Sayfalar

5 Aralık 2016 Pazartesi

Onur Öymen'den 'Silahsız Savaş: Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi'


Dr. Onur Öymen (1940-)[1], tanınmış bir Türk diplomat ve siyasetçidir. İlk, orta ve lise öğrenimini Galatasaray Lisesi’nde yapan Öymen, daha sonra Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir. Aynı fakültede doktora da yapan Öymen’in doktora tezi “Teknolojik Gelişme ve Savunma Politikası” ile alakalıdır. Diplomat olarak uzun bir süre dış ülkelerde Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden Öymen, daha sonra siyasete girmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 22. dönem İstanbul ve 23. dönem Bursa milletvekili olan Öymen, aynı zamanda 5 Kasım 2003’ten 23 Mayıs 2010 tarihine kadar -Deniz Baykal’ın Genel Başkanlığı döneminde- Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapmıştır. Dış politikayı ve siyaseti, Realizm ilkeleri doğrultusunda ve daha çok ulus-devletler arasındaki bir güç mücadelesi olarak gören Öymen, siyasetçiliği döneminde, bu doğrultuda çeşitli siyasi polemiklere de karışmıştır. Öymen, siyasi kimliğinin yanında üretken de bir yazardır.[2] Öymen’in ilk baskısı 2011 yılında yapılan üçüncü kitabı “Silahsız Savaş: Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi”[3], yazarın Dış İşleri deneyimleri ile akademik bilgilerini bağdaştırdığı oldukça öğretici ve faydalı bir eseridir. Bu yazıda, Remzi Kitabevi tarafından basılan ve şimdiye kadar 7 baskı yapan bu kitap özetlenecektir.

Dr. Onur Öymen

Diplomasinin Gerçek Yüzü
Önemli bir akademisyen olan Hans Morgenthau, diplomasiyi “ulusal çıkarların barışçıl yollardan korunması” olarak tanımlamıştır. Bir diğer tanıma göre, diplomasi, “uluslararası ilişkilerin barışçı yol ve araçlarla yürütülmesi sanatıdır”. Hüner Tuncer’e göre, diplomasi, “devletler arasındaki ilişkilerin müzakereler aracılığıyla sürdürülmesidir”. Ernest Satow’a göre ise, diplomasi, “hükümetler arası ilişkilerde zekanın barışçı araçlarla kullanılmasıdır”. Hedley Bull’a göre ise, diplomasi, “uluslararası ilişkilerin resmi görevlilerce barışçı yollardan sürdürülmesidir”. Bu tanım, günümüzde fazlasıyla yetersiz kalmaktadır; zira diplomasi yalnızca devlet görevlilerine ve diplomatlara bırakılmayacak kadar önemli ve yaygın bir hal almıştır.

Diplomasinin araçları; iknauzlaşma ve güç kullanma tehdididir. Hans Morgenthau’ya göre, savaşın başladığı yerde diplomasi başarısız olmuş demektir. Zira barışçıl yollarla sorun çözümlenememiş ve savaş ortaya çıkabilmiştir. Diplomasi, yalnızca yabancı ülkelere karşı da yapılmaz. Ülke içerisindeki farklı gruplara karşı da diplomatik faaliyetler yürütülür. Bu nedenle, diplomasi, ülke içerisinde ve dışarısında olmak üzere iki boyutta yürütülür ve bu iki boyut zaman zaman birbirleriyle de etkileşim içerisine girer. İngiliz Başbakanı Lord Palmerston’un ünlü bir sözü, diplomasinin kirli yönünü gözler önüne serer; “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır”. Diplomasi, ülkelerin bu çıkarlarını askeri yollar dışında korumasını sağlar.

Günümüzde devletlerin ayakta kalabilmesi için yalnızca askeri açıdan güçlü olması yetmez, mutlaka diplomatik açıdan da gelişmiş olması zorunludur. Diplomasinin altın kuralı; özde kararlı, ancak üslupta yumuşak olmaktır. Arzu edilen neticeye ulaşmak için hem “mücadele” edilmeli, hem de daha fazla zarardan kaçınmak adına “uzlaşma” aranmalıdır. Diplomasi, dar manasıyla, Dış İşleri Bakanlıklarında çalışan kariyer diplomatlar (meslek memurları) tarafından uygulanır. Ayrıca siyasetçiler ve onlar tarafından görevlendirilen özel temsilciler de diplomat gibi görev yaparlar. Daha geniş anlamıyla ise, bütün vatandaşların ülkelerini temsil etme adına diplomatik görev yaptıkları bile iddia edilebilir.

Diploma sözcüğü, eski Yunancada “ikiye katlamak” anlamına geliyordu ve ikiye katlanmış resmi belge ve evraklar için kullanılırdı. Ülkeler arasındaki ilişkiler geliştikçe, bu belgeleri hazırlayan ve saklayan katipler ortaya çıktı ve bu kişiler, ilk diplomatlar olarak görev yaptılar. Diplomasi kavramını uluslararası ilişkilerin yürütülme sanatı anlamında ilk kullanan kişi ise 1796 yılında Edmund Burke’dür. Geçici diplomasiden daimi diplomasiye geçiş, ilk kez 15. yüzyıl İtalyan devletlerinde başladı. Daha sonra Avrupa ülkelerinde hızla yaygınlaştı ve artık her ülkenin başka ülkelerde temsilci bulundurması anlayışı gelişti. Milliyetçilik düşüncesinin artmasıyla beraber, diplomasi de doğal olarak gelişti. 1815 Viyana Kongresi’nde, diplomatların yasal statüsü belirlendi.

Diplomatlar, hükümetlerce belirlenen dış politikayı yürütmekle sorumlu devlet görevlileridir. Bu nedenle, dış politikadaki başarısızlıklar esas olarak hükümetlerin mesuliyetindedir. Diplomatlar, hükümetlerin belirledikleri ana hatlar doğrultusunda ülkeleri için en faydalı olan adımları atmakla yükümlüdürler. Diplomatların, 1961 tarihli Viyana Sözleşmesi’ne dayalı ayrıcalıkları vardır. Diplomatların görevleri; (1) ülkelerini temsil, (2) devletlerinin ve vatandaşlarının çıkarlarını korumak, (3) tayin edildikleri ülkelerde devletleri adına müzakerelerde bulunmak, (4) görev yaptıkları ülkeler hakkında kendi ülkelerine bilgiler aktarmak, ve (5) kendi ülkeleriyle görev yaptıkları ülkeler arasında dostça ilişkiler geliştirmek olarak özetlenebilir. Müzakereler esnasında diplomatların yaratıcı olması, gerektiğinde sert, gerektiğinde ise yumuşak pozisyon almaları beklenir.

Osmanlı’da ilk daimi temsilcilikler III. Selim döneminde 1790’larda açılmıştır. Ancak yabancı devletlerin daimi temsilcilikleri 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da bulunmaktaydı. Dış İşleri Bakanlığı, Umur-u Hariciye Nezareti adıyla 1835 yılında kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’dan devraldığı diplomasi geleneğini ulusal onur, eşitlik ve bağımsızlık idealleriyle destekleyerek devam ettirmiştir. 1924’te 39 dış temsilciliği olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, günümüzde 185 dış temsilciliği bulunmaktadır. Öymen’e göre, diplomasi sadece günlük olaylarla ve sorunlarla uğraşmaz, ileride ortaya çıkabilecek olasılıklara göre çözüm önerileri de hazırlar. Bugün izlenen bir politika veya alınan bir karar, belki de bundan uzun yıllar sonra olumlu veya olumsuz bir etki yapabilir. Fransızların dediği gibi, “hükümet etmek geleceği görebilmektir”.

Diplomasiye bu geleceği görme yeteneği açısından bakıldığında, Amerikan Başkanı Wilson’ın son derece başarısız olduğu ortaya çıkar. Wilson, Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada barış ve istikrarın sağlanabileceğini zannetmiş, oysa dünya, o güne kadar görmediği ölçekte büyük savaşları, bu “tüm savaşları bitiren savaş” olarak lanse edilen savaştan sonra yaşamıştı. İngiltere Başbakanı Winston Churchill de, Mussolini’ye olumlu bakışı ile geleceği görme konusunda başarısız olduğunu ispatlamıştır. Wilson ve Churchill’in aksine, Mustafa Kemal Atatürk’ün geleceği görme yetisi çok üst düzeydedir. Atatürk, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını önceden görmüş ve 1936 Temmuz’unda İngiliz Büyükelçi Percy Loraine’i çağırarak, Akdeniz’de yayılmacı İtalya’ya karşı Türkiye-İngiltere işbirliğine devam edilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Atatürk’ün 1932 yılında Amerikalı General Douglas MacArthur ile yaptığı konuşma da, İkinci Dünya Savaşı’nda hakkındaki öngörüleri açısından önemlidir. Atatürk, bu konuşmada Almanya’nın ABD’nin savaşa girmesiyle mağlup olacağını, ancak Sovyetlerin bu savaştan kârlı çıkacağını belirtmiştir. İleri görüşlülük, diplomaside başarının en önemli koşullarından biridir.  Bir diğer başarı koşulu ise, uzun vadeli düşünerek sabırlı olmaktır. Bazı ihtilaflar uzun yıllar sürebilir. Bu nedenle, diplomaside aceleci olmamak ve haklı olunan konularda ısrar etmek gereklidir.

Uluslararası ilişkilerde en geçerli yöntem müzakeredir. Devletlerin temsilcileri bir araya gelerek mevcut sorunları tartışır; ülkelerinin çıkarlarının örtüştüğü noktaları saptayıp anlaşmaya varmaya çalışırlar. Dışarıdan sanıldığının aksine, özellikle önemli ulusal çıkarların söz konusu olduğu konularda, görüşmeler çok sert geçer ve hatta bazen “silahsız savaş”ı andırır. Diplomatların kendilerine özgü bir dilleri de vardır. Örneğin “çok açık ve samimi bir görüşme oldu” denilmişse, bu, genelde, taraflar arasında ciddi görüş ayrılıklarının bulunduğunu gösterir. “Görüşlerinizi ilginç buldum” denilmesi, aslında dinlenilen fikirlerin saçma olduğunu anlatan bir ifadedir. Ayrıca diplomatik temaslarda görüntü de aldatıcı olabilir. Karşıt fikirleri savunan ve hiç anlaşamayan taraflar bile objektiflere gülümseyerek poz verirler. Ancak bu gülen yüzlere bakarak işlerin iyi gittiğini düşünmek hatalı olur. Dış politikada görüntülere aldanmamak gerekir.

Diplomaside “Büyük Strateji”den söz edildiği zaman, ulusal çıkarların korunması için milli gücün bütün unsurlarından yararlanılmasını gerektiren siyasi ve askeri strateji anlaşılır. Ülkeler, temel milli menfaatlerinin korunması için bütün güçlerini seferber ederek sonuç almaya çalışırlar. Büyük Strateji, bazı hallerde savaşı göze almayı da gerektirebilir.  Örneğin, İngiltere’nin dünya denizlerine hâkim olma isteği, bir Büyük Strateji örneğidir. Yunanlıların “Megalo İdea” olarak bilinen Büyük Stratejisi, Anadolu’yu alarak Büyük Yunanistan’ı kurmaktır. “Diplomatik Strateji”den anlaşılması gereken ise, genelde savaşa varmayan yöntemlerle sonuç almayı gerektiren yaklaşımdır. İsmet Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı döneminde Türkiye’yi savaştan uzak tutma çabaları buna örnek gösterilebilir. Gerek Büyük Strateji, gerekse Diplomatik Strateji, devlet adamlarının sorumluluğunda geliştirilir. Diplomatlar, bu stratejilerin geliştirilmesine yardımcı olurlar. Onların deneyimlerinden sıkça yararlanılır.

Diplomatik müzakereler, bir anlamda devletler arasındaki pazarlıklardır. Bir ülke içerisindeki anlaşmazlıklar hukuk yoluyla çözümlenebilir. Ama iki egemen devlet arasındaki sorunlar, iç hukuktaki gibi bağlayıcı olan bir hukuk sistemiyle çözülmez. Bu nedenle, uluslararası sorunlar ender olarak hukuk yoluyla çözülür; daha çok müzakere yoluyla tatlıya bağlanır ya da bağlanamaz. Devletler, bazı durumlarda müzakerelere başlamamayı da tercih edebilirler. Bu da bir taktiktir. Müzakerelerden avantajlı çıkacağını düşünen taraf, genelde masaya oturmaya daha isteklidir. Müzakerelerde güçlü hisseden taraf ise, genelde ödün vermeye yanaşmaz. Bu yüzden, müzakereler çok uzun zaman alabilir. Karşı tarafa müzakere teklifinde bulunmak, her zaman çözüme ulaşılmasını istemek anlamına gelmez. Bazen gerginliği azaltmak ve tansiyonu düşürmek için de böyle bir yola gidilebilir. Müzakerelerde tarafların eşit olması önemlidir. Müzakerelerde devletlerin gücü kadar, diplomatların yaratıcılıkları, yetenekleri, müzakere teknikleri ve ikna kabiliyetleri de etkilidir.

Devletlerin müzakere yoluyla başarıya ulaşamamaları durumunda, sıklıkla tehdit ve baskı yoluna başvurdukları görülebilir. Kol bükme, diplomaside sık kullanılan bir deyimdir ve güç politikasının bir unsurudur. Demokratik rejimler yaygınlaştıkça, müzakereler daha fazla önem kazanmış, savaşların ve kol bükme politikalarının rolü azalmıştır. Diplomasi, bir mücadele kadar, bir uzlaşma sanatıdır. Bu nedenle, her iki tarafın da kendi güçlerine göre makul ölçülerde taviz vermesi gerekebilir. Karşı taraftan alınabilecek tavizlerin hesaplanmasında, bilgi ve tecrübe çok önemlidir. Devletler, sırf jest için, karşılığını almadan asla taviz vermezler.

Devletler arasındaki müzakerelerin büyük çoğunluğu kapalı kapılar ardında cereyan eder. Bu, diplomasinin tabiatının bir gereğidir. Yüzyıllar boyunca uluslararası ilişkiler gizlilik içinde yürütülmüştür. Bu nedenle, “sessiz diplomasi” dediğimiz gizli diplomasi türü, 19. ve 20. yüzyılın başlarında çok yaygındır. Büyük devletler, bu dönemlerde güç dengelerini sessiz diplomasi ile belirlerdi. Dünya Savaşları öncesi ve sürecinde, birçok böyle sessiz diplomasi sonucu oluşmuş gizli anlaşmaların olduğu daha sonraları ortaya çıkmıştır. Günümüzde de, eskiden olduğu şekilde olmasa da, liderlerin kişisel iletişimleri vasıtasıyla bir sessiz diplomasinin olduğu söylenebilir. Diplomasi, gülümseyen yüzler, nazik sözler ve kapalı kapıların ardında bir nevi “silahsız savaş”tır. Masa başında dahi ciddi gerginlikler yaşanabilir. Türkiye’nin Lozan Antlaşması koşullarını kabul ettirmesi, İsmet Paşa’nın inatçı yapısı sayesinde gerçekleşmiş çok önemli bir diplomatik zaferdir.

Silahsız Savaş: Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi

Yeni Dünya Düzenine Doğru
İngilizlerin “yatıştırma politikası”na rağmen çıkması önlenemeyen İkinci Dünya Savaşı, dünyayı kısa sürede büyük bir felakete sürükledi. Başlarda Almanlar her cephede rakiplerine büyük üstünlük sağlıyorlardı. Ancak zamanla, Japonya tarafından Pearl Harbor baskınına uğratılan ABD’nin savaşa girmesi ve Nazilerin Sovyetler karşısında bataklığa saplanması gibi nedenlerle, Müttefikler üstünlüğü ele geçirdiler. Dünyanın geleceğine şekil verme çabaları, savaş daha devam ederken Roosevelt, Stalin ve Churchill’in 28 Kasım 1943’te Tahran’da bir araya gelmeleriyle başladı. İngilizler, Sovyetleri daha o zamanlardan büyük bir tehlike olarak görüyordu. Ancak ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt, tehlike olarak ileride yine Almanya’dan bir şey gelebileceğine inanıyor ve SCCB’ye olumsuz bakmıyor; Sovyetler ve Çin’le beraber ABD ve İngiltere’nin “yeni dünya düzeni”nin koruyucusu olabileceklerini düşünüyordu. Churchill, o dönemde Sovyet tehlikesini önceden görmüş ve komünizmin Batı rejimlerinde de istikrarsızlık yaratacağını fark etmişti. Ancak İngiltere artık eski gücünde değildi ve sahnede ön planda ABD ve SSCB yer alıyordu. Sosyalizme sıcak bakan ve kendisi de devletçiliğe yakın ekonomik politikalar uygulayan (New Deal) Roosevelt ise, Stalin’in ülkesinde yaptığı zulüm ve katliamlardan habersiz, onu bir dostu gibi algılıyordu.

Bu ortamda, Türkiye’yi de savaşa sokmak için yoğun baskılar yapıldı. İlk çaba, Churchill’in 31 Ocak 1941 tarihli İsmet Paşa’ya yazılmış mektubuydu. Mektupta, Almanya’nın ilerlemesini durdurmak için İngiliz uçaklarını ve uçaksavarlarını Türkiye’ye sokmak öneriliyordu. Bu, savaşa girmek anlamına geleceği için, İsmet Paşa öneriyi 11 Şubat’ta reddetti. Fakat İngilizler ısrarcıydı. 26 Şubat 1941’de İngiliz Dış İşleri Bakanı Anthony Eden Ankara’ya geldi. Eden, Almanya Yunanistan’a saldırırsa, Türkiye’nin Almanya’ya savaş açmasını istedi. Türkiye, bu teklife de olumsuz yanıt verdi ve yalnızca kendileri saldırıya uğrarsa Almanlara direneceklerini belirtti. Hitler de 4 Mart 1941’de İsmet Paşa’ya mektup yazarak Almanya’nın Türkiye’ye saldırmayacağı sözünü verdi.  Türkiye’yi de savaşa sokmak isteyen İngiliz ve Ruslar, daha sonra Stalin’in bir önerisi üzerinde anlaştılar. Buna göre; Türklere savaşa girmeleri karşılığında On İki Adalar, Bulgaristan’ın bazı bölümleri ve Suriye’nin kuzeyi verilecekti. Türkiye, bu cömert öneriyi de şüpheli buldu ve ileride Boğazlardan hak talep edilebileceğini düşünerek reddetti. Benzer bir öneri, ileri bir tarihte Almanlardan da geldi. 23 Eylül 1943 tarihinde Dış İşleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nu ziyaret eden Alman Büyükelçisi Franz Von Papen, üstü kapalı olarak Türkiye’ye On İki Ada’yı teklif etti. Ankara, bu durumu da şüpheli buldu ve savaşa girmeye yanaşmadı. Hakikaten de, bu önerilerin ardında başka planlar ve hedefler gizliydi ve Menemencioğlu ve benzeri deneyimli Türk devlet adamları, bunları kolaylıkla seziyordu. Lakin İngilizlerin çabası bitmek bilmiyordu. 30 Ocak 1943’te, Churchill Adana’ya geldi ve İsmet Paşa ile görüştü. Türkiye’yi savaşa sokmak ve Trakya’daki Türk üslerini İngilizlere açmak istiyordu. Bu izin çıkmadı, ancak yine de İngilizler Türk Ordusu’nu modernleştirmek için Türkiye’ye bazı küçük askeri yardımlarda bulundular. 18 Ekim-1 Kasım 1943 tarihlerinde Moskova’da, ABD, İngiltere ve Rusya Dışişleri Bakanları, Hull, Eden ve Molotov’un katılımıyla gerçekleştirilen toplantıda, Türkiye’nin savaşa girmesi ortaklaşa talep edildi. Kasım ayında Eden ve Menemencioğlu Kahire’de bir araya geldiler. Türkler, Stalin’e güvenmedikleri için savaşa girmeye yanaşmıyorlardı. Ayrıca İngilizler de, o güne kadar söz verdikleri askeri yardımın ancak küçük bir bölümünü gerçekleştirmişlerdi. Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış ve nüfusu az olan Türkiye, Almanya ile bir savaşa girerek şehirlerinin tahrip olmasını istemiyordu. Bu nedenle, teklif, ısrarlara rağmen reddedildi. 4 Aralık 1943’te, Roosevelt, Churchill ve İnönü Kahire’de toplandılar. Churchill, Türk hava üslerinin İngilizlere açılması talebini yineledi. İsmet Paşa bu öneriyi ilkesel olarak kabul etti; ancak Türk Ordusu’nun modern silahlarla teçhiz edilmesini ve hava sahasının korunmasında İngiliz uçaklarının Türk uçaklarını takviye etmesini şart koştu. Sonuçta, Churchill’in savaş sonrasına ilişkin tehditlerine rağmen yine anlaşma yapılamadı ve Türkiye savaşa girmekten kurtuldu.

İsmet Paşa’nın bu dönemdeki dirayetli tavrı Türkiye’yi bir savaştan korumuştu. Nitekim Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik emelleri kısa sürede ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler gücünü hızla arttırdı ve Churchill’in deyimiyle “Avrupa’nın doğusunun üzerine demir bir perde” (iron curtain) çekildi. Dahası, Stalin, Türkiye’den Boğazlardan üs ve doğuda bazı topraklar da talep etti. Sovyetlerin Montrö Antlaşması’nı değiştirmek istediği henüz savaş başlamadan ortaya çıkmıştır ve Türkiye bunun zaten farkındadır. Müttefiklerle savaşa girmeme isteğinin bir diğer nedeni de, Sovyet askerlerinin Almanları püskürtürken Türkiye’ye girebilme olasılıklarıdır. 19 Mart 1945, Türk-Sovyet ilişkilerinin ciddi anlamda bozulduğu ve Soğuk Savaş’ın başladığı gündür. Bu tarihte, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i makamına davet eden Sovyet Dış İşleri Bakanı Molotov, Atatürk ve Lenin’in imzaladığı 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı feshetmek istediklerini belirtir. Bu gelişmeler ABD’yi de rahatsız eder. Roosevelt ölünce, ABD de artık Stalin’in emellerinden endişe etmektedir. 1946’da Türk Büyükelçisi Münir Ertegün vefat edince, ABD, onu ünlü Missouri Zırhlısı ile Türkiye’ye gönderir. Bu, Türkiye’ye yönelik bir jesttir ve Sovyetlere bir mesajdır. Soğuk Savaş, artık tüm gücüyle başlamıştır.

1947’de Truman Doktrini açıklandı ve Marshall Planı doğrultusunda birçok ülkeye kalkınmaları için maddi destek sağlandı. Türkiye ve Yunanistan da plana dâhil edildi, ancak Almanya ve Japonya gibi ciddi yardımlar alamadı. 1949’da Kuzey Atlantik Paktı-NATO kuruldu ve Türkiye de 1952 Kore Savaşı’na asker göndererek NATO üyesi bir ülke haline geldi. Türkiye, artık Soğuk Savaş’ta tercihini Batı’dan yana yapmış bir ülke haline gelmişti. Soğuk Savaş’ın Türkiye’ye çok ciddi ekonomik ve siyasal maliyetleri olacaktı. Örneğin, 1963 tarihli Küba Füze Krizi’nde SSCB’nin Küba’ya yerleştirdiği nükleer füzeler karşılığında ABD’nin Türkiye’de füzelerinin bulunması, Türkiye’yi Sovyetlerin hedefi haline getirmişti. Amerika, zaman zaman Türkiye’nin güvenliğini riske atacak girişimlerde bulunuyordu. İlişkileri soğutan bu durum, 1964’te Türkiye Kıbrıs’ta Rumların Türklere yaptığı katliamlara karşı müdahale etmek isteyince daha da tescillendi. Yeni ABD Başkanı Lyndon Johnson, yazdığı mektupla (Johnson Mektubu), Türkiye’nin adaya müdahalede NATO silahlarını kullanamayacağını ve SSCB saldırırsa NATO’nun bu ülkeye destek olmayacağını açıkça belirtiyordu. İkili ilişkilerde önemli bir soğuma dönemi başlamıştı ve Türkiye, artık çok boyutlu bir dış politika izlemeye başlayacaktı.

Türkiye, herşeye rağmen NATO düzeni içerisinde yer aldı. Bağlantısızlar Hareketi toplantılarına katılmasına rağmen, Türkiye, burada daha çok bir NATO sözcüsü gibi davrandı ve bu nedenle olumsuz algılandı. Türkiye’nin bu dönemde Cezayir’in bağımsızlığını tanımaması ve Fransa’da yana tavır alması, Bağlantısızlar Hareketi içerisindeki itibarını tamamıyla yok etti. Oysa Cezayir’deki bağımsızlık savaşçıları kendilerine Atatürk’ü ve Türk Devrimi’ni örnek alıyorlardı. Soğuk Savaş’ın Türkiye’ye iç politikada da iki askeri darbe, bir askeri muhtıra, ciddi iç kutuplaşmalar ve terör gibi başka olumsuz etkileri de oldu.

Diplomasi ve Güç Politikası
Uluslararası ilişkilerin geçmişine bakıldığında, çoğu zaman bir ülkenin dış politikası ile sahip olduğu güç arasında yakın bağlantı olduğu görülüyor. Dünya politikasında en etkili olan ülkeler, daima dünyanın en güçlü ülkeleri arasında yer alıyorlar. Gerçekten de, diplomasi ve silahlı kuvvetler, devletlerin egemenliğinin ve bağımsızlığının korunmasının, ulusal çıkarlarının savunulmasının en önemli iki aracı sayılıyorlar. Savunma yeteneği, bugün bile milli gücü meydana getiren en önemli unsurlardan biri. Başka ülkeleri caydıran güç, o ülkenin silahlı kuvvetleridir. Bu nedenle, silahlı kuvvetleri kullanma tehdidinin dış politikada kullanılması, yani güç politikası ve (sert güç kullanımı), dış politikanın önemli bir unsurudur.
Bir devletin ulusal güvenlik çıkarlarının zorunlu kıldığı hallerde kuvvete başvurmaktan çekinmeyeceğini inandırıcı biçimde ortaya koyması, dış politikada çoğu zaman etkili olur. Tabii bunun için, o ülkenin yeterli güce ve güç kullanma iradesine sahip olması gerekir. Savaş, diplomasinin bittiği bir nokta olmasına karşın, savaş tehdidi hala diplomasinin bir alanıdır. Hatta Carl von Clausewitz gibi düşünürlere göre, savaş bile diplomasinin başka araçlarla devamından ibarettir. Bu nedenle, güçlü devletlerde diplomasi ile silahlı kuvvetler arasında güçlü bir uyum sağlanır. Bugün bile, artan demokratik bilinç ve eğilimlere rağmen yapılan yüksek askeri harcamalar, devletler arasındaki mücadelenin ne denli ciddi ve savaşın peki hala mümkün olduğunu göstermektedir.

Güç politikası, temelde askeri güçle alakalı gözükmesine karşın, sadece böyle anlaşılmamalıdır. Uluslararası politikada etkili bir aktör haline gelebilmek için, askeri gücün yanında ekonomik ve siyasi güç de gereklidir. Bugün devletlerin ekonomik rekabet ve yeni pazar arayışlarının temelinde bu yatmaktadır. Hatta iç politika yapısı ve iç politikadaki bütünlük de dış politikadaki gücü etkiler. İç politikanın dış politikadaki etkisini Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk şöyle ifade etmiştir; “Dış politika, bir toplumun iç bünyesiyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Çünkü iç bünyeye dayanmayan dış politikalar her zaman yenik düşerler. Bir toplumun iç yapısı ne derece güçlü ve sağlam olursa, dış politikası da o nispette güçlü ve dayanıklı olur”. 2001 yılı verilerine göre, Türkiye, NATO üyesi ülkeler arasında ABD’den sonra en büyük ikinci orduya sahiptir. Bu da, Türkiye’nin dış politikadaki önemli bir avantajıdır. Fakat bunun ekonomik ve siyasal güçle desteklenmesi gerekir.

Baskı yöntemleri dediğimiz yabancı devletler üzerinde baskı kurabilme metotları da devletlerin tarihi kadar eskidir. Güçlü devletler, tarih boyunca nüfuz alanlarını genişletmek için daha zayıf ülkelere karşı baskı uygulayarak onları etki altına almaya çalışmışlardır. Osmanlı Devleti’nin son iki yüzyılı bu açıdan oldukça ibretlik bu durum teşkil etmektedir. Bu nedenle, Osmanlı’nın yerine kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti, dış politikasını bu kötü tecrübeleri de hatırlayarak bağımsızlık ve mütekabiliyet (karşılıklılık) esasları üzerine inşa etti.

Baskı Yöntemleri
Ekonomik Baskılar: Uluslararası ilişkilerde baskı yöntemlerinin ilk ve daha yaygın olarak tercih edileni ekonomik baskılardır. Devletler, çoğu zaman uluslararası ticari ilişkileri, belirli siyasal ve ekonomik çıkarlara ulaşmak, dost ülkelerin gelişmesini ve güçlenmesini teşvik etmek, hasım veya rakip gördüklerini engellemek için araç olarak kullanırlar. Bu nedenle, dış politikada havuç ve sopa politikalarından (carrot and sticks) söz etmek doğru olacaktır. Bu anlamda, büyük devletler diğer devletleri ekonomik olarak teşvik ederek (havuç) istedikleri çizgiye çekebilir, ya da bu olmazsa onları cezalandırmak adına çeşitli ekonomik yaptırımlara (sopa) gidebilirler. Bu nedenle, ekonomik güce ulaşmak dış politika açısından da çok önemli bir faktördür. Kısıtlama, kota, anti-damping gibi türleri vardır.

Uluslararası Yaptırımlar: Birleşmiş Milletler çatısı altında da uluslararası düzene tehdit oluşturan ülkelere karşı yaptırımlar uygulanabilir. BM Yasası’nın 41. maddesi, bununla alakalıdır. Bu yaptırımların yetersiz kalması durumunda yapılacak askeri müdahaleyi ise 42. madde düzenler. Ancak henüz BM Yasası’nın kurulmasını öngördüğü Birleşmiş Milletler Askeri Gücü, geçici misyonlar dışında, kurulamamıştır. Bu nedenle, 41. maddenin uygulanması oldukça yaygındır. Daha önce 16 ülkeye bu yönde kararlar alınmıştır.  En son yaptırım kararı İran’a yönelik olarak bu ülkenin yürüttüğü dünya barışını tehdit eden nükleer program gerekçe gösterilerek 2010 yılında alındı. Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olarak Brezilya ile beraber “hayır” oyu kullandı. Lübnan’ın çekimser kaldığı oylamada 12 üye “evet” oyu verdi ve yaptırım kararı alındı (BM’nin 5 daimi, 10 geçici Güvenlik Konseyi üyesi oluyor).

İkili Yaptırımlar: Yaptırımlar ikili düzeyde de olabilir. Büyük devletler, ambargo uygulayarak kendilerine karşı çıkan daha küçük devletleri hizaya getirmek isteyebiliyorlar. ABD, bugüne kadar 120’nin üzerinde defalar yaptırım kararı almış bir ülkedir.

Bağımlılık:  Bağımsız bir dış politika izleyebilmenin koşullarından biri de, dış ekonomik ve ticari ilişkilerde tek bir ülkeye aşırı derecede bağımlı olmamaktır. Bir ülkeye aşırı bağımlı olan ülkelerin, bu ülkeden bağımsız hareket edebilmeleri imkânsız hale gelecektir. Bugün Meksika, Kanada, Japonya, Çin ve İsrail’in ABD’ye bağımlılıkları üst düzeydedir. Benzer şekilde, Belarus’un Rusya’ya, Macaristan, Polonya, Avusturya, Slovakya, Fransa ve Yunanistan’ın Almanya’ya, Almanya ve Fas’ın da Fransa’ya üst düzeyde bağlılıkları bulunmaktadır. Bu durum, ithalattaki pay ile ölçülmektedir. Türkiye’nin de doğalgaz, petrol ve silah teknolojisi açısından ciddi bağımlılıkları söz konusudur. Doğalgaz alanında başta Rusya’ya, sonrasında İran ve Azerbaycan’a, savunma sanayisinde ABD’ye bağımlılığımız dikkat çekici düzeydedir. Dış borçlar da dış bağımlılığın önemli bir unsurudur. Türkiye’nin dış borçları da hayli yüksek düzeydeydi (bu sorun AK Parti döneminde çözüldü).

Diplomasi ve İnsan Hakları
Bugün insan hakları, yalnız ülkelerin değil, uluslararası ilişkilerin de en önemli gündem maddelerinden birini oluşturuyor. Devletler ve sivil toplum örgütleri, bu konuda raporlar düzenleyerek ülkelerin bu alandaki yasaları ve uygulamaları hakkında değerlendirmeler yapıyor ve eleştirilerde bulunuyorlar. Demokratik ülkeler, artık insan hakları ihlallerini iç sorun saymıyorlar. Avrupa Konseyi üyesi ülkeler, bu konuda İnsan Hakları Divanı’nın yargı denetimini kabul ediyorlar. ABD eski Başkanı Bill Clinton gibi bazı siyasetçiler, bu konuda daha da ileri giderek dünyanın her yerindeki insan hakları ihlallerine müdahale etmeye hakları olduğunu söylüyorlar. Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği gibi örgütler, insan haklarına uyulmasını üyelik koşulları arasında dahi sayıyorlar. Kopenhag Kriterleri de, aslına bakılırsa bu insan hakları ve azınlık hakları konularındaki temel değerler ve ölçütle alakalı. ABD Dış İşleri Bakanlığı, her yıl dünya ülkelerinin, insan haklarına ne ölçüde uydukları hakkında raporlar yayınlıyor. Birleşmiş Milletler’in İnsan Hakları Komisyonu’nun da bu konuda çalışmaları var. Uluslararası ilişkilerde bu kadar önemli hale gelen insan hakları konusu, bu nedenle iyi incelenmeli. İşe, öncelikle insan hakları kavramının İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişimiyle başlanmalı.

Tarih boyunca, savaş, devletlerarası ilişkilerin adeta doğal bir unsuru olmuştu. Tarih boyunca milyonlarca insan, savaşlarda ve çatışmalarda hayatını kaybetmişti ve bu biraz da insan doğasının bir uzantısı ve gereği gibi görülmüştü. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nda ve öncesinde (iki savaş arası dönem) yaşanan tarifi imkânsız acılar sonrasında, Batı dünyasında artık insan hakları konusunda ciddi bir atılım yapılması gerektiği fikri çok ağır basmaya başladı ve bu konuda somut girişimler yapılmaya başlandı. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasındaki katliamlara, büyük ölçüde, ırkçı ve aşırı milliyetçi (şovenist) düşünce neden olmuştu. Irkçılık, geçmişte yaşanan kolonicilik ve emperyalizm faaliyetlerinin de meşru bir zemine oturmasını sağlıyordu. Özellikle Nazi Almanya’sında Yahudilere yönelik işlenen soykırım (Holokost) suçlarının gerçekleşmesinde ve halktan tepki almamasında da Sosyal Darvinizm’den beslenen ırkçı düşüncenin büyük etkisi vardı. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan başlayarak insan haklarına büyük önem verildi ve Nazi savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg Mahkemeleri’nden bu yana bu konuda uluslararası hukukun geliştirilmesi amaçlandı. Irkçı esaslara göre kurulu Güney Afrika’daki apartheid rejiminin de yıkılmasıyla, ırkçılık, yıllar içerisinde giderek daha marjinal bir konuma büründü.  Bernard Lewis’e göre, Osmanlı ve Türkiye, birçok Avrupa ülkesinin aksine insan hakları konusunda nispeten temiz bir sicile sahipti.

Birleşmiş Milletler’in kurulmasından ve insan hakları alanında çeşitli uluslararası sözleşmelerin kabulünden sonra, insan hakları, artık uluslararası hukukun bir parçası oldu. 17 Mart 1948’de Brüksel’de Batı Avrupa Birliği Antlaşması’nı imzalayan beş ülke, insan haklarına olan bağlılıklarını açıkça belirtmişlerdi. Bu düşüncelerden hareket ederek, Brüksel Antlaşması’ndan kısa bir süre sonra Avrupa ülkeleri arasında İnsan Haklarına ve Temel Hürriyetlere saygı esasına dayanan Avrupa Konseyi’nin hazırlık çalışmaları başladı ve daha önce benzeri bulunmayan bu örgüt, 1949 yılının Mayıs ayında Strasbourg’ta kuruldu. Bu örgüt çerçevesinde, ilk defa bir Avrupa Parlamenter Asamblesi de oluşturuldu. 4 Kasım 1950’de Roma’da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi imzalandı. İnsan Hakları Komisyonu ile İnsan Hakları Divanı kuruldu. 1 Kasım 1998’de, bu iki kuruluş birleştirildi ve Avrupa İnsan Hakları Divanı adı ile çalışmalarını sürdürdü. İnsan yaşamını tehdit eden sadece savaşlar ve çatışmalar da değildi. İnsanların yaşama hakkını tehdit eden tehlikelerin belki de en büyüğü açlık tehlikesiydi. Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu UNICEF’in yaptığı bir araştırmaya göre, bugün bile hala her saat başı 1.000 çocuk, kolaylıkla önlenebilecek hastalıklar ve açlık nedeniyle ölmektedir. Oysa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 25. maddesi, insanların açlık ve hastalıklardan korunması için temel bazı haklara sahip olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle, bu alanda da birçok sözleşme yapılmıştır. Savaşı izleyen yıllarda Avrupa’daki sosyal sorunlar yoğun olduğu için, 1961 yılında Torino’da imzalanan Avrupa Sosyal Yasası ile sosyal haklar için belirli normlar saptandı ve kurallar konuldu. Buna “Avrupa Sosyal Şartı” adı verildi. Devletler, bu şartların tamamına uymakta zorunlu olmasalar da, şartların bir bölümünün zorunlu olması sayesinde Avrupa’da sosyal haklar hızla gelişti. 1996’da yeni bir Avrupa Sosyal Şartı Strasbourg’ta imzalandı ve zorunlu maddeler genişletildi.

Birleşmiş Milletler çerçevesinde imzalanan Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, evrensel düzeyde ekonomik ve sosyal hakları düzenleyen çok önemli bir metindir. İnsan hakları alanında en temel belgelerden biri sayılan bu sözleşme, 1966 yılında imzaya açıldı ancak birçok devlet sözleşmeyi imzalamakta pek acele etmedi. Türkiye de, benzer şekilde bu sözleşmeyi ancak 2000 yılında imzalamıştır. Ayrıca anlaşmayı imzalayan bazı ülkeler, imzalarının yanında birtakım rezervler koymuşlardır. Örneğin, Fransa ve İngiltere, bu sözleşmede sözü edilen self-determinasyon hakkı ile BM Yasası’nın aynı konuyu düzenleyen hükümleri arasında bir uyuşmazlık olursa, bu sözleşmeyi değil, BM Yasası’nı uygulayacaklarını söylüyorlar. Belçika da, aynı sözleşmeye koyduğu rezervde, ulusal kökene göre ayrım yapılamayacağına ilişkin kuralın, devletlerin vatandaşlarla yabancılara eşit haklar tanıyacağı anlamına gelmediği görüşünü savunmaktadır.

Diplomasi ve Basın
Özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren kamuoyunun  giderek artan ölçüde dış ilişkilerde etkili olduğu, devletlerin sık sık kamuoyunun eğilimlerine göre hareket ettikleri görülüyor. Walter Lippmann gibi bazı düşünürler, kamuoyunun siyasete ve dış politikaya dâhil edilmesinin riskli olduğunu, zira kamuoyunun daima radikal çözümden yana olduğunu ileri sürüyor. İkinci Dünya Savaşı öncesi yaşananlar Lippmann’ı doğruluyor. Ancak aksi örnekler de bulmak mümkün. Evvelce daha çok kapalı kapılar ardında yürütülen dış politika konuları, artık kamuoyunda açıkça tartışılıyor. Politikacılar, çoğu zaman yabancı ülkeleri rahatsız edici kararlar aldıkları zaman, bunu basının ve kamuoyunun baskısıyla açıklıyorlar. Bugün, basın, dış politikanın da önemli bir unsuru haline gelmiş durumda (kamuoyu diplomasisi).

Basınla devlet adamları arasındaki ilişkilerin ölçüsü de önemli. Gazeteciler, bir yandan mesleklerinin gerektirdiği tarafsızlık kuralına uymak, bir yandan da devlet adamlarıyla mesleklerinin gerektirdiği ilişkileri sürdürmek zorundalar. Önemli devlet adamlarından mülakat alabilmek, bir gazetecinin mesleki başarısı açısından önemli. Bu gibi demeçlerin, çoğu zaman olumlu yazılar yazan ve eleştirilerinde makul sınırların içinde kalan basın mensuplarına verildiği biliniyor. Özetle, kendi alanlarında başarılı olabilmek için devlet adamlarının basına, basının da devlet adamlarına ihtiyacı var. Bu nedenle, basın, artık birçok ülkede hükümetin ve parlamentonun çalışmalarının bir parçası sayılıyor. Bazı durumlarda haberlerin basından saklanması ve belirli konularda basının görüşme taleplerinin kabul edilmemesi, arzu edilmeyen haberlerin yayınlanmasını bir süre için de olsa önleyebiliyor. Amerika’nın Vietnam Savaşı dönemindeki basın politikası bunun tipik bir örneğidir.  Özellikle dış politika konularında zaman zaman gazetecilerin hükümetle adeta birlikte çalışmaları, basına “hükümetin dördüncü kolu” hatta “gölge hükümet” sıfatlarının yakıştırılmasına yol açmıştır. Amerika’daki geçerli kanaat, basının dış politikanın oluşturulmasından çok uygulanmasında ve halka açıklanmasında etkili rol oynadığı yolundadır. Gerçekten de, basının hükümetlerin temel politika tercihlerini, hiç değilse başlangıç dönemlerinde güçlü biçimde desteklediği görülüyor. ABD’nin Soğuk Savaş dönemi politikalarında basının büyük desteği bunun bir örneğidir.

Basını belirli fikirler ve eğilimler doğrultusunda etkilemeye çalışmak yeni bir olay değil. Amerika’daki İngiliz sömürge idaresi zamanında, basın üzerinde yönetimin büyük ölçüde denetimi vardı. O günden bu yana, basını ve dolayısıyla halkı etkilemek ve hatta denetlemek, hükümetlerin ve farklı siyasal aktörlerin temel amacı olmuştur. Özgür basın, demokratik yaşamın en önemli unsurlarından birisidir. Hatta Thomas Jefferson, “bir seçim yapmak zorunda kalsam demokratik hükümet yerine özgür basını seçerim” diyecek kadar özgür basının demokratik yaşamdaki önemine inanmaktadır. Otoriter rejimlerin en önemli özelliği, özgür basına yönelik baskıların yapılması, gazetecilerin sıklıkla tutuklanması ve gazetelerin yayın politikasına devletin müdahale etmesidir. Ülkemizde de özellikle Demokrat Parti iktidarının son yılları, askeri müdahale dönemleri ve son dönemde basına yönelik politikalar çok ciddi şekilde eleştiri konusu yapılmaktadır. Demokratik rejimlerde dahi bazı önemli olaylarda basının otosansür uygulamalarına gidebildiği görülmektedir. Oysa gazetecilik, bir milli meslekten ziyade evrensel bir meslektir ve uluslararası sorumluluğu vardır. Bu nedenle, bir gazetecinin kendi ülkesinin aleyhine bile olsa bir haberi yapması gerekebilir.

Günümüzde, basın, devletlerin propaganda ve psikolojik savaş faaliyetlerine de ortam sağlamaktadır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, propagandanın ne kadar tehlikeli ve acımasız olabileceğini göstermesi açısından önemlidir. Naziler, kurdukları Propaganda Bakanlığı aracılığıyla (Joseph Goebbels), İkinci Dünya Savaşı döneminde inanılmaz başarılı ancak bir o kadar da acımasız ve gerçeklerden uzak bir propaganda savaşı yürütmüşlerdir. Birinci Dünya Savaşı döneminde İngilizlerin Osmanlı’ya yönelik propaganda faaliyetleri de başlı başına bir inceleme konusudur. Bu dönemde Arnold Toynbee tarafından yazılan Mavi Kitap (Blue Book), aslına bakılırsa bugün bile hala Ermeni tezlerine kaynaklık eden büyük bir propaganda kitabıdır.

Lozan Diplomatik Savaşı
Lozan, tarihe çok önemli bir barış antlaşması olarak geçmiştir. Ancak bu sonuca ulaşana kadar yapılan diplomatik mücadeleler, birçok bakımdan aslında bir savaştan farksızdır. Öncelikle, müzakerelerin başarısızlığa uğraması halinde yeni bir savaşın çıkacağı kesin gibiydi. Konferansa katılan bütün taraflar, bunu sürekli olarak hissetmişlerdir. Herkes şunu anlamıştı ki; Türkler, temel çıkarlarına saygı gösterilmediği takdirde yeni bir savaşı göze almaktan çekinmeyeceklerdir. Buna karşılık, egemenliklerine, bağımsızlıklarına, toprak bütünlüklerine saygı gösterilip eşit bir devlet olarak muamele gördükleri takdirde, şerefli bir barışa ulaşmak için bazı konularda esneklik göstermeye hazırdırlar. Lozan Konferansı’na giden yol, Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında imzalanan Mondros Ateşkes ve Sevr Barış Antlaşmalarından geçiyordu. Ancak Sevr gibi çok ağır bir antlaşmayı Türklerin kabul etmesi mümkün değildir; nitekim kısa sürede Atatürk önderliğinde Anadolu’da bir direniş hareketi başlamıştır. Savaşta Yunanlılarla çarpışan Türkiye, onların arkasındaki İngiliz kudretini de biliyordu. 3 Ekim 1922’de başlayan Mudanya Mütarekesi Konferası’nda, İsmet Paşa Başkanlığındaki Türk heyetinin karşısında işte Yunan Ordusu’nun arkasındaki bu güçler masa başındaydı. İngilizlerin geleneksel tepeden bakma çabalarına karşın, İsmet Paşa, zafer kazanmış bir ordu ve milletin temsilcisi olarak Meriç sınırına kadar tüm Yunan kuvvetlerinin bölgeyi terk etmesini istiyor ve asla geri adım atmıyordu. Sonuçta, Atatürk’ün ordunun İstanbul’a yürüyeceği tehdidini konferansa iletmesiyle, müttefikler geri adım attı; Trakya Yunanlılar tarafından boşaltıldı ve yerine Türk kuvvetleri bölgeyi kontrol altına aldı. Konferanstan sonra, Fransız temsilcisi Bouillon, Atatürk’e şu mesajı gönderiyordu; “Dostum, bu sizin zafer gününüzdür”. Atatürk ve Türklerin başarısı, İngiltere’deki Türk düşmanı Lloyd George hükümetinin de düşmesine yol açmış, silahlı gücü (sert güç) Mudanya Mütarekesi döneminde bir unsur olarak kullanan Türkiye, siyasal alanda büyük bir zafer kazanmıştı.

Şimdi sırada Lozan vardı. Ancak mücadele daha konferans başlamadan kızıştı. Müttefik ülkeler, Lozan Konferansı’na hem Ankara hükümetini, hem de artık hiçbir etkinliği kalmamış olan İstanbul hükümetini davet ettiler. Ankara hükümeti, buna sert tepki gösterdi. Eğer İstanbul hükümeti konferansa katılırsa, kendilerinin katılmayacağını açıkladı. Bu dönemde, Atatürk dâhiyane bir çözüm geliştirdi ve Saltanat ve Hilafeti birbirinden ayırdı. Böylece, 1 Kasım 1922’de saltanatı lağvederek, İstanbul hükümetini yetkisiz hale getirdi. Atatürk, Lozan’a çok inatçı bir kişiliği olan ve çok güvendiği İsmet Paşa’yı gönderdi. Heyette Rıza Nur ve Hasan Saka da delege olarak yer aldılar. Lozan öncesinde, İsmet Paşa Paris’e giderek Fransız Başbakanı Raymond Poincaré ile görüştü. Fransızlar, Türklerin bağımsızlığına ve Anadolu’yu kontrol etmelerine sıcak bakıyor, ancak kapitülasyonların kaldırılmasını istemiyorlardı. İsmet Paşa ise, bu konunun da diğerleri kadar önemli olduğunu belirtiyordu. Lozan Barış görüşmeleri, işte bu ortamda başladı. Atatürk’e göre 3-4 yıllık değil, asırlık meselelerin görüşüldüğü bu konferansta, hakikaten de çok çetin mücadeleler yaşandı. Lozan’da taraflardan birini İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Sırp-Hırvat-Sloven devleti, öbür tarafını ise Türkiye oluşturuyordu. Boğazlarla ilgili çalışmalara Türkiye’nin önerisi üzerine SSCB ve Bulgaristan da davet edilmişti. ABD ise gözlemciydi. Türkiye, bütün bu devletlerle tek başına mücadele edecekti. Heyetlerin oluşumu benzer konferanslarda görülmedik derecede yüksekti. Fransa’yı Başbakan Poincaré, İtalya’yı Başbakan Mussolini, İngiltere’yi Dış İşleri Bakanı Lord Curzon temsil ediyordu. Gündem, Türkiye açısından hayati konulardan oluşuyordu; sınırların saptanması, Osmanlı borçları, adli, mali, ekonomik ve kültürel kapitülasyonlar, azınlıklar, Boğazlar meselesi, Yunan savaş tazminatı.

Konferans, 20 Kasım 1922 tarihinde başladı. Konferansta tartışmalar daha açılış konuşmasında başladı. Açılışta İsviçre Cumhurbaşkanı’nın bir konuşma yapması ve Lord Curzon’un da ona cevap vermesi öngörülmüştü. İsmet Paşa buna karşı çıktı ve “O konuşursa ben de konuşurum” dedi. Sonunda İsmet Paşa’nın isteği kabul edildi ve İnönü, Türk milletinin acılarını anlatan bir konuşma yaptı. Konferansın ilk gününden itibaren, Lord Curzon, müttefiklerini de yanına alarak Türkleri ezmeye çalışıyordu. İsmet Paşa ise, Atatürk’ten aldığı talimatlar doğrultusunda buna şiddetli tepki gösteriyordu. Konferansta ele alınan konu başlıkları ve burada yaşanan tartışmalar şöyle özetlenebilir: Sınırların çizilmesi, Boğazlar meselesi, Azınlıklar meselesi, Kapitülasyonların kaldırılması.

Sınırların çizilmesi: Mudanya Mütarekesi ile büyük ölçüde çözülmüş olan Trakya hudutları konusunda, Türkiye, Meriç’in sınır kabul edilmesini istiyor, Batı Trakya’da da plebisit yapılarak yönetimin geleceğine halkın kendisinin karar vermesini savunuyordu. Türkler, nüfus olarak Batı Trakya’da Türk-Müslüman nüfusun ağır bastığını biliyorlardı. Zaten geçmişte İttihatçılar burada bağımsız bir Türk Cumhuriyeti kurmuşlardı. Venizelos ise plebisite yanaşmıyordu. İngilizler de plebisite karşıydı. Sonuçta, Türk-Yunan kara sınırı, Yunan-Bulgar sınırının birleştiği noktadan Arda ve Meriç nehirlerini izleyerek Ege Denizi’ne kadar uzanan hat oldu. Karaağaç ve civarı, Meriç’in batısında olmasına rağmen Türkiye’ye bırakıldı. Ege Adaları konusunda Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan adaları Türkiye’ye bırakıldı. Türkiye sahillerine üç millik mesafenin içinde kalan adalar da Türkiye’de kaldı. Türkiye-Suriye sınırı, 20 Ekim 1921 tarihinde Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması’na göre saptandı. Hatay, Türk sınırı dışında kaldı; ama özel bir yönetime kavuşturulması için Ankara Antlaşması’ndaki ifade korundu. Kıbrıs ise İngiltere’ye bırakıldı. Türk-Bulgar sınırı 1913 Türk-Bulgar barış antlaşmasına göre saptandı. Musul konusu ise şimdilik çözümsüz bırakılmıştı. Türk-İran sınırı da 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Antlaşması’na göre şekillendirildi.

Boğazlar meselesi: Türkiye’nin talebiyle, SSCB ve Bulgaristan da bu konuda müzakerelere katıldı. Boğazların askeri ve siyasi güvenliği Türkiye için çok önemliydi. Lord Curzon, Boğazların askerden arındırılmasını ve Milletler Cemiyeti’nin denetimi altına konulmasını istiyordu. Rus temsilcisi Çiçerin ise, Boğazların Türkiye’nin dışındaki ülkelerine savaş gemilerine kapalı olmasını öneriyordu. İngilizlerin önerisi, barış zamanında Boğazların savaş gemilerine açık olması şeklindeydi. Ege adalarının silahsızlaştırılması da Boğazların güvenliği açısından önemliydi. Sonunda, antlaşmada Boğazlardan geçiş ve ulaşım serbestliği ilke olarak yer aldı. Bir Türk temsilcinin Başkanlığında Boğazlar Komisyonu kuruldu. Barış zamanında ticaret gemilerine geçiş izni tanındı. Savaş zamanında Türkiye tarafsızsa, yine savaş gemileri Boğazlardan geçebiliyordu. Savaş zamanında Türkiye taraf ise, Türkiye’nin Boğazlardan geçişi engellemek hakkı da olacaktı. Boğazlar meselesinin nihai çözümü ise 1936 Montrö Sözleşmesi ile oldu. Boğazlar, tam olarak Türk hâkimiyetine geçti.

Azınlıklar meselesi: Azınlıklar konusunu, müttefikler bir emrivaki olarak konferans gündemine getirdiler. Türkiye’nin bu konudaki tutumu netti; Türkiye’deki azınlık hakları, Türkiye hükümeti tarafından Avrupa’da son imzalanan antlaşmalardaki genel esaslar çerçevesinde korunacaktı. Fakat bunun için, Türkiye’ye komşu ülkelerdeki Türk azınlıklarının hakları da aynı şekilde korunmalıdır. Türkiye, bu konuda da mütekabiliyet ilkesine uygun hareket etmek istiyordu. Egemen ve eşit bir devlet böyle yapmalıydı. Konferansta, İsmet Paşa, Müslüman nüfusun hiçbir unsurunun azınlık kabul edilmeyeceğini belirtti. Bu anlamda, Kürtler, devletin asli unsuru kabul edildi. Ermeniler, azınlıklar konusunu kullanarak Türkiye’de kendilerine bir bölge hatta özerk bir devlet tahsis edilmesini savunuyorlardı.  İngilizler de onlara destek veriyordu. Ancak bunlar kabul edilmedi ve sadece gayrimüslimler azınlık sayılarak, Avrupa’daki azınlık haklarına sahip oldular. Patrikhane bir diğer önemli meseleydi. Türk heyeti evrensel (ekümenik) bir sıfat taşımaması ve bir Türk dini kuruluşu olması karşılığında, Patrikhane’nin Türkiye’de kalmasına müsaade etti. Ayrıca Türk-Yunan mübadelesi de kararlaştırıldı.

Kapitülasyonların kaldırılması: Lozan’da en zor geçen başlıklardan birisi de kapitülasyonlar konusu oldu. Bu konuda, müttefikler çok diretiyordu. Türkiye ise, net bir karşı çıkış içerisindeydi ve eşit bir devlet olabilmek için kapitülasyonların kaldırılmasını şart görüyordu. Sonuçta, Türkiye’nin ayak diremesi sonucunda kapitülasyonlar tamamen kaldırıldı ve Batı, sonunda İsmet Paşa’nın kişiliğinde vücut bulan Türk devleti ve onun eşitlik taleplerini kabul etmek zorunda kaldı.

Savaş tazminatları: İtilaf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Sadece Yunanistan savaş tazminatı olarak Karaağaç bölgesini verdi.

Osmanlı borçları: Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye’ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye de böylece tarihe karıştı. Türkiye, bu borçları ancak 1950’lerin sonunda tamamen ödeyebildi. Diğer ülkeler ise bu borçları ödemediler. Sonuç olarak, Lozan Konferansı’nda Türkiye büyük bir başarı elde etti. Sınırlarını büyük ölçüde Misak-ı Milli’ye uygun şekilde müttefiklere kabul ettirdi, kapitülasyonları kaldırarak eşit bir devlet statüsünü kazandı ve azınlık konusunda büyük ölçüde istediğini aldı. Musul meselesinde Türkiye tam anlamıyla istediğini elde edemedi ve 1925 Şeyh Said İsyanı sonrası bu bölgeden kesin olarak vazgeçildi. Montrö Sözleşmesi ile Lozan’ın eksik kalan Boğazlar zaferi de sonradan elde edildi ve yeni Türkiye Cumhuriyeti kendini güvence altına aldı.

Dr. Onur Öymen’e göre, İsmet Paşa’nın Lozan’daki mücadele stratejisi ve tavırları tüm Türk diplomatlarına örnek olmalıdır. İngiliz Delege Yardımcısı William Tyrell, İsmet Paşa’ya duyduğu hayranlığı şöyle ifade etmiştir; “Biz bugüne kadar iki tip Türk tanıyorduk; eski Türkler ve Jön Türkler. Eski Türkler öldü, Jön Türkler ise artık ortalıkta yoklar. Bugün her ikisinden farklı olan üçüncü tip bir Türk gördük, o da İsmet Paşa’dır. Onun kişiliği ve davranışları konferansı çok etkiledi, onun büyük bir şahsiyet olduğu anlaşıldı. İşte biz bu Türklerle barış yapmak istiyoruz”. 143 maddelik Lozan Barış Antlaşması ile buna bağlı 15 sözleşme, protokol ve beyanname, 24 Temmuz 1923 günü imzalandı. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğramış olan Türkiye, Lozan’dan ancak muzaffer bir devletin alabileceği bir sonuçla çıkmıştı. Antlaşma, 23 Ağustos 1923 tarihinde TBMM tarafından onaylandı. Yabancı devlet güçleri Türkiye’den çekildiler. Atatürk, Lozan Antlaşması'nı şöyle anlatır; “Lozan, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir eserdir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zaferdir”. Konferansa gözlemci olarak katılan ABD’nin Büyükelçisi Joseph Grew de, Lozan’da İsmet Paşa’nın büyük bir zafer kazandığını düşünmüştür. Ona göre, İsmet Paşa’ya zafer kapısını açan, her an savaşa girmeye hazır olması ve Avrupalıların savaşmak istememesiydi. İngiliz Başbakanı Lloyd George’a göre de, “Lozan, İngiltere’nin bu zamana kadar imzaladığı antlaşmaların en alçaltıcısıydı”.

Hatay’ın Anavatana Katılması
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Fransa Hükümeti arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile, Misak-ı Milli sınırları içinde olan İskenderun ve Antakya, Türkiye sınırları dışında (Fransız mandası altındaki Suriye sınırları içinde) kalmıştı. Ancak Ankara Antlaşması, İskenderun ve Antakya’yı içine alan Hatay bölgesini Suriye’den ayırarak, bölge için özel bir yönetim şekli tanımıştı. Buna göre; Sancak (İskenderun) halkı Türk kültürüne bağlı kalacak ve milli kültürlerinin korunması için onlara kolaylık sağlanacaktı. Ayrıca Türk parası orada geçerli olacaktı. Antlaşmanın hükmüne uygun olarak, 8 Ağustos 1922’de Hatay bölgesinde özel bir idare kurulmuştu. Fransa, 1936 yılında Suriye ve Lübnan üzerindeki manda yönetimini kaldırarak bu iki ülkeye bağımsızlık vermeyi kabul edince, Türkiye de Hatay’ın anavatana katılması için çalışmalara başladı. Fransa Suriye’den çekilince, İskenderun ve Antakya Suriye yönetimine girmiş oluyordu. Bu yeni durum, Türkiye’de kaygı uyandırmaya başladı. Atatürk, İskenderun ve Antakya’yı anavatana katmakta kararlıydı. Türk hükümeti, 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyeti’ne, 9 Ekim 1936’da da Fransa’ya bir nota vererek, Suriye ve Lübnan’a verilen bağımsızlığın İskenderun ve Antakya’ya da tanınmasını istedi. Ancak Fransa, Türkiye’nin bu isteğini kabul etmedi ve meselenin Milletler Cemiyeti’ne sevk edilmesini Türkiye’ye teklif etti. Türkiye de bu teklifi kabul etti.

Bundan sonra, Milletler Cemiyeti meseleye el koydu. Cemiyet aracılığıyla, Fransa ve Türkiye arasında görüşmeler yapıldı. İki ülke, 29 Mayıs 1937’de Cenevre’de anlaştılar. Hatay’ın toprak bütünlüğünü ortak garanti altına alan anlaşma imzalandı ve Milletler Cemiyeti Hatay için hazırlanan anayasayı kabul etti. Ancak anayasayı uygulamak hususunda Fransa engeller çıkarıyordu; zira seçim sistemi konusunda görüş ayrılığı ortaya çıkmıştı. Nihayet seçim sistemi üzerinde de bir anlaşmaya varılarak, seçimlerin 15 Temmuz 1938’de yapılmasına karar verildi. Bu sıralarda, Avrupa’da savaş tehlikesi gittikçe daha belirgin hale geliyordu. Almanya’nın 1938 Mart’ında Avusturya’yı ilhakı karşısında, Fransa, Almanya ve İtalya’ya karşı Orta Doğu’da kuvvetli bir Türkiye’ye ihtiyaç duyuyordu. Boğazların da Avrupa’da artan kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle önemi artmıştır. İşte bu nedenle Türkiye’ye yanaşmak zorunda kalan Fransa, Hatay meselesinde tutumunu değiştirmiş ve gelişmeler Türkiye lehinde yön göstermiştir. 4 Temmuz 1938’de Türkiye ile Fransa arasında Dostluk Antlaşması imzalandıktan sonra, Hatay sorununun çözümü kolaylaştı.

Türk-Fransız yakınlaşmasından sonra yapılan seçimler sonucunda, Hatay Türk Devleti Meclisi 2 Eylül 1938’de ilk toplantısını yaptı ve bağımsız devlet için Hatay Cumhuriyeti adını kabul etti. Devlet Başkanlığına Tayfur Sökmen, Başbakanlığa Abdurrahman Melek seçilmiştir. Bağımsız Hatay Cumhuriyeti’nin kurulması yeterli değildi. Çünkü Hatay idarecileri ve halkı Türkiye’ye katılmak istiyordu. Fakat 29 Mayıs 1937 antlaşması ile Hatay, Türkiye ile Fransa’nın ortak garantisi altında bulunuyordu. Bu sebeple, Hataylıların anavatana katılma istekleri iki devlet arasında yeniden sorun oldu. Ancak 1939 Mart’ından itibaren Avrupa’da meydana gelen olayların İkinci Dünya Savaşı’na sebep olacak tehlikeli gelişmelere yol vermesi, Fransa’yı Türkiye’ye yaklaştırdı. Dolayısıyla, Fransa, Türkiye’nin ve Hataylıların isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. 23 Haziran 1939’da iki devlet arasında yapılan bir antlaşma ile, Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etti. 29 Haziran 1939’da Hatay Türk Devleti Meclisi’nin oy birliği ile aldığı kararla, Hatay, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına katıldı (30 Haziran 1939). Hatay’ın Türkiye’ye katılması, Atatürk’ün dış politikada gerçekleştirdiği son büyük başarıdır.

Misak-ı Milli’ye aykırı olarak ülkemiz sınırları dışında kalan Hatay, Misak-ı Milli esaslarına uygun olarak Türkiye sınırlarına katılmıştır. Hatay’ın bağımsızlığı ve Türkiye’ye katılması için büyük çaba gösteren Atatürk, hayatının son aylarında sağlığını bile dikkate almadan vaktini bu sorunun çözülmesine ayırmış ve mücadele etmiştir. Onun dâhice siyaseti neticesinde, Hatay sorunu Türkiye’nin lehine çözülmüştür. Böylece, Türkiye-Suriye sınırı bugünkü şeklini almıştır.

Kıbrıs’ta Barış İçin Savaş
Kıbrıs adası, Doğu Akdeniz’deki önemli stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca ilgi odağı olmuştu. Tarih, adanın ilk defa milattan önce 1450 yılında Mısırlılar tarafından işgal edildiğini yazmaktadır. Daha sonraları, Doğu Akdeniz’e hâkim olan imparatorluklar Kıbrıs’ı da egemenlikleri altına aldılar. Romalılar, adayı MÖ 58 yılında işgal ettiler. 450 yıllık Roma hâkimiyetinden sonra, ada, Bizanslılara geçti ve 1191 yılına kadar Bizans hâkimiyetinde kaldı. O tarihte İngiliz Kralı I. Richard Kıbrıs’ı zapt etti ve yönetimi o sıralarda Kudüs’ü de yöneten Lusinyan (Luzinyan) Hanedanına verdi. 1489 yılında, ada, Venediklilerin denetimine geçti. 1571’de Osmanlılar Kıbrıs’ı fethetti ve 1878 yılına kadar adada mutlak egemenliklerini sürdürdüler. Osmanlı döneminin ilk yıllarında Anadolu’dan Kıbrıs’a yaklaşık 30.000 kişi göçmen olarak gitti. Kıbrıslı Türklerin ataları işte bu Anadolu göçmenleridir.

Kıbrıs’ın uzun geçmişinin kısa özeti böyle yapılabilir. Ada, stratejik boyutuyla daima ön planda olmuştur. Öyle ki, 19. yüzyılda Yahudilere yurt arayan Yahudi lideri Theodor Herzl, bir ara Kıbrıs’ı bir Yahudi devleti olarak düşünmüş ve bu konuda İngilizlerle çeşitli görüşmeler bile yapmıştır. Kıbrıs sorununun ilk kez ortaya çıkışı, 1821’de Yunanistan’da Osmanlı’ya karşı başlatılan isyanla eşzamanlı oldu. Yunan isyancılar, Kıbrıs Başpiskoposu aracılığıyla ada Rumlarından gönüllü, para ve silah sağladılar. Osmanlı Valisi Küçük Mehmet Paşa, bu faaliyetleri derhal bastırdı. Çok sayıda silah ele geçirildi ve isyancılar cezalandırıldı. Bazı elebaşları ada dışına sürüldü. İşte bu sürgünler, Roma’da toplanarak 6 Aralık 1821 tarihinde bir bildiri yayınladılar ve “enosis”, yani adanın Yunanistan’la birleştirilmesini istediler. Bu taleplere destek olması için Hıristiyan dünyasına çağrıda da bulundular. Fakat Osmanlı idaresi bu isyanları bastırdı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı yani 93 Harbi’nde Rusya İmparatorluğu karşısında yenilen Osmanlı, Ruslara karşı fazla ödün vermemek amacıyla, adayı yıllık 500.000 dolar kira ve Osmanlı’ya destek karşılığında İngilizlere kiraladı. Anlaşmaya göre; Kıbrıs’ta Osmanlı mülkiyeti devam edecek, ancak yönetim tamamen Birleşik Krallık'a geçecekti. Birleşik Krallık, adayı “Komiser” diye tabir ettiği yüksek rütbeli yöneticilerle idare etmiştir. Bu dönemden başlayarak, Rumlar daima İngilizlerden “enosis” talep edecek, Türkler de bu taleplere karşı mücadele vereceklerdir. 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın Birleşik Krallık karşısındaki Almanya’nın yanında savaşa girmesi üzerine, Birleşik Krallık Kıbrıs'ı ilhak edip adaya Vali tayin etti. 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın 21. maddesi gereğince, adanın Birleşik Krallık’a ilhakı tanındı. 1925 yılında, ada, “Kıbrıs Kraliyet Sömürgesi” yani “Cyprus Crown Colony” olarak ilan edildi ve adaya ilk Türkiye Cumhuriyeti konsolosu atandı.

Kıbrıs’ta bugünkü sorunu anlayabilmek için bu geçmişi iyi bilmek gerekir. Dikkat edilirse, adadaki iki büyük toplum olan Türkler ve Rumlar, 300 yıl bir arada yaşamış ancak bir türlü kaynaşamamışlardır. Yani Kıbrıs’ta tek bir millet oluşmamıştır. 1974 yılına gelindiğinde, resmi istatistiklere göre adada Türk-Rum evliliğiyle oluşan aile sayısı 5’i geçmiyordu. 1931’den itibaren Rumların enosis isyanı başladı; Rumların Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklanması sonucu Birleşik Krallık'ın politikası sertleşti. Türk topluluğu “enosis”e karşı olduğunu açıkladı. 1943 yılında Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK) kuruldu. Fakat KATAK’ın faaliyetini yetersiz bulan Fazıl Küçük, KATAK’tan ayrılmış ve 23 Nisan 1944’te Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi’ni kurmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kolonilerin tasfiyesi eğilimi yaygınlaşınca, 18 Ekim 1950’de Kıbrıs Rum Ortodoks liderliğine III. Makarios seçilmiştir. Yunanistan hükümeti, 1954’te Birleşmiş Milletler’e ulusların kendi kaderlerini tayin haklarının (self-determinasyon) Kıbrıs için de uygulanması yolunda başvuruda bulundu. Türkiye’nin karşı çıktığı bu istek, Birleşmiş Milletler tarafından reddedildi. "Enosis"çi fanatik Rum milliyetçilerinin kurduğu EOKA adlı örgüt, 1 Nisan 1955’te adada faaliyete geçti. Türkiye, ilk kez sorunda taraf olmayı kabul etti ve 29 Ağustos’ta Londra’da Birleşik Krallık ve Yunanistan’ın katıldığı toplantıda, Türkiye de temsil edildi. 15 Kasım 1957’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. 1958 yılında gündeme gelen MacMillan Planı’na göre, Kıbrıs’ın İngiliz Milletler Topluluğu içinde kalmasına, ama Türkiye ve Yunanistan’la da bağlara sahip olmasına karar verildi.

1959’daki Londra ve Zürih Antlaşmaları’nın ardından 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde, her iki topluma da nüfuslarına göre her kurumda yeterli temsil hakkı verilmişti. Fakat Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı III. Makarios, 30 Kasım 1963’te 13 maddeden oluşan anayasa değişikliği önerilerini sundu. Bunlar arasında anayasanın değişmez maddeleri, Kıbrıs Türk’ü olan Başkan Yardımcısı’nın veto hakkının ortadan kaldırılması, Temsilciler Meclisi’nde ayrı çoğunluklar ilkesinin ortadan kaldırılarak kararların basit çoğunlukla alınması, ayrı belediyelerin ortadan kaldırılması gibi maddeler de bulunmaktaydı. ABD Başkanı John F. Kennedy, Makarios’a bundan vazgeçmesini önerdi ve Türkiye de değişiklikleri kabul etmeyeceğini bildirdi. Kıbrıs Türkleri’nin de reddi üzerine, Kıbrıs Rumları 21 Aralık 1963’te Kıbrıs Türkleri’ne karşı ada çapında saldırıya geçti. Türkiye adaya müdahale etmek isteyince, ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın ünlü Johnson Mektubu ile karşılaştı ve Türkiye, NATO ve ABD tarafından bu konuda yalnız bırakıldığını anladı. Çatışmalar bir süreliğine dursa da, Rumların niyeti değişmiyordu. 21 Nisan 1966 tarihli Patris gazetesinde yayınlanan Akritas Planı’na göre, Türk halkı yok edilerek, ada, sonuçta Yunanistan'a bağlanacaktı. 1967’de Rum saldırıları tekrar başladı. Yunanistan Ordusu’nun 15.000 askeri, gayriresmi olarak adaya yerleştirildi. Türklere karşı sürdürülen sindirme politikasının durdurulması için Türkiye ve Yunanistan Başbakanları arasında düzenlenen toplantı da bir sonuç vermeyince, Türkiye, adaya askeri müdahalede bulunacağını açıkladı. TBMM, hükümete müdahale yetkisi verdi. Türk uçakları Kıbrıs üzerinde uçmaya başladı. Donanma ve çıkarma birlikleri harekete geçti. ABD’nin arabuluculuğuyla Yunanistan birliklerinin geri çekilmesi sağlanınca, Türkiye harekâtı durdurdu. Yunanistan’ın askerleri üç Türk köyünden geri çekilirken, arkalarında 24 ölü bıraktılar. 1964’ten beri Türkiye’de bulunan Rauf Denktaş, bu süreçte gizlice adaya gitti. Denktaş, Yunanlılarca tutuklandı ama Türkiye ve ABD’nin itirazı üzerine iade edildi.

Nikos Sampson önderliğindeki EOKA-B’nin Makarios’a yaptığı faşist darbe sonrası adada Türklere yönelik bir katliama girişmesi üzerine, 1974 yılında Bülent Ecevit hükümeti adaya bir askeri müdahalede bulundu. Kıbrıs Barış Harekâtı adı verilen bu operasyonla, adanın kuzeyinde Türklerin yaşadığı bölgeler güvence altına alındı ve 1976’da Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. 15 Kasım 1983’te Kıbrıs Türk Federe Devleti meclisi self-determinasyon hakkını kullanarak oybirliği ile aldığı bir kararla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan etti. KKTC’nin kuruluş bildirgesini kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş okudu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulması, Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve birçok devletin yanı sıra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin de tepkisini çekti. Güvenlik Konseyi, 18 Kasım’da aldığı bir kararla bağımsızlık kararını kınadı. 13 Mayıs 1984’te de, Güvenlik Konseyi, 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladı. Kıbrıs Sorunu dünyanın gündemine girdiğinden beri, başta Birleşmiş Milletler bünyesindeki çalışmalar olmak üzere adanın birleştirilmesi gayesi ile birçok faaliyet yürütülmüştür. Fakat henüz bunlardan bir sonuç alınmamıştır. Bunlardan biri olan 2004 Annan Planı referandumu da, Kıbrıslı Türklerin kabulüne rağmen, Rumların “hayır”ı ile gerçekleşmemiştir. 1 Mayıs 2004’te ise, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve tüm adayı temsilen Avrupa Birliği’ne girmiştir.

Onur Öymen’e göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs davası haklı bir davadır ve meşruiyetini uluslararası sözleşmelerden almaktadır. 1974 tarihli müdahalenin faşist bir cuntaya karşı yapılmış olması da Türkiye açısından olumlu bir özelliktir. Ancak Türkiye, AB dışında kalması sebebiyle haklı davasını Batı’ya anlatamamaktadır.

Kardak Krizi
Kardak Krizi, Ocak 1996’da Yunanistan ile Türkiye arasında Türk bandıralı bir geminin Kardak Kayalıkları’nda karaya oturması sonucu Türk ve Yunan kurtarma ekipleri arasında anlaşmazlık çıkınca patlayan krizdir ve iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. Kriz şöyle gelişmiştir; Figen Akat isimli Türk gemisi, 25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi’ndeki Kardak Kayalıkları’nda karaya oturdu. Bu olaydan sonra, Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürdü. Türkiye ise, söz konusu adaların kendisine ait olduğunu belirtti. Yunanistan Ordusu, bir süre sonra doğudaki adacığa asker çıkarıp, buraya Yunan bayrağı dikti. Bunun üzerine, iki ülkenin deniz kuvvetleri, adanın çevresinde konuşlanmaya başladı. Dönemin Türk Başbakanı Tansu Çiller, “O bayrak inecek, o asker gidecek” diyerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin savaşa hazır olduğunu belirtti ve 30 Ocak 1996 gecesi adaya asker çıkarılmasını istedi. Türk SAT ve SAS komandoları, Doğu Kardak’ı kuşatmış olan Yunan donanmasının arasından geçerek hemen yandaki ikinci adaya (Batı Kardak) gece operasyonu ile çıkıp Türk bayrağını diktiler. Daha sonra ABD Başkanı Bill Clinton’ın telefonu ve Amerikan delegesi Richard Holbrooke ile NATO Genel Sekreteri Javier Solana’nın girişimleriyle tansiyon düşürülmüş ve kriz öncesi duruma dönülmüştür.

Kardak Krizi sürecinde, Türk devleti, kararlı tutumu ile önemli bir diplomatik başarı kazandı. Bu başarıda başta Başbakan Tansu Çiller ve Dış İşleri Bakanı Deniz Baykal olmak üzere dönemin tüm önemli siyasal aktörlerinin payı vardı. Türk-Yunan ilişkileri bu dönemde oldukça gerildikten sonra, 1999 yılı sonrası İsmail Cem-Yorgo Papandreu ikilisi sayesinde yeniden barışçıl bir zemine oturdu.

Sonuç olarak, Dr. Onur Öymen’in “Silahsız Savaş: Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi” adlı kitabı, bu alanda öğrencilere okutulması gereken çok faydalı ve öğretici bir eserdir.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[1] Web sitesi için; http://www.onuroymen.com/.
Twitter hesabı; https://twitter.com/onuroymen.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder