiklik yapmak salt Sovyet mirasını değiştirmekle ilgili değildi; bu konu, çok daha derine ve Rus tarihine gidiyordu. Marquis Astolphe de Custine’in Rusya’ya yaptığı uzun bir gezi sonrasında 1839’da kaleme aldığı eseri, bu anlamda önemli bir tarihi vesikadır. Bu eserin bir yerinde Marquis de Custine şöyle yazmıştı; “Ağızları mühürlenen Rus halkı konuşma özgürlüğünü nihayet ele geçirince o kadar çok konuşacaklar ki, bütün dünya şaşıracak, kıymet gününün geldiğini sanacak”. Bu sebeple, Gorbaçov’un yapabilecekleri de sınırlıdır. Stalinizm reddedilse bile, mevcut sistem içerisinde Leninizm’den vazgeçmek mümkün değildir. Gorbaçov’un demokrasi ile Leninizm’i bağdaştırmaya çalışması bu anlamda manidardır. Fakat Sovyet sistemini sosyal demokrasiye dönüştürmek de çok zor bir iştir. Zira komünizm, uluslararası cazibesini kaybetmiştir ve Sovyet Rusya da, tüm reform çabalarına karşın, komünist esaslar üzerine kurulu bir devlettir.

Brejnev

Kitabın “Sovyetlerde Çözülme” adlı ikinci bölümü de 3 alt başlığa ayrılmıştır: “Revizyona Geçiş”, “Çözülmenin On Sebebi” ve “Komünizm Güç mü Kazanıyor, Güç mü Kaybediyor?”. “Revizyona Geçiş” adlı ilk alt başlık, Rusya’da Gorbaçov döneminde izlenen reform politikalarını incelemektedir. Reform sürecinin ilk yıllarında yaşadıkları, Gorbaçov’da daha köklü revizyonlar gerektiği inancını oluşturmuştu. Ancak revizyonizm sözünün Sovyet tarihinde olumsuz bir tarihi vardı; bu kelime, parti doktrini ve Marksizm-Leninizm esaslarından kopanlar için adeta “dönek” kelimesine benzer şekilde kullanılıyordu. Revizyonizm düşmanlığı Sovyetlerde öyle keskin bir hal almıştı ki, Tito gibi bir sosyalistin deneyimleri ya da Macaristan (1956) ve Çekoslovakya’daki (1968) yenilikler bile rejim açısından düşman olarak kabul edilmişti. Buna karşın, Gorbaçov, reform konusunda kararlı ve iyimserdi. Ona göre; perestroika sayesinde ekonomi zaman içerisinde canlanacak, glasnost da yıllar içerisinde demokratik bir kültürün oluşmasını ve Sovyet yönetiminin demokratikleşmesini sağlayacaktı. Ancak partinin şahin isimleri, Gorbaçov’un programıyla Alexander Dubcek’in “Aksiyon Programı” arasındaki benzerlikleri görünce endişelendiler; zira onlara göre, Gorbaçov’un öngöremediği şey, böylesi bir değişimin partide ve devlette toptan bir çözülmeye neden olabilmesi riskiydi.

Gorbaçov

“Çözülmenin On Sebebi” adlı ikinci alt başlık, Sovyetler Birliği’nde reform sürecinin çözülmeye neden olmasını 10 ana maddede toplamaktadır. 

1-) Ekonomik Reform: 1988 Ocak ayına gelindiğinde, Sovyet endüstriyel teşebbüslerinin yüzde 60’ında yeni ekonomik sistem benimsenmişti. Bu sayede, ekonomik teşebbüsler, merkezi planlamaya dayalı olmadan kendi üretim planlarını kendileri yapıyor ve kendi fiyatlarına da bir ölçüde kendileri karar vererek kâr elde etmeye başlıyorlardı. Ancak reformlar, ekonominin temeli olan kolektif ziraata henüz ulaşamamıştı. Ayrıca ilk birkaç aydaki hareketliliğin ardından, ekonomide durgunluk yine devam etti. Artan işsizlik ve devlet çiftliklerin akıbeti en önemli meselelerdi ve bunları reformlarla düzeltmek o kadar da kolay gözükmüyordu.

2-) Sosyal Öncelikler: Batı’daki yaşam tarzı öğrenildikçe, Sovyetler’de reform konusunda öncelik sosyal meselelere verilmeye başlandı. Plana göre; sosyal standartlar yükseltilmeli ve ağırlık ağır sanayiye değil, tüketim ürünlerine verilmeliydi. Sovyet yönetimi, bu doğrultuda Batı ülkelerinin gözüne girmeye çalışıyordu. Ama Batı’nın gözüne girmek için sadece dış politikada uzlaşma yetmiyordu; aynı zamanda yabancıların mülkiyetine izin verilmesi ve patronluk taslamalarının kabulü de şarttı. Ayrıca eşitlikçi bir toplum yaratabilmek için, Komünist Parti üst düzey mensuplarının da imtiyazlarına veda etmesi gerekiyordu. Artık özel dükkanlar, tatil merkezleri, bedava biletler, özel şoförlü arabalar, villalar ve özel hastaneler olmayacaktı. Bunlardan kolaylıkla vazgeçebileceğini söyleyen Boris Yeltsin’in parti birinci sekreterliğinden ayrılmaya zorlanmasında, bu ayrıcalıkları kaybetmek istemeyen parti mensuplarının korkuları başrolü oynamıştı. Dahası, komünist toplumda bir anda zengin olma meraklılarının türemesi, toplumsal istikrar ve sosyal barış açısından da olumsuz bir faktör olmuştu.

3-) Politik Demokratizasyon: Yasallığa verilen önemle birlikte, parti yetkilileri ve KGB, yaptıklarının sorgulanmaya başladığı yeni bir siyasi atmosferle karşı karşıya kalmışlardı. KGB’nin o dönemdeki Başkanı olan Viktor M. Chebrikov, bu süreçte teşkilatının bozulduğuyla ilgili yapılan haberler karşısında hoşnut değildi. Demokratizasyonun bir diğer sonucu, ülkenin her tarafında, kendiliğinden organize olan binlerce muhalif siyasi grubun kurulmasıydı. Bu, Sovyet Rusya gibi katı merkezi bir devlet teşkilatı için en kötü kabustu! Parti yönetimine göre, bu yeni grupların birçoğu iyi niyetli ve yararlı da değildi. Bu gruplar sadece demokratik sol temelde örgütlenmiyordu, milliyetçi-sağ ideolojiler de ülkeye girmeye başlamıştı. Örneğin “Pamyat” adlı gençlerden oluşan bir Ortodoks grup, halk arasında epey etkili olmaya başlamıştı. Milliyetçi ve dini duyguları tetikleyen bu grup, Marksizm’in içine sızmış Masonik-Siyonist unsurlardan söz ediyordu. Bu nedenle, reform sürecinin çöküş sürecine dönüşmesinden endişe edilmeye başlanmıştı.

4-) Partinin Rolü: Bu konuda iki temel soru vardı:

(1) Partinin kendisi ne ölçüde demokratikleştirilmeliydi?

(2) Toplumun demokratikleşmesi, partinin elindeki yetkiye ne ölçüde tesir edecekti?

Bu doğrultuda, parti içerisindeki rekabet körüklendi ve bu konuda bir uzlaşmaya varıldı. Alt düzey parti sekreterlikleri için gizli oyla seçim yöntemi tercih edilmeye başlandı. Ayrıca, Gorbaçov’un önerisiyle, önemli pozisyonlardaki görev süresi 1 yıl ile sınırlandırıldı ve parti ile devlet görevlerinin birbirinden ayrılması kararı verildi. Yeni politik organizasyonlardan da söz edilmeye başlanmıştı; bu sayede sisteme bir nebze olsun taze kan pompalanıyordu, ama bir yandan da sistem çökmekteydi.

5-) İdeoloji, Din ve Kültür: Partinin karşılaştığı en büyük çıkmaz inanç alanındaydı. Yegor Ligachev gibi bazı kimseler, yaratıcı toplum sayesinde “sosyal iyimserlik” sağlanabileceğini düşünüyordu. Basın-yayın organlarında ve edebiyat alanında görülen yoğun heyecan, manevi boşluk eleştirileriyle birleşiyordu. Bu, toplumda sinisizmi yaygınlaştırmıştı. Cengiz Aytmatov gibi bazı yazarlar, açıkça, 70 yıllık Sovyet baskısının Hıristiyan değerleri yok ettiğini ama yerine başka değerler koyamadığını ifade ediyordu. Daniil Granin de, Sovyet siyasal sistemindeki merhamet eksikliğine dikkat çekiyor ve bu durumdan dert yanıyordu. Bu moral çöküntü ve milli tarih duygusunun uyanması, Rus Ortodoks Kilisesi’ne yeniden ilgi duyulmasına ve dinin keşfedilmesine yol açtı. Ancak Rus Ortodoks Kilisesi, Vatikan gibi bir siyasi güç sahibi olmadı ve daima siyasetin sıkı kontrolü altında kaldı. Gorbaçov da, partinin ateist felsefesinin çöktüğünü 1988 yılındaki bir konuşması ile kabul etti ve dini inanca saygı duyulması gerekliliğinden söz etti.

6-) Tarih (Stalinizm): Stalinizm konusu, yönetim kadrosu ve politik sistem için hala bir ikilem yaratıyordu. Gorbaçov, Stalin ve Stalinizm’i sert sözlerle eleştirirken, detaylı olaylar ve örneklere yer vermeyerek, kendince bir denge tutturuyordu. Ancak bu konuda kapı aralanınca, Stalin dönemi mağdurları anılarını paylaşarak yaşadıkları zulümleri gözler önüne serdiler. Stalin’in şeytanlaştırılması, bu dönemde görev yapan devlet memurlarının kendilerine yönelen “Schuldgrafe” (suçluluk sorusu) hislerinden kurtulmalarına engel olamıyordu. Dahası, Stalinizm’i Leninizm’in bir ardılı olarak görmemek ve bu ikisini ayrıştırabilmek de kolay bir iş değildi.

7-) İç Meseleler: Stalin döneminde, Rus olmayan bağımsız görüşlü bütün liderler öldürülmüştü. Ama Stalinizm’in reddedildiği bir ortamda, bağımsızlık hareketleri ve milli duygular yeniden hortladı. Rus olmayan halklar, Moskova’daki Ruslar tarafından yönetilmekten şikayetçilerdi. Milliyetçi taşkınlık, özellikle Baltık ülkelerinde hızla artıyordu. Ayrıca anti-Stalinizm, kısa sürede anti-Rus duygu ve eleştirilere dönüşebiliyordu. Örneğin, Ukraynalı bir yazar olan Oleksa Musiyenko, “canavar” Stalin’in milyonlarca Ukraynalıyı açlığa sürükleyerek öldürdüğünü ve Ukraynalı aydınları yok ettiğini açıkça yazabilmişti. Dinlerin canlandığı bir ortamda, Müslüman halkların da tepkileri çok daha belirgin hale gelmeye başlamıştı. Gürcü, Ermeni ve Azeri gibi Stalinist dönemde tümüyle bastırılan küçük uluslar da, bu ortamda milli kimliklerini yeniden keşfediyorlardı. Nitekim Dağlık Karabağ bölgesinde başlayan Azeri-Ermeni çatışması, kısa sürede bu iki ulusun da çok daha milliyetçi olmalarına neden olacaktı. Dolayısıyla, Gorbaçov’un reform politikaları, iç meselelerin su yüzüne çıkması nedeniyle kısa sürede çöküş sebeplerine dönüşmüştü.

8-) Afganistan’daki Savaşla İlgili Endişeler: Afganistan Savaşı’nda verilen şehitlerin hızla artması, zamanla halk tepkilerini arttırdı. Tepkiler, sadece evlatlarını toprağa vermek zorunda kalan halkla da sınırlı değildi. Entelektüeller de bu savaşın anlamını ve maliyetini sorgulamaya başlamışlardı. Örneğin, 16 Mart 1988’de dış politika uzmanı akademisyen O. Bogolomov, Literaturnaia Gazeta’da yayınlanan açıklamasında dış politikaya yönelik açık eleştiriler yapıyordu. 22 Mayıs 1988’de Moskova Radyosu’nda konuşan A. Bovin de, bundan böyle “Sovyet silahlı kuvvetlerini yurtdışına savaşmak üzere göndermeden önce ülkenin en yüksek yasama organlarında tartışma yapmak ve onay vermek” gerektiğini söylüyordu. Sovyet Ordusu da, Afganistan’da uzun vadede yenilgiye uğrayabileceklerini görmekten çok rahatsız olmuştu.

9-) Dış Politika ve Savunma Politikası: Dış politikada Afganistan Savaşı dışında genel olarak da muhalif fikirler yayılmaya başlamıştı. Bu dönemde, geçmiş olaylara yönelik tahminler gözden geçiriliyor ve olaylara yeni bir düşünce tarzı ile bakma eğilimi gelişiyordu. Fransız Sovyetolog Michel Tatu, bunu geçmişteki “düşünce yoksunluğu”na bir alternatif olarak değerlendiriyordu. Yevgeny Primakov, bu dönemde yazdığı “Yeni Dış Politika Felsefesi” makalesi ile adından söz ettiriyordu.

10-) Sovyet Bloğu ve Dünyadaki Komünist Hareket: Gorbaçov’un Sovyetlerin dünyadaki komünist hareketlere önderlik etmediğini söylemesi, partinin klasik tezleriyle taban tabana zıt çizgideydi. Bu konulardaki tartışmalar, genelde komünizmin, özelde de Sovyet modelinin değer kaybetmesine yol açtı. Stalin döneminde yaşananların açığa çıkmasıyla birlikte, Batı’nın Sovyet sistemine yönelik eleştirileri daha da güçlü ve geçerli hale gelmişti.

“Komünizm Güç mü Kazanıyor, Güç mü Kaybediyor?” adlı üçüncü alt başlık, Gorbaçov’un reformları sonrasında komünizmin durumunu tartışmaktadır. Brzezinski’ye göre; mesele, artık Gorbaçov’un iktidarda kalıp kalmayacağı değildir. Zira Gorbaçov ölse bile, reform süreci devam edecektir. Artık mesele, Sovyetlerin dünya sahnesinde başrol oynamaya devam edip edemeyeceği ile ilgilidir. Ancak fasit bir daire içerisine girilmiştir: reformsuzluk milletin infialine sebep olurken, reformlar da Rus olmayanların daha fazla yetki elde etme hırsını teşvik edebilir. Özellikle Baltıklıların ve Sovyet Müslümanlarının özerklik kazanma eğilimleri, Sovyetler Birliği’nin birliği ve bütünlüğü için gelecekte de büyük bir tehdit oluşturabilir. 50 milyon nüfuslu Sovyet Ukrayna’sında başlayan milliyetçi hareket de Sovyetlerin geleceği için son derece tehlikelidir. Çernobil felaketine yönelik tepkilerle de birleşen Ukrayna’daki Rus aleyhtarlığı, bu ülkede hızla yükselen bir siyasal akımdır. Sovyet sisteminin en zayıf karnı ise milletler meselesidir. Bunlara ek olarak, devlet güdümlü bir ekonomiyi desantralize etmek, siyasi sistemin de desantralize edilmesini gerektirir; ama siyasal sistemde desantralizasyon, milletler meselesinde risklerin derinleşmesi demektir. Bu gerçekler ışığında, Brzezinski’ye göre Sovyetlerin geleceği konusunda 5 ihtimal vardır:
  1. Reformların tam anlamıyla başarıya ulaşmasını beklemek.
  2. Uzun vadeli ama sonuçsuz karışıklıklar.
  3. Reformların hız kaybetmesi sonucunda yeniden başlayacak durgunluk.
  4. Gerileme ve buna tepki olarak baskı yanlısı siyasi darbe.
  5. Parçalanma/Çöküş.
Zbigniew Brzezinski imzalı “Büyük Çöküş” kitabının üçüncü bölümünün başlığı “Sistemin Reddedilişi”dir. 5 alt başlığı olan bu bölümün ilk alt başlığına, yazar tarafından “İdeolojik Transplantasyon ve Transmutasyon” adı verilmiştir. Yazara göre; Marksizm-Leninizm, Doğu Avrupa’ya zorla tanıştırılmış olan bir doktrindir ve yaygın halk desteğine sahip değildir. Marksizm’in Rusya’nın despot siyasal kültürüyle birleşmesi sonucunda oluşan Bolşevizm, Doğu Avrupa uluslarına esasen zorla kabul ettirilmişti. Sovyet Rusya, bu sistemde tahakküm eden devlet olduğu halde, kültürel olarak üstünlüğünü de Doğu Avrupa’ya kabul ettirememişti. Doğu Avrupalılar, Ruslara kültürel olarak kendilerinden aşağı gözüyle bakıyorlardı. Oysa Roma, Britanya ve Fransa imparatorlukları, kültürel üstünlüklerini kabul ettirebilmeleri sayesinde uzun yıllar ayakta kalabilmişlerdi. Bunun farkında olan Moskova, Doğu Avrupa’nın ekonomik istikrarı ve askeri güvenliği açısından yeni tedbirler almaya çalışmaktadır. Buna karşın, Paul Lendvai’nin 1987’de basılan “Das Eigenwillige Ungern” kitabında da görüldüğü üzere, Sovyetlerin Doğu Avrupa’da komünizmi yerleştirirken uyguladığı yöntemler son derece sert ve yıkıcı olmuştur. Terörün sistematik bir şekilde kullanılması, buradaki milletlerde müthiş bir Rus antipatisine dönüşmüştür. Buna karşın, 1956 Macaristan ve 1968 Prag olaylarının bu milletlere verdiği temel ders, Sovyetler güçlü olduğu sürece onları tehdit etmemektir. Zira Batı, zor durumdayken onlara yardım etmiyordu ve Sovyetler halen güçlüyken onların saldırganlığını teşvik etmek de akıllıca bir strateji değildi.

“Polonya Halkının Kendini Kurtarışı” adlı ikinci alt başlık, Sovyet sistemine en büyük tehdidin yöneldiği ve Brzezinski’nin de memleketi olan Polonya’daki siyasi durumu incelemektedir. Polonya, Doğu Avrupa ülkeleri arasında en homojen olanıdır. Dahası, modern siyasal tarihi, Rus yönetimine başkaldırı sahneleri ile doludur. Leh halkı tamamıyla Katolik Hıristiyandır ve bu da komünizme tepkili olmalarındaki ilk ve en önemli unsurdur. Milli duygularını korumayı başaran bir halk olan Lehler, aslında Sovyet sistemine karşı hep tepkili olmuşlardı. 1956 Poznan işçi isyanı, bunun somut bir göstergesiydi. 1970’ler ve 1980’lerde Polonya işçi sınıfının bilinçlenmesi ve Kardinal Stefan Wyszynski’nin Polonya’ya sahip çıkması neticesinde, bu ülkede komünist rejime rağmen Rusya karşıtlığı alabildiğine güçlendi. Lech Walesa gibi karizmatik bir işçi önderi de ortaya çıkınca, Polonya’nın bağımsızlığı güçlü bir ihtimal haline geldi. Köylü bir ailenin çocuğu olarak koyu dinci bir atmosferde yetişen Walesa, yıllarca Gdansk’ta liman işçisi olarak çalışmış ve 1970’lerden itibaren anti-komünist hareketin önderlerinden ve sembol isimlerinden birisi olmuştur. Solidernosc (Dayanışma) hareketine liderlik eden Walesa, Polonya’daki muhalefeti canlandırdı ve Sovyet karşıtlığını karizmatik liderliğiyle daha da güçlü hale getirdi.

Lech Walesa

“Sosyal Dayanışmadan Politik Çoğulculuğa” adlı üçüncü alt başlık, yine Polonya’daki siyasi hareketlerle ilgilidir. Yazara göre; Polonya’da siyasi hayatın yeniden doğuşu, komünizmin yenilgisini sembolize etmektedir. Bu, Sovyet deneyiminin de başarısızlıkla sonuçlandığını gösterir. 1980’lerde Polonya’da yeraltı yayın patlaması yaşandı. Sosyal demokrat gruplar dışında, tutucu Katolikler ve milliyetçi sağ kesim de bu muhalif yayınlarda başı çekiyorlardı. Anti-komünist ve anti-totaliter çizgideki tüm bu gruplar, aynı zamanda somut siyasi programlar ve projeler de ortaya koyarak gizlice güçleniyor ve halk desteklerini arttırıyorlardı. Marksizm Polonya’da hızla itibar kaybederken, durgun ekonomik tablo içerisinde performans anlamında da eleştiriliyordu. Ekonomik başarısızlık, komünistlerin ele geçirdikleri devleti iyi yönetemediklerini halka göstermiş ve desteklerinin azalmasına neden oluyordu. Böylelikle, Polonya komünist sistemi yöneticileri bir karar aşamasına gelmişlerdir: ya herşeyi yok edebilecek bir ihtilalle karşılaşmayı göze alacaklar, ya da taviz verecek ve sistemde reform yapacaklardır.   

“Bölgede Ortaya Çıkan Huzursuzluk” başlıklı dördüncü alt başlık, Polonya’dan başlayıp tüm Doğu Avrupa’ya yayılan huzursuzluğu incelemektedir. Doğu Avrupa’da ekonomik sorunlar artmakta ve siyasi huzursuzluklar da yayılmaktadır. Bölgedeki tüm ülkeler ekonomik sorunlarla boğuşmaktadır. Gerilemiş ekonomisi, yiyecek sıkıntısı, ısı, elektrik ve tüketim eşyası yokluğu ile Romanya, bu ülkeler arasında en kötü durumda olanıdır. Rejim, çok tehlikeli bir şekilde milliyetçiliğe sarılmakta ve diktatör Nikolay Çavuşesku’yu kült lider haline getirmektedir. Romanya’nın Transilvanya’da Macar nüfusa yaptığı baskılar da Macaristan’da eleştiri konusu olmaktadır. Polonyalılar ve Doğu Almanlar arasında deniz sınırı tartışması ve Çekler ve Slovaklar arasındaki ekonomik kaynak tahsisi konusundaki anlaşmazlıklar da bölgenin sorunları arasındadır. Macaristan’da da politik hayat yeniden başlamıştır. Sıkı polis kontrolüne rağmen, Çekoslovakya ve Romanya’da da hareketlenmeler gözlemlenmektedir. Moskova bir kültür merkezi olarak reddedildikçe, Orta Avrupalı kimliği canlanmaktadır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu çağrıştıran bu kimlik, Sovyet kimliği ve modeli zayıfladıkça daha da etkili olabilecektir.    

“İmparatorlukta Kısıtlamalar” adlı beşinci alt başlık, Sovyetlerin çöküş sürecinde gösterdiği reflekslerle ilgilidir. Gorbaçov’un yakın destekçilerinden olan Aleksandr Bovin, 11 Temmuz 1987’de Izvestia’da şöyle demektedir: “Sosyalist inanca sahip birçok ülkedeki durum, kararsız görülmektedir”. 1980’lerde Sovyet Rusya’da imparatorluğu savunmak için gerekli stratejinin 3 temel boyutu belirlenmiştir: (1) askeri koordinasyon, (2) kuvvetli ekonomik işbirliği, (3) güç ve ayrıcalıktan vazgeçmede parti ileri gelenlerinin birleşmiş desteği. Ancak tüm bunlara rağmen, bölge halklarının komünizmi kendi ekonomik ilerlemeleri açısından bir engel olarak görmeye başlamaları büyük bir sorun haline gelmiştir.

Büyük Çöküş” kitabının dördüncü bölümüne “Ticari Komünizm” adı verilmiştir. Bu bölümde de 4 farklı alt başlık vardır: “Çin’in Üçlü Çabaları”, “Politik Çatışma ve Reformun Doğuşu”, “Reform Stratejisi ve İdeolojik Esneklik” ve “Gerçek Kültürel Devrim”. “Çin’in Üçlü Çabaları” isimli birinci alt başlık, Çin komünizmini mercek altına almaktadır. Çin’i yenileştirme arayışları içerisinde komünist devrimi gerçekleştiren Mao Zedong, vatanperver bir kişi olarak anılmaktadır. Buna karşın, devrim sonrasında Sovyetlerden uzmanlardan getirerek ekonomik atılımı (Büyük İleri Sıçrama-Büyük İleri Atılım hamlesi) başlatan Mao, reel anlamda bir ekonomik felakete yol açmıştır. G. C. Chow’un “The Chinese Economy” eserine göre, Mao’nun kontrolündeki Çin yönetimi, 1958-1962 yılları arasında tarım alanında üretimin yüzde 28, hafif sanayide yüzde 21 ve ağır sanayide yüzde 23 oranında düşmesine engel olamamıştır. Yine Mao’nun başlattığı Büyük Proleter Kültür Devrimi neticesinde ise, 1966-1970 arasında ise bu ülkede Sovyetlere benzer büyük tasfiyeler ve katliamlar yaşandı. Bu açıdan, Mao dönemi Stalin döneminden çok da farksız değildir. Zhou Enlai’nin çabaları ve Deng Xiaoping’in onarım süreciyle birlikte, bu dönemlerde yaşanan tahribatlar hızla azaltıldı ve Çin, bir toparlanma sürecine girdi. 1970’lerde ilan edilen “dörtlü modernizasyon” programı ile, tarım, endüstri, bilim ve teknoloji ve savunma alanlarında modernleşme hareketleri başlatıldı. Bu yola girilmesinin sonucunda, 1978’den itibaren ABD ile ilişkiler düzeltildi.

Deng Xiaoping

“Politik Çatışma ve Reformun Doğuşu” adlı ikinci alt başlık, Çin’de yaşanan reform sürecini incelemektedir. Deng Xiaoping’in Çin’de başa geçmesi ve kontrolü eline alması, 10 yıllık zorlu bir mücadelenin sonucunda oldu. Mao, 1930’lardan itibaren devrimci enerjinin kaynağı olarak köylü radikalizmini kullanmıştı. Oysa Deng, ferdi ekonomik ve ticari üretimi arttırmak amacındaydı. Buna karşın, Mao’nun “Dört Prensibi”ne bağlı olduğunu ilan etti. Bunlar; sosyalist akım, işçi-emekçi partisinin liderliği, Marksizm-Leninizm ve Mao Zedong düşüncesi (Maoizm) idi. Ancak bu resmi ilanın arka planında, Deng, sistemi reforme etmek için kolları sıvamıştı. Mao’nun devrimci romantizminin olumsuz sonuçlarını gören Deng, dengeli ve uzun vadeli bir program hazırlamıştı. Bunun için, kendisinden sonrasını da planlamak ve üst yönetici kadrosunu dengeli kişiler arasından seçmek zorundaydı. Önce Hua Goufeng’i resmen yönetimden aldı ve “Dörtlü Çete”yi tasfiye etti. 12. Parti kongresinde Hu Yaobang’ı parti lideri ve Zhao Ziyang’ı hükümet başkanı olarak ilan etti. Ancak doktrin ve program meselesi henüz çözülmemişti. Tepkiler nedeniyle 1987’de Li Peng’i hükümet başına getirdi ve reformcu kanadı güçlendirmeye devam etti.

“Reform Stratejisi ve İdeolojik Esneklik” adlı üçüncü alt başlıkta, Çin’deki reform sürecinde yaşananlar Brzezinski’nin perspektifinden analiz edilmeye devam edilmektedir. Zigzaglarla devam eden Çin’deki reform süreci, 1987’deki 13. Kongre’de sona erdi. Kongre, 3 önemli gelişmeye yol açtı. Birincisi, Deng’in reformlarının başarılarını değerlendirmek için uygun bir ortam hazırladı. İkincisi, bundan sonraki reformlar için ayrıntılı bir plan yapılmasına olanak sağladı. Üçüncüsü, esnek yeni program sayesinde uzun vadede yeni bir ideolojik formasyonun doğuşuna imkan verdi. Reformlar arasında en tesirli olanlar tarım alanında elde edilmişti. Çin, yiyecek ithal eden bir ülkeden, yiyecek ihraç eden bir ülke haline gelmeyi başarmıştı. Deng’in amacı, Çin’in dünya ticaretini teşvik etmek ve ihracata dayalı ekonomik büyüme modeliyle Çin’i modernleştirmekti. Nitekim 1978’den itibaren Çin’in milli hasılası iki katına çıktı, yurtdışı ticareti de yılda ortalama yüzde 15 arttı. Ayrıca Çin’in çok sayıda yetenekli öğrenciyi yurtdışına gönderme politikası da önemli bir açılımdı. Bu, hem dünyaya açılmanın sembolü, hem de Batı’daki bilgi ve birikimin Çin’e akışı demekti. İlginç bir şekilde en çok öğrenci de ideolojik düşman durumundaki ABD’ye gönderiliyordu. Ancak hızla zengin olma arzusunun yarattığı yozlaşma, kaçakçılık, sahtekarlık ve vurgunculuk, bu yeni dönemde önemli sorunlar haline gelmeye başlamıştı. Ayrıca merkezi yönetimin zayıflamasına paralel olarak, bazı siyasi sorunlar da daha belirgin olarak su yüzüne çıktı. Çin’in Batı tipi çoğulcu bir demokrasiye dönüşmesi zaten beklenemezdi. Buna karşın, teknokrasinin ağır bastığı objektif standartlara dayalı akılcı bir yönetime dönüşmesi mümkündü.

“Gerçek Kültürel Devrim” adlı dördüncü alt başlık, Çin’de 13. Parti Kongresi sonrasında yaşanan gerçek Kültür Devrimi’ni incelemektedir. Mao’nun Kültür Devrimi’nin aksine, bu Kongre’de Batı düşman olarak değil, teknolojisi ve bilimiyle üstün ve yüceltilen bir kavram haline gelmiştir. Çinliler, hiç şüphesiz, Ruslara kıyasla reform anlamında daha başarılı olmuşlar ve çöküş yaşamamayı başarmışlardır. Burada kritik bir unsur vardı; Çin, önce “perestroika”, sonra da sınırlı ölçüde bir “glasnost” yaptı; Rusya ise ikisini aynı anda uygulamaya sokmuştu. Çin’de ekonomik gelişmenin başarısı, siyasi modernizasyona da uygun altyapı sağlamıştır. Oysa Sovyet Rusya’daki ekonomik plan, -en azından henüz- başarıya ulaşamamıştır. Lakin Çin’de de serbest bölge stratejisinin başarısı, daha sonradan sıkıntılara neden olabilir. Demokratikleşme konusu da bu ülke için her zaman potansiyel bir tehlikedir. Modernleşme nedeniyle toplumsal beklentilerin yükselmesi, bu alanda Çin yönetimini zorlayabilir. Ayrıca 1997’de Hong Kong’un Çin’e geri verilecek olması da hem bir avantaj, hem de bir dezavantaja dönüşebilir. Bu, Çin’in dünya ticaretindeki yerini güçlendirecek, ama gelişmişlik farkı nedeniyle içeride tepkilere de neden olabilecektir. Hong Kong, halihazırda çok önemli bir ticari merkezdir ve Çin ekonomisine büyük dinamizm katacaktır. Ancak Hong Kong’taki sistem ile Çin’deki sistemin uyuşması o kadar da kolay olmayabilir. Eğer bu reform yolu devam ederse, yakın gelecekte Çin’de gerçek bir Kültür Devrimi’nden söz etmek, Brzezinski’ye göre gayet mümkündür. Ancak bu başarı, kaçınılmaz bir şekilde ideolojinin zayıflaması demektir. Bu nedenle, Çin, 21. yüzyılda hala komünizmle yönetilse bile, artık komünist bir devlet olarak kalmayabilir.

Kitabın beşinci bölümünün ismi “İtibardan Düşmüş Uygulama”dır. Bu bölümün ilk alt başlığı “Devrimci Komünist Enternasyonalden Yıllık Kongreye” şeklindedir. Bu bölümde, dünya komünist hareketi tarihinde yaşanan bazı gelişmeler anlatılmaktadır. Mart 1919’da Moskova’da Birinci Komünist Enternasyonal bir araya geldiğinde, Rusya’daki şiddetli iç savaşa rağmen, toplantı, uluslararası devrimcilerle doluydu. Toplantıya katılanlar iyimser ve inançlılardı. 1920 yazında gerçekleşen İkinci Komünist Enternasyonal’de durum daha da coşkuluydu. İç savaşı kazanmış olan Kızıl Ordu, şimdi Varşova önlerindeydi ve Avrupa’nın kalbine giden yol açılmak üzereydi. Asyalı halklar da devrimci savaşın standardını sömürgeciliğe karşı yükseltmek için Bakü’de bir araya gelmişlerdi. Troçki ve Zinonyev’in cesaretli konuşmaları, dünya komünistlerine büyük coşku ve umut veriyordu. Dünyada komünistlerin disiplin ve maneviyatlarının çöküşü, Sovyetler Birliği’nin cazibesini kaybetmesiyle yakından alakalıdır. Bu noktada, önce Çin modeli üzerinde duruldu; lakin hem Mao döneminin Sovyet Rusya’yı hatırlatan aşırılık ve yanlışları, hem de Çin’in sonradan bozulmuş bir ticari komünizme yönelmesi, bu ihtimali ortadan kaldırdı. Sonraları, bir süre Vietnam ve Küba modeliyle ilgilenilse de, dünya komünistleri doğru bir model konusunda ısrarcı olamadılar. Nikaragua modelinin de başarısız olması neticesinde, komünizmin üzerine koyu bir başarısızlık perdesi çekilmiş oldu.

Bu bölümün ikinci alt başlığının ismi “Gelişmiş Dünyada Politik Uyumsuzluk”tur. Bu bölümde, Brzezinski, Marksist modelin çağdaş dünya siyasal sisteminde yaşadığı siyasal uyumsuzluğa dikkat çekmektedir. Marksist teoride, komünizmin gelişmiş Batı dünyasında etkili olması gerekiyordu. Ancak komünizm, tam tersine az gelişmiş Doğu toplumlarında etkili oldu. Rusya’da yaşanan siyasi başarısızlık ise çöküşü getirdi. ABD ve Kanada’da tutunamayan komünizm, Japonya’da da yüzde 10 civarında oydan daha ileri bir noktaya ulaşamadı. Japonya’da önem verilen teknoloji, özel teşebbüs gibi kavramların komünizmde olumsuz algılanması, bu ülkede komünizmin başarısız olmasında ana unsurlardandır. Komünist model, Avrupa’da da başarısız olmuştur. İtalya gibi en güçlü olduğu ülkede bile oy oranları yüzde 20’lere kadar düşmüştür. Fransız Komünist Partisi’nin oy oranları da yüzde 20’lerden yüzde 7’lere kadar inmiştir. Fransız aydınlarının Marksizm’e sırt çevirmeleri bu noktada en önemli unsurdur. Bu sayede, gençlerde de komünizme destek giderek azalmaktadır. İspanya ve Portekiz’de de durum pek farklı değildir; komünist partiler, dünyanın her yerinde oy kaybetmektedirler.

Bu bölümde yer alan üçüncü alt başlık “Gelişen Ülkelerdeki Sosyoekonomik Çöküş” şeklindedir. Bu bölümde, komünist veya kısmen komünist uygulamaların uygulandığı gelişmekte olan ülkelerde denenen modellerin başarısızlığı ve bunların sonucunda oluşan sosyoekonomik çöküş olgusu incelenmiştir. Afrika’da kapitalist beyaz dünyanın ırkçı eğilimleri nedeniyle komünizme doğal bir ilgi olmasına ve komünist modelin yeni kurulan bu devletlerde ihtiyaç duyulan güçlü merkezi devleti beslemesine karşın, ciddi başarılar kazanılamamıştır. 1970’lerde Marksizm’i benimseyen birçok Afrika ülkesinde Sovyet yardımları yetersiz kaldı ve sosyoekonomik modeller çöktü. Özellikle Etiyopya’daki durum büyük bir başarısızlıktır. Buna karşın, Kenya’da daha başarılı olunmuştur. Dolayısıyla, 1980’lerden itibaren, komünizm, üçüncü dünyada da itibar kaybetmeye başlamıştır. Komünizmin en karizmatik elçisi Che Guevara’nın güçlü siyasal ve kültürel mirasına karşın, bu durum değişmedi. Teolojik liberasyon akımı da Afrika ve Latin Amerika’da epey etkili oldu ama somut başarıları kısıtlı kaldı. Kapitalist günahların Marksist analizlerini Hıristiyanlığın mağdur olan kişilere duyduğu merhametle birleştiren bu akım, yerel halklar üzerinde bir süre epey tesirli olsa da, somut ekonomik ve siyasal başarılarla desteklenmediği için etkisi sınırlı oldu. Nikaragua’daki Sandinista liderliğinin beceriksizliği ve ülkenin giderek askerileştirilmesi, bu noktada somut bir vakadır. Ayrıca ABD’nin Latin Amerika ülkelerine daha ılımlı bakmaya ve bu kıtada da demokrasinin gelişmeye başlaması bu noktada önemli faktörlerdir. Bu nedenle, Afrika ile birlikte Orta ve Güney Amerika’da da komünizm düşüştedir.

Bu bölümün dördüncü ve son alt başlığı ise “Dünya Çapında İdeolojik Dağılma” şeklindedir. Bu bölümde, Brzezinski, komünist ideolojinin değer kaybını kısaca açıklamaktadır. Ona göre; bürokratik beceriksizlik, ideolojik hantallık ve politik hissizlik, Marksizm’in dağılma sürecini yaratan temel faktörlerdir. Moskova-Çin çekişmesi de aslına bakılırsa dağılma sürecini hızlandırmıştır. Sonuç olarak, 1980’lerden itibaren demokratik merkeziyetçilik fikri terk edilmeye başlandı. Bu nedenle, hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkelerde başarısızlığa uğrayan komünizm, artık kapitalizme yenilmiştir ve geçmişe ait bir şey haline gelmiştir.

Kitabın altıncı ve son bölümüne, Brzezinski, “Komünizmin Can Çekişmesi” adını vermiştir. Bu bölümün ilk alt başlığı ise “Genel Kriz” şeklindedir. Bir “trajedi” olarak nitelendirdiği komünizmin can çekiştiğini iddia eden Brzezinski, bu bölümde komünizmin krizine neden olan 5 gelişmeyi sıralamaktadır:
  1. Sovyet modelinin başarısızlığı nedeniyle taklit edilebilecek bir model kalmaması.
  2. Sovyet modelinin ikilemi: ekonomik başarı ve politik dengeyi aynı anda sağlamak zordur.
  3. Doğu Avrupa’da komünizm çöküştedir.
  4. Çin’deki ekonomik başarı, komünizmin bozulmasıyla mümkün olacaktır.
  5. Komünist dünya yaratma fikri ve hayali, artık geçmişte kalmıştır.
Tüm bu nedenlerle, komünizm sönmekte ve çökmektedir. Bu, bir niyet beyanından ziyade, tarihsel bir durum tespiti ve bir jeopolitik okumadır.

İkinci alt başlık “Tarihi Sicil” şeklindedir. Bu bölümde, Zbigniew Brzezinski, komünizmin tarihsel sicilini incelemekte ve ekonomik ve siyasal performansını ölçmektedir. Komünist ekonomiler, dünya çapındaki ekonomik yarışta oldukça geride kalmışlardır. 1985’te dünya pazarlarında ABD’nin ticareti 576 milyar dolar, Japonya’nın ise 308 milyar dolar iken, Sovyetler Birliği’nin yalnızca 66 milyar dolardır. Ayrıca Moskova’nın ticareti portföyü, tipik bir üçüncü dünya ülkesi görünümü arz etmektedir. Zira ihraç mallarının dörtte üçü, doğal madenleri işleme endüstrisinden gelmektedir. Komünist ülkelerde yaşam standartları da düşmektedir: İkinci Dünya Savaşı’ndan 40 yıl kadar sonra, Sovyet hükümeti hala vesika ile et vermekte ve şekeri bile vesikaya bağlamaktadır. Resmi Sovyet istatistiklerine göre; ülkenin yüzde 40’ı ve yaşlıların yüzde 79’u fakirlik içerisinde yaşamaktadır. Ülkede sıcak su bulunmayan haneler bile mevcuttur. Komünizmin demokrasi ve insan hakları sicili ise, ekonomik performansından bile daha kötüdür. Birçok ülkede yaşanan komünist deneyimlerde daima toplu katliamlar, tasfiyeler ve sürgünler gerçekleşmiştir. Korku atmosferinin kurulması, kült liderlik, insanlara yönelik tecrit ve baskı politikaları da son derece yaygındır. Bütün bu nedenlerle, komünizm, artık halk desteğinden yoksundur.

Bu bölümün üçüncü alt başlığı “Gelecekteki İhtimaller” isimlidir. Brzezinski’ye göre, komünizm, 2017 yılına gelindiğinde, Kızıl Meydan’da kurulacak “100 Boşa Harcanmış Yıl – 50 Milyon Boşa Harcanmış Hayat” adlı bir sergiye konu olabilir. Lakin Mikhail Gorbaçov, tarihin devamlılığını sağlamayan kuvvetleri serbest bırakmış ve bundan sonra Rusya’da neler yaşanabileceği meçhuldür. Komünizm, tüm dünyada bir geri çekilme yaşamaktadır. Bunun, çöküşle sonuçlanması muhtemeldir. Ancak parçalanma ve çöküş sürecinin nasıl olacağı çok kritik bir sorudur. Bu dönemde büyük karışıklıklar ve altüst oluşlar yaşanabilir. Komünizmin tek umudu olarak, elde Çin’in ekonomik başarısı kalmıştır. Ancak Çin de artık Marksist-Leninist esaslara göre hareket etmemektedir. Bu sebeple, Çin’in bozulmuş ticari komünizmi ekonomik başarılara ulaşsa bile, siyasal açıdan diğer ülkelere bir model olamaz. Bu nedenle, komünizmin yayılma devri sona ermiştir.

Kitabın altıncı ve son bölümünde yer alan dördüncü ve son alt başlığa ise “Komünizm Sonrası” adı verilmiştir. Bu alt başlıkta, Brzezinski, komünizmin kaybolmaya yüz tuttuğu 20. yüzyılın sonlarında yaşananlar ışığında, 21. yüzyılda komünizm sonrasının nasıl olacağını tahayyül etmeye çalışmaktadır. Burada 2 önemli soru karşımıza çıkacaktır:

1-) Marksist-Leninist diktatörlükler çoğulcu demokrasilere mi, yoksa milliyetçi otoriter yönetimlere mi dönüşecekler?
2-) 20. yüzyıl komünizminin siyasi mirası ne olacak?

Şu an için çoğulcu demokrasi modeli daha düşük bir ihtimal olarak gözükmektedir. Milliyetçilik ise, komünizm coğrafyasında çok güçlü ve yükselen bir trend haline gelmektedir. Ancak bazı post-komünist toplumlar çoğulcu demokrasiye de dönüşebilirler. Çünkü çoğulcu demokrasilerin insan hakları konusundaki ısrarcı tavrı, komünizm döneminde yaşanan felaketler nedeniyle halklara cazip gelebilmektedir. Seçme özgürlüğü, komünizmde de olmayan bir şeydir ve bu nedenle milliyetçi otoriterliklerin başarı şansını halk nezdinde azaltabilir.

Kitabın “Sonsöz” bölümünde, Brzezinski, yıllardır akademisyenlerin konuşmakta çekindikleri komünizmin çöküşü konusunu bu kitabında incelediğini söylemekte ve kitapta dile getirdiği bazı fikirleri özetlemektedir. Ayrıca, Brzezinski’ye göre, komünizmin çöküşüne ağıt yakılmamalı, tersine, halkların kurtuluşu yönünde bu süreçte umutlu olunmalıdır. Ancak komünizm sonrasında milliyetçiliğin tehlikeli bir şekilde patlama ihtimali, komünizm sonrasında da birçok coğrafyada halkları zor günler beklediğinin habercisi niteliğindedir.

Sonuç olarak, Amerikalı ünlü stratejist Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Çöküş” adlı kitabı, bu alanda yazılmış en önemli eserlerden biri olarak yakından incelenmeyi hak etmektedir. Kitap, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizmin çöküşü sürecini birkaç yıl öncesinden doğru bir şekilde öngörmüştür. Kitapta Brzezinski tarafından ifade edilen fikirlerin birçoğu doğrulanmış, ancak bazı konularda da öngörüleri eksik kalmıştır. Özellikle Doğu Avrupa toplumlarının komünizm sonrasında çoğulcu demokrasiye dönüşmeleri konusunda daha karamsar bir tablo çizen Brzezinski’nin öngörüsünün aksine, bugün Doğu Avrupa ülkeleri NATO ve Avrupa Birliği üyesi olmuş ve giderek daha istikrarlı bir ekonomik model ve siyasal sistem üzerinde hareket etmeye başlamışlardır. Bunun dışında, kitap, son derece kapsamlı bir araştırmanın sonucu olan gerçek bir bilimsel başyapıt olarak değerlendirilebilir.


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] UPA’da hakkında yayınlanan çeviriler ve analizler için; http://politikaakademisi.org/?s=zbigniew+brzezinski&x=0&y=0.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder