Sayfalar

3 Kasım 2016 Perşembe

CFR'den 'Suudi Arabistan-İran Rekabetini Yönetmek'


Council on Foreign Relations’dan Helia Ighani, kurumun web sitesinde 25 Ekim 2016 tarihinde “Managing the Saudi-Iran Rivalry” adlı önemli bir rapor yayınlamıştır.[1] Rapor, Fransa’da Tufts Üniversitesi Avrupa Merkezi’nde 6-7 Temmuz 2016 tarihlerinde düzenlenen “What to Do About the Saudi-Iranian Rivalry?” adlı “workshop” (çalıştay) çalışmasının sonucunda oluşturulmuştur. Son dönemde Ortadoğu siyasetinin en çok konuşulan konularından birisi olan Suudi Arabistan-İran rekabeti ve bu ikili ekseninde gelişen Sünni-Şii düşmanlığını anlamak açısından, bu raporun incelenmesi oldukça faydalıdır.



Çalıştayda ifade edilen ve üzerinde uzlaşılan görüşlerden en çarpıcıları şunlardır;
  • Suudi Arabistan-İran İslam Cumhuriyeti rekabeti, büyük ölçüde jeopolitik bir rekabettir. Din (mezhep) rekabeti ise, zaten var olan bu rekabeti daha da alevlendirmektedir.
  • Bu rekabetin ABD ve Avrupa açısından ciddi riskleri beraberinde getirdiği söylenmelidir. Bu riskler; Batı ülkelerine yönelik göç ve terörizm faaliyetlerinin yaygınlaşması, iki ülkede de nükleer silah ve uzun menzilli füze çalışmalarına ağırlık verilmesi ve küresel enerji piyasasında yaşanabilecek istikrarsızlıktır.
  • ABD ve Avrupa, bu rekabetin çatışmaya dönüşmesini önlemek amacıyla, Yemen ve Irak gibi sürtüşme bölgelerinden başlayarak bölgesel işbirliğini ve ekonomik gelişmeyi destekleyen güven arttırıcı tedbirler üzerinde çalışmalı ve bunları teşvik etmelidirler.
İki ülke arasındaki ilişkilerin geçmişine bakıldığında, aslında 1970’lerin sonuna kadar ilişkilerin gayet iyi düzeyde seyrettiği görülmektedir. Bu yıllarda her iki ülkede de Batı yanlısı monarşik yönetimlerin işbaşında olması, ikili ilişkilerin iyi düzeyde sürmesinde en önemli rolü oynamıştır. Ancak 1979 yılında İran’da gerçekleşen İslam Devrimi ve sonrasında bu ülkenin giderek daha yoğun şekilde mezhepçi bir siyasal ajandaya sahip olması, ikili ilişkilerin de bozulmasına neden olmuştur. 1980’ler ve 1990’larda İran’ın devrim ihracı temelinde geliştirdiği ve Şii halklarını ayaklandıran politikalar, İslamiyet’in en önemli iki merkezi Mekke ve Medine’ye ev sahipliği yapan ve dolayısıyla İslam dini açısından özel bir konumu olan Suudi Arabistan’da Sünniliğin radikal bir kolu olan Vahabi (Selefi) köktendinci akımının güçlenmesine neden olmuştur. Bu yılları takiben, iki önemli gelişme Suudi Arabistan-İran ilişkilerini etkilemiştir: 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında ABD’nin başlattığı teröre karşı savaş (war on terror) politikası ve 2011 yılında başlayan Arap Baharı (Arap isyanları) süreci. Birinci gelişme Ortadoğu siyasetinin önemli aktörlerinden Irak’ı ortadan kaldırırken, ikinci gelişme ise Mısır ve Suriye’de istikrarsızlığa neden olmuştur. Bu gelişmeler neticesinde, ikili ilişkiler ciddi anlamda gerilmiş ve her iki ülke de, birbirlerine karşı gölge savaş taktikleri ve terör gruplarına destek politikalarına ağırlık vermişlerdir. Bu ortamda, iki ülke arasında artan jeopolitik rekabet, mezhepsel rekabet söylemini de giderek daha fazla oranda su yüzüne çıkarmıştır.

Suudi Arabistan siyasası, aslında 1979 yılından bugüne oldukça değişmiş ve gelişmiştir. Salman bin Abdülaziz el-Suud’un 2015 yılı Ocak ayında Kral olması, bu ülkede bir dizi yeniliğin uygulamaya sokulmasına neden olmuştur. Bu yenilikler arasında en çok dikkat çekeni, Prens Muhammed Bin Selman el-Suud’un açıkladığı “2030 Vizyonu” programıdır.[2] Bu program, ülkenin sadece petrol gelirlerine dayanan ekonomisini dönüştürmek ve geliştirmek için hazırlanmış sosyal ve ekonomik reformları içermektedir. Ayrıca Kral Selman döneminde Suudi Arabistan’ın dış politikası da değişmiş; bu ülke, giderek daha cüretkâr bir dış politika anlayışı benimseyerek, Yemen ve Suriye gibi ülkelerde İran karşıtı aktif siyasal pozisyon almıştır. Bu politikaları konusunda başlarda Batı’dan destek gören Suudi Arabistan, İran’ın nükleer programı konusunda Batı ile anlaşma sağlaması sonrasında ise daha eleştirel yaklaşımlara maruz kalmıştır. Bunun nedeni, Batı’nın İran’ın da sisteme entegre edilmesi konusundaki isteği, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ise İran’ın Şiilik temelinde kurguladığı bölgesel hegemonya politikasından çekinmeleri sebebiyle buna karşı olmalarıdır.

Çalıştayda katılımcıların üzerinde uzlaştığı bir konu, önümüzdeki 5 yıl içerisinde bu rekabetin artacağı görüşü olmuştur. İran’ın Irak, Suriye, Yemen ve Bahreyn’de Şii gruplara desteği, bu rekabetin tetikleyicisi olacaktır. Zaten bu iki ülke arasında, adı geçen ülkelerde, daha şimdiden adı konulmamış bir “gölge savaşı” (proxy war) durumunun başladığı bile söylenebilir. 25 yıllık bir aradan sonra Irak’la diplomatik ilişkilerini 2016 yılı Ocak ayında yeniden başlatan Suudi Arabistan, bu ülkede henüz çok etkili olamasa da, İran’ın Şii gruplarına verdiği desteği hararetle eleştirmektedir. Ayrıca Irak hükümeti de, Şii bir din adamı olan Nimr el Nimr’in aynı tarihlerde Suudi Arabistan’da idam edilmesinin ardından[3], bu iki ülke arasında arabulucu rolü oynamaya çalışmıştır. Dolayısıyla, mezhepsel savaşın Suriye’deki gibi aktif çatışmaya tam olarak dönüşmediği Irak’tan başlayarak, iki ülke arasında bir uzlaşma süreci başlatılabilir.

Buna karşın, iki ülke, Suriye’de destekledikleri taraflar itibariyle alenen gölge savaşı durumundadırlar. İran’ın Suriye rejimi ve Hizbullah gibi Şii gruplara verdiği destek ve Suudi Arabistan’ın Selefi devrimci gruplarını kollaması, bunun açık ispatıdır. Bu bağlamda, İran Suriye’ye Devrim Muhafızları’nı gönderirken, Suudi Arabistan da devrimcilere silah ve mühimmat sağlamaktadır.

Yemen’de de ilişkiler son derece gergindir. Bu ülkede Huti veya Husi milislerinin ülkede kontrolü almalarını İran’ın jeopolitik bir hamlesi/saldırısı olarak gören Suudi Arabistan, bu ülkeye yönelik askeri operasyonlar gerçekleştirmektedir. Suudi Arabistan, güneyinde İran yanlısı Şiilerin kontrolü ele almalarını kendisine varoluşsal bir tehdit olarak algılamakta ve bu nedenle Yemen konusunda sert pozisyon almaktadır.

Bir diğer çatışma noktası ise Bahreyn’dir. Sünni bir Kral’ın Şii çoğunluk üzerinde hâkimiyet kurduğu bir ülke olan Bahreyn’de, 2011 yılında başlayan Arap Baharı sürecinde büyük protesto gösterileri düzenlenmiş; Suudi Arabistan, bu süreçte Kraliyet ailesine destek olmak amacıyla bu ülkeye askerlerini dahi göndermiştir. Bu ülke üzerinde, Suudi Arabistan ve İran arasında bir güç mücadelesi halen devam etmektedir.

Bu gelişmeler nedeniyle, Suudi Arabistan, ülke içerisinde Şii azınlığa yönelik politikalarını da sertleştirmiştir. Sevilen Şii din adamı Nimr el Nimr’in idamı, bu konuda en somut ispattır. Bu olay nedeniyle, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler de sona ermiştir.

Son olarak, iki ülke arasında enerji sektöründe de ciddi bir rekabet söz konusudur. Nükleer programı konusunda P5+1 ile yaptığı anlaşmanın ardından küresel enerji piyasasına girmeye hazırlanan İran’ı dizginlemek ve bir Amerikan müttefiki olarak Rusya’nın ekonomik gücünü kırmak için, Suudi Arabistan, yıllardır düşen petrol fiyatlarına karşın, petrol üretim oranlarını azaltmamaktadır. Bu sayede, İran ve Rusya’nın ekonomik açıdan güçlenmelerini önleyen Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, İran’ın enerji piyasasına dönmesi durumunda zorlanmaya başlayabilirler.

Çalıştaya katılan katılımcılar, daha önce de belirtildiği üzere, bu rekabetin önümüzdeki birkaç yılda giderek derinleşeceğini öngörmüşlerdir. Dolayısıyla, ABD ve Avrupa ülkeleri (Avrupa Birliği), bu rekabetin sıcak çatışmamaya dönüşmemesi için aktif çaba göstermelidirler. Körfez bölgesinde istikrarı arttıracak olan silah denetimleri, güvenlik yardımları ve garantileri, ekonomik yardım ve hibeler ve bölgesel işbirliği kurumlarının inşası, bu açıdan kilit konulardır. Bu doğrultuda, katılımcılar, gelecek 5 yıl ve 10 yıllık süreçler için bazı politika önerileri ve seçenekler üzerinde durmuşlardır.

Gelecek 5 yıl için politika önerileri ve seçenekler;
  • İran’ı Hizbullah ve Suriye rejimine verilen destek konusunda sorumlu davranmaya ikna etmek.
  • İki ülke arasında resmi (track one) ve gayrıresmi (track two) diyalogları desteklemek ve cesaretlendirmek.
  • Yemen’de Suudi Arabistan’ın Husilere yönelik bakışını değiştirmek ve bu ülkede barışı sağlayan bir uzlaşıya varmak.
Gelecek 10 yıl için politika önerileri ve seçenekler;
  • İki ülke arasında hava ve deniz askeri birlikleri arasında yaşanabilecek çatışma, balistik füze çalışmaları, siber güvenlik, enformasyon savaşı ve Hac konusunda bir yol haritası belirlemek.
  • Çevre konuları, altyapı geliştirme ve kaynak yönetimi gibi konularda bölgesel işbirliğini sağlayacak kurumları teşvik etmek.
  • Birleşmiş Milletler ile birlikte Çin ve Hindistan gibi bölgeye yönelik ilgileri artan aktörlerin barış ve istikrara yönelik desteklerini almak.
Altı sayfalık rapor, bu seçenek ve tavsiyelerle sona ermektedir. Sonuç olarak, raporun faydalı ancak yeterince detaylı olmadığı söylenebilir. Raporda, özellikle dini (teokratik) esaslara göre kurulu olan bu ülkelerin devlet aklına ve halklarının psikolojisine yön veren teolojik unsurlara hiç değinilmemiş ve bunun önemi görmezden gelinmiştir. Oysa bu gibi faktörler, bu devletlerin kimliklerinin inşa sürecinde doğrudan rol oynadığı için, bu devletlerin tavırlarını da bir ölçüde öngörülebilir ve statik hale getirmektedir. Bunun dışında, eskiden bu gibi konularda hep arabuluculuk rolü için tavsiye edilen Türkiye’ye hiç referans yapılmaması, Türk Dış Politikası adına son derece üzücüdür.

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ


[2] Detaylı bilgilere buradan ulaşılabilir; http://vision2030.gov.sa/en.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder