Sayfalar

30 Eylül 2016 Cuma

Didier Billion'dan 'Türkiye'de Türbülansların Artması'


Kısaca IRIS olarak bilinen Fransız düşünce kuruluşu Institut de Relations Internationales et Stratégiques (Uluslararası ve Stratejik İlişkiler Enstitüsü)[1] Direktörü ve Türkiye uzmanı bir Fransız akademisyen olan Didier Billion[2]Diplomatie dergisinin 82 nolu Eylül-Ekim 2016 sayısında “Multiplication des turbulences en Turquie” (Türkiye’de Türbülansların Artması) adlı güncel bir makale kaleme almıştır. Türkiye’deki 15 Temmuz 2016 askeri kalkışması ve diğer önemli siyasi sorunların işlendiği bu makale, Fransız bir uzmanın gözünden Türkiye’de son yıllarda yaşananların anlaşılması açısından faydalı olabilir.

Didier Billion

Billion’a göre; 2002’de iktidara geldiği günden itibaren Türk siyasal hayatında baskın bir görüntü çizen Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), İslamcı, ılımlı İslamcı, Müslüman muhafazakâr, İslami demokrat gibi farklı tanımlamalara maruz kalsa da, aslında 2009-2010 yıllarına kadar daima demokratik özlemleri yansıtan bir parti olmayı başarmıştır. Bu, bir anlamda, Batılılaşmış Kemalist ve laik orta sınıflara karşı Anadolu’da ortaya çıkan ve İslami eğilimli yeni orta sınıfların mücadelesini yansıtmaktadır. Bu yıllarda, AK Parti ve lideri Recep Tayyip Erdoğan, Kemalist askeri ve yargı kurumlarına karşı demokrasinin bayraktarlığını yapmıştır. Ancak AK Parti’nin, devlet kadrolarını büyük ölçüde ele geçirdikten sonra, önce laik ve Kemalist, daha sonra da Fethullah Gülen cemaatine yakın muhafazakâr kişilere karşı başlattığı tasfiye operasyonları, Türk siyasal kültüründe devletin siyaset üstü ve tarafsız kalamadığının bir ispatı niteliğindedir. Zaten kurulduğu günden beri, Türkiye Cumhuriyeti, aslında bir “kavga Cumhuriyeti” (république de combat) olmuştur. Türk siyasal elitleri, Sünni Müslüman ve Türk kimliğinde homojen bir toplum yaratmak istedikleri için, devleti daima araçsallaştırmışlardır. AK Parti, kurulduğu dönemde bunlara tepki olarak ortaya çıksa da, kısa sürede eski siyasal geleneği sahiplenmiştir.


Türkiye, bugün de iki farklı kimliğe sahiptir; ilki, kültürel ve siyasal açıdan muhafazakâr ama ekonomide liberal olan Müslüman Türkiye, diğeri ise, modernist ve seçkinci laik Türkiye’dir. Recep Tayyip Erdoğan, bu siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı çok iyi anladığı için, daima tercihlerini daha kalabalık bir grup olan Müslüman Türkiye’den yapmakta ve bu sayede seçim başarısını garanti altına almaktadır. 2010-2011’den itibaren AK Parti ve Erdoğan’ın otoriterleşmesinden bahsedilse de, aslında meseleye devletin araçsallaştırılması ve tarafsızlığını kaybetmesi bağlamında bakıldığında, AK Parti’nin Cumhuriyet tarihi boyunca gözlemlenen devletçi çizgiyi devam ettirdiği iddia edilebilir. 2013 yılındaki Gezi Parkı protestolarından itibaren karşılaştığı toplumsal muhalefet, bu nedenle Erdoğan’ı çok rahatsız etmiş ve Erdoğan, kutuplaşmayı daha da arttıran açıklama ve politikalarla gücünü konsolide etmiştir. Bu, aslında laik otoriter dönemin bir ürünü olan Türk siyasal kültürü ve devlet geleneğinin, İslami şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Bu ortamda, Erdoğan’ın Türk tipi Başkanlık sistemi önerisi daha da önemli hale gelmektedir. 21. yüzyılda devlet yönetimini daha etkin hale getirmek argümanıyla savunulan Başkanlık sistemi, aslında Erdoğan’ın ülke adına en doğru kararları kendisinin vereceğine dair duyduğu sarsılmaz inancı yansıtmaktadır. Bu adım, Türkiye’yi Alan Rouquié’nin “hegemonik demokrasiler” (démocraties hégémoniques) adını verdiği bir sisteme dönüştürür ve azınlıkları hedef gösterildikleri zor bir duruma düşürebilir. Otoriter bir model olan bu tip bir yönetim, buna karşın diktatörlük ya da totaliter bir sistem de değildir. 15 Temmuz darbesi hakkında görüş vermek için henüz çok erken olsa da, Erdoğan’ın bu şoku çok iyi bir fırsata çevirdiği ve tüm muhalefeti devletten tasfiye etmeyi başardığını söylemek mümkündür.

Türkiye’nin dış politikada da ciddi sorunları bulunmaktadır. 2011 yazından itibaren Suriye ile ilişkilerde keskin bir dönüşüm gerçekleştiren Erdoğan ve önce Dış İşleri Bakanı, sonra da Başbakanı olan Ahmet Davutoğlu, Suriye’deki Esad yönetiminin beklenmedik direnişi ve IŞİD gibi radikal grupların ortaya çıkışı nedeniyle zor duruma düşmüşlerdir. Neticede, 900 kilometrelik ortak sınırı olan bir komşusunun dinamiklerini anlayamayan bir ülkenin dış politikadaki başarısından söz etmek zordur. İsrail ve Rusya ile de bu dönemde siyasal krizler yaşayan Türkiye, 2016 yazından itibarense bu ülkelerle bir normalleşme sürecine girmiştir. Buna karşın, Suriye krizinin tetiklediği Kürt Sorunu da halen bu ülke açısından varoluşsal bir sorun niteliğindedir. 1984’den beri Türk Devleti’ne karşı savaşan PKK, Ankara için 1 numaralı düşman olmaya devam ederken, Suriye Kürtlerinin birleşmesi ve Rojava direnişiyle birlikte özerklikten söz etmeye başlamaları Türkiye’yi tedirgin etmiştir. Türkiye, bu dönemde Suriye sınırında PKK’nın uzantısı PYD ile çevrilmek durumunda kalmıştır. PYD’nin IŞİD’e karşı kazandığı zaferler ise, Türkiye’yi daha zor zor duruma düşürmüş ve bu örgüte yönelik uluslararası desteği arttırmıştır. Buna karşın, Ankara’da antropolojik bir Kürt karşıtlığı yoktur ve Mesut Barzani’nin lideri olduğu Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkiler iyi seviyededir.

Bunlara ek olarak, NATO savunma sisteminin 2011 yılında yerleştirilmesinden sonra -her ne kadar bu füze sistemi savunma amaçlı olsa da- Tahran’la ilişkileri gerilen Ankara, 2015 yılında Rusya ile yaşanan jet krizi sonrasında NATO’yu acil toplantıya çağırmış ve bu isteği hemen kabul edilmiştir. Yazara göre, bu iki somut unsur, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyarak Batı ittifakı içerisinde kalmak istediğinin kanıtı olarak görülebilir. İsrail’le ilişkiler de bu bağlamda değerlendirilebilir. Bill Clinton döneminde 1996 yılında tesis edilen İsrail-Türkiye askeri işbirliği, George W. Bush döneminde ABD’nin tek taraflı (unilatéraliste) politikaları sonucunda Ankara’nın İsrail ve bu ülkeden uzaklaşmasına neden olmuş, ama 2016 yazından itibaren İsrail’le ilişkiler yeniden düzeltilmiştir.

Avrupa Birliği ile ilişkiler de bir diğer önemli dış politika gündemidir. Her ne kadar Pew Araştırma Şirketi’nin 15 Ekim 2015 tarihinde yayınladığı bir araştırmada Türklerin yüzde 55’inin ülkelerinin AB üyesi olmasını istedikleri (% 32’si karşı çıkıyor, % 12’si ise kararsız) ortaya çıksa da, şu da bir gerçektir ki 1999-2005 yılları arasındaki AB üyeliği heyecanı kaybolmuştur. Dahası, Türkiye’nin AB üyeliği için şu 3 konuda AB’nin perspektifi netleştirilmelidir; AB’nin sınırları, Avrupa değerleri ve Avrupalı kimliği ve uluslararası arenada Avrupa gücünün korunması. Dış politikada, AB, Türkiye ile mi Türkiye’siz mi daha etkili olur? Türkiye’nin entegre olduğu ya da olmadığı bir Avrupa mı daha güçlü olur? Bu sorular da halen gündemde ve cevapsızdır…

Billion’a göre, sonuç olarak, Türkiye pek iyi bir dönemden geçmese ve birçok iç politik ve diplomatik türbülans yaşasa da, bu ülkenin potansiyeli halen gelişmeye açık ve bölgesel güç ve uluslararası arenada saygın bir aktör olmaya uygundur…

Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

[1] Web sitesi için; http://www.iris-france.org/.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder