Sayfalar

20 Ekim 2015 Salı

Amerikan İstisnacılığı


Amerikan Politikası, özellikle de Amerikan Dış Politikası üzerine çalışanlar için “Amerikan istisnacılığı” (American exceptionalism) tanıdık bir kavramdır. Bu kavram, tarihte birçok farklı kişi tarafından olumlu veya olumsuz anlamlarda ve farklı amaçlarla kullanılmıştır. Bu nedenle, bu kavram etrafında şekillenen yoğun bir anlam kümesinden söz etmek doğru olacaktır. Ancak bu kavram kümesi dikkatle incelendiğinde, bu terimin temelde 2 anlamda kullanıldığı görülebilecektir.

“Amerikan istisnacılığı” terimiyle anlatılmak istenen ilk olgu, ultra-liberal olarak nitelendirilen Amerikan siyasal sistemi ve ekonomik yapısının diğer ülkelerden daha farklı olmasıdır. Başkanlık sistemi, federal yapısı, 2 kamaralı Kongre’si, kendisine özgü siyasi gelenek ve akımlarıyla, Amerika Birleşik Devletleri, hakikaten de dünyadaki birçok ülkeden daha farklı bir çizgidedir. Ancak, aslına bakılırsa, tüm dünya ülkeleri birbirlerinden farklı siyasal sistemlere sahiptirler. Dolayısıyla, bu terimle anlatılmak istenen istisnacılık (exceptionalism), bunun ötesinde bir anlama sahip olmalıdır. İşte bu anlamı veren ve terimin içini dolduran ikinci olgu ise, ABD’nin, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerden farklı ve onların geçmiş hatalarından ders alarak kurulmuş yeni bir siyasi sistem olması nedeniyle, Avrupalı kuzenlerinden daha ileride, daha liberal ve başarılı bir model oluşturması, bu nedenle de dünya siyasetinde öncü bir rol oynamaya hakkının olmasıdır. Yani bu ikinci ve daha yaygın kabul gören anlamıyla, istisnacılık, üstünlük anlamında bir nitelik de taşımaktadır. Bu kavram, daha çok ABD’ye yerleşen Anglo-Sakson kökenli Püriten Hıristiyanların (Protestan gruplar) geliştirdiği ve “yeni dünya”da adeta İncil temelli vaad edilmiş topraklara (İsrail) benzeyen üstün bir medeniyet kurma düşüncesine dayanmakta ve teokratik olarak da güçlü bir temele oturmaktadır.[1] Bu anlamıyla, ABD’nin, dünya siyasetinde kendisine mesiyanik bir rol yüklediği dahi iddia edilmektedir.

Bu ikinci anlam etrafında şekillenen değer yargıları ve Amerikan milli kimliği ise, Amerikan Dış Politikası’nın şekillenmesine ciddi oranda katkı yapmaktadır. Ancak bu noktada, Amerikan Dış Politikası’ndaki uluslararası müdahaleci (internationalist interventionist) ve içe kapanmacı (isolationist) eğilimleri tetikleyen yine 2 farklı algılama bulunmaktadır. Şöyle ki; “exemplary exceptionalism” (örnek istisnacılık) adı verilen yaklaşımda, ABD’nin serbest piyasa ekonomisi ve siyasal liberalizmden kaynaklanan üstünlüğünün bir model olarak diğer dünya ülkelerine sunulması ve daha çok yumuşak güç unsurlarının ve diplomasinin kullanılması ön plana çıkarılmaktadır. Obama yönetiminin, Afganistan ve Irak savaşları nedeniyle yorgun düşen ve dünyada değer kaybeden Amerikan istisnacılığını toparlamak adına son yıllarda bu tarz bir eğilime yöneldiği kolaylıkla fark edilebilir. “Missionary exceptionalism” (misyoner istisnacılık) adı verilen ikinci yaklaşımda ise, ABD’nin üstünlüğünün yalnızca bir rol model olarak sunulması değil, bunun dünyaya ihraç edilmesi, yayılması ve özellikle bağımsızlık ve özgürlük arayışındaki halklara destek olunması yolunda aktif bir dış politika izlenmesi ve dış müdahaleciliğin meşrulaştırılması görülmektedir.

Birçok siyasal gözlemci, ABD kamuoyunun adeta bir sarkaç gibi zaman zaman bir tarafa, zaman zaman diğer tarafa yöneldiğini iddia etse de, aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan beri (Pearl Harbour Baskını), Amerikan dış politikasında müdahalecilik eğilimleri genelde ağır basmaktadır. Bu noktada, Demokrat ve Cumhuriyetçi Başkan ve iktidarlar arasında farklılaşan bir konu, müdahalelerin kapsamı ve niteliğidir. Cumhuriyetçi iktidarlar, genelde kapsamlı askeri müdahaleleri ve cephe savaşlarını tercih eder ve Amerikan Ordusu’nu daha aktif bir şekilde kullanırken (Baba ve oğul Bush dönemlerindeki Körfez Savaşları akla gelebilir), Demokrat iktidarlar, çoğunlukla, kısıtlı askeri operasyonları (Bin Laden’in öldürülmesi vs.) ve yumuşak güç unsurlarının (diplomasi, ekonomik baskılar) etkin kullanımı ile birlikte istihbarat faaliyetlerini tercih etmektedirler.

Amerikan istisnacılığı, 19. yüzyıldan başlayarak Amerikan siyaseti ve dış politikada sık sık propaganda ya da eleştiri konusu yapılmıştır. Son örnek, 2012 Başkanlık seçimleri kampanyasında Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney’nin, Demokratların adayı Barack Obama’yı “Amerikan istisnacılığı konusunda Amerikan halkı ile aynı değerleri paylaşmamakla” suçlaması olmuştur.[2] İlginç bir şekilde, Sovyet diktatörü Joseph Stalin, 1929 yılında Amerikan istisnacılığına ilk vurgu yapanlardan olmuştur. Stalin öncesinde bu terimi kullanan en önemli kişi ise, bu ülkeyi 1830’larda ziyaret eden ve Amerikan demokrasisine hayran kalan Fransız aristokrat Alexis de Tocqueville olmuştur. 1960’ların başlarında Başkan John Fitzgerald Kennedy’nin bazı konuşmalarında da, ABD’nin kendisine üstlendiği kurtarıcı rolü ve üstünlük pozisyonunun etkileri görülebilir. Bu durum, Soğuk Savaş koşullarında ABD’nin Batı Bloğu’nun liderliğini üstlenmesi nedeniyle, doğal olarak güçlenmiştir. Ronald Reagan ve George W. Bush’un birçok konuşması, “istisnacılık” terimi doğrudan kullanılmadan bu hissin Amerikan halkına verildiği önemli metinlerdir.

Ancak bu kavram etrafında şekillenen siyasal duruşun, bir anlamda diğer halk ve devletlere yönelik bir üstünlük düşüncesi içermesi ve dış politikada müdahaleci eğilimleri güçlendirmesi nedeniyle, ABD içerisinden ve dünyadan bu yaklaşıma çeşitli eleştiriler ve tepkiler de yükselmektedir. Örneğin, ABD Başkanı Barack Obama, 2009 yılında Amerikan istisnacılığına şüpheyle yaklaştığını belirten bir konuşma yapmıştır. Obama’nın bu yaklaşımının, müdahalecilik karşıtı dış politika çizgisiyle de uyumlu olduğu belirtilmelidir.

Bu noktada yapılan eleştiriler, elbette haklı ve oldukça güçlüdür. Ancak dünya tarihi ve özellikle büyük güç ilişkileri, bu tarz yaklaşımların realist perspektifte bir karşılığının olmadığını göstermektedir. Zira tarih boyunca, genelde başat güç (dominant power) olarak adlandırılan çeşitli medeniyetler var olmuş ve diğer ülkelere belli ölçülerde üstünlük sağlayabilmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu, İspanya Krallığı, Britanya İmparatorluğu, Napolyon Fransa’sı ve Sovyetler Birliği, bunu bir ölçüde başarabilmiş devletlere örnek olarak gösterilebilir.

Dolayısıyla, bugün dünya siyasetinde ABD hakimiyetinin azalması, dünyada eşitliğe dayalı yeni ve daha dostane ilişkilerin kurulacağı anlamına gelmeyebilir. Tam tersine, ABD’nin liberal demokrasiye dayalı sistemi yerine, SSCB deneyimine benzer şekilde, Çin’in tek partili ama sosyal piyasa ekonomisine dayalı sistemi ya da Rusya’nın otoriter tek adam yönetimi dünyadaki hakim paradigma haline gelebilir. Zira dünya tarihinde savaşların, çatışmaların ya da sorunların olmadığı tek bir yıl dahi yaşanmamıştır. Böyle bir durumda, başat gücün çok pasif bir pozisyon alması, genelde onunla rekabet eden ve ona meydan okuyan (challenger) güçler tarafından bir zayıflık göstergesi olarak da okunabilir. Nitekim Rusya’nın son Suriye hamleleri, IŞİD vahşeti, Suriye devlet terörü ve Suriyeli mülteci sorunlarını çözemeyen ve bölgeye istikrar getiremeyen ABD’ye karşı olarak yapılmış akılcı adımlar olarak görülebilir. Zira bu sayede Rusya ve lideri Vladimir Putin, dünya siyasetinde “oyun kurucu” ve “sorun çözücü” bir lider olarak algılanmakta ve birçok ülkeden ve lobiden destek almaktadır. Dolayısıyla, Hegemonik İstikrar Teorisi’nin de iddia ettiği üzere[3], lider olduğunu iddia eden ülkenin bölge ve dünya siyasetine istikrar ve düzen getirmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak, Amerikan istisnacılığını kabul etmek ya da reddetmek yerine, dünya gerçekleri doğrultusunda sistemsel analizler yapmak daha akılcı bir yaklaşım olacaktır. Dış politika, çoğunlukla eşitlikçi-özgürlükçü idealler değil, ulusal çıkarlar ve güç dengeleri etrafında şekillenen bir akıl ve güç mücadelesidir. Bu nedenle, Amerikan liderliği sorgulanırken, alternatiflerin cazibesi de iyi incelenmelidir. Zira ABD'nin hatalı ve bazı konularda gerçekten de çifte standartlara dayalı yaklaşımı, yine de unutulmamalıdır ki, demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve serbest piyasa ekonomisi gibi doğru değerlere dayanmaktadır. Oysa ABD'nin güç kaybettiği bir sistemde, bu değerlerin yerini daha farklı ve kötü kriterler alabilir. Ayrıca yine bu konuda, yazıda bahis konusu yapılan ABD içerisindeki farklı yaklaşımların yakından ve canlı canlı incelenmesi için, 2016 ABD Başkanlık seçimleri adeta bir laboratuvar işlevi görecektir.
Yrd. Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

KAYNAKLAR
[1] Bakınız; Hilde Eliassen Restad (2011), “The Past in Political Science: American Exceptionalism and U.S. Foreign Policy”, Norwegian Institute of International Affairs (NUPI), A paper presented to the ECPR conference, Reykjavik, Iceland, August 2011, http://ecpr.eu/filestore/paperproposal/b794a228-2972-4fc7-ae16-3b309e417416.pdf.
[2] Uri Friedman (2012), “American Exceptionalism: A Short History”, Foreign Policyhttp://foreignpolicy.com/2012/06/18/american-exceptionalism-a-short-history/.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder