Sayfalar

16 Kasım 2016 Çarşamba

Francis Fukuyama'nın Donald Trump ve Yükselen Popülist Milliyetçilikler Yorumu


Giriş
Sürpriz bir şekilde yeni ABD Başkanı seçilen Donald Trump, dünya basınında çeşitli tartışma ve analizlere konu olmaya devam etmektedir. Bu konuda önemli bir çaba ise, Japon asıllı Amerikalı ünlü muhafazakâr düşünür Francis Fukuyama’dan[1] gelmiştir. Fukuyama, Financial Times gazetesinde yayınlanan “US against the world? Trump’s America and the new global order” (ABD dünyaya karşı mı? Trump’ın Amerika’sı ve Yeni Küresel Düzen) adlı önemli bir makale kaleme almıştır.[2] Bu yazıda, Fukuyama’nın makalesi özetlenecek ve makalede yer alan bazı görüşler tartışmaya açılacaktır.

Francis Fukuyama

Özet
Ünlü düşünür Francis Fukuyama’ya göre; Donald Trump’ın Hillary Clinton’ı mağlup ederek ABD Başkanı seçilmesi, 1950’lerde kurulan liberal dünya düzeninin sağ popülist hareketler (popülist milliyetçilik) karşısında güçsüz duruma düştüğünü ve yeni bir çağın başladığını gösteren önemli bir göstergedir. Bu durum, 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında başlayan dönem gibi pek çok farklı gelişmeye neden olabilir; özellikle artan rekabetçilik ortamında yükselen kızgın milliyetçilikler, dünya düzeni için son derece tehlikelidir.

Trump’ın zaferinin Amerika’nın sosyal yapısı açısından da önemli anlamları vardır. Zira Hillary Clinton’ın oyları kıyılardaki büyük kentlerde yoğunlaşırken, Trump’ın oyları daha çok kırsal ve küçük yerlerden gelmiştir. Pennsylvania, Michigan ve Wisconsin gibi endüstrileşmiş ve Demokratların genelde kazandığı şehirlerin kaybedilmesi, Clinton açısından öldürücü darbe olmuştur. Clinton’ın yeterince iyi çalışmadığı bu şehirlere “Make America Great Again” (Amerika’yı Yeniden Büyük Yapacağız) sloganıyla giden Trump, Amerika’daki fabrikaların ucuz işgücü nedeniyle yurtdışına kaçması sonucunda işsiz kalan işçi kesimlerinden büyük oranda oy almayı başarmış ve bu şehirleri Clinton’ın ve Demokratların elinden almıştır.

Fukuyama’ya göre, aslında kısa bir süre önce yaşanan Brexit süreci de bundan pek farklı değildi. Zira kırsal alanlardan gelen oylarda Brexit’e destek çok yoğun gözlemlenirken, Londra ve diğer büyükşehirlerde Avrupa Birliği’nde kalınması fikri ön plana çıkıyordu. Fransa’da da bugünlerde benzer bir durum söz konusudur; ebeveynleri ve büyükanneleri ile büyükbabaları komünist-sosyalist partilere oy veren işçi sınıfına mensup vatandaşlar, Fransa’da şimdilerde Marine Le Pen’i kendileri için bir umut olarak görmektedirler. Popülist milliyetçiliğin bu ülkelerin de üzerinde çok daha kapsamlı bir olay olduğunu düşünen Fukuyama, Vladimir Putin’in Rusya’da, Viktor Orban’ın Macaristan’da ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de şehirli ve iyi eğitimli nüfus grupları tarafından pek sevilmemesini buna uygun somut kanıtlar olarak ileri sürmektedir.

Kişinin eğitim seviyesi ile doğrudan alakalı olan sosyal sınıf (social class) kavramı, endüstrileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerde (emerging markets) en önemli siyasal parametre olarak son yıllarda giderek yeniden öne çıkmaktadır. ABD’nin önayak olduğu ve 1945’ten itibaren derinleşen liberal dünya düzeni de, küreselleşme ve teknolojik ilerleme nedeniyle bu süreci güçlendirmektedir. Burada Fukuyama’nın bahsettiği konu; işgücünün çok ucuz, dolayısıyla maliyetlerin çok düşük olduğu Çin’de üretilen Amerikan malı I-Phone’ların, her sene yılbaşına yakın bir zamanda Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerine gönderilmesi olgusudur. Benzer şekilde, aileleri için daha iyi yaşam koşulları bulabilmek ümidiyle milyonlarca kalifiye kişinin, daha fakir olan kendi ülkelerinden daha zengin ülkelere göç etmeleri de bu durumu tetiklemiştir. Dolayısıyla, gelişmiş ülkelerde yaşayan ve eğitim ya da yetenek açısından o kadar kalifiye durumda olmayan yerli işçiler, fabrikalarının kapandığını ya da Çin veya Hindistan gibi ülkelere taşındığını ve işlerini kayıtdışı ve kendilerinin yarısı kadar ücrete çalışan yabancı işçilere kaptırdıklarını görmüş-yaşamış ve bu duruma hiddetlenmişlerdir.

Oysa Amerika’da daha çok iş dünyasına (corporate America) sahip çıkan Cumhuriyetçiler ile kimlik politikalarına (Afrikalı Amerikalılar, Hispanikler, çevreciler, lgbt grupları, kadın hakları aktivistleri) dayalı bir koalisyon üzerinde işleyen Demokratlar, bu trendi fark edememiş ve ekonomik meselelere yeterince odaklanmamışlardır. Bu sayede, siyasetin dışından gelen Donald Trump gibi birisi, popülist milliyetçi söylemlerle ve hem kendi partisiyle, hem de rakip parti ve adaylarla kavga ederek seçimi kazanmış ve ABD’nin yeni Başkanı olmuştur. Avrupa solu açısından da durum parlak değildir; Tony Blair’in merkezci duruşu (üçüncü yol) ve Gerhard Schröder’in neo-liberal reformizmi günümüzde artık işlememektedir. Bu durum, Ernest Gellner’in yıllar öncesinde tespit ettiği şekilde, “sosyal sınıf” olgusunun “millet” (ulus) olgusuna yenilmesi nedeniyle yaşanmaktadır. Amerikalılar, gün geçtikçe daha fazla oranda ülkelerine gelen ve refah seviyelerine ortak olan göçmenleri sorgulamakta ve ülkelerinin ellerinden alındığı gibi bir hisse kapılmaktadırlar. Bu nedenle, eğitimli ve ekonomik açıdan iyi durumdaki kesimlerden de Trump’a ciddi destek gelmiştir.

Peki, Trump’ın Başkan seçilmesinin etkileri ne olabilir? Fukuyama’ya göre; Trump’ın henüz derinlemesine düşünülmüş ve tutarlı bir politikası yoktur. Buna karşın, ekonomik açıdan ve küreselleşme konusunda milliyetçi bir çizgidedir. İstediği kozları elde edememesi durumunda, NAFTA anlaşması gibi uluslararası anlaşmaları ve ABD’nin Dünya Ticaret Örgütü üyeliğini bile sonlandırabilecek ölçüde radikal ekonomik fikirleri vardır. Vladimir Putin gibi otoriter bir lidere duyduğu hayranlığını belirtmesi ise, demokrasi konusunda o kadar da duyarlı olmadığını göstermektedir. Trump'ın, Japonya ve Güney Kore başta olmak üzere, ABD’nin askeri gücünden ve NATO güvenlik şemsiyesinden yararlanan ülkelerin artık ABD’ye daha çok katkı vermeleri gerektiğini söylemesi de önemlidir.

ABD’nin bu tarz milliyetçi bir pozisyon alması, hem küresel ekonomi, hem de uluslararası siyaset açısından risklidir. ABD, bugüne kadar serbest ticaretten elde ettiği avantaj sayesinde bu düzeni desteklemiştir. Ancak ABD’nin sistemden desteğini çekmesi, uluslararası sistemin ve özellikle de küresel ekonomik düzenin 1930’lara benzer şekilde bir anda sarsılması anlamına gelir. Bu durumda, Rusya ve Çin gibi yayılmacılık politikaları izleyebilecek ülkelerin ABD’nin yerini alması dünya sistemi açısından risklidir. Trump’ın Kırım ilhakına karşı çıkmadığı Rusya ve Putin karşısındaki hoşgörülü duruşu, Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkeleri yakın gelecekte çok kötü etkileyebilir ve Rus gücünü bu bölgede konsolide edebilir.

Bunlara ek olarak, Trump’ın Başkanlığı, ABD’nin dünya genelinde otoriter yönetimler altında yaşayan halklara yönelik demokrasi umudu yeşerten bir model ülke olma özelliğini de ortadan kaldıracaktır. Bugüne kadar Amerikan gücü daha çok “yumuşak güç” unsurlarına dayalı olmuş ve demokrasi söylemiyle güçlenmiştir. Irak İşgali gibi kaba güce dayalı uygulamalar ise Amerikan gücünü azaltmıştır. Trump seçimi, ABD’nin liberal enternasyonalist bir düzenden popülist milliyetçi bir düzene geçişini sembolize etmektedir. Dolayısıyla, Trump’ın UKIP lideri Nigel Farage ve Ulusal Cephe (FN) Marine Le Pen tarafından desteklenmesi bu anlamda sürpriz değildir.

Lakin milliyetçi olduğu kadar pragmatik de olan Trump’ın, diğer devletlerin uluslararası anlaşmaları yeniden gözden geçirmeye niyetli olmamaları durumunda ne yapacağı meçhuldür. Bu nedenle, henüz birçok belirsizlik hâkimdir. Seçilmesiyle beraber nükleer tehditlerin ortaya çıktığını iddia eden görüşlerin aksine, Fukuyama’ya göre, Trump, daha çok bir izolasyonist yani içe kapanmacıdır ve Amerikan askerlerini dışarıda savaşlara gönderme konusunda o kadar da istekli değildir. Hatta Suriye’deki duruma bilgi anlamında tam olarak hâkim olduğunda, belki de Obama’nın politikasını sürdürmeye bile karar verebilir. Özgür dünyayı temsil eden bir ülkenin başına zaman zaman bir mafya babasını andıran konuşmalar yapan bir liderin geçmesi ise, elbette Amerikalıların alışmakta zorlanacağı bir durum olacaktır.

Sonuç olarak, ünlü düşünür Francis Fukuyama’ya göre; demokrasiye yönelik tehditler, günümüzde Çin gibi otoriter devletlerden ziyade, demokrasilerin kendi içlerinde gelişen popülist hareketlerden gelmektedir. ABD, Birleşik Krallık ve birçok Avrupa ülkesinde yükselen popülist milliyetçi hareketler, liberal dünya düzenini hızla sarsmakta ve özgür ve hoşgörülü toplum ideallerini zayıflatmaktadırlar. Liberal düzenin seçkinleri, kızgın sesleri kapı dışında tutarak bu durumu gizlemeye çalışsalar da, son yaşananlarla beraber bu süreç açıkça ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, Fukuyama’ya göre, önümüzdeki birkaç yıl oldukça zorlu geçecektir.

Değerlendirme
Francis Fukuyama’nın makalesi, akademik bir makale olarak kabul edilebilecek şekilde dipnotlu-kaynakçalı bir yazı olmamasına karşın, dünyada son yaşanan süreçleri açıklayan zihin açıcı bir yazıdır. Yazara göre; liberal sistemin temel sorunu, küreselleşmenin yarattığı koşulların olumsuz ekonomik sonuçlarını görmezden gelmek ve bunlara yeterince çözüm üretememek olmuştur. Solun bu durumu sahiplenmemesi nedeniyle de, aşırı sağ popülist hareketler son dönemde ABD ve Avrupa’da güç kazanmaya başlamıştır. Ancak Fukuyama’nın olumsuz ruh halinin aksine, kanımca bu tarz hareketlerin daha çok tepkisel ve “anti” oldukları da düşünülürse, muhalefette gösterdikleri başarıyı iktidarda tekrarlayabilecekleri son derece şüphelidir. Zira günümüzde ekonomik sorunlara çözüm, genelde içe kapanmacı yöntemlerle değil, daha açılımcı politikalarla mümkün olabilmektedir. Bu anlamda, Trump ve benzeri popülist liderlerin iktidar dönemleri, kampanya veya muhalefet dönemlerinden çok daha zorlu olacaktır. Ekonomik performansın yeterince iyi olmaması durumunda, halklar, kolaylıkla yeniden sol ve liberal alternatiflere yönelebilirler. Burada önemli olan, başarılı muhalefet liderlerinin ve partilerinin olmasıdır. Ancak Trump’ın büyük bir pragmatist olduğu düşünülürse, kampanyasında kullandığı argümanların birçoğunun aslında oy alma amacıyla seçildiği düşünülebilir. Zira birçok ülkede kendi kişisel yatırımları olan bir işadamının, kapalı bir ekonomik modeli savunması düşünülemez. Dolayısıyla, Trump, öfkeli beyaz iktidarı görüntüsü altında, aslında Amerika’da ve dünyada biriken ırkçı öfkeyi dizginleyip, ekonomik ve siyasal sistemi Obama’ya benzer şekilde sürdürmeyi de deneyebilir. Fakat Trump’ın NATO ve Rusya konusunda çok aykırı adımlar atması, hakikaten de Batı dünyasını ve ABD’yi büyük bir yıkıma sürükleyebilecek ölçüde risklidir. Zira ortaklarını savunmayan ve onlara güven veremeyen bir ABD, bir anda büyük güç kaybedebilir ve Çin gibi yükselen bir güç karşısında kolaylıkla arka planda kalabilir. Bu nedenle, Amerikan bürokrasisi ve özellikle güvenlik teşkilatı, ilerleyen günlerde Trump’ı çevreleyecek ve onu sıkı bir eğitim sürecinden geçireceklerdir. 

Avrupa’daki durum da bundan pek farklı sayılmaz; zaten hiçbir zaman tam anlamıyla Avrupa Birliği (AB) üyesi olamayan Birleşik Krallık sayılmazsa, AB, sorunlarına rağmen ayaktadır ve genişlemeye devam etmektedir. AB karşıtı partiler, hala daha ulusal siyaset sahnelerinde en büyük ikinci veya üçüncü aktör durumundadırlar ve başarı oranları sınırlıdır. Birleşik Krallık’ın durumunu ise, aşırı sağın güçlenmesinden ziyade, bu ülkenin kendisine özgü jeopolitiği ve siyasal sistemi ile açıklamak daha doğru olur. Bu bağlamda, 2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimleri en kritik konudur. Fransa’nın düşmesi ve Le Pen yönetimine geçmesi durumunda, hakikaten de liberal düzen temelinden sarsılabilir. Ancak bu olmadığı sürece, sistem, zaman zaman sağa ve sola yalpalamalara rağmen ayakta kalmaya devam edecektir.    


Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder